15 Eylül 2017 Cuma

BABI ALİ


Osmanlı Devleti’nde sadrâzamlık makamının ve bâzı idâri kuruluşların bulunduğu devlet idâresinin merkezi sayılan yer. Bu tâbir daha çok on dokuzuncu asrın başından îtibâren kullanılmaya başlandı.
Bâb; kapı, âlî; yüksek, yüce mânâlarına gelmekte olup, Bâb-ı âlî; yüksek kapı demektir. İslâm ve Türk târihinde birliğin ve kuvvetin temsilcisi olarak kabul edilen devletin ve hükümetin merkezleri yüksek ve yüce olarak bilinmiş, bu merkezlere çeşitli isimler verilmiştir. Der, dergâh, bâb-ı saray, el-bâb-üs-sultâniye, bâb-ı hümâyûn, bâb-ı âlî, bâb-ı âsafî, paşa kapısı gibi isimlerin kullanılması bunun bir ifadesidir. Esasen bâb kelimesi umûmî olarak hükümet yerine kullanılmıştır.
Osmanlılarda pâdişâh saraylarına Bâb-ı hümâyûn denildiği gibi, sadrâzam konaklarına da Bâb-ı âlî denilirdi. İstanbul’un fethine gelinceye kadar, devlet işleri pâdişâh saraylarında görülür, vezirler, devlet erkânı oraya gelerek pâdişâhın başkanlığında toplanır ve halkın işlerine bakılırdı. Fâtih Sultan Mehmed Han, ata ve dedeleri zamanında uygulananlarla kendi tarafından ilâve ettiği hükümleri birleştirerek meydana getirdiği kanunnâmede bunu yeni esaslara bağladı. Dîvân-ı hümâyûn adı verilen bu toplantılar, Topkapı Sarayı’nda Kubbe altı denilen yerde yapılır ve birinci derecede önemli mes’eleler karâra bağlanırdı. İlk zamanlar pâdişâhlar bu dîvân toplantılarına başkanlık ederlerdi. Sonraki devirlerde ise, sadrâzamlar başkanlık etmeye başladılar. Bununla birlikte mühim kararlar alınacağı zaman pâdişâhlar yine dîvâna katılarak başkanlık ederlerdi (Bkz. Dîvân-ı Hümâyûn).
Osmanlı Devleti’nin büyümesi ve mes’elelerin gün geçtikçe fazlalaşması üzerine, dîvân-ı hümâyûnda görüşülmesi gereken pek çok husus, sadrâzamın konağında toplanan ikindi dîvânına havale edilmeye başlandı. Böylece dîvân-ı hümâyûn kıymet ve ehemmiyetini yavaş yavaş kaybetti ve devletin en mühim işleri bile paşa kapısı denilen sadrâzam konaklarına taşınmaya başladı. Bu sebeble eskiden beri âsaf sıfatıyla anılan vezîriâzamların konağına sarây-ı âsafî veya bâb-ı âsafî denildi. Paşa kapısı tabiriyle de anılan sadrâzam sarayı, dîvânhâne-i bâb-ı âlî veya kısaca bâb-ı âlî tabiriyle de ifâde edilmeye başlandı. Bunlar sadrâzamın oturduğu semte göre çeşitli yerlerde bulunuyorlardı. Umumiyetle Mahmûdpaşa, Gedikpaşa, Atmeydanı, Yerebatan semtlerinde bulunan paşakapısı on yedinci asırdan îtibâren Topkapı Sarayı’nın Gülhâne tarafındaki Alayköşkü’nün karşısına taşınması ve istisnalar hâriç sadrâzamların burada oturmalarıyla Bâb-ı âlî denilen yer ortaya çıktı.
Sultân birinci Ahmed Han’ın sadrâzamlarından Derviş Paşa, bugünkü Bâb-ı âlî civarında bir konak yaptırdı. Sultan birinci Ahmed Han ve dördüncü Murâd Han devri sadrâzamlarından Halîl Paşa da Alayköşkü karşısında başka bir konak yaptırdı. Sultan dördüncü Mehmed Han 1653’de Halil Paşa’ya âit konağı tamir ve tefriş ettirip, sadrâzamlar için tahsis etti. Nevşehirli Dâmâd İbrâhim Paşa’ya kadar gelen sadrâzamlar bu konakta oturdular. Böylece ilk sadâret makamı tesbit edilmiş oldu. Nevşehirli Dâmâd İbrâhim Paşa bugünkü Cağaloğlu hamamının bulunduğu yerdeki Fatma Sultan Sarayı’na yerleşince, burası paşa kapısı kabul edildi. 1739 yılında bu saray yandı. Fatma Sultan Sarayı yangınını tâkib eden yıllarda Halîl Paşa Sarayı tekrar tamir edilip döşendikten sonra paşa kapısı olarak kullanıldı. Bu sarayın Topkapı Sarayı’na bakan ve Bâb-ı âlî denilen soğuk çeşme tarafında bugün de mevcûd olan süslü ve büyük bir kapısı vardı. Başlangıçta haremlik ve selâmlık dâirelerini ihtiva eden Bâb-ı âlî binasının, büyük mutfakları, koğuşları, ahırları v.s. bulunduğu gibi, sadrâzamın resmî muamelelerinde yardımcıları olan tevkii, reîsülküttâb, kethüdâ-i sadr-ı âlî, çavuşbaşı gibi kimselerin ve me’murların çalıştığı odaları vardı.
1755 yangınında sarayın yok olması üzerine, bugünkü vâli konağının bulunduğu kısma yeni sadâret binası yaptırıldı, önceleri paşa kapısı olarak bilinen sadâret sarayına birinci Abdülhamîd Han zamanından îtibâren Bâb-ı âlî adı verildi. 1788 yılında çıkan yangında kısmen harâb olan Bâb-ı âlî sarayı bilâhare tamir edilip kullanıldıysa da, 1808’de vuku bulan meşhur Alemdâr vak’asında tamamen yanarak kullanılmaz hâle geldi. Alemdâr vak’asından iki yıl sonra yapımına başlanıp on yedi ayda tamamlanan yeni Bâb-ı âlî binası da 1826’da yanınca, aynı yere, daha geniş hudutlarla tekrar inşâ edilip, Nalli Mescid Bâb-ı âlî hudutları içine alındı. 1839’da çıkan yangında tekrar yanan Bâb-ı âlî binası aynı yerde tekrar yapıldı. 1844’de inşâatı bitince merasimle hizmete açıldı. 1878’de Şûra-yi devlet dâiresinden çıkan yangında Ahkâm-ı adliye dâiresi, dâhiliye ve hâriciye nezâretleri de büsbütün yandı. Sadâret dâiresi ise büyük gayretler neticesinde kurtarılabildi. Bilâhare tekrar inşâ edilen Bâb-ı âlî binası, 4-5 Ocak 1911 gecesi telgraf dâiresinden çıkan yangın sonunda, sadâret dâiresi ve hâriciye nezâreti binaları dışında tamamen yandı. Yıldız evrakı diye bilinen pek çok evrak ile târihî vesika bu yangında yok oldu. Bâb-ı âlî’nin bu yangınında dâhiliye nezâreti tamamen yandığından, bilâhere bu orta kısım yapılmayıp, ikiye bölünen binanın bir kısmına İstanbul vilâyeti, diğer kısma ise, İstanbul defterdârlığı yerleştirildi. Daha sonra defterdârlık binası da yandığından, târihi Bâb-ı âlî binasının sâdece İstanbul vilâyet konağı olarak kullanılan eski sadâret dâiresi kısmı kaldı.
İlk zamanlar sadrâzamların ikâmetgâhı olan Bâb-ı âlî binası vak’a-yı hayriye diye bilinen yeniçeriliğin kaldırılmasından sonra, ikâmetgâh olmaktan çıkıp tamamen idare merkezi hâline geldi. Bu zamana kadar Bâb-ı âlî’de muameleler iki yolla yürütülürdü. Birincisi; hârici ve mühim mes’eleler, sadrâzam, şeyhülislâm, kethüda, reîsülküttab, defterdâr, kapdanpaşa ve kazaskerlerden meydâna gelen bir dîvânda görüşülür ve karâra bağlanırdı. İkincisi ise; umûmî ve alelade mes’eleler sadrâzamın başkanlığında, Anadolu ve Rumeli kazaskerleri ile İstanbul kâdısından meydana gelen bir meclisde görüşülür ve karâra bağlanırdı.
Sadrâzamlar, aileleri, dâireleri halkı denilen maiyyetleri ve me’mûrlarıyla birlikte Bâb-ı âlî’de otururlardı. Buna göre, en büyük yetkili kimsenin sadrâzam olduğu Bâb-ı âlî’de üç kısım kimse vardı.
1- Harem dâiresinde; sadrâzam ailesi,
2- Selâmlık dâiresinde; sadrâzamın maiyyeti ve ağalar,
3- Kalem dâiresinde; devletin resmî işlerini gören me’mûrlar.
Bir nevî mekteb mâhiyetini taşıyan kalem dâiresi de, kethüda bey dâiresi ve dîvân-ı hümâyûn kalemi kısımlarına ayrılırdı. Askerî ve dâhili işlere bakan kethüda bey, sadrâzamın muavini idi. Dîvân-ı hümâyûn kalemindeki kâtiplerin başında bulunan kimseye de reîsülküttâb denirdi. Bu da siyâsî ve hârici işlere bakardı. Reîsülküttâbın maiyyetinde ikinci derecede sorumlu olan âmedci, beylikçi ve dîvân tercümanı adı verilen me’mûrlar bulunurdu. Bunlardan âmedci, Bâb-ı âlîden pâdişâha arz ve takdim olunacak yazıları yazar; beylikçi, pâdişâhdan gelen emirleri, fermanları, devletçe akd olunan muahede (andlaşma)leri ve emsali evrakı tanzim, koruma ve zabt etmekle uğraşır, tercüman ise; Bâb-ı âlî’nin elçilerle olan konuşma ve haberleşmelerini ve sefirlerin îtimâdnâmelerini (güven mektubu) takdîm ettikleri sırada pâdişâh nezdinde tercümanlık vazifesi görürdü. Bunlardan başka, davacıları sadrâzam huzurundaki dîvân-ı adalete getirmek ve götürmek, oradan verilen cezaları tomruk dâiresinde tatbik eden ve dâva işleriyle uğraşan çavuşbaşı vardı.
Sultan İkinci Mahmûd Han-ı Adlî tarafından başlatılan ıslâhat hareketleri çerçevesinde, 1836’da Bâb-ı âlî teşkilâtında da değişiklikler yapıldı. Yeni nezâretler (bakanlık) kurulduğu gibi, kethüda bey vazifesi mülkiye; bir sene sonra da dâhiliye nâzırlığına, reîsülküttâblık hâriciye, defterdârlık da mâliye nâzırlığına çevrildi. Ayrıca Meclis-i vâlâ-yı ahkâm-ı adliye ve Dâr-ı şûrâ-yı bâb-ı âlî isimleriyle danışma meclisleri kuruldu. Yine bu sırada şeyhülislâm, serasker, kapdanpaşa, dahiliye, hâriciye ve mâliye nâzırlarıyla Şûrâ-yı bâb-ı âlî ve Meclis-i vâlâ başkanlarından meydana gelen birMeclis-i hâs kuruldu. Böylece Bâb-ı âlî yeni bir şekil aldı.
1839’da Tanzîmât’ın îlân edilmesinden sonra Meclis-i vâlânın Bâb-ı âlîde, Şûrâ-yı bâb-ı âlînin ise ticâret nezâretinde toplanması kararlaştırıldı. Bu devirde ayrıca Meclis-i âl-i tanzîmât kuruldu. Mülkiye ve adliye işleri birbirinden ayrılıp Şûrâ-yı devlet meclisi, Bâb-ı âlîye yerleşti.
Tanzîmât’ın ilânından sonra bütün devlet dâirelerinin ve idâri merkezlerin toplandığı Bâb-ı âlî, sultan Abdülmecîd ve sultan Abdülazîz Han devirlerinde tam nüfuz sahibi oldu. Sultan İkinci Abdülhamîd Han’ın pâdişâhlığından sonra îlân edilen Birinci Meşrûtiyetin verdiği serbestlikten istifâde etmek isteyen, çoğunluğu gayr-i müslim ve Türk olmayan unsurlardan meydana gelen ve Avrupai fikirlerin etkisinde katan okumuş, sözde aydın kimselerin Meclis-i meb’ûsân üyelerinin elinde oyuncak hâline getirilen Bâb-ı âlî, Meclis-i meb’ûsânın dağıtılmasından sonra sarayın kontrolüne girdi.
Sultan İkinci Abdülhamîd Han’ın ikinci Meşrûtiyet’in ilânına kadar uyguladığı iç ve dış siyâset sebebiyle Bâb-ı âlî ikinci derecede kaldı. İkinci Meşrûtiyet’in îlânından ve sultan İkinci Abdülhamîd Han’ın tahttan indirilişinden sonra İttihâd ve Terakkîcilerin kontrolü ve etkisi altında kalan Bâb-ı âlî, tekrar idarede hâkim duruma geçti. İttihâdçıların hakimiyetindeki Bâb-ı âlînin uyguladığı çoğu gaflet, bâzıları hıyanete varan iç ve dış siyâsetle Osmanlı Devleti’nin yıkılışı çabuklaştı. Balkan harbi ve Birinci cihân harbine girmekle milletin ve memleketin başına büyük gaileler açıldı. Bu durum pek çok vatan toprağının Osmanlı Devleti’nin elinden çıkmasına sebeb oldu. Osmanlı Devleti’nin yıkılmasıyla birlikte Bâb-ı âlînin bulunduğu bina Büyük Millet Meclisi hükümetinin İstanbul mümessilliğine tahsis edildi. Daha sonra, bugün olduğu gibi, İstanbul vâliliğine verildi.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Rehber Ansiklopedisi; cild-2, sh. 153
 2) Büyük Türkiye Târihi; cild-8 sh. 448
 3) Osmanlı Târihi; (E. Z. Karal) cild-8, sh. 268
 4) Osmanlı Târih Deyimleri; cild-1, sh. 136
 5) Türkiye’de Meârif Târihi; cild-1, sh. 63
 6) Bâb-ı âlî (R. E. Koçu, Hayat Târih Mecmuası, sene 1974, cild-2, sayı-7) sh. 18
 7) Asırlar Boyunca İmparatorluğu İdâre Eden Bâb-ı âlî (O. Ergin; Târih Dünyâsı, İstanbul-1950) cild-1, sh. 386