Osmanlı Devleti’nin, geçimlerine ve hizmetlerine âid masrafları karşılamak üzere bir kısım asker ve me’murlara; muayyen bölgelerde kendi nâm ve hesaplarına tahsîl selâhiyeti ile birlikte tahsis etmiş olduğu vergi kaynaklarına verilen umûmi isim. Bu sistemde arazî, tımar verilen kimsenin mülkü değildir. Tımar sahibi (sâhib-i arz), arazîyi, reâyaya (vergi vermekle mükellef olan vatandaşa) işletmek üzere verir, mahsûlden ve reâyanın şahsından devletin alacağı vergileri toplar.
Tımar müessesesi (eski İslâm devletlerinde kullanılan ismiyle iktâ); sünnet, icmâ ve hulefâ-i râşidînin tatbîkatıyla sabittir. Nitekim Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem, önce Selît’e (radıyallahü anh), hicretin yedinci yılında da Yemâmeli Mucâa’ya (radıyallahü anh) bir miktar arazi verip, şöyle bir belge yazdırdı: “Bismillâhirrahmânirrahîm. Bu mektup Allah’ın Resulü tarafından Mucâa bin Mürre bin Sülmâ adına yazılmıştır. Ben sana iktâ yoluyla; Gurâbe, Sülmâ ve Rübel arazilerini verdim. Biri çıkıp delîl ile sana galip gelmek isterse bu senedi gösterirsin.” Hazret-i Ebû Bekr, hazret-i Ömer ve hazret-i Osman da halîfelikleri zamanında bu sahâbîye iktâlar vermişlerdir.
İktâ sistemi, Emevîler ve Abbasîler devrinde de devam edip, fethedilen topraklar, çeşitli şahıslara verildi. Abbasîler zamanında askerî hizmetlerin Türkler eline geçmesinden sonra, Türk kumandanlar, maiyyetlerindeki askerlerin masraflarına karşılık, kendilerine iktâ olarak verilen yerlerin gelirlerini topladılar. İktânın bu şekilde askerî bir mâhiyet almasından sonra bu sistem diğer İslâm memleketlerinde de kullanıldı. Gazneliler ve Büveyhîlerde asker maaşlı olmasına rağmen, maaş verilemediği zamanlar kumandanlar, muayyen bir mıntıkanın devlete âid vergilerini toplamakla vazifelendirilirler; topladıkları vergiler de senelik olarak kendilerine tahsis edilirdi. Selçuklular, sistemi geliştirip bundan farklı bir iktâ usûlü ortaya koydular. İdareleri altındaki yerlerde, mal toplayıp dağıtmak ve maaş vermek yerine, bir veya bir kaç köyü askere iktâ olarak verdiler. Yâni ilgili köylerdeki halkın devlete vereceği vergiler o mıntıkadaki askere tahsis edildi. İktâ şekli ve esasları zamanla devletin her tarafına yerleşti. İktâ sistemi vasıtasıyla halk ile devlet arasında askerî ve idarî kadrolaşma meydana geldi. Fakat kumandanlara iktâ olarak verilen büyük arazilerde, toplu askerî güçler meydâna gelmesinin devlete zararlı olacağı düşünüldüğünden, Türkiye Selçuklularında iktâ arazileri küçültülerek daha çok kişiye verildi.
Türkiye Selçuklu Devleti’nin yıkılmasından sonra kurulan Osmanlı Devleti’nde, iktâ usûlünün daha gelişmiş bir şekli olan ve tımar adı verilen sistemin uygulanmasına, Osman Gâzi’nin fetihleriyle başlandı. Fethettiği araziyi tımar olarak askerlerine dağıtan Osman Gâzi, Karacahisar’ı da oğlu Orhan Gâzi’ye verdi ve; “Tımarların sebepsiz yere sahiplerinden geri alınmaması, tımar sahibinin ölümü hâlinde arazinin bu kimsenin oğluna intikâl etmesi ve oğul küçükse, hizmet edecek yaşa gelinceye kadar onun yerine hizmetkârlarının sefere gitmesi” gibi şartlar koydu. Orhan Gâzi zamanında da bir takım kumandanlar sınıra yerleştirilerek kendilerine tımar verildi. Rumeli fütûhatı başladıktan sonra Gelibolu havalisi Yâkub Ece ile Gâzi Fazıl’a verilerek tımar sistemi Trakya’da uygulanmaya başlandı.
Tımar sistemi ilkteşkîlâtlanma safhasını Murâd-ı Hüdâvendigâr Han zamanında tamamladı. Birinci Murâd Hân, Rumeli beylerbeyi Tîmûrtaş Paşa’nın yardımıyla tımarları tanzim etti. Anadolu’da yaşayan bir kısım Türk aşiretlerini Rumeli’ne nakledip, bölgede tımar teşkilâtının iyice yayılmasını sağladı. Yıldırım Bâyezîd Han’ın Ankara’da Timur Han’a yenilmesinden sonra Osmanlı Devleti’nde toparlanma gayretleri sebebiyle teşkilâtlanma çalışmaları yavaşladı. Fâtih Sultan Mehmed Han, İstanbul’un fethinden sonra ihtiyâçların artması doğrultusunda devlet teşkilâtını tanzim etmek ve bu arada tımar sistemini geliştirmek için yeni kânunlar çıkardı. İkinci Bâyezîd ve Yavuz Sultan Selim Han zamanlarında tımar teşkilâtında büyük bir yenilik yapılmadı. Bu devrelerde tımar sistemi mükemmel bir şekilde işleyerek, 1514 yılında sipahilerin mikdârı, cebelüleri ile birlikte 140.000 kişiyi buldu. Yavuz Sultan Seltm Han Suriye’yi fethettiği zaman, bu ülkenin topraklarının büyük bir kısmını dirlik (tımar) olarak dağıttı.
Tımar teşkilâtı gelişiminin zirvesine Kânûnî Sultan Süleymân Han zamanında ulaştı. Kânûnî, mîrî arazi ve tımar sistemine âid hukuku belirleyen kânunlar koydu. Beylerbeyilerinin tımar verme haklarını da sınırlayarak tezkereli ve tezkeresiz tımar ayrımını ortaya çıkardı. Kânûnî Sultan Süleymân Han’ın yaptığı düzenlemeler sonunda tımarlı sipahilerin ve cebelülerin mikdârı 200.000’e kadar çıktı.
Osmanlı Devleti’nde tımar sahibi, sâhib-i arz ismini de taşımış olmasına rağmen ne tımarı dahilindeki toprakların, ne de bu toprakları işleyen köylünün toprak sahibine veya devlete vermekle mükellef bulunduğu hak ve resimlerin mülkiyetine sahip değildi. Ancak muayyen hizmetleri yaptığı müddetçe, devlete âid çeşitli vergileri kendi nâm ve hesabına toplamak hakkından faydalanabiliyordu. Bu hak görülen vazifeye bağlı bir maaş mâhiyetinde olup, tımar sahibinin mülkiyetine giren ve bu sıfatla satılması, vakfedilmesi veya miras olarak vârislerine bırakılabilmesi mümkün olan bir gelir-mülk durumunda değildi. Gerçi tımar sahibinin ölümü hâlinde devlet, sipahinin hizmete yarar evlâdlarından bir veya bir kaçına tımar vermeyi prensip olarak kabul etmiş bulunuyordu. Fakat bu şekilde sipahinin çocuklarına verilen tımar, ölen babanın tımarı olmadığı gibi, kıymet îtibâriyle de aynı değildi.
Sipâhî tımarının kılıç tâbir edilen ve sipahilik hizmetine giren herkes için bir başlangıç kadro maaşı olarak kabul edilen çekirdek kısmı vardı. Bu kısmın, sipahinin, zamanla göstereceği yararlıklara göre yapılacak Terakkî zamlarıyla büyümesi mümkündü. Fakat sipahinin ölümü hâlinde oğullarına babalarının tımarının ancak kılıç (çekirdek) kısmı verilebilir ve bu başlangıç gelirine vaktiyle diğer tımarlara dâhil yerlerin gelirlerinden çıkarılan, hisseler hâlinde yapılmış olan zamlar geri alınırdı. Böylece yararlılığı görülen tımar sahiplerine yapılan zamlar bu suretle açığa çıkmış olan gelirlerden te’min edilirdi. Bu uygulama ile tımar arazisinin zamanla türlü fırsatlardan faydalanılarak büyütülmüş olan şekilleriyle bir aile mülkü hâlinde nesiller boyunca aynı soydan gelen kimseler elinde kalması önlenirdi. Has ve zeamet şeklindeki büyük tımarlar ise, kişi yerine makama verilirdi. Bunların sahipleri olan vezir ve beyler sık sık değişmekte olduğundan, değişen sahiplerinin bu tımarlarla ailevî bir münâsebet ve yakın bir alâka te’sis etmeleri imkânsızdı.
Her tımar sahibinin bir kılıç yerine tâyin edilmiş olması lâzımdı. Babalarının tımarı müşterek bir beratla iki kardeşe verilme hâlleri hâriç, bir kılıç yerine iki kişi tâyin edilemezdi. Daha büyük bir tımar vücûda getirmek için iki kılıç yeri bir kişiye verilmez, bu suretle tımar kadrolarında daraltma yapılamazdı.
Hayatta olan tımar sahiplerinin oğullarına dirlik verilmesi âdet değildi. Ama ihtiyarlık veya hastalık sebebiyle hizmet kudreti kalmayan sipâhî, yetişmiş ve hizmete yarar oğluna tımarını devredebilirdi. Bu takdirde de tımarın ancak kılıç kısmı oğula intikâl ederdi. Yalnız atadan ve dededen ocak ve kadîm-i yurt (eski yurt) olan mülk tımarlar istisna teşkil eder, bunların bütünlüğü bozulmazdı.
Babasının ölümü ile tımar sahibi olmaya hak kazanan bir çocuk, sefere gidebilecek yaşa geldiği hâlde, yedi yıl tımar talebinde bulunmazsa, her türlü hakkını kaybetmiş olurdu. Babaları tımarından kendilerine tımar verilmiş olan sipahi oğulları eskiden on yaşına gelinceye kadar sefer zamanı yerlerine bir cebelü gönderebilir ve ancak on yaşından sonra bizzat kendilerinin gelmesi îcâbederken, seferlerin uzaklarda yapılmaya başlanmasıyla bu yaş haddi on altıya çıkarılmıştı.
Devamlı bir şekilde yedi sene tımar talebinde bulunmak maksadıyla seferlere gitmeyen veya aynı maksatla İstanbul’a veya beylerbeyi kapısına başvurmayan sipâhîzâdeler veya sipâhî mâzulleri (sipahilikten azledilenler), serbest meslek sahibi kabul edilerek deftere, reâyâ (vergi veren vatandaş) yazılırlar ve bundan sonra; “Evvelden sipâhî idim, elimde beratım vardır” diye iddialarda bulunmaları da fayda vermezdi. Buna mukabil bu müddet içinde her zaman bir hizmet kabul etmeye hazır bulunmalarına rağmen, henüz bir tımara sâhib olmamış olan sipâhîzâdelerle, tekaüde ayrılmış ve azledilmiş sipâhîler, aradan ne kadar zaman geçmiş bulunursa bulunsun, dâima sınıflarının imtiyazı icâbı husûsî bir muameleye tâbi tutulmaktaydılar. Meselâ bu gibiler râiyyet rüsumu tâbir edilen çift ve bennak vergileriyle, koyun ve avârız vergilerinden muaftılar. Yalnızca ekip biçtikleri yerlerin öşrünü verirler ve istedikleri zaman zirâatı terketmek hürriyetine sahip bulunurlardı.
Elindeki tımar beratıyla herhangi bir köyden isimleri belirli şahısların öşrünün, çift akçesinin, bağ, bostan ve değirmen resimlerinin vs. tahsîli hakkı kendisine tahsis edilmiş bulunan ve bunlara karşılık bütün masrafları kendisine âid olmak üzere silâhları ve adamlarıyla seferlere katılma gibi ağır mâli bir yük altına girmiş olan sipahilerin de, o köy halkından bir kısmının kendi keyf ve arzularına göre istihsal faaliyetlerini azaltmalarına, çiftliği bırakıp başka bir işle meşgul olmak için köyünü terketmesine mâni olabilme imkânına sahiptiler. Bu suretle, mühim bir kısmı tımar sistemine dayanan bir devlet mâliyesine sâhib olan Osmanlı Devleti, vergi mükellefi olan reâyayı, bulunduğu yere ve mesleğe bağlamak prensibini kabule kendini mecbur hissetmişti. Çünkü tımar kayıtlarında da belirtildiği gibi, tımar sahiplerine terkedilmiş olan vergi gelirleri, herhangi bir bölgenin bütünüyle ve götürü olarak hesaplanmış bir vergisi olmayıp, sipahinin beratindeki akçe yekününü tutturabilmek için iyice hesaplanıp nev’i ve mikdârı belirtilmiş olan bir gelirdir. Bu itibârla mevcut kabul edilmiş olan hâsılat rakamlarının herhangi bir kısmında meydana gelebilecek bir noksanlık, sipahinin gelirinde bir azalmaya sebeb olacaktır. Bu yüzden reâyanın, otuz-kırk senede bir yapılmakta olan vergi ve arazi tahrirleri esnasında kendi üzerlerine kaydedilmiş olan toprakların işlenmesinden mes’ûl tutulması mecburiydi.
Tımar kanunnâmesine göre elinde bir çiftlik yeri olan reâyanın her sene Bursa müddiyle dört müd ekin ekmesi gerekirdi. Hiç ekmediği yıl için süvarisine bedel-i öşr olarak elli akçe öder, iki müd ekmiş olursa tazminatın mikdârı yirmi beş akçeye düşerdi. Bu rakamlara ayrıca yirmi iki akçelik bir çift resminin de ilâve edilmesi lâzımdı. Çift bozan resmi yahut levendlik akçesi adı ile bilinen ve on dokuzuncu asır başlarına kadar devam eden bu mükellefiyetin, çiftini bozup terk eden reâyanın tımar sahibine ödemesi lâzım gelen ve âşâr (öşürler) vergisi ve resimlerin bir tazmini mânâsını taşırdı. Elinde kâfi mikdarda toprağı olduğu hâlde, bu toprağı terkedip başka bir sipahinin tımarında çalışan veya arabacılık, gemicilik, balıkçılık, ırgatçılık, ticâret vs. gibi bir geçim yolu seçmiş bulunan reâyâyı tımar sahibi mahkeme kararıyla göçürüp işinin başına dönmeye mecbur edebilir, fakat bu hususta ayrılış târihinden itibaren on senenin geçmemiş olması gerekirdi. On seneden sonraki devreler içinde çift bozan reâyâ geri dönmeye zorlanamazdı. Buna karşılık, reâyâ, dört Bursa müdü tohum ektikten sonra serbest kalır, istediği işle meşgul olabilirdi. Etinde hiç toprağı bulunmayanlar için veyahut terkettikleri topraklar boş bırakılmayıp başkası tarafından işlenerek öşür ve resmi edâ edildiği takdirde, çiftbozan tazminatı bahis mevzuu edilemez, yalnız Çift resmi ve benzeri vergileri ödeme mükellefiyeti devam ederdi. Hastalıktan, yoksulluktan veya ihtiyarlıktan dolayı âciz kaltp çiftini bozanlardan çift resmi ve çift bozan tazminatı istenemezdi. Nitekim ciddî bir mâni bulunmadığı hâllerde üst üste üç yıl ekilmeyen topraklara tımar sahibinin el koyup tapuyla başkalarına vermek hakkına sâhib bulunması da, sipahinin beratına yazılı gelir mikdarının korunması için alınmış bir tedbirdi.
Tımar sahiplerinin beratlarında kendileri için gelir kaynağı olarak kaydedilmiş olan vergileri tamam olarak tahsîl edebilmeleri için, çiftbozan tazminatı hükümlerine benzer selâhiyetlerini bâzı hâllerde değirmen ve koyun sahipleri ve pirinç zırâati sahaları içinde kullanmaları mümkündü. Meselâ vergisi defterde sipahiye bir gelir kaynağı olarak kaydedilmiş olan bir değirmenin sahibi, harâb olan değirmenini terketmek istediğinde, değirmen hakkını sipahiye ödemeye mecbur tutulmaktaydı. Sahibinin işletmeye devama niyet ve kudreti bulunmayan değirmen, kâdı vasıtasıyla tamir edilir ve işletme yükünü üzerine alacak birine sattırılırdı. Bunun gibi sipahinin defterinde isimleri yazılı bulunan koyun sahipleri de ciddî bir sebep bulunmadan koyunlarını elden çıkarıp sipâhîyi bu haklarından mahrum bırakamazlardı.
Tımar her ne kadar belli bir hizmet karşılığında tımar sahibinin devlete âid vergileri kendi hesabına toplaması demekse de, tımarların nevilerine göre tımar sahibinin devlete karşı olan mükellefiyetleri değişmektedir. Devlete karşı olan mükellefiyetleri açısından, tımarları beş kısımda incelenebilir.
1- Arazinin mülk olarak verilip verilmediğine göre:
a) Mülk Tımarlar: Bu tür tımarlarda devlet, türlü hak ve resimleri toplama yetkisini tımar sahibine bütün hayâtı boyunca ve ölümünden sonra da mirasçıları tarafından tam bir mülk olarak tasarruf edilebilecek bir gelir hâlinde bırakmış bulunmaktadır. Bu gibi haklar vaktiyle devletten bir mülk olarak satın alınmış yahut fevkalâde durumlarda bir hizmete bağlı olmayarak bağışlanmış serbest mülkler olduğu hâlde zamanla devlet tarafından askerî hizmet şartı koyulmuştur. Mülk tımarların sahipleri sefere bizzat gitmek veya mükemmel silâhlanmış bir mikdâr asker (cebelü) göndermek mecburiyetindedirler. Bu gibi hizmetlerin yerine getirildiği müddetçe devlet mülk tımarlara el koymamıştır. Eğer bu tip tımar sahipleri sefere bizzat gelmezler veya yerlerine cebelü göndermezlerse, diğer tımarlar gibi dirlikleri ellerinden alınıp bir başkasına verilmez, sâdece tımarın bir yıllık gelirine devlet tarafından el konulurdu. Sahipleri ölünce de bu tip tımarlar bütünüyle erkek evlâda verilir, erkek evlâd olmadığı takdirde ise erkek veya kadın diğer mirasçılara intikâl ederdi. Onlar da hisseleri nisbetinde gönderilecek cebelülerin masraflarına iştirak ederlerdi. Bu gibi tımarlar, sahipleri tarafından sefere gitmek veya cebelü göndermek mükellefiyetiyle beraber, diğer mülkler gibi serbestçe alınıp satılabilir, aynı mükellefiyetle beraber olmak şartıyla vakfedilmeleri de mümkün olurdu.
b) Mülk olmayan tımarlar: Bu tip tımarlar ise hizmet karşılığı tımarın gelirlerinin bir kısmının tahsisi suretiyle verilen tımarlardır ki, Osmanlı Devleti’nde tımarların çoğu bu türdendi. Bunlar tımar sahibine mülk olarak verilmediğinden satılamaz, vakfedilemez, mîras bırakılamazdı.
2- Arazinin Gelirine Göre:
a) Has: Senelik geliri yüz bin akçe ve daha fazla olan tımarlara denirdi. Pâdişâha verilenler havass-ı hümâyûn adını taşırdı. Haslar, pâdişâhdan başka hânedâna mensup kişilere, vezirlere, beylerbeylerine, sancakbeylerine, defterdârlara vs. verilirdi. Pâdişâh ve hânedâna mensup olmayanlara verilen haslar makama mahsus olduğundan, vazifede bulundukları süre içinde kendilerine aitti. Azillerinde veya ölümleri hâlinde bu dirliği kaybederlerdi.
Fâtih Kânunnâmesi’ne göre devlet ricali içinde an fazla senelik gelire sâhib olan has, bir milyon iki yüz bin akçe ile vezîriâzamınki idi. Beylerbeylerine ise, bir milyon ile bir milyon iki yüz bin akçe arasında has veriliyordu. Defterdâra da has verilirse bunun altı yüz bin akçelik olması kânun icâbıydı.
Haslar, Voyvoda denilen kimseler vasıtasıyla idare edilirdi. Has olarak verilen yerin öşür ve diğer resimleri has sahibine âid olup, köylü zirâat yapmazsa toprak elinden alınarak bir başkasına verilirdi. Has sahibi gelirlerinin her beş bin akçesi için devlete bir cebelü adı verilen atlı, zırhlı ve silâhlı bir asker beslemek zorundaydı. Nitekim on beşinci yüzyılda Anadolu eyâletinde (Hüdâvendigâr/Bursa, Biga, Karesi, Menteşe, Teke, Kütahya, Alâiye, Karahisarısâhib, Sultanönü ve Hamid livaları) başta pâdişâh hasları olmak üzere diğer bâzı devlet adamlarına âid hasların geliri toplam 41.052.010 akçe idi ki, 8.210 cebelü beslenmekteydi. Aynı şekilde Rum eyâletinin (Amasya, Çorum, Tokat, Sivas, Şarkikarahisar livaları) toplam has geliri 5. 627. 861 akçe idi ki, bu mikdar da 1.125 cebelü beslenmesi demekti.
b) Zeamet: Senelik geliri yirmi bin akçeden yüz bin akçeye kadar olan dirliğe denirdi. Zeametler, eyâlet merkezlerinde bulunan hazîne ve tımar defterdârlarına, zeamet kethüdalarına, sancaklardaki alay beylerine; kale dizdarlarına, kapucu başılarına, dîvân kâtiplerine, defterhâne ve hazîne-i âmire kâtiplerine verilirdi. Ayrıca tımar sahipleri büyük hizmetlerde bulunduktan zaman, Terakkî (zam) alarak zeamet sahibi (zâim) olabilirdi. Zâimler hayatta oldukları müddetçe ellerinden alınmazdı. Zâimler de haslardaki gibi ilk beş bin akçesi hâriç, sonraki her beş bin akçe gelir için bir cebelü beslemek mecbûriyetindeydiler. Zeametlerin elli bin akçeden yukarı olanlarına ağır zeamet adı verilirdi.
Bir kişiye verilen zeamet, o kişi öldüğü yâni zeamet boş kaldığı zaman tekrar başka bir kişiye zeamet olarak verilir ve o yer bölünmezdi. Meselâ 25.000 akçelik bir zeamet yine aynı mikdarda olmak üzere başkasına verilirdi. Bu tür zeametlere tezkereli zeamet adı verilirdi. Bunun dışında, aslında tımarken, alıman Terakkîlerle zeamet olan yerler sahibi öldüğü zaman başkalarına, toprak geliri bölünerek tımar olarak verilirdi. Osmanlı Devleti’nde 1520-1535 târihleri arasında Anadolu eyâletinde 195, Rumeli eyâletinde ise 384 zeamet vardı.
Zeamet sahipleri zeâmetlerindeki vergileri bütünüyle kendileri alır, sancakbeyi ve subaşılar müdâhale edemezlerdi. Savaş zamanlarında cebelüleriyle birlikte sancak beylerinin kumandası altında sefere iştirak ederlerdi. Savaş olmadığı anda ise, kimseye bağlı olmazlar, hattâ toprakları içindeki suçluları kendileri yakalarlar, başkaları karışamazdı. Zeametin bâzan bir kaç kişiye müşterek olarak verildiği de olurdu.
c) Tımar: Senelik geliri iki bin akçeden başlıyarak yirmi bin akçeye kadar olan dirliğe tımar ismi verilmiştir. Tımar sahipleri senelik gelirden kılıç adı verilen muayyen bir kısmın ayrılmasından sonra geriye kalan gelirin her 3.000 akçesi için bir cebelü beslemeye mecburdular. Kılıç bedeli, sipâhînin kendi aylığına karşılıktır. Kılıç bedelinin mikdârı illere ve tımarların tezkereli veya tezkeresiz oluşuna göre 2.000, 3.000, 6.000 akçe arasında değişirdi. Herhangi bir gelir kademesinde bulunan sipâhînin harbe katılmak için getirmesi lâzım gelen silâhlarla zırh ve çadırların nevi, beraberinde gelecek cebelü tâbir edilen yardımcı silâh arkadaşlarının adedi ve teçhizatı bütün teferruatıyla tesbit edilmiş bulunmaktaydı. Harbe girmeden evvel beylerbeyi tarafından bu bakımdan sıkı bir teftişe tâbi tutularak kusurlu görülen sipahilerin ellerinden tımarı alınıyordu. Orduların harpten evvelki toplanma yerlerinde teçhizatın gözden geçirilmesiyle birlikte, türlü silâhların kullanılma tâlimleri ve bu arada bilhassa yeni çağlarda ehemmiyet kazanmış olan tabanca kullanan sipahilere at sırtında seyir hâlinde silâhlarını sür’atle doldurup boşaltma tâlimleri yaptırıldığı da görülmekteydi.
Tımar sahipleri ölünce tımarının kılıç kısmı oğluna veya oğullarına müşterek tımar olarak verilir, diğer kısmı Terakkî sağlayan tımar sahiplerine dağıtılırdı. Cephede ölen tımar sahibinin oğluna, yatakta ölen tımar sahibinin oğluna verilenden daha büyük dirlik verilmesi de kânunda açıkça belirtilmişti.
3- Tımar Sahiplerinin Gördükleri İşlere Göre
a) Eşkinci tımarları: Bunların sahipleri harp zamanında alay beyinin kumandası altında cebelüleriyle birlikte bilfiil sefere gitmekle mükelleftiler. Osmanlı tımarlarının ekserisi bu türdendi.
b) Mustahfız tımarları: Şunlar kale askerlerine verilirdi. Bu tımarların sahipleri mensub oldukları kalenin müdâfaası ile mükelleftiler. Aslında askerî olmakla birlikte bu tür tımarlar kale komutanlarına ve kaledeki görevli askerlerle her türlü hizmetlilere verilirdi.
c) Hadere (Hizmet) tımarları: Bu tımar sahipleri saraya ve dînî kurumlara belli hizmetlerde bulunmakla mükelleftiler. Bu tımarların sayısı çok azdır. Osmanlı Devleti’nin ilk zamanlarında sipahilerin yanında, harp adamı olmayan tımar sahiplerine de rastlanmaktaydı. Meselâ Bosna’daki kalelerin tâmiriyle vazifeli yetmiş-seksen kişilik bir duvarcı ustası topluluğunun başında bulunan mimârın geçimi, bu civarda tasarrufunda bulunan bir tımarın mahsûlüyle te’min edilmekteydi. Yine, 1471 yılında Rumeli’de Tırhala livasının Fener nahiyesinde Kılıççı Ali Usta’nın sefer yıllarında hazîneye kılıç vermek taahhüdü karşılığında bir tımara sâhib olduğu görülür. Bâzı hudud bölgelerindeki kalelerin imâmları da, ulufe veya vakıf gelirinden maaş alacakları yerde tımar tasarruf etmekteydiler. Yine ilk devirlerde kâdıların geçimlerini te’min için de kendilerine tımar şeklinde arazi gelirleri tahsis edilmişti. Tımarları karşılığı donatacakları gemilerle donanmada hizmet gören kaptanlar da mevcuttu.
4- Veriliş Şekillerine Göre
Kânûnî Sultan Süleymân Han devrine gelinceye kadar, ölmüş olan tımar sahiplerinin oğluna beylerbeyi tarafından tımar veriliyordu. Fakat 1530’da bu usûl değiştirildi ve beylerbeyinden ancak düşük gelirli tımarları verebileceği, daha büyük gelir sağlayan tımarların ise beylerbeyinin tezkiresi üzerine İstanbul’dan fermanla verilebileceği esâsı kabul edildi. Beylerbeyinin tezkiresini alan sipâhî, İstanbul’a giderek, altı ay zarfında beratını almak mecbûriyetindeydi. Aksi takdirde tımarının gelirinden faydalanamazdı. Bu esasların kabul edilmesi üzerine tezkireli-tezkiresiz tımar ayırımı ortaya çıktı.
a) Tezkireli tımarlar: Beylerbeyinin doğrudan doğruya vermeye yetkili olmadığı tımarlar olup, İstanbul’dan verilirdi. Ayrı vilâyetlerdeki tımarların kılıç kısımları aynı büyüklükte olmadığından, tezkireli ve tezkiresiz tımarların büyüklükleri beylerbeyliğine göre değişmektedir.
Meselâ Rumeli, Budin, Bosna, Tameşvar beyliğinde geliri 6.000 akçeden fazla olan tımarlar tezkirelidir. Buna karşılık Kıbrıs adasında ve Kocaeli, Biga sancaklarında 5.000, Karaman, Zülkadriye ve Rum eyâletlerinde de 3.000 akçenin üzerinde gelire sahip tımarlar tezkireliydi.
b) Tezkiresiz tımarlar: Beylerbeyinin doğrudan vermek yetkisine sâhib olduğu tımarlardır. Bunların kıymeti ekseriya düşüktü.
5- Mâlî Yapısına Göre:
a) Serbest tımarlar: Tımar sahibinin, gerdek, tapu, kışlak ve yaylak, cürüm ve cinâyet resimleri (Bkz. Tekâlif-i örfiyye) gibi mikdârları önceden belli olmayan ve bâdihevâ denilen bu vergileri almak hakkına sâhib olduğu tımarlardır. Subaşı, çeribaşı ve benzeri bir takım vazîfe sahiplerinin tımarları ve büyük devlet me’murlarının görev sürelerince devam eden has ve zeametleri serbest tımardır.
b) Serbest olmayan tımarlar: Sahibinin bâdihevâ denilen vergileri almak hakkına sâhib olmadığı tımarlardır.
Osmanlı Devletî’nde yurtluk ve ocaklık tâbir edilen tımarlarda vardır. Bunlar, tersane masraflarını yahut bir kalenin muhafızlarının veya bir kasaba veya şehir me’murlarının aylıklarını karşılamak için tevcih edilen dirliklerdir. Bunların sahipleri bir kaç bölgenin öşrünü tahsîl ederlerdi. Ocaklık tevcihi, tımar sahibine öşürden başka ayrıca gümrük vergisi gibi bâzı vergilerin tahsiline selâhiyet verirdi. Yurtluk ve ocaklık alan kimseler, hududları korumak ve bilhassa âni savaşlarda asıl ordu gelinceye kadar düşmanla mücâdele ve asıl ordu gelince ona iltihak etmek vazîfelerini görürlerdi. Sahipleri ölen yurtluk ve ocaklık tımarları, ölen kimsenin oğullarına intikâl ederdi.
Kânûnî Sultan Süleymân Han devrinde gelişmenin zirvesine erişen tımar sistemi, bu Pâdişâh’ın vefâtından sonra bozulma belirtileri göstermeye başladı. On altıncı yüzyılın sonlarında, bilhassa, tımar teşkilâtının yüksek emir ve kumanda kadrolarını teşkil eden sancak beyliklerinin umumiyetle âdet olduğu üzere kapu kulları arasında yetişmiş ocak mensuplarına verilecek yerde, uzun süren savaşların sebeb olduğu ağır mâlî külfetin karşılanabilmesi için iltizam usulüyle peşin gelir karşılığı alınarak satılması neticesinde, henüz İstanbul’u görmemiş ve pâdişâhın ekmeğiyle beslenmemiş, âdab ve usûlden haberi olmayan beceriksiz kişilerin eline geçmesi bozulmayı hızlandırdı. Bu âdâb ve erkân bilmez kişiler başa geçince, tımar sahiplerinin seferlerde yapılması gerekli yoklamaları, iyi bir şekilde yapılamadı. Yapılması gereken bu yoklamalar daha sonraki devrelerde tımar dağıtımı ve Terakkîlere temel teşkil ettiğinden haketmemiş kişiler tımar sahibi olmaya başladı. Ayrıca ölen veya azledilenlerden boş kalan tımarların, yeni istihkak sahiplerine devir edildiği esnada ruznâmçelerdeki kapatılması gereken eski kayıtların kapatılmaması, buralara defalarca yeni tâyinler yapılması gibi hatâlar, tımarı haketmeyenlerin yanında hak edenlerin de mağdur olmasına sebeb oldu.
Yine bu yıllarda devamlı harplerin ve celâli isyânlarının meydana getirdiği tahrib ve masraflar, tımarlı sipahi zümresinin fakirliğine sebeb olarak, bunların beslediği asker sayısında önemli ölçüde düşmeler meydana geldi, öyle ki, zamanında yirmi iki sancaktan teşekkül etmekte olan Rumeli eyâletinin eski tımar kadrolarına göre, her an sefere hazır vaziyette bulunması gereken asker mevcudu 33.000 iken, on yedinci yüzyılın ortalarında Rumeli beylerbeyinin harbe giderken emri altındaki tımarlı sipahi mevcudu hiç bir zaman 2.000’i bulmadı. Anadolu beylerbeyinin maiyyetinde de 18.700 mevcutlu bir tımarlı sipâhî ordusu yerine 1.000 kişiden fazla bulunamadı. Böylece elli-altmış yıl önce sayıları 200.000’i bulan tımarlı sipâhî ve cebelüler, 1768’de 20.000 kişiye kadar düştü.
Tımar sisteminde eski usûl ve nizamların terkedilerek askerî dirliklerin, nüfuzlu devlet adamlarının hizmetkâr ve kölelerinin veya tımarları kendileri için kârlı bir iş olarak çeşitli usulsüzlüklerle satın almış olan işadamlarıyla, şehir oğlanı veya reâyâ kısmından bir takım kimselerin eline geçmesi, sipâhî zümresinin askerî bir kuvvet olarak eski gücüyle birlikte devlet ve cemiyet içindeki îtibârlı mevkiini de kaybetmesine yol açtı. Diğer taraftan devlet, ordunun tımarlı sipahilerden boşalan askerî gücünü takviye için ulûfeli kaptkulu ocaklarının mevcudunu arttırmak mecburiyetinde kaldı. Bu hâl de devlet merkezinde büyük ve teşkilâtlı bir ihtilâl kuvvetinin toplanmasına ve ocaklar halkının her gün daha fazla devlet işlerine karışma fırsat ve kuvvetini kendilerinde bulmalarına sebeb oldu. On yedinci yüzyılda devletin tam bir serbestlik içinde çalışmasını tehlikeye koyan isyân ve zorbalık hareketlerinin mühim bir sebebi, eskiden olduğu gibi, karşılarında bir denge ve te’dîb (yola getirme) kuvveti olarak tımarlı sipâhî ordusunun mevcut olmamasıydı. Bu durum ise, Osmanlı nizâmının askerî ve siyâsî olduğu kadar, içtimaî ve iktisadî temellerini sarsıyor ve memleketin harâb olmasına zemin hazırlıyordu.
İyi işlediği müddetçe devletin kuvvet unsurlarından birini teşkil eden dirlik sistemi, iyice dejenere olması üzerine gözden düşünce, ilk olarak 1703’de Girid adasında ortadan kaldırılıp, burada maaşlı me’murluk düzenine geçildi. Ülkenin diğer yerlerindeki tımarlar ise, 1812’den itibaren boş kaldıkça yeniden verilmemeye başlandı. 1839’da yayınlanan Gülhâne Hatt-ı hümâyûnu ile tamamen ortadan kaldırıldı. Fakat dirlik sistemini kaldırırken, tamamen batının liberal fikirlerinin te’siri altında kalıp, taklitçilikle hareket eden tanzîmâtçılar, bu teşkilâtın yerine yeni bir sistem koyamadılar.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Türkiye’de Toprak Mes’elesi Toplu Eserleri (Ö. Lütfi Barkan); sh. 805 v.d.
2) XIV. Yüzyıldan XVI. Yüzyıla Kadar Osmanlı Devleti’nde Tımar (Nicoarâ Beldiceanu)
3) İslâm Târihi Ansiklopedisi (Türkiye Gazetesi); cild-6, sh. 114
4) Hicri 835 Tarihli Sureti Defteri Sancak-ı Arvanid (Nşr. Halil İnalcık)
5) Zeki Velidi Togan Armağanı (Ö. Lütfi Barkan, İstanbul-1950-55); sh. 61-70
6) Osmanlı İmparatorluğunda Eyâlet Taksimatı, Toprak Dağıtımı ve Bunların Mâlî Güçleri (Aynî Ali Efendi. Çev. H. Tuncer); sh. 42
7) Neşri Târihi; sh. 112-113
8) Âşıkpaşazâde Târihi; sh. 104
9) Koçi Bey Risalesi; cild-2, sh. 90 v.d.
10) Osmanlı Toprak Düzeni ve Bu Düzenin Bozulması (Doç. Dr. Halil Cin); sh. 67 v.d.