9 Ağustos 2018 Perşembe

DONANMA


Osmanlı deniz kuvvetleri. Medeniyet dünyâsına eski ve târihî hayatiyetini veren, Akdeniz’e hâkimiyet cihângirlik dâvasının başlıca unsurlarından biri idi. Roma’nın bu denize hâkimiyeti, onun cihângirlik vasıflarındandı. Bu sebeple onlar Akdeniz’e Mare nostrum (bizim deniz) diyorlardı. Şarkî Roma (Bizans) imparatorluğu da İslâmiyet’in zuhuruna kadar bu hâkimiyeti elinde tuttu. Görülen lüzum üzerine hazret-i Muâviye’den îtibâren müslümanlar sür’atle denizciliğe başladılar. Az zamanda Akdeniz hâkimiyetini ele geçirdiler ve bir kısım kuzey sahilleri müstesna, bütün kıyılarına hâkim oldular. Müslümanların fetihleri ve medeniyetleri gibi Akdeniz’e hâkimiyetleri de o derece kuvvetli olmuş ve asırlarca sürmüştür. Nitekim bu durum dolayısıyla İbni Haldun (1332-1406); “Hıristiyanlar artık Akdeniz’de bir tahta parçası dahi yüzdüremiyorlardı” diyerek, zarîf bir istihzâda bulunmuştur.
Selçuklulardan önce karalarda geri çekilmeye başlayan İslâm kuvvetleri, bir müddet sonra deniz hâkimiyetini de ellerinden çıkarmışlardı. Kara yoluyla Anadolu topraklarına giren haçlılar dağılıp yok edildikleri hâlde, donanmayla gelenler, Suriye sahillerine kolayca varıyorlardı. On üçüncü ve on dördüncü asırlarda Mısır-Sûriye Türk Memlûklüleri, Akdeniz’in doğusunda ancak mevzî bir kudrette deniz kuvvetine sahip bulunuyorlardı. Selçuklular karalarda büyük fetihlere girişirken, henüz denize açılma fırsatı bulamadan, haçlı taarruz ve istilâlarına uğrayarak denizlerden uzak kalmışlardı.
Bununla beraber Türkler, Anadolu’ya gelişlerinden bir müddet sonra denizlere hâkim olmanın lüzumunu duydular. İlk teşebbüse, Bizanslılar elinde bulunan ve İzmir’de küçük bir devlet kuran Çaka Bey tarafından girişildi. Çaka Bey, büyük bir gayretle vücûda getirdiği donanma ile adaları zabtetti ve İstanbul muhasarasına hazırlandı, ilk Selçuklu sultânı Süleymân Şâh’ın ölümünden sonra İznik Türk beyleri de Marmara’da Bizans’a karşı bir donanma inşâsına başladılar. Fakat İmparatorun deniz kuvvetleri bu te’sisleri tahrîb etti. Türkiye Selçukluları ancak on üçüncü asır başlarında Akdeniz’de Antalya ve Alâiye, Karadeniz’de ise Sinop ve Samsun limanlarında tersane kurup, donanmalar ortaya koydular. Selçuklu denizciliği gelişirken, Moğol istilâsı devlet ile birlikte, denizciliğin de sönmesine sebeb oldu. Daha sonra Karadeniz’de Sinop beyleri, Adalar (Ege) denizinde Aydınoğulları ve Karesioğulları, Akdeniz’de Antalya beyleri, denizcilikte bir hayli ilerlediler. Bilhassa Aydınoğulları deniz gazâ ve seferleri ile Adaları ve sahilleri hâkimiyetleri altına aldılar.
Osmanlı Devleti’nin ilk zamanlarında İzmit, Gemlik taraflarının ve daha sonra Karesi ilinin elde edilmesi bu küçük beyliği tabiî olarak denizle alâkadar etti. Nitekim mükemmel bir donanmaya mâlik olan Karesi beyliği gemilerinden de istifâde edilerek Rumeli’ye geçildikten sonra, 1390 yılında Gelibolu’da ehemmiyetli bir tersane vücûda getirildi. Bu ilk devirler Osmanlı denizciliğinin acemilik zamanı olup, denizde pek kuvvetli ve mahir olan Venediklilerle boy ölçüşebilecek kudrette değildi. Bununla beraber bâzı muvaffakiyetsizliklere rağmen, günden güne tecrübeli bir Osmanlı denizciliği vücûda gelmekte idi. Çünkü boğazlara ve Rumeli’ye de sâhib olan Osmanlıların bu tarafa geçmek için düşmandan emin olacak bir donanmaya sâhib olmaları zarurî idi. Nitekim Varna muhârebesine geldiği sırada, Boğaz yolunun düşman donanması tarafından kapandığını duyan sultan İkinci Murâd, yönünü değiştirerek İstanbul boğazına gelip külliyetli bir para mukabilinde Ceneviz gemileriyle öte tarafa geçmişti. İkinci Murâd’ın gösterdiği ihtimam neticesinde Osmanlı donanması, Trabzon-Rum İmparatorluğu’nu denizden tehdîd edecek kadar kuvvetlenip deniz harekâtına alışmıştı.
İstanbul muhasarasında Osmanlı donanması muvaffak olamamakla, beraber, adetçe üç yüz parçadan fazla idi. Fâtih Sultan Mehmed İstanbul’u aldıktan sonra, burayı Akdeniz’den gelecek bir tehlikeye karşı muhafaza için Çanakkale boğazını tahkîm etmekle beraber, donanmaya da ehemmiyet verdi. Nitekim donanmanın desteği ile; İmroz, Limni, Taşoz, Semendirek, Midilli ve Eğriboz adaları fethedildi. Sakız ve Sisam vergiye bağlandı. Bu suretle Anadolu sahilleri emniyet altına girdi. Rodos muhasara edildi. Venedik ve müttefikleriyle yapılan muhârebeler daha başarılı geçti. Bilâhere Akdeniz’de korsanlık eden Türk levendleri reislerinden meşhur Kemâl Reîs’in, Osmanlı Devleti hizmetine girmesi, donanmaya yeni bir canlılık kattı. Akdeniz’deki deniz seferleri İspanya sahillerine kadar uzadı. Sultan İkinci Bâyezîd döneminde gemicilik daha da gelişti. Memlûklülerle yapılan muhârebede Hersekzâde kumandasındaki mühim bir donanma İskenderun sahillerine kadar gönderildi. Antalya vâlisi olan Şehzâde Korkut, Akdenizde korsanlık yapan denizcilerin hâmisi oldu.
Yavuz Sultan Selîm, İslâm dünyâsına hâkim olunca, Avrupa’nın fethine girişmek maksadıyle büyük bir gemi inşâ faaliyetine ve tersaneler yapılmasına başladı ve bir donanma kurmaya yöneldi. Meşhur şeyhülislâm Kemâlpaşazâde, Yavuz Sultan Selîm’e; “Öyle bir şehirde oturuyorsunuz ki, onun velînîmeti denizdir ve deniz feth olmadıkça İstanbul mâmur olmaz” diyordu. Bu sebeple Yavuz, o târihe kadar Osmanlıların asıl tersanesi olan Gelibolu’dan başka, Haliç’te de mükemmel bir tersane inşâ ettirdi. Eldeki yüz kadırgalık donanmayı kâfî görmeyerek gemileri çoğalttı. Yüz kadırga, yirmi fosta, yirmi bir barça, üç büyük yelkenli ve altı perkendi olmak üzere mevcut mikdâra yüz elli gemi daha ilâve etti. Böylece o, karadaki zaferlerine paralel olarak denizcilikde Akdeniz hâkimiyetini elde etmek yoluna gitti. Fakat bu büyük tasavvurlarını gerçekleştirmeye ömrü kifayet etmedi.
Yavuz Sultan Selîm’in bu niyeti, oğlu Kânûnî Sultan Süleymân tarafından gerçekleştirildi. Kânûnî zamanında Akdeniz hâkimiyetinin elde edilmesinde, başlangıçta Osmanlı Devleti’nin emrinde olmayan Barbaros Hayreddîn ve arkadaşlarının çok büyük rolü oldu. Bu kahraman Türk denizcileri Cezâyir ve Tunus’ta yerleşmeye çalışan Avrupalıları oralardan atarak denizlerin hâkimi oldular. Yavuz Sultan Selîm bu gâzi kahramanları, asker ve top göndermek suretiyle teşvik etti. Kânûnî Sultan Süleymân Macaristan’da zaferler kazanırken onlar da aynı yılda yâni 1525’de Akdeniz’in kuzey sahillerini vurup, pekçok hıristiyan gemilerini esir alıyorlardı. İmparator Şarlken’in Barbaros’a karşı gönderdiği kapdan Andrea Doria mağlûb oldu ve Septe boğazını aşarak kaçtı. Türk denizcileri İspanyolların zulmüne uğrayan 70.000 Endülüs müslümanını Kuzey Afrika sahiline çıkardı. Bu büyük zafer üzerine Kânûnî, Barbaros’u 1533’de İstanbul’a davet etti. Hayreddîn Paşa, merasimle karşılandığı huzurda, kendisini ve Cezâyir beyliğini pâdişâhın emrine verdiğini bildirdi. Kânûnî Sultan Süleymân da bu büyük denizciyi donanma umûm kumandanlığı ile beraber Cezâyir beylerbeyliğine getirdi. Ayrıca tersaneyi yeni te’sisât ve ilâvelerle genişletti.
Barbaros Hayreddîn Paşa, Osmanlı Devleti hizmetine girdikten ve bir takım muvaffakiyetlerden sonra, İspanyolların meşhur denizcisi ve Akdeniz hâkimi Andrea Doria kumandasında bulunan büyük haçlı donanmasını 27 Eylül 1538’de müstesna bir zaferle imhâ etti. Pâdişâh her tarafa fetihnameler göndererek şenlikler yapılmasını emretti. Osmanlı Devleti bu suretle karadaki hâkimiyetine ilâveten deniz hâkimiyetini de tam elde etti (Bkz. Preveze deniz zaferi).
Kânûnî Sultan Süleymân Estergon seferine giderken, Barbaros’u da Almanya imparatoru Şarlken’e karşı Fransa kralının yardımına gönderdi. Toulon’u donanmasına üs yapan Barbaros, Nice şehrini zabtetti. Turgut Reis ve Kapdan Piyâle Paşa’nın kapdân-ı deryalığı dönemlerinde de Fransızlara yardım edilmek suretiyle aradaki ittifaka riâyet edildi.
Öte yandan Kânûnî, Süveyş’te kurduğu donanma ile Kızıldeniz’i ve Arabistan sahillerini emniyete alıyor ve Avrupalıları Hindistan sahillerinden uzaklaştırmaya çalışıyordu. Ancak bu devirde Hindistan bir takım müslüman hükümdarlar arasında çeşitli mücâdelelere sahne olmuş, bu durum Portekizlilerin, bu ülke sahillerine yerleşmelerini kolaylaştırmıştı. Bu sebeple Hindistan hükümdarları sultan Süleymân’ın himayesini taleb ediyorlardı. Hadım Süleymân Paşa kumandasında büyük toplarla donatılmış Süveyş donanması harekete geçerek Aden’i ve Arabistan sahillerini kurtardıktan ve Portekizlileri mağlûb ettikten sonra, Gücerât sahillerine varmış ve düşman elinde bulunan iki kaleyi almıştı. Hind denizindeki bu faaliyetler, Pîrî Reis, Murâd Reis ve Seydi Ali Reis dönemlerinde de devam etti.
Osmanlı donanmasının en büyük âmiri önceleri kaptan veya kapudan paşa ve on altıncı yüzyıl başlarında da kapudan-ı derya veya kapdân-ı derya denilen derya beyi idi. Ancak eski kaptanlardan Kemâl Reis, Pîrî Reis, Murâd Reis, Seydi Ali Reis, Turgut Reis, Salih Reis gibi meşhur denizcilerimize on altıncı asırda kaptan denilmeyip, reis denilmiş, daha sonraları kapdan tâbiri tamâmiyle yerleşmiştir. İlk defa bu mevkie getirilen Fâtih Sultan Mehmed tarafından İstanbul’un fethinde Haliç’de büyük başarıları görülen Baltaoğlu Süleymân Bey’dir. Baltaoğlu Süleymân Bey ve haleflerine yalnızca sancakbeyi rütbesi verilmiştir. Bunlar donanmayı kurmak, bakımını ve denizcilerini sağlamak için Gelibolu sancağı ile Galata ve İzmit kazalarının gelirlerini toplamışlardır.
Kaptan olan reislerle diğer reisleri birbirinden ayırmak için kaptan olan reislere hassa reisi denilirdi. On altıncı yüzyıldan sonra ise, bir harp gemisini idare edenlere reis ve bir filoya kumanda edenlere de kaptan denilmeye başlandı. 1682 senesinden îtibâren donanmanın kaptan paşadan sonra gelen büyük amirallerine sırasıyla; kapudâne, patrona ve riyale isimleri verilip diğer kalyon ve sâire süvarileri kaptan diye anılmaya başlandılar.
Donanmada kalyon kullanılmaya başlanmadan evvel kürek devrinde hassa kaptanları, gemi azabları bölükbaşıları olan reislerden tâyin edilirlerdi. Her gemideki efrâd, kaptanın emri altında idi. Bunlar gemilerine fener takarlardı. Bu devirde kaptan olabilmek için cenkte düşman gemilerinden birini zaptetmek şarttı.
Barbaros Hayreddin Paşa, kapdân-ı derya olduğu zaman kendisine beylerbeyilik rütbesi de verildi. Böylece dîvân-ı hümâyûna katılmaya hak kazandı.
Osmanlı harp gemileri Gelibolu ve İstanbul tersanelerinden başka, Karadeniz, Marmara ve Akdeniz sahillerindeki bir çok iskele ve mevkilerde yapılırdı. Donanmaya olan ihtiyâç sebebiyle bu tersanelerde yapılacak gemilerin mikdâr ve nevileri hükümet tarafından o mahallin kâdılarına bildirilir ve müddeti de tâyin olunurdu. Bunların inşâsı için îcâb eden malzeme ile mühendis ve ustalar ya mahallinden tâyin olunur veya gönderilirdi. On yedinci asrın ortalarına kadar her sene kırk kadırga yapmak kânundu. Ancak ihtiyaç hâlinde bu sayı daha da arttırılabilirdi. Nitekim İnebahtı mağlûbiyetinden sonra Osmanlı Devleti, bir kış esnasında yâni beş ay zarfında İstanbul ve Gelibolu tersaneleri de dâhil olmak üzere evvelkisinden daha muazzam ve bütün levâzımâtıyla teçhiz edilmiş bir donanma yaptırmıştı. Sonraki târihlerde bu kânun terkedilmiş ve kalyon inşâsı ehemmiyet kazanmıştı. Osmanlılar, mevcud tersanelerinde mütemadiyen gemi yapmakla meşgul olmazlardı. Donanmayı her 10 senede bir yenilemek kânun olması sebebiyle yeni donanmanın vücûda getirilmesi için İstanbul, Galata ve civar adalarda ne kadar amele ve usta varsa toplattırılarak, fevkalâde sür’atle çalıştırılırlardı. Böylece kısa bir süre içerisinde yeni donanma vücûda getirilirdi. Sâir zamanlarda ise eksik gemilerin yerine yeni gemi inşâsı ve eskilerin tâmiratı ile uğraşılırdı (Bkz. Tersane).
Bugünkü modern Avrupa devletleri de on yılını doldurmuş olan gemilerini kızağa almakta ve yerlerine yenilerini koymaktadırlar. Böylece yeni teknik imkânlarla da teçhiz ettikleri donanmalarını on yılda bir yenilemiş olmaktadırlar.
Osmanlıların kullandıkları gemiler, muâsırı olan denizci devletlerinki gibi kürekli-yelkenli ve yalnız yelkenli olmak üzere iki kısım idi. Kürekle yürüyen gemilere umûmî tâbirle çekdiri denilirdi. Çektirilerin en küçüğükaramürsel, en büyüğü ise baştarda idi. Çekdirilerin büyüklerinden olankadırga, yelken devrine yâni kalyonculuğun birinci safa geçtiği târihe kadar Osmanlı donanmasının esâsını teşkil ederdi. Ancak on sekizinci asır başlarından îtibâren kadırgalar eski ehemmiyetlerini kaybetmiş ve tedrici surette vazîfelerini kalyonlara devretmeye başlamışlardı. Bunun için üçüncü Ahmed devrinden başlayarak sayıları azaltılan kadırgalar, birinci Abdülhamîd devrinde sona erdi ve yalnız kadırga nevinden olarak kaptan paşa baştardası kaldı.
Osmanlı donanmasında hizmet eden azablar, levendler, kürekçiler, aylakçılar, kalyoncular, gabyarlar ve sudagabalar gibi muhtelif hizmet efradı vardı. On altıncı yüzyılda Türk korsan gemilerinde çalışan ve Akdeniz’de faaliyette bulunan güçlü, kuvvetli denizcilere levend denilirdi. Bu sebeple korsan Türklerden Osmanlı donanması hizmetine girmiş muharip askere levend ismi verilmiştir. Levendler deniz kenarındaki Türklerle, levend-i Rûmî ismiyle adalardaki Rumlardan alınırlardı. Dâimî bahriye sınıfından olan levendlerin muayyen maaşları vardı. Levendler gemilerde karakollukçuluk eder ve muhafaza hizmetinde bulunurlardı.
Osmanlı donanmasında iki türlü kürekçi vardı. Biri İtalyanca forsa denilen kürekçiler olup harpte alınan esirlerdendi. Diğeri ise devletin kendi tebeasından ekseriyetle yirmi hânede bir olarak donanma için aldığı kürekçilerdi. Tam teçhizatlı olan her kadırgada ayrıca, İki kürek yapıcı, iki kalafatçı ve iki dülger bulunurdu.
Aylakçılar sınıfı donanmanın daimî maaşlı askeri olmayıp, gemiler denize çıkacakları zaman altı ay içinde toplanan ücretli bir sınıftı. Yelkenli gemi teşkilâtı kabul edildikten sonra donanmada istihdam edilen aylakçıların mevcudu, kalyonlarda 150 veya 200’ü bulmaktaydı.
Yelkenli gemilerde daimî olmayarak her sene donanmanın denize çıkmasından evvel muayyen bir kısım kazalardan donanmada hizmet etmek üzere tertib edilen bahriye efradına kalyoncu denilirdi. Kalyoncular hizmete alındıkları zaman maaş alırlar ve hizmetleri sona erince memleketlerine dönerlerdi.
Gabyar, gemi serenleriyle yelkenlere bakan ve yelkenleri açarak armaları muhafaza ile intizâmını koruyan gemicilere denilirdi.
Gemilerde bulunan topçu efradına ise, sudagabalar denilmekteydi.
Osmanlı donanması her sene ilkbaharda denize çıkardı. Bu durum on dokuzuncu asır ortalarına kadar devam etti. Bu çıkıştan maksat düşmanların ve korsanların taarruzlarından sahilleri muhafaza etmekti. On yedinci asır ortalarından îtıbâren Rusya’nın büyümesi göz önüne alınarak, Akdeniz’den sonra Karadeniz’e de büyük bir donanma çıkarılır oldu. Donanmanın denize çıkması belli bir teşrifat ve merasim dâiresinde yapılırdı. Beşiktaş önünde üç gün kadar demirli duran donanma, buradan kalkıp giderken, Yalı-köşkü önüne gelince pâdişâhı selamlamak için top atardı. Önce kaptan paşa gemisinden ve sonra diğer gemilerden toplar atılırdı.
Donanma Akdeniz’e çıktıktan sonra muhârebe tertibatı alırdı. On yedinci asrın ortalarından îtibâren kaide üzere yelkenli olan kalyonlar önden giderler, arkalarından mavnalar ve geriden de çekdiri denilen kürekli gemiler hareket ederdi. Donanmanın üç mil önünde giden karakol kaliteleri, gördükleri düşman gemilerini bildirmekle vazifeli idiler.
Osmanlı donanması on altıncı yüzyıl boyunca, on yedinci yüzyıl ortalarına kadar Karadeniz ile Akdeniz’in hâkimi olarak, ihtişamlı bir şekilde denizlerde seyrediyordu. Ancak onu ileriye dönük işler yapmaya sevkedecek sebepler ve ihtiyâçlar yok gibiydi. Buna karşılık Karadeniz ve Akdeniz’deki ticâret ve gelirlerini kaybeden Avrupa ülkeleri, açık denizlerden doğuya ulaşıp, buraların zenginliklerinden faydalanma yollarını arayıp ulaştılar. Bu seyahatleri sırasında denizcilik sahasında pek çok bilgi ve tecrübe kazandılar. Donanmalarını bu bilgi ve tecrübeleri ile geliştirip tamamen kalyonlarla techîz ettiler ve denizcilik mektepleri açtılar. Bu durum denizlerdeki üstünlüğün Venedik’e geçmesine sebeb oldu. Ancak on yedinci yüzyılın sonlarına doğru Amcazade ve Mezomorta Hüseyin paşaların kaptanlığı dönemlerinde adedi artırılan kalyonlar sayesinde donanmada üstünlük tekrar ele geçirildi. Sakız adası, Venediklilerden geri alındı. Bu üstünlük 1770 senesindeki Çeşme mağlûbiyetine kadar 80 sene müddetle devam etti. Bu târihte yakılan donanmamızda 5.000 denizcimiz şehîd düştü. Bunun üzerine 1773’de donanmaya personel yetiştirecek ve gemi yapacak ustalar ile mühendisler yetiştirmek üzere yerli ve yabancı hocaların ders verdiği Bahriye mektebi açıldı (Bkz. Bahriye mektebi).
Üçüncü Selîm zamanında 1787-1792 Türk-Rus harbinden sonra çekirdekten denizci olan küçük Hüseyin Paşa, Kapdân-ı derya olunca Osmanlı donanmasının modernize edilmesinde büyük adımlar atıldı. Bu gelişmeler sultan Abdülmecîd Han zamanında da devam etti. Kuvvetli bir donanma gücüne sâhib olmadıkça savaşlarda netice alınamayacağını bilen sultan Abdülazîz Han, Osmanlı bahriyesine husûsî bir alâka gösterdi. Bu zamanda donanma, asrın teknik gelişmelerine göre teçhiz edilerek, personel eğitimine ehemmiyet verildi ve tersanelerde buharlı gemiler yapıldı. Bu sayede Osmanlı donanması İngiltere ve Fransa’dan sonra dünyânın en kuvvetli donanması durumuna geldi.
Nitekim donanmanın bu gücü sayesinde Osmanlı denizcileri ikinci meşrûtiyet döneminde Türk-İtalyan savaşında denizaşırı uzak bölgelere önemli ölçüde silâh taşımıştır. Denizcilerimiz, Balkan harbinde bir yandan gemilerini onarıp, öte yandan ordunun ikmâl nakliyâtını başarmışlar ve Birinci Dünyâ harbinin dört yılında bitmez tükenmez bir enerji ile çalışmışlardır. Kurtuluş savaşında da cephenin ihtiyâcı olan cephaneyi bulup taşımışlardır. Donanma bu faaliyetleri yürütürken, tamamen sultan Abdülazîz zamanında ulaştığı muazzam gücünden istifâde etmiştir.

ÖLENİMİZ ŞEHÎD; ÖLDÜRENİMİZ GAZİDİR!..

Düşmanla karşı karşıya gelindiği zaman, donanma kaptanları askerin kuvve-i mâneviyesini yükseltmek için bir konuşma yapardı. Nitekim Barbaros Hayreddîn Paşa’nın reislerinden Kara Hasan Ağa büyük bir İspanyol donanması ile karşılaştığı zaman dîvân eyledi. Askerler, ulemâ ve bütün donanma efradı gelip toplandılar. Hasan Ağa yerinden kalkıp yüksek etkileyici bir sesle bunlara dedi ki:
“Ey oğullar! Karındaşlar! Babalar! Sizler cümleniz bu âna kadar şâdlık ve safâda idiniz. Şimdi bu din düşmanları, mel’ûnlar karşımıza gelip durdularsa, bizlere dahi lâyık olan şudur ki: Güya hepimiz bugünkü günde dünyâya geldik ve yine bugünkü günde şehâdet şerbetini içip âhirete gideceğiz, bilelim. Hadîs-i şerîfde buyrulduğu üzere, kişi kendisini dünyâda misafir gibi bilmek gerekti. Dünyâya gelenin ecel şerbetini içmesi muhakkaktır. Cenâb-ı Hak: “Bütün nefisler ölümü tadacaktır”buyuruyor. Bakî ancak Allah’tır, gayri kimse yoktur.
Mademki böyledir, bugünkü günde ne mala, ne rızka, ne de evlâda bakmayıp, hemen canla başla, Allah rızâsı için dîn-i mübîn uğruna cihâd-ı fî-sebîlillah edelim. Tâ birimiz kalmayıncaya kadar sizinle çalışalım. Elhamdülillah ala dîn-il-İslâm, ölenimiz şehîd, öldürenimiz gâzidir. Yardım edici ancak cenâb-ı Hak’tır. Sizinle bu yardıma bakalım, düşmanın çokluğuna bakmayalım. Zîrâ az asker ile çok askeri bozmak, her şeyin sahibi Rabbimizin ezelî bir âdetidir.
Sakınıp, sakın kalbinize bir korku gelmesin. Allah, erenler bize yardımcıdır. İnşaallahü teâlâ, Avn-i Hüdâ, mücizât-ı Mustafâ ve çihâryâr-ı güzîn-i bâ-safâ ve gâib erenlerin ve hâzır erenlerin yüce himmetleri berekâtı ile dinsiz kâfirlere öyle bir endam keselim ki, şevketlü pâdişâhımız ile efendimiz Hayreddîn Paşa bize tahsîn ve aferinler kılsınlar.”
Kara Hasan Ağa böyle konuştuktan sonra, kavl ü karar üzere Fâtihâ okunup eller yüze sürüldü. Divân dağılıp herkes işinin başına geçti. Kalbleri cihâd aşkıyla yanan gâziler reislerinin emrinde yeni bir zafer kazanmakta zorluk çekmediler.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Osmanlı Devleti’nin Merkez ve Bahriye Teşkilâtı (İ.H. Uzunçarşılı); sh. 398, 432, 445, 447, 455, 492, 496
 2) Türk Cihân Hâkimiyeti Mefkûresi Târihi (O. Turan; İstanbul-1969); sh. 107-115
 3) Mufassal Osmanlı Târihi; cild-3, sh. 1511-1520
 4) Osmanlı İmparatorluğu ve Modern Türkiye (S. Shaw); sh. 189-190
 5) Peçevî Târihi; cild-1, sh. 219, 498
 6) Nâimâ Târihî; cild-6, sh. 76
 7) Râşid Târihi, İstanbul-1153; cild-2, sh. 397, 582, cild-3, sh. 138, 353, 318, cild-4, sh. 129
 8) Büyük Türkiye Târihi; cild-10, sh. 5-61