Osmanlı Devleti târihinde sultan Abdülmecîd Han zamanında Mustafa Reşîd Paşa tarafından hazırlanıp, Gülhâne bahçesinde okunmasıyla başlayan ve Birinci Meşrûtiyete kadar süren ıslâhat ve batılılaşma dönemi.
İlmî ve teknik mânâda yenilikçi bir pâdişâh olan sultan İkinci Mahmûd Han, Osmanlı Devleti’ni, içinde bulunduğu gerileme döneminden çıkarmak ve eski gücüne kavuşturmak için bir dizi ıslâhat programına girişti. Yeniçeri ocağını kaldırarak, yerine teknik usûllerle donatılmış yeni bir ordu kurmaya muvaffak oldu. Avrupa sanayi mamullerinin memleketi istilâsına karşı yerli malları korumak, ordu ihtiyâçları için askerî fabrikalar kurmak ve Türkleri ticârete sokmak maksadıyla bir çok tedbirler aldı. Ancak hıristiyan Avrupa devletlerinin kışkırtmaları sonucu, gayr-i müslim azınlıklar ile Mısır’da Mehmed Ali Paşa ve Hicaz’da Ehl-i sünnete düşman bedevilerin çıkardıkları isyânlar, iktisâdî kalkınmaya ve diğer ıslâhât hareketlerinin başarıya ulaşmasına fırsat vermedi. Buna rağmen sultan Mahmûd, giriştiği ıslâhatları ile Türkiye’de yeni müesseseler ve yeni nizam yolunu açabilmişti.
Sultan Mahmûd Han, bir yandan devlete yeni nizam verirken, bir yandan da, dehşetli iç ve dış buhranlarla dağılmak tehlikesine mâruz kalan imparatorluğu kurtarmaya çalışıyordu. Bunlar arasında en kötüsü Mısır vâlisi Mehmed Ali Paşa’nın çıkardığı isyân olup, hâdise gittikçe milletlerarası ağır bir mes’ele hâlini aldı.
Bu arada İngilizler, Osmanlı Devleti’nin bu durumundan istifâdeye kalkıştılar. Osmanlı Devleti’nin temel müesseselerini yıkabilmek için devletin yapısına ters bir zihniyeti hâkim kılmak ve böylece azınlıkların istiklâllerini te’min etme plânları hazırladılar. Bunu sağlamak için de husûsi teşkilâtlar kurarak, Osmanlı devlet adamlarını elde etmeye, Osmanlı pâdişâhlarının yapmak istedikleri ıslâhat çalışmalarını kendi plânlarına uygun hâle getirmeye çalıştılar. Mason locaları dâhil, çeşitli isim ve şekiller altında yürütülen bu faaliyetler içerisinde, sultan İkinci Mahmûd Han’ın saltanatının son zamanlarına gelindi. Bu sırada Osmanlı Devleti ile Avrupa devletlerinin münâsebetlerini tanzim, devlet hakkında Avrupa’da meydana getirilen menfî te’sirleri müsbet hâle çevirmek, Mısır mes’elesini hâlletmek için dâimi sefaretler kuruldu. 1834 senesi Temmuz’unda, Paris fevkalâde orta elçiliğine Mustafa Reşid Bey gönderildi. Köklü bir tahsîli olmayan ve İslâmî bilgilerden mahrum olarak yetişen Mustafa Reşîd Bey, kısa zamanda Avrupai fikirlerin te’sirinde kaldı. 1836’da Londra büyükelçiliğine tâyin edildi. Bu sırada İskoç mason teşkîlâtı üyesi Lord Rading ile tanışıp, dostluk kurdu. Neticede mason locasına giren Mustafa Reşîd Bey, dünyâ siyâsetinde İngiltere’nin Osmanlı Devleti’ni destekleyeceğine inandırıldı (Bkz. Reşîd Paşa).
Reşîd Paşa, İngilizlere, Mısır mes’elesindeki yardımlarına mukabil, Osmanlı Devleti’nde onların istekleri doğrultusunda ıslâhatlar yapmaya söz verdi. Sultan Mahmûd Han’ın saltanatı sırasında bu kararları uygulatma imkânı bulamayan İngiltere, Osmanlı kuvvetlerinin Mısır vâlisi Mehmed Ali Paşa’nın ordusu karşısında uğradığı Nizip bozgunu ve bu sırada ikinci Mahmûd Han’ın vefâtı üzerine ihanet şebekesini harekete geçirdi.
Nitekim Osmanlı Devleti içindeki hıristiyanların durumunu giderek düzeltip sonunda iktidar yapmak, koca ülkeyi parçalayıp küçük devletler kurmak, Osmanlı Devleti’ni yıkmak şeklinde özetlenebîlen İngiliz siyâsetine âlet olan Mustafa Reşîd Paşa, kendisine dikte ettirilen ıslâhat tekliflerini, devlet idaresinde yeterli tecrübesi olmayan 16 yaşındaki pâdişâh sultan Abdülmecîd Han’a kabûl ettirdi. Devletin sıkıntılı durumundan kurtulabilmesi için, Avrupalıların yardımını sağlamak gerektiğine ve bunun için de Avrupai tarzda reformlar yapılması lâzım olduğuna pâdişâhı inandırdı. Nihayet sultan Abdülmecîd Han, Tanzîmât’ın ilânına muvafakat etti. Mustafa Reşîd Paşa’nın İstanbul’a gelişinden, Tanzîmât’ın îlânına kadar geçen dört aylık bir hazırlık devresinde, Tanzîmât fermanının İngiliz elçisi Rading’in te’sir ve teklifiyle hazırlanıp ilân edilmesine karar verildi. Nihayet 3 Kasım 1839 târihine tesadüf eden Pazar günü, fermanı Mustafa Reşîd Paşa okuyarak îlân etti. Tanzîmât fermanı veya Gülhâne Hatt-ı hümâyûnu adı verilen bu fermanın ilân edilmesiyle, Osmanlı târihinde yeni bir dönem başlamış oldu.
Görünüşde Müslim ve gayr-i müslim eşitliğini sağlamak için hazırlanan, gerçekte ise birliği sağlamaktan çok, ikiliğe sebeb olacak özellikte olan Tanzîmât fermanı, müslüman ahâlî tarafından iyi karşılanmadı.
Tanzîmât fermanı, Rusya ve Avusturya tarafından da pek hoş karşılanmadı. Hattâ Avusturya başbakanı prens Metternich, Bâb-ı âlî’ye bir mektûb göndererek, Osmanlılığın kurtuluşu ve bekâsının Avrupa’yı taklitte değil, kendi geleneksel müessese ve nizamlarına bağlı kalmakta olduğunu açıkça beyân etti. İngiltere ve Fransa tarafından ise gayet müsbet karşılandı. Avrupa basınında sitayişle bahsedildi. İlân edildikten sonra devletin resmî gazetesi olan Takvîm-i Vekâyî’nin 22 Aralık 1839 tarihli nüshasında neşredildi. Fransızca’ya çevrilerek yabancı devletlerin İstanbul’daki elçiliklerine de resmen gönderildi.
Takvîm-i Vekâyîde yayınlanmasından sonra her eyâlet vâlisine, sancak mütesellimine ayrı ayrı tebliğ edilen fermanın, halka duyurulması ve fermanda bulunan esasların derhâl uygulanması emredildi. Fermanın Osmanlı ülkesinin her tarafında îlânı, halk arasında geniş yankılar uyandırdı. Ulemâ, âyân, hattâ bâzı vâliler Tanzîmât fermanına karşı çıktılar. Balkanlarda bulunan gayr-i müslim reâyâ da fermanın hükümlerinden memnun kalmadı. Yapılan mâlî düzenlemelerle ilgili olarak aleyhlerinde yeni hükümler getirilmesi ve hıristiyan vakıfların vergiye tâbi tutulması ve bu maksatla gelirlerin sınırlandırılması, bilhassa hıristiyan ahâlî üzerinde büyük nüfuzu olan ruhban sınıfının tepkisine sebeb oldu.
Tanzîmât fermanının tatbikatı sırasında ortaya çok karışıklıklar çıktı. Her devlet kendi menfaatleri doğrultusunda siyâsî ve iktisadî çıkarları için Tanzîmât fermanından faydalanma yolunu tuttu. Başta İngiltere olmak üzere, büyük devletlerin Osmanlı Devleti’ne karşı baskı ve müdâhalelerini arttırmaları üzerine, Osmanlı devlet otoritesinde bir gedik açıldı. Tanzîmât fermanının uygulanmasında kendilerini adetâ vazifeli sayan batılı devletler, himayeci politikalarını daha da yoğunlaşırdılar. Özellikle 1838 Baltalimanı ticâret andlaşmasının yabancı uyruklulara tanıdığı geniş ticarî imtiyazlar sebebiyle, pek çok gayr-i müslim Osmanlı tebeası uyruk değiştirmeye zorlandı. Bilhassa konsoloslar çeşitli yollarla gayr-i müslimleri tâbiiyyet değiştirmeye zorladılar ve böylece nüfuz sahalarını genişlettiler.
Osmanlı Devleti, dışarda Avrupa devletlerinin baskılarına mâruz kalırken, içerdeki sıkıntılar da artarak devam ediyordu. Tanzîmâtın ilânından sonra plânsız programsız olarak hazırlanan mâlî tedbirlerin uygulanamayışı sebebiyle, devlet gelirlerinde önemli bir azalma meydana geldi. Bu açığı kapatmak isteyen Mustafa Reşîd Paşa, ilk defâ dışarıdan borç para alma yoluna gitti. Ancak alınan borç para tanzîmât adamlarının plânsız ve pogramsız harcamaları ile bitirilince, bunu yeni borç alımları tâkib etti. Neticede, Osmanlı Devleti büyük bir iktisadî bunalıma doğru sürüklendi.
Tanzîmât’ın getirdiği yeni düzenlemeler ve uygulamadaki tutarsızlıklar, bâzı devlet adamlarından ve müslüman ahâliden gelen tepkiler, eyâletlerde meydana geten karışıklıklar ve mâlî sıkıntılar üzerine, Mustafa Reşîd Paşa 1841’de hâriciye nâzırlığından azledilerek Paris elçiliğine gönderildi. Ancak yerine gelen sadrâzam İzzet Mehmed Paşa ve Mehmed Emîn Rauf Paşa zamanlarında da bâzı değişikliklere rağmen, esas itibariyle Tanzîmât hareketi devam etti.
Paris elçiliğinden döndükten sonra, 1845 senesi sonbaharında ikinci defa hâriciye nâzırlığına getirilen Mustafa Reşîd Paşa, Tanzîmât’ın uygulanmasıyla ilgili yeni çalışmalara girdi.
Bu sırada İstanbul’da İngiliz sefiri olarak bulunan ve İskoç mason locasının üyesi olan Lord Rading, kendisi gibi mason olan Mustafa Reşîd Paşa’nın sadrâzam yapılması için sultan Abdülmecîd Han’a çok dil döktü; “Bu aydın, kültürlü ve başarılı veziri sadrâzam yaparsanız, İngiltere imparatorluğu ile Devlet-i âliyye arasındaki bütün anlaşmazlıklar kalkar. Devlet-i âliyye ekonomik, sosyal ve askerî sahalarda ilerler” diyerek pâdişâhı razı etti. 28 Eylül 1846’da ilk defa Rauf Paşa’nın yerine sadrâzam olan Mustafa Reşîd Paşa, işbaşına gelir getmez Lord Rading ile elele verip, büyük vilâyetlerde mason locaları açtı. Osmanlı Devleti’nin yıkılması için açılan casusluk ve hıyanet ocakları çalışmaya başladı. Londra’dan alınan plânlarla bir yandan idarî, zirâi, askerî değişiklikler yapıldı. Bunlara ilericilik, garblılaşma denilerek göz boyandı. Diğer yandan da İslâm ahlâkı ve ecdâd sevgisi yok edilerek, millî birlik parçalanmaya başlandı. Yetiştirilen masonlar, iş başına getirildi. Bu sırada Avrupa’da fizik, kimya üzerine dev adımlar atıldığı, yeni buluşlar ve ilerlemeler olduğu, büyük fabrikalar ve üniversiteler kurulduğu hâlde Osmanlı Devleti’nde bunların hiçbiri yapılmadı. Hattâ sadrâzam Mustafa Reşîd Paşa, Fâtih devrinden beri medreselerde okutulmakta olan fen, matematik derslerini büsbütün kaldırdı. Din adamlarına fen bilgisi lâzım değildir diyerek kültürlü, bilgili âlimlerin yetişmesine mâni oldu. Bu sırada idâri taksimatta değişiklikler yapılarak 28 olan eyâlet sayısı 36’ya yükseltildi. 1848-1849’da yeni bir teşkîlât kânunu çıkarılarak, eyâletlerde ve kazalarda kurulacak meclislerin ve diğer vazîfelilerin yetki ve sorumlulukları yeniden düzenlendi.
Mârûnîler, rumlar, ermeniler, ulahlar ve diğer hıristiyan cemaatlar kendi aralarında milliyet ve mezhep farklılıkları yüzünden çeşitti mücâdelelere girdiler. Dış müdâhaleler de gayr-i müslim tebeanın devlet nizâmlarına karşı itaatsizliğini iyice artırdı. Bu hâl, Bâb-ı âlî’nin istikrarlı bir siyâset tâkib etmesini imkânsız hâle getirdi.
Ortodoks, katolik ve protestanlar arasında mezhep mücâdeleleri bir müddet devam etti. Ermenilerin protestan olmalarına karşı çıkan Ortodokslar, Rusya’nın da teşvik ve desteğiyle ermeni patriğinden, ermenilerin protestanlığı kabul etmelerine engel olunmasını istediler, İstanbul patriği, protestan ermenilerin kiliseden afaroz edildiğini îlân etti. Protestan ve Ortodoks ermenilerin arasında çeşitli eyâletlerde olaylar çıktı. İngiltere müdâhalede bulunarak protestan ermenilerin ayrı bir cemâat olarak sayılması gerektiğini ve Bâb-ı âlî’nin bu yolda tedbir almasını istedi. 1850’de protestan ermeniler ayrı bir cemâat olarak tanındı. Ortodoks kilisesi ile protestan ermeni kilisesi arasındaki mücâdele, bundan sonra da milliyet ve mezhep anlaşmazlığı olarak devam etti.
Bu sırada Kudüs’deki mukaddes yerlerin himayesinden dolayı Rusya ile Fransa’nın arası açıldı. Fransa’nın konuya dâir isteklerinin Osmanlı Devleti tarafından kabul edilmesini, Rusya, Osmanlı Devleti’nin Fransa’nın himayesine girmesi şeklinde değerlendirerek, 1853 senesinde Osmanlı Devleti’nin paylaşılmasını İngiltere’ye resmen teklif etti. Fakat İngiltere böyle bir teklife yanaşmadı. Çünkü Osmanlı Devleti’nin bir müddet daha yaşaması, İngiltere’nin işine geliyordu. Bunun üzerine şark mes’elesini tek başına hâlletmek üzere harekete geçen Rus çarı birinci Nikola, prens Mençikof’u 1853 Şubat’ında fevkalâde elçi olarak İstanbul’a gönderdi ve Osmanlı hükümetine, Osmanlı tebeası olan Ortodoksların koruyuculuğunun Rusya’ya verilmesine dâir bir ültimatom verdi. O sırada dünyâda mevcûd olan iki İslâm devletinden biri olan Hindistan’daki Gürgâniye Devleti’ni yıkmayı plânlayan ve Osmanlı Devleti’nin bu devlete yardım etmesinden çekinen İngiltere, sadrâzam Mustafa Reşîd Paşa’yı kullanarak Osmanlı Devleti’nin Rusya’ya karşı düşmanca tavır takınmasını sağladı. İngilizlerin yardım edeceklerine, zafer kazanacağına, böylece Osmanlı Devleti’nin bir numaralı adamı olacağına inandırdıkları Mustafa Reşîd Paşa, Rus tekliflerini red ederek, mes’elenin diplomatik yollardan çözümünü engelledi. Avusturya ve Prusya’nın arabuluculuk tekliflerini de kabul etmeyen Mustafa Reşîd Paşa, Bâb-ı âlî’de bir meclis toplayarak Rusya’ya harb açılmasına karar verdi. Sultan Abdülmecîd Han’ı da ikna etmeği başararak karârı tasdik ettirdi. 4 Ekim 1853’de Rusya’ya harb îlân edildi (Bkz. Kırım Seferleri). Görünüşünde Rusya’nın emellerine karşı Osmanlı Devleti’ni korumayı hedef alan, gerçekte ise, İngiltere ve Fransa’nın, iktisadî bakımdan gelişen Rusya’nın kendi nüfûz bölgelerine inmesini engellemek, Osmanlı Devleti’ni zayıflatarak Hindistan’daki Gürgâniye İslâm Devleti’ne yardım edemez hâle gelmesini sağlamak için yapılan Kırım harbinden sonra, 1856’da yapılan Paris andlaşmasında, Osmanlı Devleti’ndeki gayr-i müslim tebeanın durumuyla ilgili düzenlemeler de yer aldı. O sırada sadrâzam olan Alî Paşa; (Bkz. Alî Paşa) Avrupa devletleri elçileriyle beraber hazırladığı, gayr-i müslim tebeaya Tanzîmât’tan daha geniş imtiyazlar tanıyan, Osmanlı Devleti’nin başına büyük gaileler açan, müslim, gayr-i müslim bağımsızlık hareketlerinin hızlanmasına sebeb olan Islâhat fermanını îlân etti.
İlân edilen bu fermanla cizye ve harâc kaldırıldı. Gayr-i müslimler orduya ve idarenin muhtelif şubelerine kabul edilmeye başlandı.
Orduya miralay (albay) rütbesine, me’mûriyette ise birinci sınıfa kadar çıkabilmeleri, özel müsâde almadan kiliselerini tamir ve inşâ edebilmeleri esasları getirildi. Bu dönemde bâzı okullarda eğitim ve öğretimin Fransızca olması kararlaştırıldı. Garb modası, özellikle İstanbul’da yaygın bir hâl aldı. Hattâ büyük yapılarda ve mimarî eserlerde bile batının te’siri görülüp saray, câmi gibi yapılarda Avrupa’nın Rokoko, Barok mîmârî tarzı uygulandı. Kültür ve edebiyatta da batı te’sirleri görüldü. Garblılaşma adı altında bir takım hukukî ve idarî düzenlemeler yapıldı. Bu sırada Alî Paşa ile Fuâd Paşa (Bkz. Keçecizâde Fuâd Paşa) birlikte hareket ederek Mustafa Reşîd Paşa’nın sert tenkidlerine hedef oldular.
Çok geçmeden isyânlar başgösterdi. Elde ettikleri imtiyazlar sebebiyle iyice şımaran gayr-i müslimler, bununla yetinmeyerek yeni isteklerde bulundular. Mâlî, iktisadî ve siyâsî buhranlar had safhaya ulaştı. Alî Paşa bâzı tedbirler almaya çalıştıysa da mâlî ve siyâsî buhranın büyümesi üzerine, işlerin altından kalkamayınca, sadâretten istifa etti. Yerine tekrar Mustafa Reşîd Paşa sadrâzam oldu.
Avrupa devletleri, Islâhat fermanının uygulanışıyla ilgili olarak çeşitli bahaneler ileri sürerek, Bâb-ı âlî üzerindeki baskılarını artırdılar. Altıncı ve son sadâreti esnasında, 1858’de Mustafa Reşîd Paşa’nın ölümünden sonra da devam eden bu müdâhaleler üzerine, gayr-i müslimler lehine yeni imtiyazlar verildi. Fakat müslüman ahâliyi rencide eden ve gayr-i müslim tebeadan daha aşağı bir hayat yaşamaya mahkûm eden Islâhat fermanına ve onun savunucusu ve uygulayıcısı olan Alî ve Fuâd Paşa gibi devlet adamlarına karşı muhalefet gittikçe arttı. Avrupalıların müdahaleci dış politikaya ve millî bünyemize uymayan, garblılaşma adıyla yapılan yeni düzenlemelere karşı teşkilatlı bir tepki meydana gelmeye başladı.
Sultan Abdülmecîd Han’ın vefâtından sonra, pâdişâh olan Abdülazîz Han, garblıların ilmî ve teknik buluşlarının dışında, örf, an’ane ve kültürlerinin alınmasına şiddetle karşıydı. Alî Paşa ve adamlarının garblılaşma ve Tanzîmât adı altında yaptıkları ilim ve teknik haricindeki düzenlemelere karşı çıktı. Gerek pâdişâhdan, gerekse ulemâ ve halk kesiminden gelen bu muhalefet, Paris andlaşmasını imzalayan devletleri endişeye sevk etti. Bu yüzden 1867’de Şark mes’elesi en önemli konu olarak tekrar Avrupa devletlerinin gündemine geldi. Avrupalı devletler, Osmanlı Devleti’nin tam kendi istedikleri gibi ıslâhat hareketlerine devam etmemesi üzerine, birlikte hareket etmeyi ve millî hisleri koruma hususunda gösterilen davranışlara son vermeyi kararlaştırdılar. Ancak tâkib edecekleri yol hususunda anlaşamadılar. Fransa gerek müslim, gerekse gayr-i müslim tebeanın huzuru için idâri birlik, siyâsî ve medenî hakların eşit şekilde tatbîkini istedi. Rusya ise, Osmanlı unsurlarının birleştirilmesi fikrine karşı çıkarak, çeşitli cemâatler için mevcûd olan özel dinî ve mezhebî kânun ve mevzuattan faydalanmak ve bunları milliyet esâsına uydurmaya çalışmak suretiyle mevcûd unsurlardan her birine özel te’minat vermek gerektiğini savundu. Avusturya da Rusya’nın emellerine uygun bir şekilde fikrini açıklayıp, hıristiyanlara Osmanlı Devleti tâbiiyyeti altında olarak muhtariyet verilmesini ve bu mes’elenin beynelmilel bir konferansda müzâkere edilmesini istedi. İngiltere ise, kendi menfaatleri açısından Osmanlı Devleti’nin bağımsızlık ve toprak bütünlüğünün korunması gerektiğini düşünerek, ıslâhat için gösterdiği aşırı isteği bir müddet te’hir etti. Müdâhale etmeme yolunu seçti.
Batılı devletler, 1866’da patlak veren Girid isyânı sırasında Osmanlı Devleti’nin burada kurduğu yeni idâri düzenlemeyi kabul etmeyerek Girid’e muhtariyet verilmesini istediler. Hattâ bağımsızlık verilmesini isteyenler bile oldu. Sultan Abdülazîz Han, bu teklifleri şiddetle reddetti. Fakat sadrâzam Alî Paşa’nın faaliyetleri sonucu Eylül 1867’de hazırlanan Girid nizâmnâmesi ile hıristiyanlara yeni imtiyazlar verildi. Bu nizâmnâmeye göre çoğunlukta olan hıristiyan halkın üstünlüğü kabul edildi. İdâri bölgenin nüfuz çoğunluğu hıristiyan ise, idare başkanı hıristiyan, muavini de müslüman olacaktı; çoğunluk müslüman ise, başkan müslümanlardan, muavin hıristiyanlardan olacaktı. Bu nizâmnâmenin diğer vilâyetlerde de uygulanmasını isteyen batılı devletler, bu bölgelerdeki hıristiyan ahâliyi ayaklandırdılar. Asırlardır bir arada huzur ve emniyet içinde yaşayan Osmanlı cemiyetlerini birbirine düşürdüler. Daha sonra Balkanlarda milyonlarca insan kanının akmasına sebeb oldular. Nihayet bu unsurların pek çoğu Osmanlı Devleti’nden ayrılarak bağımsızlıklarını îlân ettiler.
İçeride de, iktidarı elinde bulunduran ve Mustafa Reşîd Paşa’nın yetiştirmeleri olan Alî ve Fuâd Paşa gibi kimseler, mâlî ve idâri kısımlarda yaptıkları değişikliklerle huzur yerine huzursuzluk getirdiler. Paranın değeri iyice düştü. İngiltere ve Fransa’dan Osmanlı Bankası aracılığı ile borç para alındı. Alınan yanlış ekonomik tedbirler sebebiyle üretim artırılamadığı gibi, dış borçların ödenmesi de güçleşti. Dış borçların zamanında ödenmemesinden endişeye düşen Avrupa devletleri, Osmanlı mâliyesini kendi murakabeleri altına aldılar. Fransa ve İngiltere’den alınan borçlara karşılık, Osmanlı Bankası’na bâzı şehirlerin gümrükleri ile tuz, tütün, ipek gibi maddelerden alınan vergilerin bir kısmının imtiyaz hakkı verildi. Fakat gelirlerin masrafları karşılayamaması ve alınan yanlış tedbirler sebebiyle devletin dış borçları gittikçe arttı. 1869 yılında 555 milyon Franga kadar yükseldi. Mâlî ve idâri sahalarda alınan yanlış tedbirler sebebiyle, Tanzîmâtçılara karşı halktan ve çeşitli kesimlerden muhalefet fazlalaştı. Sözde okumuş aydın kimseler olup, Avrupaî fikirlerin etkisinde kalan Ziya Paşa, Nâmık Kemâl, Mahmûd Nedim Paşa, Ali Suâvî, Mehmed Bey, Reşâd Paşa, Agâh Efendi, Ebüzziyâ, Âyetullah Bey gibi kimselerin de bulunduğu Yeni Osmanlılar cemiyeti Mahmûd Nedîm Paşa’yı sadârete getirmek istedi. Bunu haber alan Alî Paşa’nın aldığı tedbirler neticesinde dağılan cemiyet mensubları, yurt dışına kaçarak Jön Türkler adıyla hükümet ve devlet aleyhine faaliyette bulundular ve meşrûtiyet fikrini savunmaya başladılar.
1867 yılında İngiltere, Fransa, Avusturya ve Rusya o zamana kadar yapılan ıslâhatları yetersiz bulduklarından, şer’î mahkemeler dışında kurulan mahkemelerin ve buralarda tatbik edilecek kânun yapma çalışmalarının daha da geliştirilip, genişletilmesi için son haddine varan tazyiklerde bulundular. Bunun üzerine yapılacak kânun hakkında Osmanlı devlet adamları arasında iki görüş ortaya çıktı. Birisi batı kültürü ve hukukunu benimseyen Alî, Fuâd, ticâret nâzırı Kabûlî ve Midhat paşaların müdâfaa ettiği görüş olup o zamanlar pek çok devletin hukukuna te’sir eden Fransız medenî kânununun alınmasıydı. İstanbul’daki Fransız elçisi Marqui de Fransa’nın medenî hukuku hakkında mâlûmât vererek onları destekliyordu. Aslında onlara bu fikri veren ve müdâfaa ettiren de Marqui idi. Bu fikirlerin karşısında ise, meşhur hukukçu ve tarihçi zamanının adliye nâzırı Ahmed Cevdet Paşa ve beraberindekiler bulunuyordu. Cevdet Paşa’ya göre bir milletin temel kânunlarını böyle değiştirmek, o milleti imha etmek (yok etmek) demekti. Neticede devrin âlimleri de böyle bir teşebbüsün karşısına çıktılar. Sultan Abdülazîz Han da batı yanlılarının fikirlerine itibâr etmeyerek, Ahmed Cevdet Paşa başkanlığında bir komisyon kurdurdu. Daha sonra Hanefî mezhebi hükümlerine göre bir kitap hazırlamak üzere 1868 yılında Mecelle cemiyeti adlı resmî bir kurul meydana getirildi. Bu kurul, kısa sürede Hanefî mezhebinin muamelâta (alış-veriş, şirketler, hibe vb.) âid hükümlerin maddeler hâlinde tertibinden meydana gelen bir kânunlar mecmuasını hazırladı. Böylece Osmanlıların istinadgâhı (dayanağı) olan İslâmî hükümleri ortadan kaldırmak için kurulan sinsi plânların önüne geçilmiş oldu.
Alî Paşa’nın 1871’de ölümünden sonra sadrâzam olan Mahmûd Nedîm Paşa, Alî ve Fuâd paşaların İngiliz ve Fransız yanlısı dış siyâsetlerini terk ederek Rus yanlısı siyâset tâkib etti. Alî Paşa, taraftarlarını vazifeden uzaklaştırdığı için geniş bir muhalefetle karşılaştı. Alî Paşa’nın ölümü üzerine yurda dönen Jön Türkler de halkı Pâdişâh’a ve hükümete karşı ayaklandırmaya çalıştılar. Mahmûd Nedîm Paşa, iç ve dış siyâsetteki başarısızlığı sebebiyle sadâretten azledilince, Midhat Paşa sadrâzam oldu. Alî Paşa taraftarları ve meşrûtiyet idâresinin kurulmasını isteyen Jön Türkler, Midhat Paşa’nın etrafında toplandılar. Yeni sadrâzam da bâzı idarî ve mâlî tedbirler aldıysa da başarılı olamadı. Midhat Paşa’dan sonra sadrâzam olan Mütercim Rüşdî, Ahmed Esad, Şirvânîzâde Rüşdî ve Hüseyin Avni paşalar zamanında da Avrupalıların ıslâhatlarla ilgili baskıları devam etti. Bosna-Hersek, Bulgaristan gibi yerlerde ayaklanmalar meydana geldi. İçeride de çeşitli huzursuzluklar ortaya çıktı. 1875’de Mahmûd Nedîm Paşa tekrar sadârete getirildi. Ayaklanmaları bastırmak, İstanbul’daki huzursuzluktan gidermek için Midhat Paşa, serasker Hüseyin Avni Paşa gibi muhalif devlet adamlarına da hükümette vazîfeler verildi. Alınan yanlış mâlî tedbirler devletin içte ve dışta itibârının büsbütün kırılmasına sebeb oldu. Avrupa devletlerinin baskıları üzerine, 1876’da hıristiyanların çalıştıkları topraklara sâhib olma hakkı, müslim ve gayr-i müslim tebeadan meydana gelen meclislerin teşkili, iltizâm usûlünün tamamen kaldırılması ve çeşitli mahallî reformlar uygulamaya konuldu. Bu uygulamalar müslümanların nefretine yol açtı. Bulgaristan ayaklanmaları şiddetlendi. Müslümanlar katliâma uğradılar. Rumeli’deki Osmanlı eyâletlerinde devletin iktidar ve nüfuzu tamamen sarsıldı. Mahmûd Nedîm Paşa’nın idaresizliği ve Midhat Paşa ve taraftarlarının tahrikleri yüzünden İstanbul’da huzursuzluklar iyice arttı. Çıkan karışıklıklar üzerine Mahmûd Nedîm Paşa azledilince, sadâret makamına Mütercim Rüşdî Paşa getirildi. Prusya, Rusya ve Avusturya hâriciye nâzırları Mayıs 1876’da Şark mes’elesiyle ilgili isteklerini Bâb-ı âlîye bildirdiler. Bilhassa Rusya, istekleri kabul edilmediği takdirde şiddet yoluna başvuracağı tehdîdinde bulundu. Midhat Paşa’nın etrafına toplanmış olan meşrûtiyet taraftarları bu sıkıntıların giderilebilmesi için Pâdişâh’ın tahttan indirilmesi gerektiğini ileri sürdüler. 30 Mayıs 1876’da sultan Abdülazîz Han hal’ edilerek sultan beşinci Murâd tahta getirildi. Sultan Abdülazîz Han, hal’inden bir kaç gün sonra da Fer’iye Sarayı’nda sûikasd neticesinde Hüseyin Avni ve Midhat Paşa’nın adamları tarafından hâince şehîd edildi. Yeni sultan beşinci Murâd, çıkardığı fermanla reformlara devam edileceğini açıkladı. Beşinci Murâd’ın kısa süren saltanatından sonra, 31 Ağustos 1876’da İkinci Abdülhamîd Han pâdişâh oldu. 23 Aralık 1876’da meşrûtiyet îlân edilerek, hazırlanan Kânûn-i esâsi’ye göre seçilen meb’ûsların 19 Mart 1877 Pazartesi günü Dolmabahçe Sarayı’nda toplanması ve Meclis-i meb’ûsân’ın açılmasıylaTanzimât devri sona erdi.
Bir devre adını veren, Gülhâne hatt-ı hümâyûnu veya Tanzîmât fermanı, İhtiva ettiği fikirler itibariyle beş kısma ayrılabilir:
Birinci kısımda, Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan itibaren, şeriat kânunlarına uyulduğu için devletin kuvvetli, halkın müreffeh bir duruma ulaştığı açıklanmıştır. İkinci kısımda, yüz elli yıldan beri türlü gaileler ve çeşitli sebeplerle dîne ve kânunlara riâyet edilmediği için, müesseselerin bozulduğuna ve devletin zayıfladığına işaret edilmiştir. Üçüncü kısımda,Allah’ın inayeti ve Peygamberin yardımlarıyla devletin iyi bir şekilde idaresini sağlamak gayesiyle yeni kânunların konulmasının gerektiği belirtilmiştir. Bu üç kısım Hatt-ı hümâyûnun dördüncü bölümdeki yeniliklere müslüman tebeanın reaksiyonunu yâni karşı tepkisini azaltmak, onların itimâdını kazanmak için ustaca kaleme alınmıştır. Dördüncü kısımda ise, yeni kânunların dayanacağı prensipler açıklanmıştır. Buna göre; müslim ve gayr-i müslim bütün tebeanın namus, can ve mal emniyeti sağlanacaktır. Vergiler düzenli bir usûle göre ayarlanıp toplanacaktır. Askerlik düzenli bir şekle sokulacaktır.
Bu bölümde sayılan prensiplerle, evvelden beri Osmanlı idaresinde sanki bir kamu düzeni ve kânun bulunmadığı şeklinde bir hava verilmeye çalışılmıştır. Tanzîmât fermanı bu düzensizliği ortadan kaldırıyor iddiası ile ortaya atılmıştır. Hâlbuki kânun ve nizâm hâkimiyeti devletin kuruluş yıllarından îtibâren, pâdişâhlar dâhil herkes tarafından ençok riâyet edilen husustu.
Tanzîmât fermanının beşinci kısmında ise, yapılacak kânûnî düzenlemelerin yapılması ve tatbiki için gerekli olan tedbirlerden bahsedilmiştir.
Özü itibariyle tepeden inme bir hareket olan ve 1839 ile 1877 seneleri arasında devam eden Tanzîmât hareketi, daha sonraki devirlerde Osmanlı cemiyetinde önemli değişmelere yol açtı. Tanzîmâtçılar, özellikle Gülhâne Hatt-ı hümâyûnunun, kendilerince dikkatli şekilde hazırlanmış olan dördüncü bölümündeki boşluklarından batı kültüründen etkilenen fikirleri yönünde faydalanarak devletin hukukî, idarî ve mâlî yapısında bir çok değişiklikler yaptılar.
Bu dönemde Meclis-i vâlâ-yı ahkâm-ı adliye yeni baştan düzenlendi. Meclis üyelerinin sayısı artırıldı ve meclise geniş yetkiler verildi. Ferdî hakların korunmasıyla ilgili ceza kânunu çıkarıldı. Me’mûr suçlarına âid yeni bir idare kânunu düzenlendi. İltizâm ile aşâr toplama usûlleri kaldırıldı. Âşar, mâliye me’murîarı; hıristiyanlardan alınan vergiler ise, patrikhaneler vasıtasıyla toplanmaya başlandı. Müslümanlar vergilerini devlete verdikleri hâlde, hıristiyanların yergilerinin patrikhaneler tarafından toplanması hıristiyanlarda bağımsızlık fikrinin kuvvetlenmesine sebeb oldu. Nitekim asırlardır sulh içinde müslümanlarla beraber yaşayan ermeniler, bu târihten sonra teşkilâtlanıp devletin başına belâ oldular. Eyâlet merkezlerinde ve kazalarda Fransız department meclisleri örnek alınarak birer meclis kuruldu. Tanzîmât’ın bânîsi olarak bilinen Mustafa Reşîd Paşa birtakım mâlî düzenlemeler de yaptı. Fakat bu konuda belli bir programı olmadığından, netice elde edilemediği gibi, 1838 Baltalimanı andlaşmasıyla yabancılara verilen ticarî imtiyazlar ve uygulanan yanlış ekonomik politikalar sebebiyle durum daha kötüye gitti. Vergi işleri için defterdârlıklar kuruldu. Mâlî durumun bozulması üzerine ilk kâğıt para basıldı. Ancak karşılığı olmadığı için kısa sürede değerden düştü. Tanzîmât fermanında müslim ve gayr-i müslim eşitliğinin askerlikte de olması gerektiği bildirilmesine rağmen, hıristiyanlara askerlik mükellefiyeti yüklenemedi.
Maârifle ilgili işlerin yürütülmesi ve takibi için Meclis-i dâim-i Maârif-i umûmiye kuruldu. 1846’da Dârülfünûn’un temeli atıldı. 1851’de Fransız akademileri örnek alınarak Encümen-i dâniş adı ile bir akademi kuruldu. Fakat ilmî olmaktan çok siyâsî bir mâhiyet arzeden bu akademi, beklenen netîceyi veremedi.
İdâri teşkilâtta da bazı yenilikler yapıldı. Her eyâlete müşir rütbesinde bir vâli tâyin edildi. Her valinin yanına bölge kuvvetlerine kumanda edecek bir muhafız ile, mâlî işlere bakacak bir defterdâr verildi. Sancaklara ise paşa rütbesinde muhassıllar tâyin edildi. 1842’de muhassıllık kaldırılarak yerine kaymakam tâyin edildi. Bâzı eyâlet ve sancaklarda, müslüman ve hıristiyan ahâlinin nüfustan nisbetinde temsil edildiği meclisler kuruldu. Sancak merkezlerinde kurulan meclisler, mal müdürü, hâkim, tahrîrât ve mal başkâtipleri ile müslüman ve gayr-ı müslim temsilcilerinden oluşuyordu. Yâni devlet, yavaş yavaş sahipleri olan müslüman-Türklerin elinden çıkıp, gayr-i müslim unsurlara geçiyordu.
Tanzîmât’la birlikte yapılan hukukî düzenlemelerden sonra çıkarılan kânunlar iki kısma ayrılır. Birincisi Avrupa’dan tercüme ve iktibas edilip, Osmanlı Devleti’nin bünyesine uydurulmak istenen kânunlar, ikincisi ise, şer’î hukuka göre düzenlenen kânunlardır. Mecelle-i ahkâm-ı adliye haricindeki hazırlanan kânunların hepsinde az veya çok Avrupa, özellikle Fransız kânunlarının te’siri açık olarak görülmektedir. 1840 ve 1850-1851 tarihli ceza kânunları, 1857-1858 tarihli arazî kânunu, 1850 târihti ticâret kanunnâmesi, 1856 tarihli ceza kânunnâme-i hümâyûnu, 1861 tarihli usûl-ü muhâkeme-i ticâret nizâmnâmesi, 1863 tarihli tîcâret-i bahriye kanunnâmesi; Tanzîmât devrinde yapılan kânûnî düzenlemelerdir. Ahmed Cevdet Paşa’nın başkanlığındaki bir hey’et tarafından hazırlanan ve şer’î hukuka göre düzenlenen Mecelle-i ahkâm-ı adliye de bu dönemde hazırlanmıştır.
Tanzîmât’tan önce Osmanlı Devleti’nde; şer’î mahkemeler, cemâat mahkemeleri ve konsolosluk mahkemeleri olmak üzere üç çeşit mahkeme vardı. Tanzîmât’ın ilânından sonra mahkemelerle ilgili yeni düzenlemeler de yapıldı. Meclis-i tahkikat adıyla ceza mahkemeleri kuruldu. Başkanı vâli, üyeleri ise kâdı ile eyâlet meclisi üyeleri arasından veya dışarıdan vâli tarafından seçilen kişilerden meydana gelen Meclis-i tahkikat; cinsi ve mezhebi ne olursa olsun Osmanlı tebeası arasındaki hırsızlık ve benzeri dâvalardan başka, Osmanlı vatandaşı ile yabancı devlet vatandaşı arasında çıkan aynı konulu dâvalara bakmaktaydı.
Kapitülasyonlar ve 1838 Baltalimanı ticâret andlaşmasıyla yabancılara verilen imtiyazlar üzerine yabancılarla Osmanlı vatandaşları arasında çıkan çeşitli ticarî ve hukukî ihtilâfları çözmek için Ticâret meclisi denilen Ticâret mahkemesi, daha sonra da Karma ticâret mahkemesi kuruldu. Başkanı ticâret nâzırı olan bu mahkemenin on dört üyesinden yedisi Osmanlı uyruklu, diğer yedisi ise yabancı uyruklu kimselerdi. Böylece devletin yargı yetkisi kısıtlanmış bir duruma düştü. Bu Ticâret mahkemelerinin üstünde İstinâf-ı deâvî-i ticâret dîvânı kuruldu. 1856 târihinden sonra Osmanlı tebeası ile yabancılar arasındaki anlaşmazlıkların hepsine Konsolosluk mahkemeleri baktı. Böylece devletin hâkimiyet hakkı da sınırlı duruma geldi.
1864’de çıkarılan vilâyet nizâmnâmesi, her kazada bir Meclis-i deâvî (dâva kurulu), her sancak merkezinde bir Meclis-i temyiz (temyiz kurulu), her vilâyet merkezinde Dîvân-ı temyiz (üst temyiz kurulu) kurulmasını öngörüyordu. Hem müslümanların, hem zımmîlerin işlerine bakacak olan bu mahkemeler şerîat, cemâat, ticâret ve konsolosluk mahkemelerinin yargı alanlarının dışındaki işlere bakacaktı. Bu maksatla Nizamiye mahkemeleri kuruldu. 1868’de Meclis-i vâlâ-yı ahkâm-ı adliye ikiye ayrıldı. Bir bölümüne Şûrâ-yı devlet, diğer bölümüne Dîvân-ı ahkâm-ı adliye adı verildi. Böylece Nizamiye mahkemelerinin üst organı ortaya çıktı. Bu yüksek mahkemenin üyeleri müslim veya gayr-i müslim Osmanlı vatandaşları arasından seçilirdi. Aynı yıl içinde Nizamiye mahkemelerine yeni bir biçim verildi. Her nahiyede imâm veya papazın başkanlığında en az üç, en çok on iki üyeden meydana gelen ihtiyar meclisleri, ilçelerde kâdının başkanlığında üç müslüman, üç zımmî vatandaştan meydana gelen Meclis-i deâvî, sancaklarda ise, yine kâdının başkanlığında üç müslüman, üç zımmî vatandaştan ve devlet tarafından tâyin edilecek bir üyeden meydana gelen hukuk ve ceza mahkemeleri kuruldu. Vilâyetlerde ceza ve hukuk mahkemelerinin yanında önemli ceza dâvalarını görmek üzere Meclis-i cinayet denilen ağır ceza mahkemeleri kuruldu. 1870 yılında Dîvân-ı ahkâm-ı adliyenin istinaf bölümü gerek kalmadığından kaldırıldı. Yalnız temyiz bölümü kaldı.
Tanzîmât döneminde çok sayıda mahkemenin ortaya çıkması, mahkemeler arasındaki yetki ve görev uyuşmazlıklarını meydana getirdi. Devletin adalet hayâtı karışıklık içine düştü.
Tanzîmât fermanı ve onu tamamlayıcı mâhiyetteki Islâhat fermâmyla bilhassa gayr-i müslim tebeaya her türlü imtiyazlar tanındı. Bu imtiyazlardan istifâde eden gayr-i müslimler, Osmanlı ülkesinde önemli bir mevkie geldiler. Kapitülasyonlar ve 1838 ticâret andlaşmasıyla hıristiyan devletlere tanınan imtiyazlardan da faydalanan gayr-i müslimler, cizye ve haracın kaldırılmasıyla iktisadî bakımdan hür, hukukî bakımdan korunmuş bir sınıf olarak ortaya çıktılar.
İhracât ve ithalât rejimlerinde yabancı devletler lehine yapılan düzenlemeler üzerine, korumasız kalan yerli sanayi ve iç ticâret geriledi. Çok az gümrük vergisi alınan yabancı devlet malları, iç piyasayı istilâ etti. Sanayi sahasında bâzı teşebbüsler yapılıp, devlet tarafından bâzı küçük fabrikalar kurulmaya çalışıldıysa da, yabancı devlet malları karşısında rekabet edilemeyerek netîce alınamadı.
Avrupa devletleriyle olan ilmî ve teknik münâsebetlerle birlikte siyâsî, kültürel, sosyal ve hukukî münâsebetler neticesinde günlük hayâtın pek çok kısmında ahlâkî ve kültürel değişiklikler meydana geldi. Kendi târih ve kültürümüze âid değerler ve müesseseler atılarak, hıristiyan Avrupa’ya âid müesseseler, devletin bünyesi ve müslüman ahâlinin temâyülleri göz önüne getirilmeksizin aynen alınmaya başlandı. Medeniyet ile kültür arasında fark gözetilmedi. Avrupa’ya tahsîl için gönderilen kişiler, batının ilim ve tekniğini alacakları yerde, kültürünün etkisinde kaldılar. Edebiyatta ve çeşitli san’atlarda köklü te’sirler meydana geldi. Cemiyette Tanzîmât’ın prensiplerine bağlı, Avrupa’nın sokak kültürü ile yaşayan bir seçkinler sosyetesi (elit sınıf) meydana çıktı. Cemiyetteki ahlâkî ve manevî değerler zayıfladı. Batılılaşma hareketinin bizzat devlet tarafından yürütülmesi olan Tanzîmât, cemiyetin istek ve arzuları paralelinde olmadığı için, bir Kısım aydınların ve geniş halk kitlesinin reaksiyonuna sebeb oldu. Fransız sosyologu Gaston Bouthout’un ifadesiyle; Osmanlı Devleti, Tanzîmât ile kendi kendini sömürgeleştirdi ve yabancılaştırdı. Yapılan bu tahribatın gizlenmesi için de maârif, bayındırlık ve zirâatle ilgili göstermelik düzenlemeler yapılarak, geniş halk kitlelerinin tepkisi önlenmeye çalışıldı.
Netîce olarak, sultan İkinci Mahmûd Han’ın giriştiği inkılâplar, ilerlemeye karşı olan başlıca maddî engelleri ortadan kaldırmış ve Türkleri Avrupa medeniyetine doğru çekmişti. Ancak bu düşünce ve inkılâpların Osmanlıyı tekrar dünyânın süper gücü hâline getireceğinin idrâki içerisinde olan Avrupa devletleri ve bilhassa İngiltere, Osmanlı Devleti içerisinde çıkardıkları bunalımlarla, onlara bu işin müsbet netîcelerini toplama imkânını vermediler. Ancak bu açılan yol üzerinde yürüyen Tanzîmâtçılar, bir yandan memleketin içinde bulunduğu maddî-mânevî şartları iyi kavrayamadığı, öte yandan bu hayatî mes’elede geniş ve ilmî programa dayanan bir görüşten mahrum bulundukları için, Türk milletini taklitçiliğe doğru zorladılar. Avrupa ilmini ve tekniğini almak gibi daha kolay ve esaslı hedefler dururken, her alanda onların yaşayış ve kânunlarını esas almaya çalışdılar. Dolayısiyle yaptıkları icrâat millî bünyeyi sarsmaktan gayri bir işe yaramadı.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Türk Cihân Hâkimiyeti Mefkuresi Târihi; cild-2, sh. 600 v.d.
2) Tanzîmât’ın Uygulanması ve Sosyal Tepkileri (H. İnalcık, Belleten XXVIII); sh. 623-690
3) Tezâkir IV (Cevdet Paşa); sh. 23
4) Mustafa Reşîd Paşa ve Dönemi Semineri Bildiriler (Ankara-1987)
5) Tanzîmât’tan Avrupa Topluluğuna Türkiye (M. Emin Gerger, İstanbul-1987)
6) Mustafa Reşîd Paşa ve Tanzîmât
7) Rehber Ansiklopedisi; cild-6, sh. 315-317
8) İslâm Ülkelerinde Anayasa Hareketleri (S. Tuğ); sh. 254 v.d.
9) Türkiye ve Tanzîmât (Engel-hardt, Trc. A. Reşâd); sh. 115-118