15 Eylül 2017 Cuma

BABI ALİ


Osmanlı Devleti’nde sadrâzamlık makamının ve bâzı idâri kuruluşların bulunduğu devlet idâresinin merkezi sayılan yer. Bu tâbir daha çok on dokuzuncu asrın başından îtibâren kullanılmaya başlandı.
Bâb; kapı, âlî; yüksek, yüce mânâlarına gelmekte olup, Bâb-ı âlî; yüksek kapı demektir. İslâm ve Türk târihinde birliğin ve kuvvetin temsilcisi olarak kabul edilen devletin ve hükümetin merkezleri yüksek ve yüce olarak bilinmiş, bu merkezlere çeşitli isimler verilmiştir. Der, dergâh, bâb-ı saray, el-bâb-üs-sultâniye, bâb-ı hümâyûn, bâb-ı âlî, bâb-ı âsafî, paşa kapısı gibi isimlerin kullanılması bunun bir ifadesidir. Esasen bâb kelimesi umûmî olarak hükümet yerine kullanılmıştır.
Osmanlılarda pâdişâh saraylarına Bâb-ı hümâyûn denildiği gibi, sadrâzam konaklarına da Bâb-ı âlî denilirdi. İstanbul’un fethine gelinceye kadar, devlet işleri pâdişâh saraylarında görülür, vezirler, devlet erkânı oraya gelerek pâdişâhın başkanlığında toplanır ve halkın işlerine bakılırdı. Fâtih Sultan Mehmed Han, ata ve dedeleri zamanında uygulananlarla kendi tarafından ilâve ettiği hükümleri birleştirerek meydana getirdiği kanunnâmede bunu yeni esaslara bağladı. Dîvân-ı hümâyûn adı verilen bu toplantılar, Topkapı Sarayı’nda Kubbe altı denilen yerde yapılır ve birinci derecede önemli mes’eleler karâra bağlanırdı. İlk zamanlar pâdişâhlar bu dîvân toplantılarına başkanlık ederlerdi. Sonraki devirlerde ise, sadrâzamlar başkanlık etmeye başladılar. Bununla birlikte mühim kararlar alınacağı zaman pâdişâhlar yine dîvâna katılarak başkanlık ederlerdi (Bkz. Dîvân-ı Hümâyûn).
Osmanlı Devleti’nin büyümesi ve mes’elelerin gün geçtikçe fazlalaşması üzerine, dîvân-ı hümâyûnda görüşülmesi gereken pek çok husus, sadrâzamın konağında toplanan ikindi dîvânına havale edilmeye başlandı. Böylece dîvân-ı hümâyûn kıymet ve ehemmiyetini yavaş yavaş kaybetti ve devletin en mühim işleri bile paşa kapısı denilen sadrâzam konaklarına taşınmaya başladı. Bu sebeble eskiden beri âsaf sıfatıyla anılan vezîriâzamların konağına sarây-ı âsafî veya bâb-ı âsafî denildi. Paşa kapısı tabiriyle de anılan sadrâzam sarayı, dîvânhâne-i bâb-ı âlî veya kısaca bâb-ı âlî tabiriyle de ifâde edilmeye başlandı. Bunlar sadrâzamın oturduğu semte göre çeşitli yerlerde bulunuyorlardı. Umumiyetle Mahmûdpaşa, Gedikpaşa, Atmeydanı, Yerebatan semtlerinde bulunan paşakapısı on yedinci asırdan îtibâren Topkapı Sarayı’nın Gülhâne tarafındaki Alayköşkü’nün karşısına taşınması ve istisnalar hâriç sadrâzamların burada oturmalarıyla Bâb-ı âlî denilen yer ortaya çıktı.
Sultân birinci Ahmed Han’ın sadrâzamlarından Derviş Paşa, bugünkü Bâb-ı âlî civarında bir konak yaptırdı. Sultan birinci Ahmed Han ve dördüncü Murâd Han devri sadrâzamlarından Halîl Paşa da Alayköşkü karşısında başka bir konak yaptırdı. Sultan dördüncü Mehmed Han 1653’de Halil Paşa’ya âit konağı tamir ve tefriş ettirip, sadrâzamlar için tahsis etti. Nevşehirli Dâmâd İbrâhim Paşa’ya kadar gelen sadrâzamlar bu konakta oturdular. Böylece ilk sadâret makamı tesbit edilmiş oldu. Nevşehirli Dâmâd İbrâhim Paşa bugünkü Cağaloğlu hamamının bulunduğu yerdeki Fatma Sultan Sarayı’na yerleşince, burası paşa kapısı kabul edildi. 1739 yılında bu saray yandı. Fatma Sultan Sarayı yangınını tâkib eden yıllarda Halîl Paşa Sarayı tekrar tamir edilip döşendikten sonra paşa kapısı olarak kullanıldı. Bu sarayın Topkapı Sarayı’na bakan ve Bâb-ı âlî denilen soğuk çeşme tarafında bugün de mevcûd olan süslü ve büyük bir kapısı vardı. Başlangıçta haremlik ve selâmlık dâirelerini ihtiva eden Bâb-ı âlî binasının, büyük mutfakları, koğuşları, ahırları v.s. bulunduğu gibi, sadrâzamın resmî muamelelerinde yardımcıları olan tevkii, reîsülküttâb, kethüdâ-i sadr-ı âlî, çavuşbaşı gibi kimselerin ve me’murların çalıştığı odaları vardı.
1755 yangınında sarayın yok olması üzerine, bugünkü vâli konağının bulunduğu kısma yeni sadâret binası yaptırıldı, önceleri paşa kapısı olarak bilinen sadâret sarayına birinci Abdülhamîd Han zamanından îtibâren Bâb-ı âlî adı verildi. 1788 yılında çıkan yangında kısmen harâb olan Bâb-ı âlî sarayı bilâhare tamir edilip kullanıldıysa da, 1808’de vuku bulan meşhur Alemdâr vak’asında tamamen yanarak kullanılmaz hâle geldi. Alemdâr vak’asından iki yıl sonra yapımına başlanıp on yedi ayda tamamlanan yeni Bâb-ı âlî binası da 1826’da yanınca, aynı yere, daha geniş hudutlarla tekrar inşâ edilip, Nalli Mescid Bâb-ı âlî hudutları içine alındı. 1839’da çıkan yangında tekrar yanan Bâb-ı âlî binası aynı yerde tekrar yapıldı. 1844’de inşâatı bitince merasimle hizmete açıldı. 1878’de Şûra-yi devlet dâiresinden çıkan yangında Ahkâm-ı adliye dâiresi, dâhiliye ve hâriciye nezâretleri de büsbütün yandı. Sadâret dâiresi ise büyük gayretler neticesinde kurtarılabildi. Bilâhare tekrar inşâ edilen Bâb-ı âlî binası, 4-5 Ocak 1911 gecesi telgraf dâiresinden çıkan yangın sonunda, sadâret dâiresi ve hâriciye nezâreti binaları dışında tamamen yandı. Yıldız evrakı diye bilinen pek çok evrak ile târihî vesika bu yangında yok oldu. Bâb-ı âlî’nin bu yangınında dâhiliye nezâreti tamamen yandığından, bilâhere bu orta kısım yapılmayıp, ikiye bölünen binanın bir kısmına İstanbul vilâyeti, diğer kısma ise, İstanbul defterdârlığı yerleştirildi. Daha sonra defterdârlık binası da yandığından, târihi Bâb-ı âlî binasının sâdece İstanbul vilâyet konağı olarak kullanılan eski sadâret dâiresi kısmı kaldı.
İlk zamanlar sadrâzamların ikâmetgâhı olan Bâb-ı âlî binası vak’a-yı hayriye diye bilinen yeniçeriliğin kaldırılmasından sonra, ikâmetgâh olmaktan çıkıp tamamen idare merkezi hâline geldi. Bu zamana kadar Bâb-ı âlî’de muameleler iki yolla yürütülürdü. Birincisi; hârici ve mühim mes’eleler, sadrâzam, şeyhülislâm, kethüda, reîsülküttab, defterdâr, kapdanpaşa ve kazaskerlerden meydâna gelen bir dîvânda görüşülür ve karâra bağlanırdı. İkincisi ise; umûmî ve alelade mes’eleler sadrâzamın başkanlığında, Anadolu ve Rumeli kazaskerleri ile İstanbul kâdısından meydana gelen bir meclisde görüşülür ve karâra bağlanırdı.
Sadrâzamlar, aileleri, dâireleri halkı denilen maiyyetleri ve me’mûrlarıyla birlikte Bâb-ı âlî’de otururlardı. Buna göre, en büyük yetkili kimsenin sadrâzam olduğu Bâb-ı âlî’de üç kısım kimse vardı.
1- Harem dâiresinde; sadrâzam ailesi,
2- Selâmlık dâiresinde; sadrâzamın maiyyeti ve ağalar,
3- Kalem dâiresinde; devletin resmî işlerini gören me’mûrlar.
Bir nevî mekteb mâhiyetini taşıyan kalem dâiresi de, kethüda bey dâiresi ve dîvân-ı hümâyûn kalemi kısımlarına ayrılırdı. Askerî ve dâhili işlere bakan kethüda bey, sadrâzamın muavini idi. Dîvân-ı hümâyûn kalemindeki kâtiplerin başında bulunan kimseye de reîsülküttâb denirdi. Bu da siyâsî ve hârici işlere bakardı. Reîsülküttâbın maiyyetinde ikinci derecede sorumlu olan âmedci, beylikçi ve dîvân tercümanı adı verilen me’mûrlar bulunurdu. Bunlardan âmedci, Bâb-ı âlîden pâdişâha arz ve takdim olunacak yazıları yazar; beylikçi, pâdişâhdan gelen emirleri, fermanları, devletçe akd olunan muahede (andlaşma)leri ve emsali evrakı tanzim, koruma ve zabt etmekle uğraşır, tercüman ise; Bâb-ı âlî’nin elçilerle olan konuşma ve haberleşmelerini ve sefirlerin îtimâdnâmelerini (güven mektubu) takdîm ettikleri sırada pâdişâh nezdinde tercümanlık vazifesi görürdü. Bunlardan başka, davacıları sadrâzam huzurundaki dîvân-ı adalete getirmek ve götürmek, oradan verilen cezaları tomruk dâiresinde tatbik eden ve dâva işleriyle uğraşan çavuşbaşı vardı.
Sultan İkinci Mahmûd Han-ı Adlî tarafından başlatılan ıslâhat hareketleri çerçevesinde, 1836’da Bâb-ı âlî teşkilâtında da değişiklikler yapıldı. Yeni nezâretler (bakanlık) kurulduğu gibi, kethüda bey vazifesi mülkiye; bir sene sonra da dâhiliye nâzırlığına, reîsülküttâblık hâriciye, defterdârlık da mâliye nâzırlığına çevrildi. Ayrıca Meclis-i vâlâ-yı ahkâm-ı adliye ve Dâr-ı şûrâ-yı bâb-ı âlî isimleriyle danışma meclisleri kuruldu. Yine bu sırada şeyhülislâm, serasker, kapdanpaşa, dahiliye, hâriciye ve mâliye nâzırlarıyla Şûrâ-yı bâb-ı âlî ve Meclis-i vâlâ başkanlarından meydana gelen birMeclis-i hâs kuruldu. Böylece Bâb-ı âlî yeni bir şekil aldı.
1839’da Tanzîmât’ın îlân edilmesinden sonra Meclis-i vâlânın Bâb-ı âlîde, Şûrâ-yı bâb-ı âlînin ise ticâret nezâretinde toplanması kararlaştırıldı. Bu devirde ayrıca Meclis-i âl-i tanzîmât kuruldu. Mülkiye ve adliye işleri birbirinden ayrılıp Şûrâ-yı devlet meclisi, Bâb-ı âlîye yerleşti.
Tanzîmât’ın ilânından sonra bütün devlet dâirelerinin ve idâri merkezlerin toplandığı Bâb-ı âlî, sultan Abdülmecîd ve sultan Abdülazîz Han devirlerinde tam nüfuz sahibi oldu. Sultan İkinci Abdülhamîd Han’ın pâdişâhlığından sonra îlân edilen Birinci Meşrûtiyetin verdiği serbestlikten istifâde etmek isteyen, çoğunluğu gayr-i müslim ve Türk olmayan unsurlardan meydana gelen ve Avrupai fikirlerin etkisinde katan okumuş, sözde aydın kimselerin Meclis-i meb’ûsân üyelerinin elinde oyuncak hâline getirilen Bâb-ı âlî, Meclis-i meb’ûsânın dağıtılmasından sonra sarayın kontrolüne girdi.
Sultan İkinci Abdülhamîd Han’ın ikinci Meşrûtiyet’in ilânına kadar uyguladığı iç ve dış siyâset sebebiyle Bâb-ı âlî ikinci derecede kaldı. İkinci Meşrûtiyet’in îlânından ve sultan İkinci Abdülhamîd Han’ın tahttan indirilişinden sonra İttihâd ve Terakkîcilerin kontrolü ve etkisi altında kalan Bâb-ı âlî, tekrar idarede hâkim duruma geçti. İttihâdçıların hakimiyetindeki Bâb-ı âlînin uyguladığı çoğu gaflet, bâzıları hıyanete varan iç ve dış siyâsetle Osmanlı Devleti’nin yıkılışı çabuklaştı. Balkan harbi ve Birinci cihân harbine girmekle milletin ve memleketin başına büyük gaileler açıldı. Bu durum pek çok vatan toprağının Osmanlı Devleti’nin elinden çıkmasına sebeb oldu. Osmanlı Devleti’nin yıkılmasıyla birlikte Bâb-ı âlînin bulunduğu bina Büyük Millet Meclisi hükümetinin İstanbul mümessilliğine tahsis edildi. Daha sonra, bugün olduğu gibi, İstanbul vâliliğine verildi.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Rehber Ansiklopedisi; cild-2, sh. 153
 2) Büyük Türkiye Târihi; cild-8 sh. 448
 3) Osmanlı Târihi; (E. Z. Karal) cild-8, sh. 268
 4) Osmanlı Târih Deyimleri; cild-1, sh. 136
 5) Türkiye’de Meârif Târihi; cild-1, sh. 63
 6) Bâb-ı âlî (R. E. Koçu, Hayat Târih Mecmuası, sene 1974, cild-2, sayı-7) sh. 18
 7) Asırlar Boyunca İmparatorluğu İdâre Eden Bâb-ı âlî (O. Ergin; Târih Dünyâsı, İstanbul-1950) cild-1, sh. 386

ÇELEBİ SULTAN MEHMET


Babası.................... : Yıldırım Bâyezîd
Annesi.................... : Devlet Hatun
Doğumu.................. : 1386
Vefâtı...................... : 26 Mayıs 1421
Tahta Geçişi............ : 5 Temmuz 1413
Saltanat Müddeti..... : 8 sene
Osmanlı Devleti’nin beşinci sultânı. Kıraat ve Hanefî mezhebi fıkıh âlimi. İsmi, Mehmed bin Bâyezîd bin Murâd’dır. Doğum senesini ekserî tarihçiler 1386 olarak kaydetmektedirler. Babası, sultan Yıldırım Bâyezîd Han, annesi ise Germiyanoğlu Süleymân Şâh’ın kızı Devlet Hâtun’dur.
Çelebi Mehmed, bütün şehzâdeler gibi devrin en gözde âlimlerinin elinde yetişti. Şemseddîn ibni Cezerî’nin oğlu Ahmed bin Muhammed Cezerî’den Arabça ile kıraat ilimlerini; Sofu Bâyezîd nâmıyla meşhur olan İmâmüddîn Ali Çelebi’den diğer aklî ve naklî ilimleri öğrendi. Bursa kâdısı Bedreddîn Koca Mahmûd Çelebi ve Molla Fenârî’den Hanefî mezhebi fıkıh bilgilerini öğrenen Çelebi Mehmed, eniştesi Emîr Sultan’dan da feyz aldı.
Sivas ve havalisinin hükümdarı olan Kâdı Burhâneddîn’in 1381 senesinde nakîbi Amasya emîri Hacı Şâdgeldi Paşa’yı ortadan kaldırmasından sonra başlayan savaş uzun sürdü. Şâdgeldi Paşa’nın oğlu Emîr Ahmed, uzun süre Amasya’yı müdâfaa etti. 1391’de Yıldırım Bâyezîd Han’ın Canik ve havalisindeki bölgeleri ele geçirmesi üzerine, Amasya emîri Ahmed, başka yerde sancak verilmek şartıyla, Amasya’yı Osmanlı hükümdarına teklif etti. Bunun üzerine Sultan, oğlu şehzâde Mehmed’i otuz bin kişilik bir orduya kumandan tâyin ederek Amasya üzerine gönderdi. Kâdı Burhâneddîn’in geri çekilmesi üzerine, sultan Mehmed şehre girdi ve bu ilk başarılı hizmetinden dolayı Amasya sancak beyliğine getirildi. Bu vazîfesi sırasında yanından ayrılmayan hocası Sofu Bâyezîd, ona her hususda yardımcı oldu. Din ve fen bilgilerinin artmasına ve idârecilikde ilerlemesine yardım etti.
Çelebi Mehmed, Amasya’ya geldiği vakit; halk, ümerâ ve ulemâ tarafından sevinçle karşılandı. Elli dört senedir bölgede hüküm süren Kutlu Şah sülâlesinin hâkimiyetine son verdi. Çelebi Mehmed’in en büyük yardımcıları, hocası Sofu Bâyezîd, lalası Ali ve Yakut paşalar, Yahşibeyzâde Bâyezîd Paşa, Taşarzâde Ahmed, Hacıbeyzâde Kâsım, Osmanpaşazâde Hasan beylerdi. Çelebi Mehmed’in Amasya’da tam bir otorite kurup halkla ünsiyet peyda ettiği; ulemâ ve ümerânın sevgi ve saygısını kazandığı bir sırada, Tîmûr Han’ın Erzurum taraflarına yaklaştığı haberi geldi. Çelebi Mehmed halktan aldığı yardım ve destekle ordusunu güçlendirip, babasının daveti üzerine yerine Yakut Paşa’yı vekil bırakarak Ankara’ya hareket etti. 1402 senesinde babası Yıldırım Bâyezîd ile Tîmûr Han arasında yapılan Ankara savaşında Osmanlı ordusunun ihtiyat kuvvetleri kumandanlığında bulundu. Savaş sırasında büyük yararlıklar gösteren Çelebi Mehmed, Sırp prensinin ve bâzı şehzâdelerin kaçması, tatarların ve bâzı beylerin de Tîmûr Han’a iltica etmesine rağmen, babasını son âna kadar yalnız bırakmadı. Savaşın sonucu belli olunca, ileri görüşlü ve devletin geleceğini düşünen bâzı beylerin ikâzları ile muhârebe meydanından geri çekilerek Amasya’ya yöneldi, önüne, Candaroğlu İsfendiyâr Bey’in yeğeni Yahyâ Bey çıktı ise de, bunu mağlûp eden Çelebi Mehmed, ilerlemesinin tehlikeli olacağını anlıyarak Bolu’ya gitti. Burada bir müddet ortalığın yatışmasını bekledi. Fedaîler gönderip babasını Tîmûr Han’ın elinden kurtarmaya çalıştı, fakat bunda başarılı olamadı. Amasya ile tamamen irtibatı kesilmiş, şehrin idaresi Kutluşahzâde Yakut Paşa’nın elinde kalmıştı.
Tîmûr Han, âdeti üzere Anadolu’daki her bölgeyi o yerin eski beyine tevdî ettiği gibi, Amasya’yı da eski Ankara hâkimi olan Melik Nâsıreddîn Bahtiyar Bey’in oğlu Kara Devlet Şah’a vermişti. Fakat şehir halkı bundan hiç memnun olmadığından başında yine Osmanoğlu Mehmed Çelebi’yi görmek istiyordu. Kara Devlet Şah’ın keyfî yönetimini istemeyen Amasya ileri gelenleri beyleri ve âlimleri beraber olup, çevre kazalarla birlikte Kara Devlet Şah’ı topraklarına sokmadılar. Durum Tîmûr Han’a bildirilince, o da oğlu Muhammed’i hocası Nu’mâneddîn Abdülcebbâr ile birlikte Amasya’ya gönderdi. Şehzâde Muhammed, güçlü bir orduyla Amasya’ya gelince, şehir ulemâsını toplayıp, hocasının suâllerine cevap verebilirlerse şehrin cezadan kurtulacağını söyledi. Sorulan suâllere Amasya âlimlerinin ileri gelenlerinden Pîr İlyâs, tam bir vukûfiyetle cevap verdi. Amasya halkı, sefer masraflarını ödeyerek, Tîmûr Han’ın ordusunun bir an önce şehirden ayrılmasını sağladı. Pîr İlyâs ve yeğeni Şemseddîn Ahmed Çelebi’yi şehzâde Muhammed’in beraberinde götürmesi üzerine; Gümüşlüzâde Celâleddîn Abdurrahmân Çelebi, Amasya müftîsi; Şâdgeldi Bey de, Amasya emîri oldu. Bu duruma rağmen, Kara Devlet Şah tehlikesi ortadan kalkmamıştı. Amasya ileri gelenleri ve âlimleri toplanarak, şehzâde Çelebi Mehmed’in Bolu’dan Amasya’ya davet edilmesini kararlaştırdılar. Dînî ve millî duygulan çok yüksek olan Amasya ileri gelenleri, daha önce başlarına gelenlerden çok çektikleri için, Çelebi Mehmed ile bir anlaşma yapmayı da kararlaştırdılar. Bâyezîd Paşa’nın eniştesi olan Asayiş Bey başkanlığında bir hey’et Bolu’ya gönderildi. Amasya halkının; dînimize muhalif iş işlemeyip, bize zulmetmeyeceksin, Allahü teâlânın emir ve yasaklarına itaatli olacaksın teklifini cânu gönülden kabul eden Çelebi Mehmed, Amasya’ya gitmek için yola çıktı. Kara Devlet Şah’ın Amasya dışında bulunan kuvvetlerinin çoğunun çapulcu olduğunu öğrenen Çelebi Mehmed, ânî bir baskınla Kara Devlet Şah’ı ortadan kaldırdı. Amasya halkı, Mehmed Çelebi’yi Amasya boğazında karşıladı. Orada tertib edilen yemekte, Mehmed Çelebi; Allahü teâlânın rızâsı, millet ve devletinin bekası, halkının huzuru için çalışacağına, Allahü teâlânın emir ve yasaklarına riâyet edip, fakir fukara ve sâir tebeasını gözeteceğine dâir, âlimler huzurunda söz verdi. Amasya’ya yerleşip sultanlığını îlân eden Mehmed Çelebi, eski emir Şâdgeldi’yi tesellî etmek için de kız kardeşi ile evlendi. Çelebi Mehmed bu sırada on yedi yaşında idi.
Bu arada kardeşlerinden şehzâde Süleymân Çelebi Edirne’de; Îsâ Çelebi Balıkesir ve Bursa’da; Mûsâ Çelebi Kütahya’da sultanlığını îlân etmişti. Her tarafta eski beylikler yeniden ortaya çıktı. Anadolu birliği tamamen parçalandı. Amasya’ya hâkim olup sultanlığını îlân eden Çelebi Sultan Mehmed, Canik beylerinden Kubadzâde Ali Bey’i mağlûb ederek bâzı kalelerini ele geçirdi. Bu sırada Tokat ve havâlisinde hüküm süren İnaloğlu İbrâhim Bey etrafı sindirip, Çelebi Mehmed’i tehdîd ediyordu. Anî bir baskınla İnaloğlu’nu mağlûb ederek Tokat ve havalisine hâkim olan Çelebi Sultan Mehmed, Sivas’da hüküm süren Kâdı Burhâneddîn’in dâmâdı Hacıbeyzâde Mezid Bey’in üzerine Bâyezîd Paşa komutasında bir ordu gönderdi. Bâyezîd Paşa’nın Mezid Bey’i yenmesi üzerine, Çelebi Sultan Mehmed; Sivas, Tokat ve Amasya bölgelerine tamamen hâkim oldu (1403).
Tîmûr Han’ın Batı Anadolu taraflarında bulunduğu bu sırada Çelebi Sultan Mehmed, Tîmûr Han’a bir elçi gönderip, bağlılığını arz etti. Tîmûr Han’ın yanına dâveti üzerine, ondan çekinen maiyyet beylerinin karşı çıkmalarına rağmen, Çelebi Mehmed geleceğini bildirip, Tîmûr Han’ın elçisi ile birlikte yola çıktı. Osmancık’a geldiği zaman, İsfendiyâr’ın yeğeni Yahyâ Bey’in hücumuna uğradı. Yahyâ Bey’i mağlûb edip yoluna devam ederken, Murtazâ-âbâd’da (bugünkü Mürted ovasında) bölge Türkmenlerinden Savcızâde Ali Bey’in kuvvetleri ile karşılaştı. Çelebi Sultan Mehmed, Ali Bey’i de bozguna uğrattı. Bu durumda hareketinin imkânsız olduğunu bildiren bir mektup yazarak Tîmûr Han’a yolladı ve özür diledi. Tîmür Han da ona sâhib olduğu yerleri verip, büyük âlim Şücâeddîn Pîr İlyâs da yanlarında olduğu hâlde bir elçilik hey’eti ile, hükümdarlık alâmetlerinden olan taç, kemer ve hil’at gönderdi. Çelebi Sultan Mehmed de, Tîmûr Han ve kendi adına para bastırdı.
Çelebi Sultan Mehmed, Amasya’da çok kısa bir zamanda teşkilâtını kurdu. Beş yüz kişilik bir orduyla girdiği Amasya’da, yapılan çalışmalar sonunda güçlü bir ordu meydana getirdi. Her kesimden halk, asker olmak için yarış ediyordu. Alimler de ahâliyi devamlı teşvik ederek, Çelebi Sultan Mehmed’e yardıma davet ediyordu. Halkın dînî ve millî şuuru fevkalâde idi. Çelebi Sultan Mehmed, bu çalışmalar arasında, hocası Sofu Bâyezîd ile devamlı âlimlerin ders ve sohbetlerinde bulunuyor, onların duâlarını alıyordu. Halk, sultânı çok seviyor, peşinde Allah rızâsı için canlarını feda etmekten çekinmiyordu. Özellikle Seyyid Yahyâ Şirvânî’nin halîfesi Şücâeddîn Pîr İlyâs ve talebelerinin de teşvîkî ile halk, Osmanlı Devleti’nin ilk günlerinde olduğu gibi adetâ birbirine kenetlenip bir asker millet vücûda geldi. Böyle bir ordunun verdiği güvenle Çelebi Sultan Mehmed, Osmanlı Devleti’ni yeniden bir bayrak altında toplamaya azmetti. Kardeşlerine haber gönderip birleşmeye veya toprakları kendi aralarında pay edip, birbirleriyle çatışmamaya davet etti. Fakat şehzâdelerin herbiri sultan olduklarından bahisle, kendi bayrağı altında toplanılmasını arzu ediyordu.
Çelebi Sultan Mehmed, ordu kurmaya ve manevî birleşmeye çalışırken, bir taraftan da maddî durumu düzeltmeye gayret etti. Defterdâr Celâl Çelebi, mâlî durumu düzeltmek için yeni tedbirler aldı. Şâdgeldi Paşa’nın darbhânesinde Mağribî İlyâszâde Bedreddîn Mahmûd Çelebi tarafından gümüş akçeler kesildi. Altın ve gümüş yerine geçerli olmak üzere Çâvîk veya Çav denilen kağıt paralar da, Çâvîkci nâmıyla meşhur Buhârâlı Hoca Şemseddîn Mehmed Çelebi tarafından basıldı. Mes’elelerini halleden Çelebi Sultan Mehmed, Bursa’da bulunan ağabeyi Îsâ Çelebi’ye müracaatla; “Kardeş kavgasından vazgeçelim, herkes kendi başına bölgesini idare etsin” diyerek Anadolu’nun taksimini teklif etti. Teklifi red edilince, iki kardeş orduları Ulubat mevkiinde karşılaştı. Muhârebeyi kazanan Çelebi Sultan Mehmed, Bursa’ya girerek hükümdarlığını îlân etti (1404). Îsâ Çelebi ise, Yalova yolu üzerinden Bizans imparatorunun yanına kaçtı. Edirne’de sultan olan Süleymân Çelebi, Îsâ Çelebi’yi yanına getirterek yanına kattığı mühim bir kuvvetle Anadolu’ya geri gönderdi. Îsâ Çelebi Bursa’yı almak istedi ise de, halkın muhalefeti ile karşılaştığından, şehrin büyük kısmını yaktı. Çelebi Sultan Mehmed ile yaptığı ikinci muhârebede de mağlûb olunca, İsfendiyâr Bey’in yanına kaçtı ve onunla beraber Ankara’yı almak üzere harekete geçti. Fakat, Çelebi Sultan Mehmed’e mağlûb olup, Kastamonu taraflarına çekildi. Bir müddet sonra Îsâ Çelebi, Aydınoğlu Cüneyd Bey’in yanına gitti ve onun aracılığı ile Saruhan ve Menteşe beyleri ile anlaşarak tekrar Mehmed Çelebi’nin karşısına çıktı. Mağlûb olunca Karamanoğlu’na iltihak etti. Daha sonra Eskişehir yakınlarında yakalanarak öldürüldü.
Îsâ Çelebi’nin ortadan kaldırılmasından sonra Çelebi Sultan Mehmed Anadolu’da yalnız kaldı. Ancak, kardeşinin kuvvetlenmesinden endişe ederek Anadolu’ya gelen Emir Süleymân, Çelebi Mehmed’in elinden birçok yerleri aldığı gibi, Aydınoğlu Cüneyd Bey ile Menteşeoğlu İlyâs Bey’e de hâkimiyetini kabul ettirdi. Çelebi Mehmed, ağabeyine karşı koymayarak Amasya’ya çekildi ve Karamanoğlu’nun yanında bulunan kardeşi Mûsâ Çelebi’yi Rumeli’ye geçirerek, ağabeyini yeniden Rumeli’ne döndürmek istedi. Mûsâ Çelebi’nin Rumeli’deki faaliyetlerini öğrenen Süleymân Çelebi, derhal Rumeli’ye geçti ve ilk anda Mûsâ Çelebi’yi mağlûb etti. Fakat sonradan onun baskınına uğrayarak hayâtını kaybetti. Çelebi Sultan Mehmed Bursa’yı tekrar hâkimiyeti altına alırken, Mûsâ Çelebi Edirne’de bağımsızlığını îlân etti. Mûsâ Çelebi, kardeşinin Anadolu’da kuvvetli olduğunu bildiği için, orayla alâkadar olmayıp, Bizans ile meşgul oldu ve bâzı yerleri aldı. Bu arada ileride büyük bir isyân çıkaracak olan Şeyh Bedreddîn’i kazasker yaptı. Şeyh, böylece nüfuzunu arttıracak bir mevkiye sâhib oldu. Bir ara İstanbul’u muhasara eden Mûsâ Çelebi tehlikesine karşı, imparator, Çelebi Mehmed’i Rumeli’ye davet etti. Çelebi Mehmed Üsküdar’a gelerek İmparator ile görüştü. 1411 senesinde İneceğiz mevkiinde kardeşi ile yaptığı muhârebeyi kaybedince, İstanbul’a imparatorun yanına sığındı ve gemiyle Anadolu’ya geçerek yaralı bir hâlde Bursa’ya geldi. Bir sene sonra Mûsâ Çelebi ile yaptığı mücâdeledede başarılı olamadı. Mûsâ Çelebi’nin devlet adamlarına karşı kötü davranması, onları Çelebi Sultan Mehmed ile anlaşmaya mecbur etti. Yapılan anlaşma üzerine, Çelebi Sultan Mehmed Rumeli’ne geçti. Kendisine katılan Sırp despotu ve bâzı devlet adamları ile Tuna’ya çekilmekte olan Mûsâ Çelebi üzerine yürüyen Çelebi Sultan Mehmed, Çamurlu-Derbend mevkiinde meydana gelen muhârebede, Mûsâ Çelebi’yi mağlûb etti. Mûsâ Çelebi yaralı olarak kaçarken yakalandı ve kısa bir süre sonra da öldü. Cenazesi Bursa’ya nakledilip babasının türbesine defnedildi. Sultan Mehmed, daha sonra yakalanan Emîr Süleymân’ın oğlu Orhan Çelebi’ye Geyve ve Akhisar’ın dirliklerini verdi.
Çelebi Mehmed, Edirne’de bütün devletin hükümdarı olduğunu îlân etti (1410). Çelebi Sultan Mehmed Rumeli’de iken, Bursa’nın muhafızlığını Hacı İvaz Paşa yapıyordu. Bu sırada Karamanoğlu Mehmed Bey, Çelebi Mehmed’in müttefiki olan Germiyanoğlu Yâkûb Bey’in topraklarını işgal etti ve bu beyliğin merkezi olan Kütahya’yı yaktı yıktı. Arkasından Bursa önlerine gelerek şehri kuşattı. Muhasara otuz veya otuz iki gün devam etti. İvaz Paşa’nın çok iyi bir şekilde müdâfâ ettiğini görünce, şehri susuz bırakmak suretiyle teslime mecbur bırakmak için Pınarbaşı ırmağının yolunu değiştirmek istedi. İvaz Paşa’nın ve askerlerinin şiddetli hücumu karşısında bunu yapmaya muvaffak olamadı. Mûsâ Çelebi’nin cenazesini getiren kafileyi görünce, Osmanlı ordusunun geldiğini zannederek şehri ateşe verdi. Babasının intikamını almak için dayısı Yıldırım Bâyezîd’in kabrini, yıktırdıktan sonra alelacele Bursa önlerinden uzaklaştı. Bu duruma çok üzülen Harman Danası diye tanınmış bir Karamanlı subay; “Sultânım! Osmanlının ölüsünden böyle kaçıyorsun, eğer dirisi gelseydi hâlin nice olurdu” demesi üzerine, bu sözlere kızan Mehmed Bey, bu komutanını derhâl astırdı. Yine Çelebi Mehmed’in kardeşleri ile olan mücâdelesi sırasında Ohrî sancakbeyi olan Aydınoğlu Cüneyd Bey fırsattan istifâde ederek memleketine dönmüş ve Ayaslug’u (Selçuk) muhasara edip, sancak beyini öldürmüştü.
Rumeli tarafındaki işlerini yoluna koyan Çelebi Sultan Mehmed, Karamanoğlu hâdisesi üzerine derhâl Anadolu’ya geçti. İlk önce Osmanlıların Aydıneli vâlisini öldürerek Ayaslug’u zapt edip, Aydınoğulları beyliğini tekrar kuran Cüneyd Bey’in üzerine yürüdü. Çandarlı, Menemen, Kayacık, Nif kalelerini ele geçirdikten sonra İzmir önlerine geldi. Şehri kuşattığı sırada Cüneyd Bey bir yolunu bularak şehirden kaçmayı başardı. Çelebi Mehmed şehri karadan kuşatırken, Rodos şövalyeleri ile Midilli, Sakız ve Menteşeoğulları donanmaları da denizden kendisine yardım ettiler. On gün süren muhasaradan sonra şehrî ele geçiren Mehmed Çelebi, surları yerle bir ettirdi. Ayrıca Rodos şövalyelerine, yarıya kadar yaptırdıkları muazzam kaleyi de bir gece içinde yıktırdı. Rodos şövalyelerinin reîsi, Çelebi Sultan Mehmed ile görüşerek durumu şiddetli bir şekilde protesto etti. Şayet kalenin yeniden yapılmasına izin verilmezse, papa ile anlaşıp Osmanlı Devleti’ne karşı büyük bir donanma ile gelip kıyıları tahrip edeceği tehdidinde bulundu.
Bu tehdîdleri sükûnetle dinleyen büyük Sultan, kendisinin herkese adaletle davrandığını, fakat bu kalenin bir korsan yatağı olup, bölgedeki müslümanlara çok zarar verdiğini ve muhakkak yıkılması gerektiğini ve bunun bölge halkının isteği olduğunu söyledikten sonra; “Hem senin istediğin olsun, hem de Türklerin isteği yerine gelsin. Karya ve Klikya bölgeleri içinde sana istediğin kadar toprak vereyim, orada kaleni inşâ et” dedi. Şövalyelerin reîsi bu bölgenin Menteşeoğullarına âid olduğunu bildirince, Çelebi Sultan Mehmed, Menteşe beyinin kendisine bağlı olduğunu söyleyerek mes’eleyi hâlletti. Böylece, üstâd-ı âzam denilen şövalyelerin reîsi, bugün Bodrum denilen eski Halikarnas’da, Petroniyum kalesini inşâ ettirdi.
Kuşatma sırasında kaçan Cüneyd Bey, annesinin ricası üzerine affedildi. Hayatta olduğu müddetçe sâdık kalacağına ve Osmanlı hâkimiyetini tanıyacağına dâir yemin etti. Bunun üzerine Cüneyd Bey, Niğbolu sancak beyliğine tâyin edildi (1414). İzmir’in ele geçirilmesi üzerine Midilli, Sakız ve Foça’daki Ceneviz kolonilerinin elçileri gelip bağlılıklarını arz ederek, Osmanlı Devleti’ne vergi vermeyi kabûf ettiler. Bir süre sonra da Teke beyi, Osmanlı Devleti’ne tâbi oldu.
Böylece Ege sahillerindeki hâkimiyetini sağlıyan Çelebi Sultan Mehmed, aynı sene Bursa’ya geldi. Germiyan ve Candaroğulları beyliklerinden takviye alıp Karaman seferine çıktı. Osmanlı kuvvetleri herhangi bir mukavemetle karşılaşmadan, daha önce kendilerine âid olan Akşehir’den başlayarak; Saideli, Beyşehir, Seydişehir, Otlukhisarı ve bâzı yerleri ele geçirdiler. Konya önlerine gelen Çelebi Sultan Mehmed, şehri kuşattı ise de yağan şiddetli yağmurlar sebebi ile bir sonuç alamadı. Halasının oğlu Mehmed Bey ile bir andlaşma yaptı. Sultan, Canik taraflarına yürüyünce, bu durumdan faydalanmak isteyen Mehmed Bey rahat durmayıp Beyşehir ve Seydişehir’e saldırdı. Çelebi Sultan Mehmed bu duruma çok üzüldü ve ikinci defa Karamanoğlu’nun üzerine gitti. Konya’da yapılan muhârebede mağlûb olan Mehmed Bey, Taşilin’e kaçtı. Bu sırada Konya’da oğlu Mustafa Bey’i bırakmıştı. Veziriazam Bâyezîd Paşa tedbiriyle, Mehmed Bey’in büyük oğlu Mustafa Bey yakalanarak Sultan’ın huzuruna getirildi. Sultan, Mustafa Bey’i bir kardeş gibi bağrına bastı. Bu durum karşısında Mustafa Bey, kaftanının altında elini yüreğinin üzerine koyarak; “Babamın adına yemin ederim ki, elimin altında hissettiğim can, bedenimi terketmedikçe ne ben, ne de babam, Sultan’ın en küçük malına bile göz dikmeyeceğiz” diyerek yemin etti. Çok merhamet sahibi olan sultan, Mehmed Bey’i ve oğlunu tekrar affetti. Muhabbetine bir alâmet olmak üzere de Mustafa Bey’e Tabl, Alem ve bir takım hediyeler vererek serbest bıraktı. Sultan’ın huzurundan ayrılan Mustafa Bey, biraz ilerdeki çayırda otlayan Osmanlılara âid atları önüne katarak uzaklaştı ve; “Bizim Osmanoğulları ile düşmanlığımız beşikten mezara kadar devam edecektir” dedi. Yanında bulunan beylerin, huzurda yaptığı yemîni hatırlatmaları üzerine, göğsünde bulunan ve kendi tarafından öldürülen güvercini çıkardı. Yemin ederken; “Bu can şu tende durdukça” sözüyle, güvercini kastettiğini ve onun da ölü olması dolayısıyla yemininin hükümsüz olacağını belirtti.
Bu durum karşısında Sultan’ın, Karamanoğlu ile tekrar mücâdele etmesi gerekiyordu. Konya üzerine yürüyen sultan, şehri ikinci defa kuşattı ve ele geçirdi (1415). Mehmed Bey’i ve oğlunu tekrar affeden Sultan, Karamanoğlu ile bir andlaşma imzaladı. Yapılan bu andlaşma neticesinde; Beypazarı, Sivrihisar, Akşehir, Yalvaç, Beyşehir, Seydişehir Osmanlılara bırakıldı. Ayrıca Karamanoğlu gerekli hâllerde Osmanlı Devleti’ne askerle yardım etmeyi kabul etti. Karaman seferi sırasındaki hizmetlerinden dolayı vezîriâzam Bâyezıd Paşa’ya ayrıca beylerbeylik ünvânı da verildi.
Çelebi Sultan Mehmed, Anadolu’da Türk birliğini sağlama çalışmalarını sürdürürken, hıristiyanlarla da dost geçinme politikası güdüyordu. Venediklilerle 1414’de yapılan andlaşmada, Osmanlı Devleti, Arnavutluk’taki Venedik üslerine taarruz etmemeği taahhüd ediyor; Venedik de, Ege denizindeki Osmanlı ticâret gemilerine dokunmayacağına söz veriyordu. Fakat bu andlaşmaya rağmen Naksos Dukası gemileriyle Osmanlı ticâret gemilerine saldırıyor, ele geçirdiği mal ve esirleri pazarlara sevk ediyordu. Bu durum karşısında Sultan, Gelibolu’da otuz kadırgadan meyaana gelen bir donanma hazırlattı. 1415 senesinde Çalı Bey komutasındaki bu donanmayı; Andros, Paros ve Milas adalarını vurmaya gönderdi. Donanma çok sayıda ganimet ve esir alarak görevini başardı. Bu hareket sırasında Venediklilerin sayıca çok üstün filo ile kendisine karşı geldiğini haber alan Çalı Bey, derhal geri dönerek Gelibolu kalesi limanına demirledi. 10 büyük kadırgadan kurulu Venedik filosu; Eğriboz, Girid ve Oniki Ada dukalıklarından da yedi kadırgalık takviye almak suretiyle Çanakkale boğazına girdi. Amiral Pietro Loredano, Türkler tarafından herhangi bir saldırıya mâruz kalmadıkça, taarruz etmeme emri almıştı. Filo içinde Osmanlı Devleti’yle görüşme yapmak üzere gönderilen iki elçi de bulunuyordu. Venedik donanması Lapseki önlerinde demirledi. 26 Mayıs 1416 günü Marmara istikâmetinden gelen bir Ceneviz ticâret gemisi göründü. Venedik donanması İstanbul tarafından gelmekte olan bu küçük gemiyi Türk gemisi zannederek yakalanması için bir kadırga gönderdi.
Osmanlı denizcileri de gelen geminin kendilerine âid olduğunu zannedip, muhafazası için onlar da bir kadırga gönderdiler.
Neticede Osmanlı ve Venedik gemileri, birbirlerini görünce muhârebeye tutuştular. Bilâhere filolar da bu muhârebeyi takviye ettiler. Muhârebe iki safhalı olarak cereyan etti. Birinci safhada; Osmanlı donanması Gelibolu kalesinin himayesinde bulunduğu için, Venedik donanması büyük bir zayiatla geri çekildi.
Çalı Bey’in Venedik donanmasını takibe kalkması, muhârebenin ikinci safhasını başlattı. Venedik donanması, Osmanlı donanmasının toplu bir hâlde çıktığını görünce taarruza geçti. Marmara adasıyla Gelibolu arasında meydana gelen muhârebede, Çalı Bey şehid oldu. Pietro Loredano da gözünden yaralandı. Osmanlı donanması ağır kayıplar verdi. Venedik filosu da yaralı vaziyette Bozcaada’ya döndü. Venedikliler ele geçirdikleri Türkleri ve donanmada gemicilik yapan hıristiyanları öldürdüler. Venedik donanması bir sene sonra Pieiro Loredano komutasında tekrar boğazdan içeri girdi ve Çardak kalesini bombardıman ederek Gelibolu önüne geldi ise de, kaleden yapılan şiddetli mukabele yüzünden geri çekilmek mecburiyetinde kaldı. Bu sırada Bizans imparatoru Venedik ile barış yapılmasına aracı oldu. Yedi ay süren görüşmeler neticesinde barış andlaşması imzalandı. Andlaşmaya göre Venedik, Osmanlı filosunda yaptığı hasarı ödeyecek, Osmanlı Devleti de Venedik ticâret gemilerine boğazlardan serbest geçiş hakkı verecekti.
Osmanlılara tâbi olan Eflâk prensi Mirce, taht mücâdelelerinden istifâde ederek yıllık ödediği vergiyi kesmişti. Ancak kendisine voyvodalıkta rakîb çıktığından zor durumda idi. Rakibi Dan, Osmanlılara müracaat ederek yardım istemiş idi. Buna karşılık Mirce de, Macar kralı Sigismund’a müracaat ederek Osmanlıların kendisine yardım etmesi için arabulucu olmasını istedi. Kardeş mücâdeleleri sırasında Mirçe’nin Mûsâ Çelebi’yi desteklemesi yüzünden, Çelebi Mehmed, Macar kralının teklifini reddedip, Candar ve Karamanoğullarından yardımcı kuvvet alarak, Tuna’yı geçip Romanya topraklarına girdi. Karşısına çıkan Macar-Eflak kuvvetlerini bozguna uğrattı. Bunun üzerine Mirçe, sulh teklifi yaptı. Osmanlılara büyük vergi vermeye ve garanti olması için de oğlunu rehin olarak Osmanlı ülkesine göndermeye razı olduğundan, voyvodalık makamında bırakıldı (1416).
Eflâk mes’elesi, Osmanlılarla Macarlar arasında uzun süren hudut mücâdelelerine sebeb oldu. Osmanlılar Erdel’e bir kaç defa akın düzenlediler. Macar ülkesi baştan başa çiğnendi. Sırbistan, Bosna ve İstirya’da Macarlarla şiddetli çarpışmalar vuku buldu. Macar kralı Sigismund sefere çıkarak, Nigbolu ile Niş arasında Türklere karşı bir muvaffakiyet elde etti. Bu Türk ve Macar mücâdelesi uzun sürmekte beraber büyük bir harp şeklinde olmayıp, genelde iki tarafın birbirlerini denemesi mâhiyetinde cereyan etti.
Çelebi Sultan Mehmed Rumeli’de fetihlerde bulunurken, Candaroğlu İsfendiyâr Bey de Osmanlıların elinde bulunan; Kastamonu, Çankırı, Kalecik, Tosya ve Safranbolu kalelerine taarruz ederek ele geçirmişti. Ayrıca 1418’de Canik beyleri arasındaki mücâdeleden faydalanarak Samsun ve Bafra’yı zabt eden Candaroğlu İsfendiyâr Bey, kuvvetli bir duruma geldi. Ancak bu sırada İsfendiyâr Bey’in, oğlu Kasım ile arası açılınca, Kâsım, Osmanlı Devleti’ne iltica etti. Kasım Bey’in babasına gücenmesinin sebebi; İsfendiyâr Bey’in; Tosya, Çankırı, Kalecik ve Kastamonu gibi mahsûlü bol olan yerleri çok sevdiği ikinci oğlu Hızır Bey’e vermek istemesi idi. Kasım Bey, Osmanlı hükümdarından bu yerlerin kendisine verilmesi için aracı olmasını ve Osmanlı himayesinde bulunmasına izin vermesini rica etti. Çelebi Sultan Mehmed bu isteği kabûl ederek, İsfendiyâr Bey’den bu yerlerin Kasım Bey’e verilmesini istedi. Bu istek red edilince, Osmanlı kuvvetleri Sinop’u muhasara ettiler. Çaresiz kalan İsfendiyâr Bey, Osmanlı Devleti’nin yüksek hâkimiyetini tanıdı. Ayrıca oğlu Kâsım’ın istediği Kastamonu, Tosya, Çankırı ve Kalecik’i Osmanlılara bıraktı. Çelebi Sultan Mehmed daha önce anlaştığı şekilde Tosya, Çankırı ve Kalecik’i Kâsım Bey’e devretti. Bunu müteâkib Sultan, daha önce Osmanlıların elinde olan Samsun’un alınmasını arzu etti. Müslüman ve kâfir olmak üzere ikiye ayrılmış olan Samsun’un müslüman olmayan kısmını Biçeroğlu Hamza Bey kuşattı. Kale halkı şehri ateşe verip kaçınca, şehir zahmetsiz ele geçti. Müslüman Samsun’u bizzat muhasara eden Çelebi Mehmed’e karşı koyamıyan İsfendiyâroğlu Hızır Bey, şehri teslim edip babasının yanına döndü.
Çelebi Mehmed devrinin en önemli iç hâdisesi, Şeyh Mahmûd Bedreddîn’in isyânıdır. Mûsâ Çelebi zamanında Edirne’de kazaskerliğe getirilen ve Çelebi Mehmed’in cülûsunu müteâkib 1000 akçe aylık ile İznik’te ikâmete mecbur edilen Şeyh Bedreddîn, Edirne’de ve İznik’de kitap yazmakla meşgul olup, kendisini ziyarete gelenlere telkinâtta bulunuyordu. Edirne’ye gelmeden önce Anadolu’da ün kazanmıştı. İznik’te boş durmayan Şeyh, adamlarından Börklüce Mustafa’yı Aydın taraflarına gönderip şiî propagandası yaptırıyordu. Ayrıca Torlak Kemâl adındaki adamı da, daha önce Manisa taraflarında faaliyet gösteriyordu. Şeyh Bedreddîn, Börklüce Mustafa’nın hareketinin genişlemesi üzerine, hacca gitmek bahanesiyle, önce Sinop, oradan Kefe ve nihayet daha önce tanıştığı Eflak prensinin yanına gitti. Deliorman taraflarına giderek, şiîlerle meskûn olan bölgeleri gezdi. Oralarda bâtınî sapık fikirlerini yaydı. Şeyh Bedreddîn, İslâm’a uymayan zararlı fikirler ortaya atıyor, haram olan hususların helâl olduğunu ileri sürüyor ve isyân hislerini körüklüyordu. Neticede önce Karaburun’da başlayan isyân, sonra Manisa’da kendini gösterdi ve az zamanda genişledi. Börklüce Mustafa’nın isyânı, Amasya vâlisi şehzâde Murâd ile Bâyezîd Paşa tarafından kanlı bir şekilde bastırıldı. Börklüce yakalanarak katlolundu. Manisa’daki Torlak Kemâl de aynı akıbete uğradı. Şeyh Bedreddîn, Bâyezîd Paşa tarafından yakalanarak Serez’de bulunan Pâdişâh’ın huzuruna getirildi. Şeyh’in durumu ulemâ tarafından tedkîk olunduktan sonra, Ehl-i sünnete uymayan îtikâd üzere olmak ve cemiyet nizâmını bozmakla suçlu bulunarak, Heratlı Molla Haydar’in fetvasıyla Serez pazarında asıldı ve malları vârislerine bırakıldı. Böylece İslâm ittihadını tehdîd eden önemli bir tehlike ortadan kaldırılmış oldu.
Şeyh Bedreddîn isyânı bu şekilde bastırıldıktan sonra, Çelebi Mehmed 1420 senesinde yeni bir isyân tehlikesi ile karşı karşıya kaldı. Bu tehlike, Ankara meydan muhârebesinde babası ile birlikte Tîmûr’a esir düşüp Semerkand’a götürülen, Düzmece Mustafa da denilen kardeşi Mustafa idi. Uzun müddet kendisinden haber alınamayan Mustafa, bir müddet sonra geri dönüp, Karaman topraklarında kaldıktan sonra, Rumeli’ye geçti. Osmanlı tahtına oturmak niyetinde olan Mustafa, Eflâk voyvodasının ve Niğbolu sancakbeyi Aydınoğlu Cüneyd Bey’in yardımıyla faaliyete geçip, Selanik ve Teselya’da saltanat iddiası ile adam toplamaya başladı. Fesadın büyümesine mâni olmak için, Çelebi Mehmed, hemen harekete geçti ve ağabeyi Mustafa Çelebi’nin kuvvetlerini Selanik civarında mağlûb etti. Cüneyd ile birlikte Mustafa Çelebi Selanik kalesine sığındı. Çelebi Mehmed ertesi sabah, mültecileri istedi ise de, Selânik’in Rum vâlisi, imparatorun müsâdesi olmadan teslim edemiyeceğini beyân ile özür diledi. Nihayet imparator da Çelebi Mehmed hayatta oldukça bunları salıvermiyeceğini yemîn ile taahhüd edince, Pâdişâh, Selanik muhasarasını kaldırdı. Pâdişâh andlaşma mucibince Mustafa Çelebi için her sene imparatora önemli mikdârda akçe ödeyecekti. Bu vak’ayı müteâkib Çelebi Mehmed, İstanbul’u resmen ziyaret ederek imparator tarafından karşılandı ve Üsküdar’da imparatora veda edip İzmir üzerinden Bursa’ya gitti. Bir müddet sonra da Gelibolu yolu ile Edirne’ye döndü.
Pâdişâh, Edirne’de iken ava çıktı ve rahatsızlandı. Bu hastalıktan kurtulamayacağını anlayınca, vezirlerini topladı ve devletin geleceğini düşünerek, taht mücâdelelerinin tekrar başlamaması için; “Tizcek ulu oğlum Murâd’ı getürün. Ben artık bu döşekten kalkmam ve Murâd gelmeden ölürem. Memleket birbirine karışmadan hazırlık görün. Murâd gelinceye kadar ölümümü duyurmayasmız” diye vasiyyet etti. Kısa süren hastalıktan sonra 1421 senesi Mayıs ayında vefât etti. Çelebi Mehmed’in vefâtı son derece gizli tutuldu. Cesedi tahnid edilerek sarayda muhafaza edildi. Şehzâde Murâd’ın Bursa’ya gelişine kadar 40-42 gün pâdişâhın vefâtı gizlendi. Nâşı Bursa’ya getirilerek Yeşil Türbe’ye defnedildi.
Osmanlı Devleti’nin ikinci kurucusu kabul edilen Celebi Mehmed, mâkul hareket eden, sabırlı, azîm ve irâde sahibi, sözüne ve vâdine sâdık, vakur ve ciddî bir hükümdar idi. Yalnız dostuna değil, düşmanlarına da kendisini sevdirerek, îtimâd telkîn etmiş ve saydırmıştı. Onun hakkında, Osmanlı târihlerinden başka, yabancı kaynaklar da iyi şehâdette bulunmaktadırlar. Küçük ve büyük yirmi dört muhârebede bulunarak kırka yakın yara aldığı rivayet edilmektedir. Emellerinin en başında, babası zamanındaki yerlerin geri alınması geliyordu. Bu gaye ile çalışan hükümdar büyük ölçüde bunu gerçekleştirmişti.
Çelebi Mehmed, ömrünü, Allahü teâlânın dînine hizmet etmek, insanlara Resûl-i ekremin örnek ahlâkını tanıtmak ve yolunu yaymak için kuvvetli bir devlet kurmaya fedâ etti. Halkın kendisinden beklediğini fazlası ile yerine getirdi. Memlekette birlik ve dirliği te’sîs etti. Ülkesini çeşitli sosyal te’sislerle süsleyip, halkın maddî ve manevî refahı için çalıştı. Alimlere meclislerinde yer verip, ulemâ meclislerinde îtibâr gördü. Zamanın büyüklerinin ilim ve feyzlerinden istifâde etti. Memleketindeki refahtan diğer müslümanlara pay vermek, Resûl-i ekremin mübarek komşularının duâlarını almak için her sene onlara hediyeler gönderme âdetini çıkardı. Sürre alayı adı verilen bir hey’et, Osmanlı hacılarının başında bu hediyeleri götürüyordu. Altın para vesâir hediyeler develere yüklenir ve çok güzel bir şekilde süslenirdi. Pâdişâh’ın hediyeleri yanında, paşalar ve halkın da hediyeleri konurdu. Çelebi Mehmed zamanında başlayan bu âdet, Birinci Cihân Harbi’nde Hicaz’la irtibat kesilinceye kadar devam etti. Gönderilen bu hediyelerle Mekke ve Medine’deki mübarek yerlerin tamir ve bakımı, fakirlerin yiyecek ve giyeceği te’min edilirdi.
Çelebi Mehmed, kısa ömrünü savaş alanlarında geçirmiş olmasına rağmen, memleketin îmârına da önem verdi. Bursa’da yaptırdığı câmi, medrese ve imâret ve Yeşil türbesi önemli san’at eserleridir. Câminin karşısına yüksekçe bir mevkîde kendi türbesini yaptırdı. Türbenin karşısına düşen medresesi bugün müze hâline getirilmiş olup, Bursa medreseleri arasında Sultaniye adı ile meşhur idi. Bunlardan başka Edirne’de Emîr Süleymân tarafından inşâsına başlanan ve Mûsâ Çelebi tarafından devam ettirilen Ulu Câmî’nin tamamlanması ona nasîb oldu. Çelebi Mehmed bu câmiye vakıf olmak üzere Edirne’deki bedesteni yaptırdı. Oğlu şehzâde Kâsım, bu câminin bahçesinde medfûndur. Edirne’deki eski sarayın inşâsının da Çelebi Mehmed tarafından başlatıldığı rivayet edilmektedir.
Çelebi Sultan Mehmed’in kısa süren hükümdarlığı döneminde nâmına muhtelif mevzularda eserler yazılmıştır. Zekerîyâ bin Mehmed Kazvînî’nin ansiklopedik tarzda; hey’et, coğrafya, tıb, nebatat ve ilâçlardan, meşhur şehir ve kasabalardan bahseden Acâib-ül-Mahlûkat adlı eseri Rükneddîn Ahmed tarafından Türkçe’ye çevrildi. Çelebi Sultan Mehmed için te’lif edilen Kitâb-ül-Müntehâb fît-tıb adındaki eser, Ahmed el-Merdânî tarafından yazıldı. Yine bu dönemde Rûhül-kulûb adlı ilmihâl kitabı, El-Kasîdet-ün-Nasîha bi-lügât-it-Türkiyye isminde altmış dört beytli kasîde şerhi ve manzum Şemsiye şerhi ve daha bir çok eser kaleme alınmıştır. Sultan, nâmına yazılan bu eserlerin müelliflerine bir çok ihsânlarda bulunmuş ve onları teşvik etmiştir.
Hanımları: Emine ve Kumru hatunlardır.
Erkek çocukları: İkinci Murâd, Yûsuf Mahmûd. Kasım Ahmed ve Mustafa’dır.
Kızları: Selçuk, Ayşe, Hafsa, Sultan ve İlaldı hâtûnlardır.
Çelebi Sultan Mehmed bâzan şiir de söylemiştir. Tezkirelerde rastlanan şu şiir onundur:
Cihân hasm olsa, Hakk’dan nusret iste!
Erenlerden duâ vü himmet iste!
Çalup dîn ışkına udvâne şimşir,
Anuban çâr-ı yârı hidmet iste!
Eğer leb-teşne isen ey bed-endîş;
Bu deşne çeşmesinden şerbet iste!
Geçenden geç, demür taşdan sakınma,
Demüri mahv idenden kuvvet iste!
Çevürme yüz muhalifden Mehemmed,
Adûyı arsadan sür vüs’at iste!

Çelebi Sultan Mehmed Han Devri Kronolojisi

28 Temmuz 1402   : Ankara savaşı ve fetret devrinin başlaması.
8/9 Mart 1403       : Yıldırım Bâyezîd Han’ın vefâtı.
18 Şubat 1405       : Tîmûr Han’ın vefâtı.
 5 Temmuz 1413    : Çelebi Sultan Mehmed’in tek başına tahta çıkışı ve fetret devrinin son bulması.
1414........ : Aydınoğlu Cüneyd Bey’in isyânı.
1414........ : Çelebi Sultan Mehmed’in birinci Karaman seferi.
1415........ : Çelebi Mehmed’in ikinci Karaman seferi.
1415........ : Osmanlı donanmasının Adalar seferi.
29 Mayıs 1416       : Osmanlılarla Venedikliler arasında ilk deniz muhârebesi.
 9 Temmuz 1416    : Osmanlı-Venedik sulhü.
1417........ : Avlonya’nın fethi.
1418........ : Samsun havâlisinin zaptı.
1418........ : Tatar aşîretlerinin Rumeli’ye nakli.
1419........ : Bursa’da Yeşil Câmi’nin inşaatının tamamlanması.
1420........ : Rumeli’de Şeyh Bedreddîn isyânı ve Serez’de îdâmı.
1420........ : Düzmece Mustafa’nın ortaya çıkması.
26 Mayıs 1421       : Çelebi Sultan Mehmed’in vefâtı.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Fezleke-i Târih-i Osmânî (Hakkı Efendi); sh. 42
 2) Tevârih-i Âl-i Osman (Aşıkpaşazâde); sh. 80
 3) Târih-i Solakzâde; sh. 124
 4) Târih-i Cihânnümâ (Neşrî); cild-1, sh. 367
 5) Şakâyık-ı Nu’mâniyye Tercümesi; sh. 80
 6) Mir’ât-ı kâinat; cild-2, sh. 349
 7) Târih-i Devletti Osmâniyye (A.Şeref); cild-1, sh. 124
 8) Tâc-üt-tevârih; cild-1, sh. 299
 9) Hayrullah Efendi Târihi; cild-3, sh. 77
10) Devlet-i Osmâniyye Târihi (Hammer); cild-2, sh. 405
11) History of Ottoman Empire and Modern Turkey; cild-1, sh. 41
12) Îzâhlı Osmanlı Târihi Kronolojisi; cild-1, sh. 134
13) Osmanlı Târihi (Uzunçarşılı); cild-1, sh. 330
14) Büyük Türkiye Târihi; cild-2, sh. 370
15) Osmanlı Deniz Harb Târihi; cild-1, sh. 100
16) Osmanlı İmparatorluğu Târihi (Z. Danışman); cild-3, sh. 193
17) Rehber Ansiklopedisi; cild-3, sh. 309
18) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye
19) Kosova Zaferi-Ankara Hezimeti (Fatma Aliyye Hanım); sh. 142
20) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; cild-11, sh. 331, 337
21) Münseât-üs-Selâtin; cild-1, sh. 143
22) Bezm-ü Rezm; sh. 399, 400, 401

MATBUAT


Basılmış şeyler, basılı her türlü şey. Belirli veya belirsiz aralıklarla yayınlanan her türlü gazete, mecmua (dergi), salnâme, broşür, kitap ve benzeri yayınların hepsi. Baskı makinaları ile çoğaltılarak geniş kitlelere ulaştırıldığı için umûmî olarak matbûât denilmiştir. Matbûât iki kısımda İncelenebilir:
Birincisi; günlük, haftalık, aylık, yıllık gibi belirli veya belirsiz aralıklarla yayınlanan her türlü cerîde (gazete), mecmua (dergi), salname (yıllık) ve broşür gibi süreli yayınlardır (Bkz. Basın).
İkincisi ise; belli bir süreye bağlı olmaksızın belli ihtisas dallarında ve ilmî konularda yazılmış ve basılmış olan kitap ve benzeri süresiz yayınlardır.
İnsanların anlaşma ve haberleşme vâsıtalarından biri olan yazı, insanlık târihiyle yaşıttır. İlk insan ve ilk peygamber olan Âdem aleyhisselâma Allahü teâlâ tarafından gönderilen suhuf (sayfalar) yazılı idi. Diğer peygamberlere gönderilen kitaplar da böyle idi. Âdem aleyhisselâm kayalar ve kerpiçler üzerine yazı yazmışdı. İlk olarak kalem ile yazı yazan ve insanlara öğreten İdris aleyhisselâm idi. İnsanlar arasında anlaşma vâsıtası olan yazı, toplumların bulundukları kültür ve medeniyet seviyesine göre yer yer değişiklikler göstermiştir. Bu değişiklikler neticesinde çeşitli yazı çeşitleri ve biçimleri gelişmiştir.
Farklı dinlere inanan ve çeşitli yazıyı kendi aralarında anlaşma ve haberleşme vâsıtası olarak kullandıkları gibi, araştırarak buldukları ilmî gelişmeleri, târih ve kültür değerlerini kendilerinden sonraki nesillere aktarma vâsıtası olarak da kullanmışlardır. Târihî mâhiyetteki yazılı belgeler ve kitabeler bunun ifadesidir. Zamanla ilmin ve kültürün yayılması için kitaplar yazıldı ve geniş kitlelere hitab edebilmek için kitabların baskı tekniğiyle çoğaltılmasına geçildi. Baskı tekniğinin ilk doğuşunun Çin ve Kore’de olduğu söylenirse de bugünkü anlamda baskı tekniği Almanya’nın Mainz şehrinde Johann Gutenberg tarafından 1450 senesinde kullanıldı. Baskı tekniğinin gelişmesi yâni matbaanın keşfiyle kitaplar daha ucuza mal edilebildi ve daha geniş bir okuyucu kitlesine sunuldu. Kitapların hattatlar tarafından yazılması sebebiyle Osmanlı Devletı’nde matbuaya ilk zamanlar fazla ihtiyâç hissedilmedi. Bununla beraber, Osmanlı Devleti’nin çeşitli şehirlerinde on altıncı yüzyılın başından îtibâren gayr-i müslim tebea tarafından basit matbaalar kuruldu. Rum, Ermeni, Romen ve Mûsevîlerin kurdukları matbaalarda, Türkçe, Arabça, Farsça eserler basıldı. Fakat resmî ve husûsî bir Türk matbaası kurulmadı.
Avrupa’daki Rönenans hareketleri neticesinde ortaya çıkan bâzı ilmî ve teknik gelişmelerin alınmağa başlandığı on sekizinci yüzyılın başından îtibâren Avrupa’ya çeşitli vazifeliler gönderildi. Sultan üçüncü Ahmed Han zamanında 1718’de sadrâzam olan Nevşehirli Dâmâd İbrâhim Paşa, İstanbul’da matbaa kurmak istedi. Paris’e büyükelçi olarak gönderilen Yirmisekiz Çelebi Mehmed Efendi ve oğlu Sa’îd Mehmed Efendi Paris’te gördükleri matbaayı yerinde incelediler. Sa’îd Mehmed Efendi, Paris’ten döndükten sonra, sadâret mektubcusu olarak bulunduğu sırada, aslen Macar olup Osmanlı hizmetine girmiş olan İbrâhim Müteferrika ile anlaşarak bir matbaa kurmayı kararlaştırdılar.
1727 Temmuz’unda zâten bu işe tarafdâr alan sadrâzam Nevşehirli Dâmâd İbrâhim Paşa’ya matbaanın önemini ve faydalarını anlatan bir lâyiha hazırlayıp sundular. Şeyhülislâm Yenişehirli Abdullah Efendi’nin dînî eserler hâricinde diğer kitapların basılabileceği matbaa kurulmasına dâir verdiği fetva üzerine, Sa’îd Mehmed Efendi ile İbrâhim Müteferrikaya bir müsâde fermanı verildi. Şirket-i müdârebe ismiyle sözleşme imzalandıktan sonra, “Dâr-ut-Tıbâat’il-Âmire” adıyla kurulan ilk matbaa, sultan Selîm semtinde İbrâhim Müteferrika’nın evinde faaliyete geçti. Bu matbaada ilk olarak Arapça’dan Türkçe’ye iki cildlik Vankulu Lügati 1729 senesinin Ocak ayında basıldı. Bundan dört ay kadar sonra da Kâtip Çelebi’nin Tuhfet-ül-Kibâr fî-esfâr-il-Bihâr adlı eseri tab’edildi. Târih-ul-hind-el-garbî el müsemmâ bi hadîs-i nev, Kitab-ı iklim-i cedîd, Târih-i Tîmûr Gürkân ve Eddürret-ül-yetîme fî evsâf-i Mısr il-kadîme ve ikinci kısım Mısr-ı cedîd adlı eserler bu matbaada ilk basılan eserlerdir. 1731deGülşen-i Hulefâ adlı eserle, Türkçe, Fransızca kavâid ve mükâleme kitabı basıldı. Sultan üçüncü Ahmed ve Dâmâd İbrâhim Paşa zamanında kurulan bu matbaa, Patrona Halîl isyânından ve sultan birinci Mahmûd Han’ın cülûsundan sonra da faaliyetini sürdürdü. 1732’de Usûl-ül-Hikem fî nizâm-il-âlem ve Füyûzât-ı Mıknatisiyye gibi eserlerle Kâtip Çelebi’ninCihânnümâ adlı eseri basıldı. Bu matbaada 1733’de Kâtip Çelebi’ninTakvîm-üt-Tevârih kitabı, 1734 Haziran ve Ekim’inde iki cildlik Nâimâ Târihi, 1741de Râşid Târihi ve Küçük Çelebizâde Âsım Efendi’nin bu târihe olan zeyli basıldı. 1742’de ise, Farsça’dan Türkçe’ye bir lügat olanFerheng-i Şuûrî basıldı. Kuruluşundan beri matbaanın idaresini elinde tutan İbrâhim Müteferrika, 1745’de vefât edince, Rumeli kâdılarından İbrâhim Efendi ve Anadolu kâdılarından Ahmed Efendi müştereken matbaayı işletmek üzere izin istediler. Bunun üzerine, 1747 târihli olarak daha önce İbrâhim Müteferrika’ya verilen fermanın aynısı bunlara da verildi.
Matbaalarda basılan kitapların daha ucuza mâl edilmesi için daha önce İran, Hint, Türkistan, Çin ve Avrupa’dan alınan kağıt yerine yerli kâğıt üretimi düşünüldü. Hekimoğlu Ali Paşa’nın sadrâzamlığı sırasında bir kâğıt fabrikası kurulması kararlaştırıldı. Lehistan’dan mütehassıslar getirtilmesine teşebbüs edildi ise de, Hekimoğlunun sadâretten azli üzerine bu teşebbüs bir müddet durdu. Daha sonra yapılan çalışmalar neticesinde 1746’da Yalova’da ilk kâğıt fabrikası kuruldu. Lehistan’dan getirtilen ustalar tarafından kurulan ve çalıştırılan fabrikada, Avrupa’daki kaliteli kâğıtlara rekabet eden kâğıt yapıldı. Fakat bir müddet sonra kapandı.
Kadı İbrâhim ve Ahmed efendiler işletme izni aldıktan sonra matbaa bir müddet duraklama devri geçirdi. Vankulu Lügati’nin mevcudu kalmadığından, 1755’de yeniden basıldı. Fakat İbrâhim ve Ahmed efendilerden sonra kitap basılmadı. Bu durum, 1784’de Halîl Hamîd Paşa’nın sadâreti zamanına kadar sürdü. Beylikçi Râşid Efendi ile vak’anüvis Vâsıf efendiler hükümete müracaat ederek matbaayı işletmeye müsâde istediler. Sadrâzam Halîl Hamîd Paşa sultan birinci Abdülhamîd Han’a arz ederek, ferman çıkarttırdı. İşte bu suretle Râşid ve Vâsıf efendilerin işlettiği matbaada 1784’de ilk olarak Çelebizâde Âsım’a zeyl olarak yazılan Sami, Şâkir, Subhi Vekâyînâmeleri, Subhî Târihi olarak basıldı. Ertesi sene de Vak’anüvis Süleymân İzzî Efendi’nin târihi basıldı. Yine bu sene Güzelhisarlı Zeynîzâde Hüseyin Efendi’nin nahivden Kâfiyeüzerine yazmış olduğu İ’râb-ül-Kâfiye adlı eseri basıldı. Sultan üçüncü Selîm Han zamanında da harb ve istihkâmcılığa dâir fennî lağım ve muhasaraya dâir Fransızca’dan çevrilen eserler basıldı.
On Sekizinci yüzyılın sonlarına doğru İstanbul-Kâğıthâne’de kurulan ikinci kâğıt fabrikası da kısa bir müddet içinde kapandı. Üçüncü kâğıt fabrikası ise 1804’de Beykoz’da kuruldu. 1832’ye kadar üretim yapan bu fabrika da teknolojide meydana gelen gelişmeler neticesinde Avrupa’da üretilen ucuz kâğıtla rekabet edemiyerek kapandı.
İbrâhim Müteferrika’nın kurduğu ilk Osmanlı matbaasından sonra ikinci matbaa 1795’de açılan Hendesehâne matbaasıdır. On dokuzuncu yüzyılın hemen başında devlet tarafından yeni bir matbaa daha kuruldu. 1802’de faaliyete geçen bu matbaa Dâr-üt-Tıbâat-ul-Cedîde adını taşır. Üsküdar’da kurulduğu için Üsküdar matbaası adıyla da bilinen bu matbaa, 1831’de Üsküdar’dan Bâyezîd’e taşındı. Sultan İkinci Mahmûd Han tarafından 1831’de resmî gazete hüviyetinde çıkarılan, Takvîm-i Vekâyîgazetesi için kurulan Takvimhâne-i Âmire ile birleştirilerek Matbaa-i Âmire adını aldı. Taşbasma tekniğini ülkeye getiren Kayoller’in İstanbul’da kurduğu matbaa ile, Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın Mısır’da kurduğu Bulak Matbaası da bu dönemde faaliyete geçti. Okuyucuların basma kitaba ısınmasında önemli rol oynayan bu matbaada basılan 243 kitabın 125’i Türkçe’dir. İstanbul’da 1831’de kurulan Matbaa-i Bâb-ı Hazret-i Seraskeriye ile 1835’de kurulan Maçka Mekteb-i Harbiye Matbaası da bu döneme matbaacılık açısından hareket getirmiştir. Tanzîmâtın ilk yıllarında pek hızlı gelişme gösteremeyen matbaacılıkta taşbasma tekniğinin geliştirilmesine çalışıldı. Daha önce Mısır’da kullanılan ta’lik yazı stilindeki harfler, Yesârîzâde Mustafa İzzet Efendi’nin hattıyla ilk olarak 1842’de İstanbul’da kullanılmaya başlandi. Bunu Râsih Efendi’nin hazırladığı 24 puntoluk ta’lik harfler ve yine Mustafa İzzet Efendi’nin hazırladığı 24 puntoluk nesih harfler tâkib etti. Bu arada 1846’da üretime geçen İzmit kâğıt fabrikası da 1860’a doğru kapandı. İlk matbaanın kurulduğu 1727 senesinden 1840 senesine kadar çeşitli ilim ve fenlere dâir 500 kadar kitap basıldı.
Matbaacılığın ve matbûâtın gelişmesi, resmî devlet gazetelerinden başka, özel gazetelerin de çıkmasıyla gittikçe hızlandı. Basının gelişmesiyle bir çok matbaa kuruldu.
Devlet tarafından mahallî basının teşvik edilmesi her vilâyet merkezinde bir matbaa kurulması, matbaacılığın tanınmasına ve matbûâta karşı ilginin artmasına sebeb oldu. Tanzîmât’ın îlânından 1860’a kadar yavaş gelişen matbaacılık, bu târihten sonra hem sayı hem de basım tekniğindeki gelişmeler bakımından oldukça ilerleme gösterdi. 1840-1870 seneleri arasında çeşitli gazete ve dergilerin yanında 1300 kadar kitap basıldı. Bunların çoğu devlet eliyle basılmış ders kitapları ve resmî yayınlar ile tek tek kişilerin veya kitapçıların (sahhâfların) bastırdıkları kitaplardır. Henüz bir yayınevi meydana gelmemiştir.
Hukukî açıdan, önceleri izne bağlı olmaksızın kurulan matbaalar dışarıya da iş yapan Matbaa-i Âmirenin gelirinin azalması üzerine, 1856’da yayınlanan bir irâde ile özel matbaaların bastıkları kitapları Takvimhâne nezâretine bildirmeleri ve gelirleri üzerinden vergi alınması kararlaştırıldı. 26 Ocak 1857’de çıkarılan Matbaa nizamnâmesiyle de matbaa açma isteği Meclis-i meârif ve zabtiye nezâretinin incelemesinden sonra, sadâretin uygun görmesine bağlandı. Nizâmnâmeyle, matbaaların gazete dışındaki her türlü yayını basmadan önce Meclis-i meârife inceletmeleri, herhangi bir mahzur görülmediği takdirde ve sadâretin izniyle basabilmeleri hükmü getirildi. Aynı yıl çıkarılan Te’lif nizamnâmesiyle de matbaaların, müellifin (yazarın) izni olmadan kendi nam ve hesaplarına kitap bastırmaları yasaklandı.
1870’den sonra Şinâsî’nin çıkardığı Tasvir-i Efkâr gazetesinde sonradan kesilerek forma hâline getirilebilecek biçimde risaleler yayınlandı. Ahmed Mithat Efendi’nin 1870’den itibaren Letâif-i Rivâyat adlı 25 kitaplık külliyâtı ilk seri yayınlardandır. 1878’de Tercüman-ı Hakikât tefrikalarından mütehassıl yeni kütüphâne adlı seri tâkib etti. 1879’da Matbaacı Mihran ile birlikte Cep kütüphânesini kuran küçük boyda ve her sahada bilgileri İhtiva eden 30 kadar kitabı neşreden Şemseddîn Sami’yi, 1879’da başladığı salname ve takvim yayımcılığını, 1881’de kitap yayımcılığıyla genişleten Ebüz-ziyâ Tevfik tâkib etti. Kurduğu Kütübhâne-i Ebüzziyâ’da ise, 114 kitap yayımlandı. 1880’den îtibâren Bâb-ı âlî civarında yerleşmiş gayr-i müslim olan, Kasbar, Krikor ve Ohannes Kayseryan gibi, özellikle ermeni kitabcılar da yayımcılığa başladılar. Kasbar, Tedrisât Kütüphânesi; Krikor, Asır Kütüphânesi; Orhannes de Vatan Kütüphânesi adıyla kitaplar yayımladılar.
23 Ocak 1888’de çıkarılan Matbaa nizâmnâmesine yeni hükümler eklendi. 1890’dan sonra Ahmed İhsân tarafından kurulan Servet-i fünûn dergisinin yanısıra te’lîf ve tercüme kitaplar yayımlandı. Bu arada, sultan İkinci Abdulhamîd Han 1893 de İstanbul Beykoz’da Hamîdiye kâğıt fabrikasını kurdurdu. Osmanlı-İngiliz Şirketi biçiminde organize edilen bu fabrika, ortaklar arasında çıkan anlaşmazlık sebebiyle kısa bir müddet üretim yapabildi. İkdâm gazetesi sahibi Ahmed Cevdet (Oran) 1895’de Kütüphâne-i İkdam adı altında daha ziyâde târihî ve edebî bir dizi kitap yayımlandı. İbrâhim Hilmi’nin 1896’da kurduğu Kütüphâne-i İslâm daha sonra gelişerek Kütüphâne-i İslâm ve Askerî ve Kütüphâne-i Hilmî adını alarak yayınına devam etti. Malûmat gazetesi sahibi Tâhir Bey de Malûmat Kütüphânesi adı altında kitap yayımcılığı yaptı. Bunların dışında Bâyezîd’teki Hakkâklar Çarşısı (Bugünkü Sahhâflar Çarşısı), Kapalı Çarşı’daki Sahhâflar Çarşısı ile Bâyezîd ve Bâb-ı âlî’deki kitapçılar da kitap ticâretinin yanısıra yayıncılık alanında da etki gösterdiler.
İkinci Meşrûtiyetin ilânından sonra kitap yayımcılığında hızlı bir artış oldu. Fakat gerek maddî sıkıntılar, gerekse İttihâd ve Terakkî’nin uyguladığı baskı rejimi neticesinde kurulan yayınevleri kapanmak zorunda kaldı. Zaman Kütüphânesi, Cihân Kütüphânesi, Gayret Kütüphânesi, Kanâat Kütüphânesi, İkbâl Kütüphânesi, Maârif Kütüphânesi, İçtihâd Kütüphânesi bu devirde faaliyet gösteren yayınevlerindendir. 1911’de Matbûât ve matbaalar kânunu çıkarıldı. 1913’den sonra iktidarı büsbütün eline geçiren İttihâd ve Terakkî döneminde basın hürriyeti tamamen kullanılmaz oldu.

İLK MATBAA

İbrâhim Müteferrika, zamanın şeyhülislâmı Yenişehirli Abdullah Efendi’ye matbaa açmak, kitap basmak hususunda; “Kitap basma san’atını iyi bildiğini söyleyen bir kimse, lügat, mantık, astronomi, fizik ve benzerlerini birer kalıba çıkarıp, buradan kâğıdların üzerine basarak bu kitapların benzerlerini elde ederim derse, bu kimsenin böyle kitap basmasına şeriat izin verir mi?” diye sorunca, cevâb olarak; “Kitâb basma san’atını iyi bilen bir kimse, bir kitabın harflerini ve kelimelerini birer kalıba çıkarıp, buradan kâğıdlara basmakla, bu kitaptan az zamanda kolayca çok sayıda elde ediyor. Böylece çok ucuz kitap yazılmasına sebeb oluyor. Faydalı bir iş olduğundan şeriat bu kimsenin bu işi yapmasına izin verir. Kitâbda yazılı ilmi bilen bir kaç kişi önce tashih etmelidir. Tashihten sonra basılırsa, güzel bir iş olur” diye fetva verdi. Pâdişâh da izin verince, 1729 senesinde İbrâhim Müteferrika ilk matbaayı kurdu.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Türkiye’de Matbûât İdareleri (Server İskit, Ankara-1943)
2) Basın ve Yayın Târihi (H.R. Ertuğ; İstanbul-1955)
3) Osmanlı Târihi (Uzunçarşılı; cild-4, kısım-2, sh. 513
4) Büyük Türkiye Târihi; cild-11, sh. 121
5) Türkiye’ye Matbaanın Girişi (Osman Ersoy-İstanbul, 1959)
6) Âlimler ve San’atkarlar (Ahmed Refik); sh. 279
7) Mufassal Osmanlı Târihi; cild-5, sh. 2445
8) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; sh. 514