15 Haziran 2017 Perşembe

FEYZULLAH EFENDİ


Osmanlı Devleti’nin kırk altıncı şeyhülislâmı. İsmi, Feyzullah’dır. Erzurum’da doğdu. Doğum târihi bilinmemektedir. Babası Erzurum müftîsi Seyyid Muhammed’dir. Şems-i Tebrîzî’nin soyundandır. 1703 (H. 1115) yılında Edirne isyânında fitneciler tarafından şehîd edildi.
Küçük yaşından îtibâren ilim tahsiline yönelip din ve fen ilimlerinde yetişti. Vânî Muhammed Efendi’nin tefsîr, mantık, matematik, geometri ve astronomi ilimlerini öğrendi. Bu sırada dördüncü Mehmed Han’ın hocalığına tâyin edilen hocası Vânî Muhammed Efendi’nin daveti üzerine, İstanbul’a geldi. Vânî Efendi’ye dâmâd oldu. Şeyhülislâm Minkârîzâde Yahyâ Efendi’nin yanında mülâzım (stajyer) olarak çalıştı. Daha sonra hacca gitti. Hac dönüşü Yenişehir’e gelip kayınpederi tarafından pâdişâhın huzuruna çıkarıldı. 1669 târihinde şehzâde sultan Mustafa’nın hocası, 1670’de müderris oldu. Fâtih’de Sahn-ı semân medreselerinde vazifelendirildi. Sırasıyla Ayasofya, Süleymâniye, Sultan Ahmed medreselerinde müderrislik yaptı. 1686’da Rumeli kazaskerliği pâyesiyle şehzâde üçüncü Ahmed’in hocalığını, bir sene sonra da Nakîb-ül-eşraflığa (sevgili Peygamberimizin soyundan gelen seyyid ve şeriflerin işleriyle ilgilenen makama) tâyin edildi. 1688’de, sultan İkinci Süleymân Han’ın tahta geçmesi ile şeyhülislâm oldu. Daha sonra Erzurum’a gönderildi. Sultan ikinci Mustafa tahta geçince, 1695 târihinde ikinci defa şeyhülislâmlığa getirildi. Sekiz buçuk sene fetva makamında kaldı. Feyzullah Efendi, ilmî üstünlüğü yanında, yaptırdığı hayır eserleriyle de meşhur oldu. Erzurum’da bir medrese, bir câmi, hafızların kıraat ilmini okudukları dershâne, Şam’da hadîs okutulan bir medrese, Medîne-i münevverede ve İstanbul’da bir medrese, kütüphâne ve mektep yaptırdı.
Feyzullah Efendi’nin eserleri şunlardır: 1- Hâşiyetün alâ Envâr-it-tenzîl(Kadı Beydâvî’nin meşhur tefsîrine yazdığı haşiye), 2- İslâm haşiyesi, 3-Nesâyih-ül-mülûk, 4- Hâlhâlî’nin Şerh-i Akâid’i üzerine ta’lîkâtı, 5-Kitâb-ül-ezkâr, 6- Mecmûa-ı hikâyât, 7- Fetâvâ-i Feyziyye(fetvalarının toplandığı eserdir), 8- Ravda tercümesi, 9- Riyâz-ür-rahme, 10- Dîvân, 11- Kendi kaleminden hâl tercümesi, 12- Feyzullah Efendi Vakfiyesi’dir.
Feyzullah Efendi âlim, sâlih evlât yetiştirdi. Oğullarından Seyyid Mustafa Efendi, Osmanlı şeyhülislâmlarının altmış üçüncüsü, Murtaza Efendi de altmış dokuzuncusudur.
Seyyid Mustafa Efendi, 1745’de İstanbul’da doğdu, yine İstanbul’da vefât etti. Üsküdar’da Mîrzâde Mehmed Efendi’nin yanında medfundur.
Tahsilini babasından ve zamanın âlimlerinden yaptı. İlimde üstün bir dereceye yükseldi. Bir çok medresede müderrislik yaptı. Otuz üç yaşlarında kâdı oldu. Mekke-i mükerreme kâdılığı, Anadolu, Rumeli kazaskerliği yaptı. Edirne vak’asında kardeşiyle Yedikule’ye haps edildi. Sultan birinci Mahmûd Han fitneyi bastırınca, pâdişâhın lütuf ve ihsânlarına kavuştu, önce Rumeli kazaskeri; sonra da 1734 târihinde şeyhülislâm oldu. Bu şerefli vazifeyi dokuz sene iki ay sadâkatle yürüttü. Yardımsever bir zât olup, Eyyûb Nişancası’nda bir dergâh ve Saraçhâne’de bir çeşme yaptırmıştır.
Diğer oğlu Murtaza Efendi de İstanbul’da doğmuş ve İstanbul’da vefât etmiştir. Eyyûb Sultan civarında annesinin kabri yanında medfûndur. O da babasından ve zamanın âlimlerinden okudu. Aklî ve naklî ilimlerde yetişti.Behcet-ül-Fetâvâ müellifi Yenişehirli Abdullah Efendi’den ilim tahsîl etti. Müderris oldu. Galata ve İstanbul kâdısı oldu. Ardından Anadolu kazaskerliğine getirildi. 1750 târihinde Sultan birinci Mahmûd Han tarafından şeyhülislâmlığa tâyin edildi. Dört sene yedi ay on iki gün adaletle vazifesini yürüttü ve hastalığı sebebiyle ayrılmak zorunda kaldı.
Feyzullah efendizâdeler âlim, fazilet sahibi zâtlar olup, Nakşibendî yüksek yolundan feyz almışlardır. Allahü teâlânın dînine sımsıkı bağlı, haramlardan ve şüphelilerden şiddetle kaçınır, vakitlerini ibâdet etmekle değerlendirirler, kimseyi kırmamaya dikkat ederlerdi. Makam ve mevkîi; insanlara hizmet yeri ve Allahü teâlânın rızâsına kavuşmak için vâsıta olarak kabul etmişlerdir. Murtaza Efendi, emekli maaşı olarak kendisine tahsîs edilen arpalıkları kabul etmemiştir.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Devhat-ül-meşâyıh; sh. 74, 92, 97
 2) Silk-üd-dürer; cild-4, sh. 6
 3) Osmanlı Müellifleri; cild-1, sh. 393
 4) İlmiye Salnamesi; sh. 491, 525
 5) Kâmûs-ül-a’lâm; cild-5, sh. 3464, 4257
 6) Sicilli Osmânî; cild-4, sh. 33
 7) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; cild-16, sh. 327

12 Haziran 2017 Pazartesi

EFENDİ


Okuyup yazması olanlara verilen ünvân. Okumuş, molla, hoca, çelebi, seyyid mânâlarında da kullanılırdı. Efendi tâbiri Selçuklular zamanında kullanılmaya başlanmış ise de, daha ziyâde Osmanlılarda on beşinci asır ortalarından îtibâren tahsil, terbiye görmüş kimselere mahsus bir lakab olarak kullanılmıştır. Zamanla bu mânâda kullanılan Çelebi kelimesinin yerini almıştır. Devletin ileri gelen me’murlarından bâzılarına efendi demek âdet hâline gelmişti. On dokuzuncu asırda şehzâdelere de efendi denmiştir. Pâdişâhlar hakkında efendimiz şeklinde kullanılırdı. Fakat bu şekil, günümüzdeki gibi, halk arasında ekseriya Peygamberimiz için de kullanılırdı. Kadınlar kocalarına hitâb ederken de “efendi” tâbirini kullanırlardı.
Saraydaki sultan hanımlara kadın efendi ünvânının, kibar muhitlerde hanımefendi, beyefendi tâbirlerinin kullanılmasına on dokuzuncu asrın İkinci yarısından sonra rastlanır. Şeyhülislâmlara efendi dendiği gibi, orduda binbaşıya kadar rütbe sahiplerine de resmen efendi ünvânı verilirdi. Tanzîmât’tan sonra efendi ünvânı, resmî muamelâtta yalnız okur-yazar olanlar ve mektep talebeleri için kullanılmıştır.
Efendi; ağa, bey, paşa tâbirleri ile birlikte resmî ünvân olarak devlet ile fertlerin münâsebetine âid işlerde kullanılması, 1934’de çıkan kânunla yasak edilmiştir.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Osmanlı Târih Deyimleri; cild-1, sh. 506
 2) Rehber Ansiklopedisi; cild-4, sh. 364

2 Haziran 2017 Cuma

ABDÜRRAHİM ARVASİ


Seyyid Abdullah Arvâsî’nin büyük oğlu. Nesebi; Abdurrahîm bin Abdullah bin Muhammed bin Şehâbeddîn bin İbrâhim bin Cemâleddîn bin Kemâleddîn bin Muhammed bin Kâsım Bağdadî’dir.
Seyyid Abdurrahîm, Van’ın Arvas köyünde babalarının medresesinde okudu, onların sohbetleriyle olgunlaştı. Zamanın aklî ve naklî ilimlerinde söz, tasavvufda ise hâl sahibi meşhur bir velî oldu. Şöhreti her tarafa yayılıp, dillerde söylenmeye başlandı.
1785 (H. 1199) senesinde, Doğubâyezîd’deki meşhur sarayın banisi Çıldıroğullarından İshak Paşa, Seyyid Abdürrahîm’i davet etti. Alim ve velîlere pek kıymet veren İshak Paşa, ilim erbabı bir zât idi. Onların meclislerine katılmaktan zevk alırdı. Seyyid Abdurrahîm, İshak Paşa’nın davetini kabul edip, Doğubâyezîd’e gitti. Bölge halkı şiîliğe meyilli idi. Orada Ehl-i sünnet itikadının yayılması için çalıştı. Uzun münazaralardan ve mücâdelelerden sonra sapık şii fırkasının bozukluğunu herkese kabul ettirdi. Halk, Ehl-i sünnet olup huzura kavuştuğu gibi, aralarındaki ayrılık ve düşmanlıklar da son buldu ve fitne söndürüldü.
Seyyid Abdurrahîm, bu gayretinin yanısıra naklî ve tasavvufî ilimleri de öğretiyor, insanların ebedî saadete kavuşması için bütün gücünü harcıyordu. Talebelerine Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hazretlerininMesnevî’sini okuttuğu bir sırada, onu dinleyen bir İranlı ayağa kalkıp, Mevlânâ’yı ve Mesnevî’yi kötülemek maksadıyla; “Ne okuyorsunuz?” diye sordu. Seyyid Abdurrahîm; “Mesnevi okuyoruz” buyurdu. İranlı, dinlemeye değmez anlamına gelen; “Meşnevî” deyince, bu söze son derece hiddetlenen hazret-i Seyyid, Mesnevî-yi şerifi rastgele açıp, “Şu beyti bir oku!” buyurdu. Orada;
“Mesnevî râ meşnevî mehân,
Ey seg-i gürgîn bed kerdeî.”
yâni; “Mesnevî’yi meşnevî diye okuma. Ey uyuz köpek! Kötü bir iş yaptın” yazılıydı. İranlı ve oradakiler bu manâlı söz karşısında şaşkına döndüler. İranlı diyecek söz bulamadı, meclisi terk edip gitti. Talebeler, Mesnevî’den o beyti çok aradılar, fakat bulamadılar. Hocalarının kerâmeti olduğunu anlayıp, Seyyid Abdürrahîm’e tam bir teslîmiyetle bağlandılar.
Seyyid Abdurrahîm hazretlerinin bu ve benzer kerâmetleri, doğuda dilden dile dolaşarak uzun yıllar söylenegelmiştir.
1786 yılında Doğubâyezîd’de vefât etti. Kabri, sevenlerinin, ihtiyâç ve istek sâhiblerinin ziyâretgâhı oldu. Hâlen ziyaret edilmektedir. Sırt ağrısından muzdarib olanların, sırtlarını kabir taşına sürmesinden taş yıpranmış, üzerinde Arvâsî kelimesi ile vefât târihi ve Fatiha Kelimesinden başka yazı kalmamıştır.
Seyyid Abdürrahîm’in, Muhammed ve İbrâhim isminde iki oğlu vardı. Bunlardan Seyyid Muhammed’in çocuğu yoktu. Babasının maddî ve manevî vârisi olan Seyyid İbrâhim’in; Abdurrahîm ve Abdülazîz adlı iki oğlu ve Emine Hanım (Seyyid Fehîm-i Arvâsî’nin annesi) adlı bir kızı vardı. Seyyid İbrâhim, İranlılarla yapılan görüşmelerde Osmanlıları temsil etti. 1832’de Yukarı Doğubâyezîd’de vefât etti. Büyük oğlu Abdurrahîm de 1818’de aynı yerde vefât etmişti. Babasına vâris olan diğer oğlu Seyyid Abdülazîz de, 1880’de vefât ederek babasının yanına defnedildi. Beş oğlu vardı. Büyük oğlu ve vârisi Seyyid Muhammed Emîn Efendi, hâl ve kerâmetleri ile meşhur oldu. 1914 yılında Doğubâyezîd’de vefât etti. Yedi oğlu vardı. Kendisi ile aynı senede vefât eden refikası Medine Hanım da kerâmet ehli idi. Seyid Abdülhakîm-i Arvâsî hazretleri, kendilerini sıla-i rahm için ziyaret eder, beraberce tatlı sohbetler ederlerdi. Böyle bir ziyaretlerinde, Muhammed Emîn Efendi’nin dünyâya yeni gelen ortanca oğluna kendi ismini vererek Abdülhakîm koydu. Bu Abdülhakîm Efendi’nin dört oğlundan Seyyid Ahmed Arvâsî Bey, kendisini İslâm ve batı kültüründe yetiştirmiş, bugünkü beşerî sıkıntıları iyi anlamış bir zât idi. 1988 senesinin son gününde vefât ederek İstanbul-Edirnekapı Kabristanı’na defnedildi. Eğitim Enstitülerinde vermiş olduğu dersleri ile on binlerce öğretmen yetiştirmiş olan Seyyid Ahmed Arvâsî Bey, çeşitli makale ve kitapları ile de, Türk gençliğinin fikrî yapısının gelişmesine, İslâm ahlâkı ile ahlâklanmasına büyük hizmetler etmiştir. Eğitim Sosyolojisi, Kendini Arayan İnsan, İnsan ve İnsan Ötesi, Türk-İslâm Ülküsü, Diyalektiğimiz ve Estetiğimiz, İlmihâl, Doğu Anadolu Gerçeği, Şiirlerim, Size Sesleniyorum (Türkiye Gazetesindeki makaleleri) gibi eserleri yayınlanmıştır.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Abdürrahîm Arvâsî (S. Ahmed Arvâsî, Türkiye Gazetesi Kütübhânesi)
 2) Size Sesleniyorum-1 (S. Ahmed Arvâsî, İstanbul-1989)

CERBE DENİZ MUHAREBESİ


Osmanlı ile haçlı donanmaları arasında 1560 senesinde yapılan deniz muhârebesi. Preveze mağlûbiyetinin izlerini silmek isteyen Avrupalılar, Türkleri Batı Akdeniz’den çıkarabilmek için, Turgut Reis’i Cerbe’de vurup askerini imha etmek gayesinde idiler. Ancak bu sayede Tunus ve Trablus İspanya’nın eline geçecekti. Türklerin burayı yeniden ele geçirmeleri ise yılları alırdı.
Medhiye kalesinin yıkılmasından sonra, Tunus beylerbeyi Turgut Paşa’nın elindeki en müstahkem kale, Cerbe kalesi idi. Turgut Paşa, burasını özellikle son senelerde iyice tahkim etmişti. Cerbe adası, Trablus’la Tunus’un arasında bulunduğundan, buradan iki ülkenin kontrolü daha kolay oluyordu. Bu yüzden haçlıların ilk hedefleri Cerbe adası idi. Cerbe’de yenilen Türklerin manevî güçleri bozulacağından, Trablus’u savunmaları zor olacaktı. Cerbe’de bir kaç bin kişilik kuvvet vardı. Turgut Paşa’nın esas kuvvetleri Trablus’ta bulunuyordu.
Haçlı donması 1559 senesi yazından itibaren Sicilya adasının Messina limanında toplanmaya başladı. On dört bin kara askerini taşıyan doksan dokuz parçalık bir donanma aynı senenin Eylül ayında harekete hazır duruma geldi. Ancak bu sırada Türk donanması Akdeniz’de bulunduğu için, sefere çıkmaya cesaret edemediler. Haçlı donanmasının deniz harekâtının idaresinden sorumlu olan Gian Andrea Doria, Preveze deniz muhârebesinde mağlûb olan Andrea Doria’nın yeğeni idi. Donanmaya bindirilen kara askerine ve donanmaya Sicilya kral naibi ve Medinaceli Dukası Don Juan de Cardona başkumandanlık ediyordu. Haçlı donanmasını meydana getiren Papalık donanmasına Prens Plamino Orsini, İspanyol donanmasına Don Sanchez, Sicilya filosuna da Don Juan de Cardona kumanda ediyordu. 1560 Şubat’ında toplanan haçlı donanmasındaki gemi sayısı 200’e ulaşmış ve asker bindirilerek hazır hâle gelinmişti. Preveze yenilgisinden sonra hıristiyan âlemi, böyle bir donanmayı bir araya getirememişti.
Haçlı donanması 10 Şubat 1560’da Sicilya’dan ayrıldı. Hava muhalefetinden dolayı ancak 2 Mart’ta Cerbe önlerine gelebildi. Ayın yedisinde karaya asker çıkardı. Aynı gün Turgut Paşa durumu İstanbul’a bildirdi ve sayıca kalabalık düşmana karşı koyamıyacağını anlıyarak Trablus’a çekildi. Cerbe kalesi 12 Mart günü düştü ve adaya haçlılar hâkim oldu. Adayı ele geçiren haçlılar, Trablus’a taarruz etmeden önce hazırlık yapmak ve adayı tahkim etmek için çalışmaya başladılar. Cerbe kalesini yıkarak yerine muazzam bir kale inşâ ettirip, elli top yerleştirdiler ve 2200 kişiden müteşekkil bir garnizon kurdular.
Durumu öğrenen Sultan, donanma komutanı Piyâle ve Turgut paşalara, bu önemli mevkiin geri alınması için emir verdi. Piyâle Paşa, 4 Nisan 1560’da 120 parçalık donanma ile İstanbul’dan hareket etti. Yolda Midilli sancakbeyi Kurdoğlu Muslihiddîn Mustafa Reîs, Rodos sancakbeyi Kurdoğlu Ahmed Bey üçer kadırga ile Piyâle Paşa’ya katıldılar. Bu tecrübeli denizcilerden başka, donanmada Uluç Ali Reis, Seydi Ali Reis, Cafer Reis, Karesi beyi Gazanfer, Kocaeli beyi Ali Börtek gibi meşhur denizciler bulunuyordu. Donanma-yı hümâyûn Malta yakınlarında iken Turgut Paşa’nın gönderdiği bir kadırga, haçlıların hâlâ Cerbe sularında olduğunu Piyâle Paşa’ya bildirdi. Donanma-yı hümâyûn 13 Mayıs akşamı Cerbe adası açıklarına vardı. Derhâl toplanan harp dîvânında, ilk önce düşman amiralinin bulunduğu geminin imha edilmesi, bunun için de Barbaros Hayreddîn Paşa’nın Preveze’de kullandığı taktiğin uygulanması ve Türk donanmasının sol kanadına Uluç Ali Reis, ihtiyat filosuna da Seydi Ali Reis’in kumanda etmesi kararlaştırıldı. Türk donanmasının geldiğini öğrenen haçlılar arasında büyük bir kargaşalık ve şaşkınlık başgösterdi. Haçlı donanması tek elden idare edilemediği için fikir ayrılıkları ortaya çıktı. Bir hayli tereddütten sonra, açık deniz muhârebe nizâmı aldı. 14 Mayıs 1560 sabahı Osmanlı donanmasının açtığı topçu ateşine, haçlılar mukabele ettiler. Bu top düellosundan sonra, Osmanlı donanmasının ikiye ayrılarak yaptığı ustalıklı manevra düşman donanmasını darmadağın etti. Bir kısmı adanın arkasındaki kanala kaçtı, bir kısmı batırıldı, bir kısmı ise ele geçirildi. Düşman donanmasında bulunan otuz bin askerden yirmi bini öldü, boğuldu veya esir edildi. Akdeniz târihinin en önemli vak’alarından olan Cerbe zaferi, bâzı düşman amirallerinin yakalanmasını sağladı ise de, başkumandan Medinaceli dukası harbin sonlarına doğru bir kaç gemiyle İtalya’ya kaçabildi. Gün batmadan Türklerin zaferi kesinleşti. Piyâle Paşa üç gün boyunca kaçan düşmanı takibi etti ve mühim kısmını batırdı. Ele geçirilen 21 harb ve 29 nakliye gemisinden büyük kısmı ağır yaralı olduğu için, ancak on dokuz tanesi İstanbul’a götürülebildi. Bu muhârebede Osmanlı donanmasının zayiatı çok az oldu. Bir kaç küçük Türk gemisi batmış ve şehîdlerin sayısı bini bulmamıştı.
Haçlı donanmasının hezimeti Avrupa’da özellikle İspanya ve İtalya’da büyük teessür uyandırdı. Ceneviz kilisesinde küçük yeğeninin galip gelmesi için devamlı duâ eden, çok ihtiyar olan Preveze mağlûbu Andrea Doria, haberi duyunca, yatağa düşerek kısa bir süre sonra öldü.
Piyâle ve Turgut paşalar denizde bu büyük muhârebeyi kazandıktan sonra, Cerbe kalesini ele geçirmek için on dört bin kişilik bir kuvvet ile karadan kuşatma harekâtına geçtiler. Don Alvora de Sandi’nin savunduğu kalede, donanmadan sığınanlarla birlikte sekiz bin sekiz yüz kişilik bir kuvvet vardı. İspanyollar büyük bir gayretle kaleyi müdâfaa etmişlerse de, çekilen susuzluk ve Türk azmi karşısında ancak altmış üç gün dayanabildiler. Kale 30 Temmuz günü ele geçirildi.
Piyâle Paşa, Cerbe kalesini bir garnizon tahsis ettikten sonra Trablus’u ziyarete gitti. Üç gün Trablus’ta katan Piyâle Paşa komutasındaki donanma-yı hümâyûn, Turgut Paşa’nın katılmasıyla 10 Ağustos’ta İstanbul’a doğru yola çıktı. 27 Eylül günü İstanbul’a giren donanmayı büyük bir halk topluluğu, elçiler, vezirler ve sultan karşıladı. Kânûnî Sultan Süleymân bu tören sırasında en küçük sevinç eseri göstermiyerek; “İşte insan bütün bunları görüp de gururuna kapılmamalı, her şeyin cenâb-ı Hakk’ın inâyetiyle olduğunu düşünüp, Allahü teâlâya şükr etmelidir” dediğini, İspanya büyükelçisi Baron de Busbecq hatıratında yazmaktadır.
Cerbe deniz muhârebesi ve Cerbe kalesinin zaptı, Türklerle İspanyollar arasında Akdeniz hâkimiyeti için olan en kanlı muhârebelerden biridir. İki taraf da bütün imkânlarını kullanarak üstün bir kahramanlık göstermiştir. Bu muhârebede Osmanlılar az şehîd vermekle beraber bir çok değerli donanma kaptanını kaybetti. Cerbe zaferi, Türklerin târihleri boyunca Preveze’den sonra kazandıkları en büyük deniz zaferidir. Cerbe’de bulunmak, vaktiyle Preveze’de bulunmak gibi, Türk levendleri arasında büyük bir şeref sayıldı. Şu veya bu levend, Preveze’de veya Cerbe’de bulunmuştur diye övüldü. Her ikisinde de bulunan Türk levendleri, arkadaşları arasında, gıpta edilmeye değer kaharamanlar derecesine yükseltildiler.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Kitâb-ı Bahriye (Pîrî Reis, Ankara 1988); sh. 663
 2) Ferah (Zekeriyâzâde, Selimağa Kitaplığı No: 768)
 3) Fetihnâme-i Cebre (Nidâî, British Muzeurm No: 23.984)
 4) Tuhfet-ül-kibar; sh. 108
 5) İkinci Cerbe Harbi Üzerine Vesikalar (Kaymakam Safvet, T.O.E.M. -1326, cüz-1 1326 cüz2)
 6) Rehber Ansiklopedisi; cild-3, sh. 211
 7) Kâmûs-ül-a’lâm; cild-3, sh. 1776
 8) Türk Deniz Savaşları; cild-1, sh. 260
 9) Osmanlı Devleti Târihi (Hammer); cild-6, sh. 1754
10) Osmanlı Târihi Kronolojisi; cild-2, sh. 318
11) Osmanlı Târihi (Uzunçarşılı); cild-2, sh. 387
12) Târih-i Peçevî; cild-1, sh. 246
13) Târih-i Solakzâde; sh. 544

AHMED HAMDİ PAŞA


Osmanlı sadrâzamı. Eski sadrâzamlardan Melek Ahmed Paşa’nın soyundan gelen ve sadrâzam Hüsrev Paşa’nın kethüdası olan Yahyâ Bey’in oğludur. 1826 senesinde İstanbul’da doğdu. Tahsîlini tamamladıktan sonra, 1841’de Bâb-ı âlî’de eski kethüda kaleminde me’mûriyete başladı. Daha sonra sadâret mektubî kalemine tâyin edildi. 1852’de serasker mektupçuluğuna getirildi ve on sene sonra Dâr-ı şûrâ-yı askerî dâiresinde âzâ oldu. Burada 1868 senesine kadar kaldı ve derece derece yükselerek “Recâî” sırasına girdi. Aynı sene ûlâ sınıfı evveli rütbesi ve 10.000 kuruş maaş ile Dîvân-ı ahkâmı adliye âzâlığına tâyin edildi. Bir süre Hukuk dâiresi riyaseti vekâletinde bulunduktan sonra bâlâ rütbesi ile Evkâf-ı hümâyûn nezâretine getirildi ve bir çok câmi, medrese, mektep ve diğer hayır kurumlarını tamir ettirdi. Hüseyin Avni Paşa, liyâkatini takdir ettiğinden onu 1869’da serasker müsteşarlığına tâyin ettirdi. İki sene sonra sadrâzam olan Mahmûd Nedim Paşa, Ahmed Hamdi Paşa’yı Aydın vâliliğine tâyin etti. Bir sene vâlilik yaptıktan sonra, önce Tuna vâliliğine, Şirvânîzâde Rüşdî Paşa’nın sadrâzam olması üzerine de tekrar mâliye nezâretine tâyin edildi. Hüseyin Avni Paşa’nın sadârete tâyininden kısa bir süre sonra İkinci defa Aydın, buradan da Suriye vâliliğine gönderildi. Fakat Şam’ın iklimi kendisine iyi gelmediğinden, istifa etti. 1877 senesinde dâhiliye nezâretine (İçişleri Bakanlığına) tâyin edildi.
Osmanlı-Rus harbinde durum, Şıpka hâdisesinden sonra tehlikeli bir şekil alınca, ne yapılması lâzım geldiğini görüşmek üzere toplanan vükelâ meclisinde bir türlü karar almamıyordu. Nâzırlardan bâzıları kan dökmenin önüne geçilmesini, bâzıları da, her ne pahasına olursa olsun, mücâdeleye devam edilmesi fikrini savunuyorlardı. Müdâfaada devamın ve gayretin şart olduğunun isbâtını âyet-i kerîme ve hadîs-i şeriflerle yapan şeyhülislâm Kara Halîl Efendi’yi destekleyen dâhiliye nâzırı Ahmed Hamdi Paşa’nın; “Saltanatın bekasına hizmet ancak bugün içindir. Sulh çâresi aranılmakla beraber payitahtın müdâfaasına gayret edilmelidir. Veliyyünîmetimiz olan Devlet-i Âliyye’nin kuvvetinin devamı için hepimiz hayâtımızı feda etmeliyiz” demesi, konuşmaları gizlice dinleyen Abdülhamîd Han’ın hoşuna gitti. Bir süre sonra doksanüç harbinin neticesi ve siyâsî durum, İbrâhim Edhem Paşa’nın sadâretten ayrılmasını gerektirdi. Sultan, yerine Ahmed Hamdi Paşa’yı tâyin etti.
Bu sırada Osmanlı ordularının kesin bir şekilde mağlûb olması üzerine barış andlaşması yapmak için gönderilen hâriciye nâzırı Server Paşa ve hazîne-i hâssa nâzırı Nâmık Paşa, Edirne’de, şartları çok ağır olan bir mütâreke mukavelesini imzaladılar. Hezîmetten dolayı halk arasında ve Meclis-i meb’ûsan’da, pâdişâh ve vükelâ aleyhinde sözler söylenmekte idi. Hattâ bu sırada serasker Rauf ve Dâmâd Mahmûd paşaların hatâları, Rus ticâret gemilerinin İstanbul boğazına kadar Osmanlı harp gemilerini sürüp götürmelerinden dolayı, bahriye nâzırı Saîd Paşa’nın kusurları dile getirilip, saraydan harb işlerine müdâhale edildiği iddia edilip, bunun suçu da eski mâbeyn başkâtibi ve zamanın dâhiliye nâzırı Saîd Paşa’ya yüklenerek bunlara güvensizlik gösterilmiştir.
Bu yüzden sadrâzam Hamdi Paşa, göreve başladığından beri olup bitenleri Sultân’a arz ederek, adı geçen paşaların görevden alınmasını istedi. Fakat Sultan, vuku bulan bu mâruzâttan sâdece savaştaki hezimetin sebebleri arasında sarayın müdâhalesi ifâdesine üzüldüğünden, sarayın bu mes’ele ile alâkasının bulunmadığını ve sorumluluğun vükelâya âit olduğunu bildirdi. Hattâ bu konu hakkında bir rapor hazırlanması için dâhiliye nâzırı Saîd Paşa’ya emir verdi. Hazırlanan rapor, İkinci mâbeynci Osman Bey tarafından okununca, Ahmed Hamdi Paşa ağlıyarak; “Bu rapor bir kere meb’ûsların eline düşerse, pâdişâhlık ve vekilliğin hükmü kalmaz. Hepimiz, meb’ûslara boyun eğmek zorunda kalırız. Hattâ pâdişâhı da azarlamaya kalkışırlar. Efendimiz kendisini bu zincire nasıl teslim edecek. Artık bu raporu meb’ûslara götürüp götürmemek senin hamiyyetine kalmıştır. Sen bilirsin” dedi. Bunun üzerine Osman Bey raporu alıp saraya dönerek Sultân’a durumu anlattı.
Sultan İkinci Abdülhamîd Han, derhal Ahmed Hamdi Paşa’yı huzuruna çağırarak mes’ele hakkında îzâhât istedi. Hamdi Paşa’nın durumu açıklaması üzerine Sultan, raporu Meb’ûsan meclisine göndermekten vazgeçti.
Ahmed Hamdi Paşa bu görüşmeden bir süre sonra durumu düzeltmek için hiç bir şey yapmadığından dolayı sadâretten alınarak, üçüncü defa Aydın vâliliğine gönderildi. Bir sene sonra Bağdâd vâliliğine tâyin edildi. Altı ay sonra tekrar Aydın vâliliğine nakledildi. Bu sırada Suriye vâlisi Midhat Paşa’nın istiklâlini îlâna hazırlandığı haberi Sultân’a bildirilince, Hamdi ve Midhat paşaların yerleri değiştirildi. Ahmed Hamdi Paşa, Beyrut’ta teftiş için bulunduğu sırada 59 yaşında iken vefât etti. Beyrut’taki Mekteb-i sultanî civarında defnedilip, üzerine bir türbe inşâ ettirildi.
Yirmi dört gün gibi kısa bir süre sadrâzamlık yapan Ahmed Hamdi Paşa, cesur, açık sözlü bir zâttı. Sistemli bir tahsil görmemiş olmasına rağmen, üzerine aldığı vazifelerde, elinden geldiği kadar gayret göstermiştir.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Mir’at-ı Hakikat; sh. 546 v.d.
 2) Son Sadrâzamlar; cild-1, sh. 636
 3) İstiklâl ve Hürriyet Mücâdeleleri Târihi (Cemal Kutay İstanbul-1960); cild-13, sh. 7756
 4) Osmanlı İmparatorluğu’nun Târihi (Z. Danısman); cild-13, sh. 244
 5) Evkâf-ı Hümâyûn Nezâretinin Târihçe-i Teşkilâtı; sh. 138
 6) Îzahlı Osmanlı Târihi Kronolojisi; cild-4, sh. 308

İKİNCİ AHMET HAN


Babası.................... : Sultan İbrâhim Han
Annesi.................... : Hadice Muazzez Sultan
Doğumu.................. : 25 Şubat 1643
Vefâtı...................... : 6 Şubat 1695
Tahta Geçişi............ : 22 Haziran 1691
Saltanat Müddeti..... : 3 sene 7 ay 14 gün
Halîfelik Sırası........ : 86
Yirmi birinci Osmanlı sultânı, seksen altıncı İslâm halîfesi. Sultan İbrâhim Han’ın üçüncü oğlu, dördüncü Mehmed Han ile ikinci Süleymân Han’ın kardeşidir. 25 Şubat 1643 (6 Zilhicce 1052)’de Hadîce Muazzez Vâlide Sultan’dan dünyâya geldi. İyi bir tahsil gördü. Arabî ve Fârisî’yi öğrendi. 1691’de pâdisâh oldu. Gayret ve merhameti ile tanındı. 1695’de vefât etti.
Bir çok sıkıntılarla iç içe olarak on yedinci yüzyılın son yıllarına gelen Osmanlı Devleti, güç ve kudretini hâlâ muhafaza ediyordu. Güçlü bir eğitim sisteminin, köklü bir aile terbiyesinin, yüksek bir ahlâk sisteminin üzerinde yükselen devlet, İran ve Avrupa kökenli dış; menfaat çekişmeleri şeklinde cereyan eden iç kışkırtmalara rağmen yine güçlü idi. Rastgele alınan asker arasına giren hurûfî sapıkları, İran lehine çalışıyorlar, Osmanlının kendini toparlamasına fırsat vermiyorlardı. Hele celâlîler, açıkça İran tarafından idare ediliyorlar, başıbozuk kimseler, değişik adlarla Anadolu’daki paşaların kapılarına yerleşip terör estiriyorlardı. Kuyucu Murâd Paşa, sultan dördüncü Murâd’dan da aldığı kuvvetle, celâlîlerin pek çoğunu temizlemiş olmasına rağmen, kalıntıları boş durmuyordu. Pâdişâhların çocuk yaşta tahta çıkmaları idarede boşluklar doğurmuştu. Bâzı menfaat çevreleri tarafından kışkırtılan ordu, pâdişâh dördüncü Mehmed’i tahtından indirmiş, kardeşi ikinci Süleymân’ı 1687 yılında tahta geçirmişti. Üç buçuk seneden fazla bir zaman tahtta kalan ikinci Süleymân Han, Ömrünün son günlerinde istiskâ (karında su birikme) hastalığına yakalandı. Vücûdu şişti. Fakat bu sırada Avusturya üzerine sefer hazırlığı vardı. Devlet erkânı, pâdişâhın sefere katılmasını lüzumlu gördülerse de, şiddetlenen hastalığına bakarak, götürmekten vazgeçtiler. Ancak, sultan dördüncü Mehmed tarafdarlarının sadrâzam yokluğunda saltanat değişikliği yapmalarından korkularak, sabık pâdişâh dördüncü Mehmed ve diğer şehzâdeler, birlikte Edirne’ye götürüldü. Fakat pâdişâh Edirne’de on beş günü doldurmadan vefât etti. Yerine en küçük kardeşi sultan İkinci Ahmed tahta geçti (1691). Sultan Ahmed Han’a pâdişâh olduğu bildirildiği zaman; “Mülkün mâliki Allahü teâlâdır. O, mülkü dilediğine verir. Dilediğini azîz, dilediğini zelil eder” mealindeki âyet-i kerîmeyi okuduktan sonra; “Ben saltanata tâlib değildim. Allahü teâlâ fazlu kereminden bu âciz kuluna nasîb eyledi. Bu nimetin şükrünü edâ edemem” dedi. Hazînenin darlığı sebebiyle kapıkulu ocaklarına cülûs bahşişi verilemedi.
Elli yaşında tahta geçen sultan İkinci Ahmed Han, daha bir kaç gün önce ordunun başında Avusturya üzerine sefere çıkmış olan sadrâzam ve serdâr-ı ekrem Fâzıl Mustafa Paşa’ya, ağabeyinin vefâtıyla kendisinin tahta çıktığını bildirerek, sadâretinin devamına dâir bir fermanla, mühr-i hümâyûn ve samur kürk gönderdi. Fâzıl Mustafa Paşa, gönderilenleri Sofya’da teslim alıp yoluna devam etti. Belgrad’a varınca hiç beklemeyip, Zemun yakasına geçmek için Sava nehri üzerine köprü kurdurdu ve askerin bir kısmını Macar topraklarına geçirdi. Tameşvar muhafızı tâyin edilen Tökeli İmre, üç yüz kişilik maiyyeti ile orduya katıldı. Bu arada Tuna ve Sava nehirleri taştığından Fâzıl Mustafa Paşa askeri azar azar, serî bir şekilde karşıya geçirmeye çalışıyordu. Ele geçirilen düşman askerlerinden, Avusturyalıların Varadin’e geldiklerini ve köprübaşını basmak istediklerini öğrendi. Eyâlet ve Kırım askerinin gelmemesine rağmen acele ile karşıya geçti. Elli bin yaya, elli bin atlı olmak üzere yüz bini bulan Varadin’deki düşman askerinin başında Prens Ludving (Lui) vardı. Prens Ludving, Varadin ile Zemun arasına gelip ordugâh kurdu. Avusturya askerleri, Osmanlı ordugâhına üç saatlik mesafeye kadar yaklaştılarsa da taarruz edemeden geri çekildiler. Bütün bunlara rağmen, Kırım hanının gelmesini bekleyen Fâzıl Mustafa Paşa, düşmanın geri çekilmesi üzerine kethüdası Mustafa Efendi’nin de teşvîki ile oklanmış av mesabesinde gördüğü düşmanı kaçırmak istemedi. Ordu erkânını topladı. Müzâkerelerde ileri gelenlerin menfî tavır almalarına rağmen, Kırım kuvvetlerinin beklenmeden düşmanın tâkib edilmesi yolunda karar aldı. Varadin taraflarına çekilmeye başlayan düşmanın yolu üzerindeki Karlofça boğazını tutarak gelmesi muhtemel Kırım askerleri ile birlikte Avusturyalıları kıskaca almak istedi. Bu arzusunu tahakkuk ettirdi ise de, Kırım kuvvetlerinin gelmediğini ve yolun da kapandığını anlayan düşman, iki kuvvet arasında kalmamak için, hemen hücuma geçti. 1691 yılı Ağustos’unun yirmi beşinci günü muhârebe başladı.
Slankamen muhârebesi adı verilen savaşın ilk anlarında Osmanlı askeri galip durumdaydı. Düşman geri püskürtüldü. Prens Ludving’in sevkettiği yeni kuvvetler, Osmanlı ordusunun sağ kolunun bozulmasına sebeb oldu. Avusturyalılar, buradan merkeze doğru hücuma geçtiler. Durum çok tehlikeli idi. Serdâr-ı ekrem ve vezîriâzam Fâzıl Mustafa Paşa, askeri şevke getirmek için, sağ taraftan hücum eden düşman üzerine yalın kılıç atıldı. Onu gören askerler de yerlerinde duramaz oldular. Nemçelilere kaçacak delik arattılar. Sağ cenahı takviye için Karaman beylerbeyi vezir Çelebi İsmâil Paşa, hemen koşup geldi. Askerinin iki katı düşman kuvvetini bozup dağıttı. Osmanlı ordusunun zafere doğru hızla ilerlediği bir sırada düşman tarafından atılan bir kurşunla Fâzıl Mustafa Paşa sehîd oldu. Serdâr-ı ekremin çevresindekiler, tedbirsizlik edip, “Serdâr düştü” diye bağırmaları, mehterin susmasına ve düşmanın durumu anlamasına yol açtı. Sipâhî ağası Ömer Ağa, yerinde sebat etmeyip geri çekildi. Bütün bunlar, zaferle bitmek üzere olan savaşı mağlûbiyete çevirdi. Sağ koldan giren düşman, ordugâhı işgal eyledi. Fakat kırk bin kayıp veren Avusturyalıların da dövüşebilecek güçten mahrum olmalarından istifâde eden Halep vâlisi vezir Koca Halîl Paşa ile Küçük Cafer Paşa, sancak-ı şerifi alıp orduyu selâmete çıkarmak için ordu hazînesi, cephane ve bütün topları meydanda bırakarak Belgrad’a döndüler. Bu arada Tuna kaptanı Mustafa Kaptan, Tuna nehrinde düşmanın sekiz yüz parça cephane ve zahire kayığını ele geçirdi. Belgrad’a ulaşan ordunun serdârlığına Koca Halîl Paşa seçildi. Bozguna sebeb olan sipâhî ağası îdâm edildi. Derme çatma kuvvetlerle Kırım hanı Saadet Giray geldiği zaman çoktan iş işten geçmişti. Serdârın şehâdeti ve mağlûbiyet haberi Edirne’de pâdişâha bildirildi. Sadâret kaymakamı Kâdı Ali Paşa vezîriâzam tâyin edildi. Koca Halîl Paşa’ya da Macaristan cephesi serdârlığı verildi. Sultan İkinci Ahmed Han, Kırım hanını, yazdığı bir hatt-ı hümâyunla tekdîr etti.
Avusturya kuvvetleri ne kadar aradılarsa da şehîd serdârın nâşını bulamadılar. Varadin’den Segedin’e, oradan da Tameşvar yakasındaki Çarad taraflarına giderek üç günde Ligve’yi aldılar. Sivas beylerbeyi Deli Ömer Paşa kumandasındaki birlikle Tameşvar’a yedi bin kile zahire gönderildi. Aynı yılın (1691) Kasım ayında Avusturyalıların Varat kalesini muhasara ettiği haberi geldi. Geniş salâhiyetle serdâr tâyin edilen Koca Halîl Paşa, ne yapmak lâzım geleceğini orduda istişare etti. Eğinli Mehmed Ağa (yeniçeri ağası), Varat, Yanova ve Göle gibi kalelerin çevresinin bataklık olması sebebiyle bir müddet müdâfaa edebileceğini öncelikle Tameşvar kalesine yardım edilmesi gerektiğini söyledi. Bu görüş kabul edildi. Tuna’nın sol tarafındaki Paçova sahiline geçilerek dört günde Tameşvar’a ulaşıldı. Kale, asker, erzak ve mühimmat yönünden ikmâl edilerek, muhafızlığına Fındık Mustafa Paşa getirildi. Belgrad’a dönen Koca Halîl Paşa, gelen ferman üzerine, kapıkulu askeri ile sancak-ı şerifi Edirne’ye gönderdi. Belgrad’a vezir Topal Hüseyin Paşa’yı muhafız tâyin edip kendisi Ohri’ye gitti. Lehistan cephesinde kral Sobiesky, Kahraman Paşa’nın karşısında bir hezîmete daha uğradı ve Kamaniçe muhasarasını kaldırmak mecburiyetinde kaldı. 1692 yılı Ocak ayında Topal Hüseyin Paşa, Koca Halîl Paşa’nın yerine Macaristan serdârlığına tâyin edildi. Aynı yılın Nisan ayında, Avusturyalıların Varat, Erdel ve Tameşvar taraflarında faaliyette bulundukları, Bosna’ya da taarruz plânladıkları haber alınarak gerekli tertibat alındı. Bu sırada Avusturya müttefiki olan Leh kralı, Avusturya ile savaş hâlinde bulunan Fransa ile dostluk kurarak Osmanlılarla anlaşmak istedi. Kâdı (Arabacı) Ali Paşa, sadâretten alınarak, Diyarbekir vâlisi Hacı Ali Paşa vezîriâzam oldu ve Avusturya üzerine sefere me’mur edildi (1692). Fransa’ya karşı daha güçlü olması gayesiyle Avusturya-Osmanlı savaşının durdurulması için İngiltere ve Flemenk (Hollanda) büyükelçileri, sultan Ahmed Han nezdinde faaliyette bulundularsa da netice alamadılar. Bu arada vaktinde yardım ulaştırılamayan Varat kalesi Avusturyalılara teslim olmak mecburiyetinde kaldı.
1692 Haziran’ın son günü Edirne’den hareket eden vezîriâzam ve serdâr-ı ekrem Hacı Ali Paşa, Ağustos’un ilk günlerinde Belgrad’a vardı. Betgrad’da yapılan istişare toplantısında, Slankamen savaşı dolayısıyla gözü yılmış olan askerin Sava nehrinin karşı yakasındaki düşmanla çarpışması hâlinde nehirde boğulma tehlikesi doğacağı söylenip, ordunun Belgrad’da kalarak surların tamir edilmesi kararlaştırıldı. Göle ve Tameşvar kalelerine ikmâl yapıldı. Avusturyalıların sınır kalelerine yaptıkları küçük çaptaki saldırılar püskürtüldü. Zâten Avusturyalılar, Fransızlarla savaştıkları için Osmanlılar üzerine fazla güç sevkedemiyorlar, Osmanlılar da toparlanmak için geri duruyorlardı. Nemçelilerin kışlağa çekildiklerini haber alan serasker Hacı Ali Paşa, Belgrad’ın tahkim işlerini bitirdikten sonra, dokuz bin askerle Büyük Cafer Paşa’yı hudut serdârı tâyin ederek, Kasım ayında geri döndü.
Veziriazam Hacı Ali Paşa, Nemçeliler (Avusturya) ile uğraşırken, Venedik donanması da Girid’e asker çıkarmıştı. Kaleyi, vezir Ispanakçı İsmâil Paşa savunuyordu. Malta, Floransa ve Papalık donanmaları hep bir olup, Girid’deki Hanya kalesi önüne yığıldılar. Hanya şehri ve Girid adası tehlikeye düştü. Emrinde bin beş yüz askeri olan İsmâil Paşa, hemen Kandiye muhafızı Fındık Mehmed Paşa’dan ve donanmayı hümâyûndan yardım istedi. Vezir Koca Halîl Paşa, Mora’ya girdi. Venedikliler, bir an önce işlerini bitirip, Koca Hâlîl Paşa’ya mâni olmaya çaltştılarsa da, İsmâil Paşa’nın kahramanlığı sayesinde kaleyi alamadılar. Kaleyi teslim isteği ile gelen Venedik elçisini İsmâil Paşa; “Bir daha teslim teklifiyle gelirsen, başını vururum” diye tehdîd etti. Yapılan iki umûmî taarruzu püskürttü. Malta amirali İki yüz silahşörüyle birlikte öldü. Kaptân-ı derya vezir Dâmâd Yûsuf Paşa’nın Girid’deki Kandiye’ye gönderdiği filoyu alan Fındık Mehmed Paşa, sekiz bin askerle Hanya’ya geldi. Aynı gün Venedikliler, muhasarayı kaldırıp kaçtılar ve bu esnada Fındık Mehmed Paşa tarafından bir hayli hırpalandılar. Kırk bir günlük Hanya muhasarası, Venediklilere dört bin askere mâl olmuştu. Büyük amiral hemen görevinden alındı. Bosna ve Karadağ’da da başarı sağlayamadılar.
1693 yılının ilk günlerinde, daha önce tahttan indirilmiş olan sultan dördüncü Mehmed Han vefât edip, Yeni Câmi yanındaki türbeye defnedildi.
1693 yılı Mart ayı sonlarında Bozoklu Bıyıklı Mustafa Paşa, vezîriâzam tâyin edildi! Hacı Ali Paşa da Kandiye muhafızlığına gönderildi. 1693 yılı Temmuz’unda vezîriâzam Bıyıklı Mustafa Paşa, Nemçe seferi için Edirne’den hareket etti. Tuna üzerinden Ruscuk’a ulaşınca, Kırım hanı Selîm Giray orduya katıldı. Vezîriâzam, ölen Boğdan prensi Konstantin Kantemir’in yerine prens Konstantin Duka’yı tâyin etti. Erdel’i geri almak için yola çıkan Osmanlı ordusu, Tuna’yı geçince, Nemçe ordusunun Belgrad’a yaklaştığını haber aldı. Serdâr-ı ekrem istikâmet değiştirip, Villages ve Yanova kalelerini fethettiken sonra Belgrad’a yöneldi. Belgrad’ı muhasaraya almış olan Nemçelilere karşı kale muhâfızı Cafer Paşa, yaralı olmasına rağmen, kaleyi kahramanca savunmaktaydı. Kırım hanı Selîm Giray’in Nemçelilerin imdadına gelen bir düşman ordusunu yenmesi üzerine kuşatma kaldırıldı. Serdâr-ı ekrem, çekilen düşmanı tâkible çok zâyiât verdirdi ve on yedi Eylül’de Belgrad’a girdi. Selîm Giray, Erdel’e yaptığı akından sonra, bol ganimet ve yirmi bin esirle geri döndü. Kışın yaklaşması üzerine Kasım sonlarına doğru Osmanlı ordusu Edirne’ye döndü.
Vezîriazam Bıyıklı Mustafa Paşa, bu başarılı seferinden başka, ıslâhat işleri ile de uğraştı. Orduya katılmayan ocaklı ve tımarlıları defterden sildi. Çok düşman kazandı. Bu yüzden görevden alınıp yerine Sürmeli Ali Paşa getirildi. Râkib gördüklerini yakın çevreden uzaklaştıran Ali Paşa, bâzı mühim yerlere yeni tâyinler yaptı. Bu arada İngiliz büyükelçisi, Nemçelilerle sulh yapılması için faaliyete geçti ise de isteklerin kabûl edilmez oluşu, toplanan konferansın dağılmasına sebeb oldu.
28 Haziran 1694’de Narenta kalesi Venediklilerin işgaline uğradı. Dalmaçya ile Hersek arasında bulunan Narenta suyu üzerinde olan bu kalenin stratejik ehemmiyeti pek büyüktü. Geri almak için bir kaç defa teşebbüs edildiyse de muvaffak olunamadı. Narenta kalesinin düştüğünü öğrenen serdâr-ı ekrem Sürmeli Ali Paşa, Edirne’den Belgrad’a doğru yola çıktı. Osmanlı nehir donanması (ince donanma) ile bir gün ara ile Belgrad’a ulaştılar. Selîm Giray Han da, dört oğlu ile beraber geldi. Sava üzerine kurulan köprüden Esklavonya’ya geçildi. 12 Eylül’de Varadin önüne ulaşan Osmanlı ordusu, kaleyi kuşattı. Macar topraklarına yaptığı akından dönen Gâzi Giray da muhasaraya iştirak etti. Yüz bin kişilik Osmanlı ordusu tarafından kuşatılan kale çok iyi savunuluyordu. Yirmi üç gün süren kuşatma, Sakız’ın düşman eline geçmesi üzerine gelen hatt-ı hümâyûnla kaldırıldı. Serdâr-ı ekrem, Belgrad’a gelip Aralık başında da İstanbul’a döndü. Haleb beylerbeyi Cafer Paşa, Belgrad muhafızlığında bırakıldı. Kırım askeri de Besarabya’ya çekildi. Şehri güzel bir şekilde tahkim eden Cafer Paşa, kış içinde Göle kalesini aldı.
Serdâr-ı ekrem, Varadin muhasarası için yolda iken, Malta, Floransa ve Papalık filolarından müteşekkil bir Venedik donanması, Sakız limanına gelerek karaya asker çıkarıp, deniz ateşi açarak, kaleyi muhasaraya başlamıştı. Sakız kalesini bin üç yüz yetmiş asker ile Hasan Paşa müdâfaa ediyordu. Yanında bahriye beylerbeyi Mehmed Paşa ile derya beylerinden Ahmed ve Mehmed beyler vardı. Kale çevresinde lağımlar kazan Venedikliler, ilk gün iki bin yedi yüz gülle attılar. Evlerin çoğu hasar gördü. Rumlar ayaklanıp kalenin teslimi için yürüyüşler yaptılar. Türklerden ellerine geçirdikleri kadın ve çocukları Venediklilere teslim ettiler. Hasan Paşa, Sakız’da sürgünde bulunan sabık şeyhülislâm Hoca Sa’deddînzâde Feyzullah Efendi ile durumu müzâkere etti. Bu kadar kuvvete karşı koymanın boşu boşuna kan dökmek olacağına hükmedip kalenin vire ile teslim olması kararlaştırıldı. İki hafta süren muhasaradan sonra teslim olan kaledeki müslümanlar, götürebildikleri eşyalarla birlikte gemilere bindirilip Çeşme’ye taşındılar. Sakız’ın düşmesi İstanbul’u karıştırdı. Pâyıtâht-ı Âl-i Osman’a bu kadar yakın olan bir adanın Venedik eline geçmesi, sultan İkinci Ahmed Han’ı çok müteessir etti. Belgrad’da Nemçe üzerine sefer ile meşgul olan vezîriâzam ve serdâr-ı ekrem Sürmeli Ali Paşa’ya bir hatt-ı hümâyûn gönderdi. Serdâr-ı ekremin eline ulaştırılan hatt-ı hümâyûnda, pâdişâh; “Madem ki Sakız düşman elindedir, bütün Üngürüs (Macaristan) memleketini feth etsen, makbûlüm değildir” diyordu. Serhad işlerini düzene koyup, hemen yola çıkan Sürmeli Ali Paşa, Edirne’ye gelince; “Sakız ahvâli derûnumu (içimi) yaktı. Teshiri (zaptı) murâdımdır. İcâb edenlerle görüşüp ne yapmak lazımsa bildiresin. Bu kış Sakız elde edilmezse, şöyle bilin kim, bütün reisleri katlederim” fermanı ile tutuştu. Vezir Hasan Paşa’ya Sakız’ın teslimini tavsiye eden Feyzullah Efendi, Nil üzerindeki İbrim adasına sürüldü. Buna îtirâz eden iki kazasker Başmakçızâde Ali ve Yahyâ efendiler Gemlik ve Haleb’e gönderildiler. Reîsülküttâb Ebû Bekr Efendi, Elbasan sancakbeyliğine tâyin edildi. Rami Efendi, reisülküttâb oldu. Kapdân-ı derya Helvacı Yûsuf Paşa azledildi. Yerine Amcazade Hüseyin Paşa tâyin edildi. Mısırlıoğlu İbrâhim Paşa’ya donanma serdârlığı verilerek, kış içinde Sakız’ın alınmasına me’mûr edildi. Sultan Ahmed Han huzuruna çıkan İbrâhim Paşa’yı taltif ve tehdid ederek; “Sadrâzam hüsn-i hâlini arz edip vükelâm dahi ma’kûl görüp hizmet umduğundan seni Sakız fethine serasker nasb u tâyin eyledim. Eğer taksirat edersen, şiddetli cezâlandırınm” deyip duâlarla uğurladı.
Donanma-yı hümâyûn 1695 yılının ilk günlerinde, Derseâdet’ten hareket etti. Ayrılmadan önce Barbaros Hayreddîn Paşa’nın, Beşiktaş’taki türbesi ziyaret edildi. Yâsinler, Fâtihalar okundu... Kurbanlar kesildi... Fukarâya sadaka dağıtıldı.
Mekânımız deryâ deniz...
Venedikli, gelen biziz.
Öcümüz komaz, alırız...
Bize Hayreddînli derler.
sesleri arasında donanma-yı hümâyûn denize açıldı.
Bütün deniz erleri, erenler, Çeşme’de toplandılar. Donanmanın idaresi Mezemorta Hüseyin Paşa’ya verildi. Mezemorta Hüseyin Paşa, uygun hava gözledi. Nihayet bir seher vakti tekbir-i kebirlerle deryaya açıldılar. 9 Şubat 1695 öğle vakti, Venedikli göründü... Ön direk gözcüsü tam 65 tekne saydı. Bandıraların (bayrakların) çoğu Venedikdi. Papalık, Toskana ve Malta şövalyeleri bile bandıralarını çekmişlerdi. Bütün haçlı kâfirleri, hepsi birden Sakız ile Koyun adaları arasındaki boğaza dolmuşlardı.
Mezemorta’nın emrinde, kırk sekiz Osmanlı gemisi mevcuttu. Düşmanın çokluğuna aldırmadı. Usta topçulardan Abdülfettah Reis’e işaret etti.
“Yâ Allah... Bismillah” ile, ilk Osmanlı topu, gürledi. En ağır Venedik kalyonu, infilâk etti. İslâm güllesi, tam cephane ambarına düşmüştü. Arkadan bir daha... Büyük amiral Benedetto, çılgına döndü. Oniki dakikada, en büyük iki kalyon ve bin iki yüz gemici kaybettiler. Türk topçularının mahareti, akıl alacak gibi değildi! Artık kendi amiral gemisi ile hücum etmesi gerekliydi, öyle yaptı!.. Fakat topçu çavuşu bu sefer daha keskin nişan aldı. Tam isabetle Benedetto’yu öteki dünyâya yolladı. Venediğin büyük amirâliyle birlikte, büyük ümitleri de yok oldu!.. Çünkü dokuz Venedik teknesi sulara gömülmüştü. Tamamen yok olmamak için, Sakız’ın iç limanına doğru kaçtılar.
Adadaki topların, atış mesafesine girmek istemediğinden Hüseyin Paşa, üzerlerine varamadı. Düşmanı açık denizde bekliyecekti. 9 gün oyalandı. Sakız’a varan bütün yardım yollarını kesti. Birleşik haçlı donanması Mezemorta’yı yenmedikçe buralarda barınmanın imkânsız olduğunu iyice anladı. Mecburen, denize açıldılar. Mezemorta avını bekleyen şahin gibi denizlerde süzülüyordu... Fakat yeni büyük amiral, daha atak davrandı. Osmanlılara aniden hücum etti. On sekiz Şubat sabahı, korkunç bir deniz savaşı başladı. Son yıllarda böylesi görülmemişti. Barbaros’un gerçek torunları öçlerini komayıp aldılar. Düşman, dokuz büyük kalyon ve on binlerce denizci daha kaybetti. Büyük ve küçük bütün amiralleri, batıya doğru firar ettiler. Sakız’ı terkettiler. 22 Şubat 1695 sabahı Osmanlı sancakları, Sakız semâlarında yeniden yükseldi. Serasker Mısırlıoğlu, müjdeyi bizzat vermek için İstanbul’a koştu. Fakat asker düşman ile cenkederken Sakız’ın elden çıkmasının acısı ile üzüntüden hastalığı ağırlaşan Sultan Ahmed Han, 6 Şubat 1695 târihinde Sakız’ın fetih haberini alamadan, elli iki yaşında iken hayâta gözlerini yummuştu. Edirne’de vefât eden Sultan, İstanbul’da Kânûnî Sultan Süleymân Han’ın türbesine defnedildi. Yerine yeğeni ikinci Mustafa Han sultan oldu.
Çok merhametli ve vatanperver olan sultan İkinci Ahmed Han, hasta olduğu zamanlarda bile, devlet işlerinden asla el çekmezdi. Haftada iki gün yapılan dîvân toplantılarının dörde çıkarılmasını emretti. Toplantıları bizzat tâkib eder, yaptığı herhangi bir hatâyı düzeltmekten çekinmezdi.
Kıyafet değiştirerek halk arasında dolaşır, dertlerini sabırla dinler, çâre bulunması için gerekli yerlere emirler verirdi. İslâmiyet’e, Hicaz bölgesine ve seyyidlere hizmet hususunda derin bir mes’ûliyet hissi içinde hareket ederdi. Tahta çıktığı zaman söylediği sözler, Sultân’ın nasıl manevî bir mes’ûliyetle devlet reisliğini kabul ettiğini anlatmakta ve milletine hizmet duygusunun derinliğini göstermekdlr.
Ahmed Han, devrinde âdil bir sultan olarak yaşamış, milletini memnun etmek için elinden gelen her şeyi yapmaya çalışmıştır. Gösterişten hoşlanmaz, sâde giyinmeye özen gösterirdi. Uzun uzun düşündükten ve bilenlerle istişare ettikten sonra karâr verirdi. San’atkârları korur, taltiflerde bulunarak daha iyiye ve güzele doğru yönlendirirdi. Kendisi de güzel yazı yazardı. Yazdığı Kur’ân-ı kerîmler ve çoğalttığı kitaplar vardır. Şairlik tarafı da bulunan Ahmed Han, bir şiirinde şöyle demektedir:
Sığındım tâ ezelden ben Allah’a
O’dur zîrâ bâya, yoksula penâh
Tevekkül üzre ol, her zaman Ahmed
Yardım etsin sana her yerde Allah!
Çocukları: İbrâhim, Selîm, Hadîce, Asiye. Hanımı: Râbi’a kadın.

TEKDİR VE TENBİH

Sultan İkinci Ahmed Han, Salankamen muhârebesine yetinemeyen Kırım hânını, yazdığı bir hatt-ı hümâyûnla şöyle tekdîr etmektedir:
“Sen ki Kırım hanı Saadet Giray’sın.
Mukaddemâ seninle ahd ü misak, re’y-i sevâb, kavl ü karâr böyle miydi? Yazık senin nâm ü şânına. Asâkir-i İslâm kullarım cân ve başlarıyla din uğruna çalışıp niceleriyle vezîriâzam ve yeniçeri ağam şehîd olalar; sen, yedi, sekiz saatlik yerde bulunup imdada erişmeyesin? Murâd etsen bu denlu mesafe sana göre ancak bir kamçılık yer idi. Gayret-i İslâm bu mudur? Malûm oldu ki ihmâl ve tekâsül ve hıyanet sende imiş. Hıyanet bana değil Allah’adır. Takdir bu imiş; bir iştir oldu, olmamak gerek idi; biz bunu Allah’tan bilirüz. Bâdelyevm tıynetinde olan vahşeti giderüp var kuvveti bâzuya getürüp serdâr Halîl Paşa ile yekdil hizmet-i hümâyûnumda bulunup gayret-i İslâmiyeyi yerine getürüp âdây-ı dinden ahz-ı intikam etmede makdûrun sarfedesin.”
İkinci Ahmed Han’ın, Sakız adasının fethine dâir fermânın hülâsası:
“Kapudan Paşaya” ve kalyonlar kapudânı olan Hüseyin (ikbâli dâim olsun) ve sâir deniz birlikleri kumandan ve kapudân ve bilcümle dananmâ-yı hümâyûn ileri gelenlerine hüküm ki:
İhmâl ve kusurlarınız sebebi ile düşman eline düşen Sakız adasının Allahü teâlânın yardımiyle düşman elinden kurtarılıp alınması dînin ve devletimin büyük mes’elelerinden biridir. Bu hususta, düstûr-ı mükerrem müşîr-i müfehham nizâm-ül-âlem Anadolu vâlisi vezirim İbrâhim Paşa vazife ile o tarafa tâyin olunup ol tarafın bütün işleri kendine verilmiş olmakla siz sözü edilen vezirim ve beylerimden bu emirde tam hizmet ve hoşnutluğumu kazanacak uygun hareket umulup beklenerek adı geçen birlikte vazifelendirildiniz. Hazır olun, emr-i şerifim size vardığı gibi adı geçen veziri üzerinize serasker bilin, Donanmâ-yı hümâyûnumda bulunan bilcümle çektıri ve kalyonlar ve diğer levend gemilerini vezir (İbrâhim Paşa) gereği gibi tertip ve teçhiz ve cümlesi silâhları tamam ve avadanlıkları yeterli olmak üzere hâzır ve âmâde edince Sakız’ın karşısında diğerleri ile birleşin. Kemâl-i ittifak ve ittihâd ile seraskerin vezîr-i müşarünileyhin doğru görüşleri üzerine, kendisi ve diğer askeri birlikler tophane ve cephane mühimmatını Sakız’a nakilde ve naklolunduktan sonra dahi azık ve yiyecekler ve sâir levazım ve mühimmat naklinde ve zarar verici mel’unların uğursuz gemilerine avn-i Hak’la zarar vermekte elden geldiğince bol gayret gösterilsin. Emirlerine karşı gelinip yada inatçılıkta bulunulmasın. Bu emr-i hayrın geciktirilmesine ve durdurulmasına sebeb olmaktan gayetle sakınılıp çekinilerek daha önceden işlediğiniz suçun af olunmasına sebeb olacak hizmette bulunup bâş ve cân ile bütün gücünüzü sarfediniz. Hâsılı Sakız adasının kurtarılmasına ve mel’unların uğursuz gemilerine Allahü teâlânın yardımı ile zarar vermekte diğer lüzumlu bütün işlerde her türlü hizmeti yerine getirmenizi istiyorum. Şöyle ki, bundan sonra dahi her hanginizden tenbellik ve gevşeklik görülürse vebali boynunuza bilâ âmân katl olunursunuz. Ona göre görüb anlayarak karşı hareketten sakınıp çekinmeniz için hatt-ı hümâyûn-ı şevket-makrûnum mucibince fermân-ı âlîşânım sâdır olmuştur.
“Fi evâhiri Rebîülâhir sene 1106 (Aralık 1694) ortaları M).”

Sultan Ahmed Han-II Devri Kronolojisi

19 Ağustos 1691    : Slankamen muhârebesinde Köprülüzâde Fâzıl Mustafa Paşa’nın şehîd olması.
30 Ağustos 1691    : Arabacı Kâdı Ali Paşa’nın sadrâzamlığa tâyini.
12 Haziran 1692    : Varat kalesinin Avusturyalılar tarafından alınışı.
 2 Ağustos 1692     : Sadrâzam Hacı Ali Paşa’nın Belgrad üzerine yürümesi.
27 Mart 1693 : Bozoklu Bıyıklı Mustafa Paşa’nın sadrâzamlığa tâyini.
12 Eylül 1693 : Belgrad’ın düşman kuşatmasından kurtarılması.
14 Mart 1694 : Sürmeli Ali Paşa’nın sadrâzamlığa getirilmesi.
12 Eylül 1694 : Varadin kuşatması.
21 Eylül 1695 : Sakız kalesinin vire ile (şartlı olarak) Venediklilere teslimi.
 6 Şubat 1695       : Sultan İkinci Ahmed Han’ın vefâtı.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Târih-i Râşid; cild-2, sh. 367
 2) Silahdâr Târihi; cild-2, sh. 615
 3) Zübdet-ül-vekâyi; vrk. 244
 4) Osmanlı Târihi (Uzunçarşılı); cild-3, kısım-1, sh. 532
 5) Büyük Türkiye Târihi; cild-6, sh. 162
 6) Îzahlı Osmanlı Târihi Kronolojisi; cild-3, sh. 472
 7) Rehber Ansiklopedisi; cild-1, sh. 118
 8) Devlet-i Osmaniye Târihi (Hammer)
 9) Büyük Türkiye Târihi