26 Ocak 2018 Cuma

ALİ MUSTAFA EFENDİ


On altıncı asırda yetişen meşhur Osmanlı tarihçisi. Adı, Mustafa bin Ahmed’dir. 1541 senesi Nisan ayında Gelibolu’da doğdu. Küçük yaşta tahsîle başlayan Âlî Efendi yirmi yaşında medreseden me’zûn oldu. Mihrü Mah adlı eserini şehzâde ikinci Selîm’e takdim ederek dîvân kâtibliği vazîfesine atandı. Daha sonra Şam beylerbeyi Lala Mustafa Paşa’nın dîvân kâtipliğine tâyin edildi. Mustafa Paşa’nın Mısır beylerbeyi olması ile berâber Mısır’a gitti. Bir süre sonra Mustafa Paşa Mısır beylerbeyliğinden alınınca, Manisa’daki şehzâde üçüncü Murâd’ın musâhibleri arasına girdi. Oradan Bosna beylerbeyi Ferhat Paşa’nın dîvân kâtipliği vazîfesine tâyin edildi.
Sultan üçüncü Murâd Han’ın tahta çıkması üzerine, altı sene kaldığı Bosna’dan ayrılarak İstanbul’a geldi. Hoca Sa’deddîn Efendi aracılığı ile Gürcistan, Azerbaycan bölgesi beylerbeyi olan Lala Mustafa Paşa’nın yanında tekrar dîvân kâtibi oldu. Onunla beraber İran seferine katıldı. Buradan Haleb tımar defterdârlığına tâyin edildi. Bu görevden azledilince bir süre açıkta kalan Âlî Efendi, daha sonra Erzurum, arkasından Haleb mal deftardârlığına atandı. Daha sonra bu görevden de azledildi. Uzun süre açıkta kaldı. Kısa bir müddet süren Sivas defterdârlığından sonra yeniçeri kâtipliğine getirildi ise de bu görevden de alındı.
Geçimsiz bir mîzâca sâhib olan Alî Mustafa Efendi, sultan üçüncü Mehmed tahta çıktığı zaman ikinci defa getirildiği yeniçeri kâtipliğinde bulunuyordu. Pâdişâh’ın cülûsunu zamanın diğer şâirleriyle beraber kutladı. Bunun üzerine mükâfatlandırılan Âlî Efendi mîr-i mîran rütbesiyle Şam vâliliğine tâyin edildi. Fakat hemen iki yüz bin akçe hasla emekliye ayrılması teklif edildi. O buna karşılık, Künh-ül-Ahbâr’ı yazmakla meşgul olduğunu, bu eseri tamamlamak için lüzumlu malzemeyi daha rahat bulabileceği Mısır defterdârlığı veya Amasya sancak beyliğini istedi.
Son olarak kendisine Cidde emirliği verilen Âlî Efendi, bu vazifesine Mısır ve Mekke yoluyla giderek hac farîzasını yerine getirdi. Sultan üçüncü Mehmed’e yazdığı bir Mesnevîde kendisine Mısır eyâletinin verilmesini ricâ etmişse de, buna nâil olamadan 1600 senesinde Cidde’de vefât etti.
Alî Mustafa Efendi, çeşitli alanlarda yazı yazmakla birlikte, asıl başarılı olduğu alan târihtir. Ayrıca eserlerinde tenkid fikrine yer verir. Asrını bir bakımdan ele alan bir yazar olup, manzum, mensur elliye yakın eseri vardır. Bunlardan en meşhuru dört cildlik Künh-ül-Ahbâr adlı târihidir. Bu eser, sâdece bir Osmanlı târihini değil, Peygamberler târihi, İslâm târihi, Türk ve Moğol târihi bahislerini ve bölümlerini de içine alan umûmî târihtir. Âlî Efendi, eserde Osmanlı âlim ve şâirleri için de önemli bir kısım ayırmış olup, bu bölüm şâirler tezkiresi sayılabilecek genişliktedir. Âlî Efendi, eserini hazırlayabilmek için çok sayıda kaynağa müracaat etmiştir. Eserin en geniş kısmı, on altıncı asır Osmanlı târihini anlattığı bölümdür. Ayrıca İslâm târihinde verilen bilgiler geniş ve teferruatlıdır. Eserin ilmî değerini artıran bir yönü, Âlî’nin, İslâm medeniyetinin gelişmesinde Türklerin büyük rolüne ve hizmetine dikkat çekmesidir. Bunun yanında, yeri geldikçe, bölüm bölüm Avrupa milletleri hakkında da kısa bilgiler verilmiştir. Künh-ül-Ahbâr’ın baş kısımları oldukça secili ve ağır bir nesirle yazılmıştır. Zâten Âli; Türkçe’nin Arabça ve Farsça’dan alacağı kelimelerle anlatım kabiliyetini geliştirip tab ve çeşnisine kavuşacağı fikrindedir. Bununla birlikte eserin geri kalan kısmı; üslûb bakımından hâdiseleri san’atkârâne yazmak hevesine feda etmeyen, yer yer temiz, açık ve zamanına göre sâde sayılabilecek bir nesirle kaleme alınmıştır. Eserin başından İstanbul’un fethine kadar olan kısmı tertibine uygun olarak beş cild hâlinde basılmıştır. Yazmaları çeşitli parçalar hâlinde İstanbul’un bir çok kütüphânelerinde bulunmaktadır.
Âlî’nin Künh-ül-Ahbâr’dan başka, Türk kültür ve ictimâiyyât târihi bakımından değerli kaynak ve vesika olan dört kitabı daha vardır. Bunlardan Nasîhat-üs-Selâtîn’i Haleb’de tımar defterdârı iken yazmıştır. Bu eserinde özellikle sultan üçüncü Murâd devrindeki içtimaî, iktisâdi ve hukukî bozuklukları büyük bir cesaretle ve misaller vererek ortaya koymuştur.
Kavâid-ül-Mecâlis; Osmanlı medeniyeti ve sosyal hayâtı bakımından kıymetli bilgiler veren bir görgü, bir âdâb-ı muaşeret kitabıdır. Alî Efendi, ömrünün sonlarına doğru yazdığı bu eserde, mühim meclislerde çeşitli sınıf, san’at ve mesleklere mensup insanların nasıl hareket edeceklerini, nasıl giyineceklerini, kısacası topluluk içinde âdaba uygun yaşamak için neler yapmak ve neler bilmek mecburiyetinde olduklarını yazmıştır. Eseri sultan üçüncü Murâd Han’ın isteği üzerine yazmıştır.
Âlî Efendi’nin Künh-ül-Ahbâr’dan sonra üçüncü önemli eseri Mevâ’id-ün-Nefâis fî Kavâ’id-ül-Mecâlis’dir. Bu eserini Hoca Sa’deddîn Efendi ve bir çok âlimin tavsiyesi üzerine Kavâ’id-ül-Mecâlis’i tamamlaması için yazmıştır. Âlî Efendi, bu eserini geniş bir halk kütlesinin istifâdesine sunabilmek için sâde, kolay ve anlaşılır bir dilde yazmıştır. Eser, 127 varak hâlinde ve yer yer manzum parçalarla süslenmiş hâldedir.
Dördüncü önemli eseri Menâkib-ı Hünerverân’dır. Eserde Türk-İslâm âleminde yetişen büyük hattatlar ve bunların hat san’atlarından, ayrıca tasvircilerden, tezhibcilerden, mücellid, halkari, zerefşân ve oyma san’atlarından bahsedilmekte, zamanın diğer san’atları ve san’atkârları hakkında da kıymetli bilgiler verilmektedir. İstanbul ve Viyana kütüphânelerinde dokuz nüshası bulunan eser, yedi bölümden meydana gelmiştir. İbn-ül-Emîn Mahmûd Kemâl tarafından 1926 senesinde İstanbul’da eserin karşılaştırmalı neşri gerçekleştirilmiştir.
1- Nâdir-ül-Mahûrib, 2- Heft Meclis, 3- Zübdet-üt-Tevârih, 4-Nusretnâme, 5- Câmi-ul-Hubûr der Mecâlis-i Sûr, 6- Mirkat-ül-elhâd, 7- Füsûlü Hallü Akd ve üsûli Harc ü Nakd, 8- Hâlât-ül-Kâhire min el-Âdât-iz-zâhire, 9- Mihr ü Mah, 10- Mihr ü Vefâ, 11- Tûhfet-ül-Uşşak, 12- Râhat-ün-Nüfûs, 13- Hilyet-ür-ricâl, 14- Münşeat, 15-Mahâsin-ül-Âdâb Âlî’nin yazdığı diğer mühim eserlerdir. Âlî bu eserlerin yanında şiirler de yazmıştır.
Henüz on dokuz yaşında bir dîvân sahibi olan Âlî’nin Türkçe üç ayrı dîvânı vardır. Dîvânının nüshalarından biri İstanbul Üniversitesi Kütüphânesi’nde siyâkat yazı iledir. İlk şiirlerinde Çeşmî daha sonra Âlî mahlasını kullanmıştır.
İkinci dîvânının adı Vâridât-ül-Enîka’dır, Aslında bu eser birinci dîvânında bulunan gazellere de yer verir.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Resimli Türk Edebiyâtı; cild-1. sh. 611
 2) Gülşeni Şuarâ; vr. 44 a
 3) Osmanlı Müellifleri; cild-3, sh. 85
 4) Türk Klâsikleri; cild-4, sh. 73
 5) Âlî ve Kâtib Çelebi’nin Terceme-i hâlleri (B. Mehmed Tâhir. Selânik-1322)
 6) XIII ve XVI. Asır Eserlerinin Türkçe Yazılış Sebebleri (Kemal Yavuz, Türk Dünyâsı Araştırmaları, sayı-27. sh. 9)
 7) Âlî bibliyografyası (Atsız, İstanbul-1968)
 8) Osmanlı Târih ve Müverrihleri; sh. 36

19 Ocak 2018 Cuma

ÇANDARLI AİLESİ


Osmanlı Devleti’ne hizmet etmiş asîl bir Türk ailesi. Âile içerisinde, devletin en yüksek ilmî, idâri, mülkî ve askerî makamlarında vazife almış şahsiyetler çıkmıştır. Çandarlı ailesinin atası Kara Halîl Hayreddîn Paşa, Eskişehir’in Sivrihisar kazası Cendere köyünde doğdu. Kara Hoca diye bilinen Alâüddîn Esved Ali bin Ömer isimli âlimden ilim öğrenip, zamanındın ve fen bilgilerine sâhib oldu. Ahilerle yakın irtibatı olan Kara Halîl Paşa, Şeyh Edebâlî’nin akrabalarından idi. İlim tahsilini tamamladıktan sonra Bilecik, İznik ve Bursa kâdılıklarında bulundu. Birinci Murâd Han sultan olunca, 1362’de Kara Halil’i ilk kâdıasker olarak tâyin etti. Sultan’la beraber Rumeli’ye geçen Kara Halîl, Karaferya, Serez ve Selânik’i alıp, Arnavutluk’a çeşitli seferler düzenledi.
Kara Hafîl Efendi, bütün bilgi ve tecrübesini, genç Osmanlı Devleti’nin teşkilâtlanmasında seferber etti. Orhan Bey zamanında ilk muntazam askerî teşkilâtın kurulmasında önemli vazifeler gördü. Yaya ve müsellem adları ile müslüman-Türk cengâverlerinden piyade ve süvari kuvvetlerini teşkilâtlandırdı. Bu teşkilâtın nizâmnâmesini hazırlayıp, ilk asker ocağını kurdu. Bu ocak, Yeniçeri ocağının kurulmasına kadar Osmanlı Devleti’nin yegâne muntazam ordusu olarak kaldı. Rumeli’de yeni şehirler feth edilip cephe genişleyince, Çandarlı Kara Halîl, Sultan Murâd tarafından Yeniçeri ve Acemi ocakları kurmaya me’mûr edildi. Bu işi başarı ile yaptıktan sonra, Molla Rüstem Karamânî ile birlikte devlet hazînesi ve devletin mâlî teşkilâtını kurup, çeşitli düzenlemeler yaptı. Daha sonra vezirlik makamına getirildi. Çandarlı’ya kadar vezirler, yalnız idâri ve mâlî işlere bakarlardı. Çandarlı’ya bunların yanında beylerbeylik yâni ordu komutanlığı vazifesi de verildi. Böylece devletin bütün idarî, mâlî ve askerî işlerini elinde toplayan ilk vezir oldu. Hayreddîn Paşa 1385’de kumandan olarak Batı Trakya, Makedonya ve Arnavutluk taraflarında faaliyette bulundu. Draç beyi Topia’ya yardım ederek, Arnavutluk’ta onun hasmı olan Zenta prensi ikinci Balşa’yı mağlûb etti.
Sultan birinci Murâd, Karamanoğlu Alâüddîn Bey’in Osmanlı topraklarına giriştiği tecâvüzî hareketlere karşı sefere çıkarken, Hayreddîn Paşa’yı Rumeli muhafazası için hudûd üzerinde bıraktı. Fakat Hayreddîn Paşa, az sonra 1387’de Vardar Yenicesi ordugâhında hastalanarak Serez’e getirilip orada vefât etti. İznik’e defnedildi. Sonra üzerine oğlu tarafından türbe yaptırıldı.
Hayreddîn Paşa gibi değerli bir devlet adamının vefâtı, sultan Murâd’ı çok müteessir etti. Halîl Hayreddîn Paşa, beyliğin aşiret âdetlerinden kurtularak, bir devlet hâline gelmesi için zarurî olan idâri, mâlî, askerî teşkilâtı te’sis hususunda çok çalışmış ve muvaffak da olarak sultan birinci Murâd’ın tam bir itimâdını kazanmıştı. Hayreddîn Paşa, akıllı ve tedbirli bir zâttı. İlim ve amelde eşsiz, verâ ve takvada nâdirdi. Devlet idaresinde muktedir, kumandanlıkta üstündü. Tevâzû sahibi ve cömert bir kimse olup, işlerini yalnız Allahü teâlânın rızâsı için yapardı, ölümünde; İlyas, Ali ve İbrâhim isminde üç oğlu bulunuyordu.
Çandarlı Kara Halil’in vefâtı üzerine, kendisi gibi kâdılık ve kâdıaskerlik vezîfelerinde bulunmuş olan büyük oğlu Ali Paşa, vezîriâzamlığa getirildi. Devlet teşkilâtında önemli hizmetleri olan Ali Paşa, sultan Murâd’ın ölümü üzerine tahta geçen Yıldırım Bâyezîd zamanında da vezirlik vazifesine devam etti. Yıldırım Bâyezîd devrinde bâzı şikâyetler üzerine, kâdılara belli bir maaş bağlandı. Sultan’ın İstanbul’u kuşatmasında önemli rol oynadı.
1402 Ankara savaşında Osmanlıların yenilmesi ve Sultan’ın esir düşmesi üzerine, Edirne’de sultanlığını îlân eden Emîr Süleymân’ın vezîriâzamı oldu. Fakat bu vezirliği sâdece Süleymân Çelebi idaresi altındaki bölgeyi içine almaktaydı. Üç sultana vezirlik yapan Ali Paşa, 1407 senesinde vefât etti. İznik’te babasının türbesine defnedildi. Ali Paşa’nın hiç çocuğu olmadı.
Çandarlı Ali Paşa; âlim, fâzıl, cömert, siyâseti iyi bilen değerli bir kumandan ve teşkîlâtçı bir devlet adamı idi. Yıldırım Bâyezîd devrindeki vezirliği zamanında, içoğlan denilen maiyyet hademesi teşkilâtını kurarak, bunları yetiştirip devlet hizmetine vermek usûlünü ihdas etti. Merasim elbiselerinde ak kaftana kırmızı düğme takılmasını ilk önce Ali Paşa yapmış, daha sonra da âdet olmuştur. Ali Paşa, hırs ve tama’dan uzak, dürüst, temiz ve faziletli, devlet sırlarını saklamasını iyi bilen bir zât idi. Ankara savaşında Yıldırım Bâyezîd Han’a cerahor adıyla ücretli yardımcı kuvvet alınmasını Ali Paşa tavsiye etmiştir.
Ali Paşa’nın kardeşlerinden İlyâs Paşa, Yıldırım Bâyezîd zamanında beylerbeyi iken vefât etti. Diğer kardeşi İbrâhim Paşa ise, İlmiye sınıfından yetişerek, biraderi Ali Paşa zamanında Bursa kâdılığında bulundu. 1421’de sultan İkinci Murâd’ın cülûsunu müteâkib şehzâde Mustafa Çelebi vak’asında birinci vezir Bâyezîd Paşa’nın ölümü üzerine vezîriâzamlığa getirildi. Vezîriâzam olduktan sonra, sekiz sene kadar bu vazifede kalan İbrâhim Paşa, vefâtına kadar tam bir selâhiyetle devleti idare etti. 1429 senesi Ağustos ayının yirmi beşinde yakalandığı hastalıktan vefât etti. Türbesi İznik’tedir. Halîl, Mahmûd ve Mehmed isminde üç oğluyla; Fatma ve Hadîce adında iki kızı vardı. İbrâhim Paşa, aklî ve naklî ilimlerinde söz sahibi olmuş, akranlarından daha yüksek derecelere ulaşmış bir vezîriâzamdı. Devlet idaresinde üstün zekâsı ve görüşü, fevkalâde hallerdeki mütâlâası ve fikrini açıkça söylemesi, mütâlâalarının isabeti yönünden hükümet başında bulunmağı hak etmiş ve emsallerine üstünlük sağlamıştı.
İbrâhim Paşa’nın yerine vezîriâzamlığa oğlu Halîl Paşa getirildi. Halîl Paşa da, babası gibi sultan İkinci Murâd’ın itimâdını kazandı. Bunun neticesinde bütün iş ve icrâatlarında serbest hareket ettiğinden kendisine hased eden rakipler ortaya çıktı. Fâtih Sultan Mehmed Han, 1444’de tahta geçince, babasının fevkalâde itimâdını kazanmış olan Halîl Paşa’nın, devleti istediği gibi idare etmesi dikkatinden kaçmadı. Bu arada haçlı zihniyeti ile hareket eden Macar kralı, Osmanlı tahtında genç birisinin bulunmasından faydalanmak istedi. Fâtih’in şahsiyetine bütünüyle vâkıf olmayan vezîriâzam Çandarlının, Osmanlı menfaati için Segedin andlaşmasından sonra Manisa’ya çekilmiş olan ikinci Murâd’ı tekrar hükümdar îlân ettirmek için çâreler araması, aleyhinde propagandaya sebeb oldu. Sonunda ikinci Mehmed Han’ı ikna edip, babası ikinci Murâd Han’ı tekrar başa geçirerek, 1448’de Osmanlı ordusuna büyük zafer kazandırdı. İkinci Murâd Han’ın ölümünden sonra tahta geçen Fâtih Sultan Mehmed, Çandarlı Halîl Paşa’yı vazifesinde bıraktı. İstanbul’un fethi öncesi ve fetih esnasında aleyhinde yapılan propagandaların neticesinde, 1453 Haziran’ında azledilip, çocuklarıyla birlikte hapsedildi ve mallarına el konuldu. Çandarlı Halîl Paşa öldürülüp, çocukları serbest bırakılıp malları da geri verildi. Halîl Paşa, oğlu tarafından İznik’e götürülerek defnedildi.
Halîl Paşa’nın barışçı siyâset uygulaması, gerçekte ikinci Murâd Han’ın siyâseti idi. Halîl Paşa, haçlı seferlerini ve devletin geçirdiği büyük felâketleri görmüştü. Bu sebeple Avrupa devletlerini tahrik ederek, yeni ve büyük bir tehlikeye sebeb olacağından, devletin sarsılmasından korktuğu için, İstanbul kuşatmasına tarafdâr görünmemiştir. Halîl Paşa’nın vezîriâzamlığı yirmi dört sene kadardır. Ege sâhilinde Çandarlı körfezi ağzındaki kale Halîl Paşa tarafından yaptırılmış olup, hâlen onun adını taşımaktadır. Nâmına bâzı eserler te’lif ve tercüme olunmuştur.
Halîl Paşa’nın iki oğlu vardı. Büyüğü Süleymân Çelebi, kazasker; küçüğü İbrâhim Çelebi de Bursa kâdısı idi. İbrâhim Paşa önce kâdılıktan azledilip hapsedildi ise de, bilâhere serbest bırakıldı ve Amasya kâdılığına tâyin edildi. Daha sonra 1468’de Şehzâde Bâyezîd’in lalalığına tâyin edildi. Şehzâde Bâyezîd Han, babasının vefâtından sonra lalası Çandarlı İbrâhim Paşa’yı İstanbul’a götürüp, önce kâdıasker, sonra da vezîriâzam tâyin etti. Bir sene sonra düzenlenen İnebahtı seferi esnasında vefât etti. Kabri İnebahtı’dadır. İbrâhim Paşa’nın; İshak, Muhiddîn, Mehmed Süleymân ve Îsâ adlarında dört oğlu ile Hadîce ve Hubân isimli iki kızı vardı.
Devrin yüksek âlimlerinden olan İbrâhim Paşa; tedbirli, ileri görüşlü, iyiliksever, cömert, kapısı herkese açık, kendisine fenalık edenlere bile, ikbâl devrinde ihsân ve iltifat ile onları utandıracak kadar mütevazı idi. Her gün sofrasında pek çok fakir ve muhtaç insanlar yemek yerdi.
Çandarlı ailesinden 1499’da vefât eden İbrâhim Paşa’dan sonra vezîriâzam tâyin edilmemiştir. İbrâhim Paşa’nın oğullarından Hüseyin Paşa Diyarbakır, İsâ Paşa da Şam beylerbeyliklerinde vazîfe yapmışlardır. Çandarlı ailesinden, Îsâ Paşa’nın oğlu şâir ve edebiyatçı Halîl Bey’den sonra, 1791’de vefât eden vezîr Ali Paşa’dan başka kayda değer devlet adamı yoktur.
Çandarlı ailesi, devlet hizmetleri yanında bir çok şehirde hayrat ve câmi inşâ ettirmiştir. Çandarlı Kara Halîl, Seren’de bir câmi, İznik’de Yeşil Câmi’yi. Gelibolu’da Eski Câmi’yi, İznik’de Eski ve Yeni İmareti yaptırdı. Bunca hizmetleri esnasında ilm-i belagatta Celâleddîn-i Kazvînî’nin Telhîs-ül-miftâh adlı eserini şerh etti. Kara Halîl Paşa’nın büyük oğlu Ali Paşa’nın ise, Bursa’da kendi ismini taşıyan mahalle, câmi ve tekkesi vardır. 1394 Ekim ve 1405 Aralık târihlerinde Bursa’da yaptırılmış iki vakfiyesi bulunmaktadır. Çandarlı Halîl Paşa’nın oğlu İkinci İbrâhim Paşa; Edirne, İstanbul, Kastamonu ve İznik’te; câmi, medrese, imâret, muallimhâne, çilehâne ve çeşme gibi eserler inşâ ettirmiş ve bunlara âid vakfiyeler kurmuştur.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Şakâyık-ı nu’mâniyye tercümesi; sh. 30
 2) Tâc-üt-tevârîh; cild-1, sh. 91
 3) Hadîkat-ül-vüzerâ; sh. 6 v.d.
 4) Tevârîh-i Al-i Osman (Aşıkpaşazâde); sh. 56
 5) Târîh-i Cihânnümâ (Neşri); sh. 220
 6) Kâmûs-ül-a’lâm; cild-3, sh. 2072
 7) Çandarlı Vezir Ailesi (Uzunçarşılı, Ankara-1974)
 8) Devlet-i Osmaniye Târihi (Hammer); cild-1, sh. 218
 9) Rehber Ansiklopedisi; cild-3, sh. 287
10) İslâm Alimleri Ansiklopedisi; cild-10, sh. 73

17 Ocak 2018 Çarşamba

KARAÇELEBİZADE ABDÜLAZİZ EFENDİ


Osmanlı âlimlerinden. Otuz üçüncü Osmanlı şeyhülislâmıdır. İsmi, Abdülazîz’dir. Sultan üçüncü Mehmed Han zamanı âlimlerinden, Rumeli kazaskeri Karaçelebizâde Hüsâmeddîn Efendi’nin oğludur. Karaçelebizâde Abdülazîz Efendi diye meşhur olmuştur. 1591 (H. 1000) senesinde İstanbul’da doğdu. 1658 (H. 1068) senesinde Bursa’da vefât etti. Şeyh Mehmed Deveci mezarlığına defnedildi.
Küçük yaşta iken babası vefât eden Karaçelebizâde Abdülazîz Efendi, ilk tahsilini ağabeyi Mehmed Efendi’den yaptı. Şeyhülislâm Sun’ullah Efendi’den ilim öğrendi. Staj süresini doldurduktan sonra müderrisliği seçip, ilk olarak 1611 (H. 1020) senesinde İstanbul’da Hayreddîn Paşa Medresesi’ne tâyin edildi. 1617 (H. 1026)’da Kalenderhâne, 1619 (H. 1029)’da Sahn-ı semân medreselerinden birine, 1620 (H. 1030)’da Hânkâh Medresesi’ne, 1621 (H. 1031)’de Eyyûb Medresesi’ne, 1623 (H. 1033)’de Süleymâniye medresesine tâyin edildi. Daha sonra vazifesinden ayrılıp, Yenişehir kâdılığına tâyin edildi. 1624 (H. 1034) senesine kadar bu vazifede kaldı. 1626 (H. 1036) senesinde Mekke-i mükerreme kâdılığına gönderildi. 1627 (H. 1037)’de tekrar İstanbul’a dönüp, 1630 (H. 1040) senesinde Edirne kâdılığına tâyin edildi. 1633 (H. 1043)’de İstanbul kâdılığına terfi ettirilen Karaçelebizâde bir sene de bu vazifede kaldı. Sonra Kıbrıs’a gönderildi. 1635 (H. 1045) senesinde İstanbul’a döndü. Uzun müddet kendisine vazîfe verilmediğinden, Samatya’daki konağında kaldı. Mesleği ile ilgili ilmî çalışmalar yapıp, Siyer-i Kazrûnî’yi Türkçe’ye çevirdi. 1648 (H. 1058)’de sultan dördüncü Mehmed tarafından Rumeli kâdıaskerliğine tâyin edildi. Bu vazifede bir sene kaldı. 1651 (H. 1061) senesinde şeyhülislâm oldu. Beş ay kaldığı bu vazîfe esnasında, fıkha dâir eserlerini tamamladı. Karaçelebizâde Sakız adasına gönderilince, yerine Ebû Saîd Efendi getirildi. Orada Ravdat-ül-ebrâr’a güzel bir zeyl (ilâve) yazdı. İki sene sonra kendi isteğiyle Bursa’ya nakledildi. Bursa’da uzun müddet İkâmet edip, eser yazmakla meşgul iken vefât etti.
Karaçelebizâde Abdülazîz Efendi, aklî ve naklî ilimlerde yüksek derece sahibi olup, zamanındaki âlimlerin üstünlerinden idi. Fıkıh ilminde özel ihtisası vardı. Târihe karşı da büyük alâkası olan Karaçelebizâde, bu konuda birçok kıymetli eser yazdı. Aynı zamanda şâir ve edîb olan Karaçelebizâde, şiirlerinde Azîzî mahlasını kullanırdı. Sert bir mîzâca sâhib olan Karaçelebizâde’nin bâzı hareketleri, onun maceralı bir hayat sürmesine sebeb olmuştur.
Şiirlerinde süslü kelimelere yer veren Karaçelebizâde, Arab edebiyatında söz sahibi idi. İslâmî ilimlerde derin bilgi sahibiydi. Cömert ve kerem sahibi idi. Bursa’da kaldığı müddet içinde, birçok çeşme yaptırmıştır. Bilhassa Müftü Suyu diye bilinen meşhur suyu, Uludağ’ın eteğinden o getirtmiştir. Sed başında da bir câmi inşâ etmiştir.
Eserleri: 1- Ravdat-ül-ebrâr: Dillere destan olan bu kıymetli eseri, Âdem aleyhisselâmdan 1646 (H. 1056) târihine kadar olan hâdiseleri anlatır. Dört bölümden meydana gelir. Sultan İbrâhim’e ithaf ettiği bu eserinde, şu bölümler vardır: a) Peygamberler târihi, b) Sevgili Peygamberimizin hayâtı ve güzel ahlâkı, c) İslâm hükümdarları târihi, d) Osmanlı sultanları târihi. Sakız adasında ve Bursa’da bulunduğu sırada da sultan dördüncü Mehmed’in tahta geçişinden, 1648 (H. 1058) senesine, yâni kendi zamanının son günlerine kadar geçen olayları anlatan, Ravdat-ül-ebrâr zeylini açık bir dille hâtıra şeklinde yazmıştır. Târihî bir kaynaktır. 2- Mir’ât-üs-safâ fî ahvâl-il-enbiyâ: Adem aleyhisselâmdan sevgili Peygamberimize sallallahü aleyhi ve sellem kadar yazmış olduğu ayrı bir peygamberler târihidir. 3- Süleymân-nâme: Kanunî Sultan Süleymân devrini anlatır. Bu eser şeyhülislâm Hoca Sa’deddîn Efendi’nin Tâc’üt-tevârih’ine bir zeyldir. Süslü ve edebî bir dille yazılmıştır, 4- Hilyet-ül-Enbiyâ, 5- Zafernâme: Dördüncü Murâd Hân’ın Revân ve Bağdâd seferini anlatır. Bu esere; “Târih-i feth-i Revân ve Bağdâd” adı da verilmiştir 6-Ahlâk-ı Muhsinî tercümesi: Ahlâk ilmine dâirdir. 7- Hall-ül-iştibâh an Ukdet-ül-Eşbâh: Fıkıh ilmine dâir Eşbâh şerhidir. 8- Kitâb-ül-elgâz fî fıkh-il-Hanefiyye: Fıkha dâirdir. 9- Kâfi: Fıkıh kitabıdır. 10- Gülşen-i Niyaz: Manzum bir eserdir. 11- Ferâyih-un-Nebeviyye fî sîret-il-Mustafaviyye: Kazrûnî’nin Siyer-i Nebevî’sinin tercümesidir 12- Dîvân-ı Eş’âr, 13- Risâle-i kalemiyye, 14- Nefehât-ül-üns: Fıkıh ilmine dâirRavdât-ül-Kuds adlı esere yazdığı şerhidir.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Devhat-ül-meşâyıh; sh. 57
 2) Hülâsat-ül-eser; cild-2, sh. 421
 3) Mu’cem-ül-müellifîn; cild-5, sh. 245
 4) Nâimâ Târihi; cild-1, sh. 577
 5) Sicilli Osmânî; cild-1, sh. 339
 6) Osmanlı Târih ve Müverrihleri; sh. 29
 7) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; cild-16, sh. 12

KAPTAN-I DERYA


Osmanlı Devleti bahriye (deniz kuvvetleri) teşkilâtının en büyük âmiri ve donanmanın baş kumandanına verilen ünvân. Buna Deryâ beyi veya Kaptan paşa da denirdi.
Kaptân-ı deryâ vezirlik rütbesini hâiz olup, teşrîfâtta (protokolde) vüzerâ-yı izam (büyük vezirler) arasında yer alırdı. Arz günlerinde Dîvân-ı hümâyûna gelir, derecesine göre vezirlerin yanında kubbe altında otururdu. Kaptân-ı deryanın elinde hâkimiyet alâmeti olarak sedefkârî âsâsı olup, tersanede onunla gezerdi. Bahriye ile ilgili Dîvân-ı hümâyûna gelen dâvalar kendisine havale olunur, dîvânda muayyen bir yerde oturup dâvalara bakar ve karar verirdi. Tersaneye geldiği zaman orada da dâva dinler ve dâva işi nereye âid ise oranın kâdısına buyruldu gönderir, lüzum hâsıl olursa dâvayı kâdıya da havale ederdi.
Bahriye teşkilâtında büyük-küçük bütün tâyinlerden kaptân-ı derya mes’ûldü. Bâzı mühim işleri sadrâzama arz ederdi. Bahriye ile ilgili işler için, hüküm yazmaya ve tuğra çekmeye vazifeli idi. Yâni pâdişâh nâmına ferman yazar, tuğra çekerdi. Derya kalemine âid tımar ve zeametlerin dağıtılması ve bahriye ile ilgili tâyinler kaptân-ı deryaya âiddi. Zeamet ve tımar kayıtlarının tashihi ile defterhânedeki esas kayıtlarda bir yanlışlığa meydan verilmemesi hususunda sadâret makamına telhis gönderirdi.
Pâdişâhın teftiş veya denize gemi inmesi münâsebetiyle, tersaneye gelişinde, sadrâzamın takdim ettiği ata binerek dolaşması sırasında, sadrâzam ve kaptân-ı deryanın sedefli âsâ ile önünde yürümeleri kânun îcâbındandı. Sadrâzamın da zaman zaman tersaneyi gezmek ve bahriye işlerini gözden geçirmek için gelişinde kaptân-ı derya iskele üzerinde karşılayıp, kendisinin taşıdığı sedef asasını sadrâzama verir, önüne düşüp, tersaneyi gezdirir ve işler hakkında lüzumlu açıklamalarda bulunurdu.
Önce sadrâzama sonra pâdişâha karşı sorumlu olan kaptân-ı deryanın sırasıyla; kapudâne (oramiral), patrona (koramiral), riyale (tümamiral) olmak üzere üç yardımcısı vardı. Kapudâne, kaptân-ı deryaya her türlü işinde vekâlet ederdi. Osmanlı deniz kuvvetlerinin başı olan kaptân-ı deryanın sorumluluk sahası, Akdeniz ve ona bağlı denizler, Ege denizi, Marmara denizi, Karadeniz, Azak denizi ve Atlas okyanusu idi. Kaptân-ı derya bütün bu denizleri, buralara üslenmiş amiralleri vasıtasıyla idare ederdi.
Kaptân-ı derya İstanbul’da bulunduğu zaman Cuma namazından sonra paşa kapısına gelip, Arz odasında sadrâzamla, sadrâzam seferde ise, sadâret kaymakamıyla görüşür, arzuya göre, iki haftada bir, sadâret kethüdasının odasına da uğrardı.
Kaptân-ı deryanın sefere giderken ve dönüşde, Yalı köşkünde pâdişâhın huzuruna kabulünde, Yalı köşkünün döşeme bahası olarak pâdişâh hazînesine yirmi bin kuruş para vermesi usûldendi. Kaptân-ı derya donanmayla sefere çıktığı vakit hukuk ve cezaya âid dâvaları dinler, îcâb edince hükm-i siyâseti (îdâm karârını) infaz ederdi. Donanmada bir de kâdı bulunur ve şer’î hükümleri o verirdi. Kaptân-ı deryanın maiyyetinde derya veya donanma tercümanı adıyla bir tercüman bulunurdu. Bu tercümanlar adalarla ilgili işleri yürütürlerdi.
Kaptân-ı deryaların kayıkları yedi çifte ve kadırga burunlu olmasına rağmen, öteki vezirlere âid kayıklar kanca burunlu idi. Veziriazam kayığının kıçı ise, yeşil çuha ile örtülürdü.
Kaptân-ı deryalığa tâyin edilen zât, Bâb-ı âli’ye davet olunup kendisine sadrâzam huzurunda kaptân-ı deryalığa tâyinine dâir ferman okunup, bunun arkasından kürk giydirilir ve sonra tersaneye gidip orada da merasim yapılırdı. Kaptân-ı deryaların tâyinlerinde, rütbelerine göre, top atılması ve paşa gemisi tâbir olunan gemiye bayrak çekilmesi, paşanın bindiği filikaya başlı-kıçlı bayrak asılması da usûldendi. Kaptân-ı deryaların bindiği gösterişli kadırgaya Kaptan paşa Baştardası adı verilirdi. Kaptan paşa Baştardasına târih içinde değişen renk ve biçimdeki Kaptan paşa Bayrağı denilen bayrak çekilirdi. Kaptân-ı deryaların tersanedeki İkâmetgâhlarına (Divanhâne) denilirdi. Pâdişâhlar herhangi bir suretle tersaneye geldikleri zaman bâzan burada otururlardı.
İlk zamanlar Gelibolu’da bulunan daha sonra Cezâyir’e nakledilen kaptân-ı deryalık merkezi eyâletine; kaptân-ı derya eyâleti, kaptan paşa eyâleti veya Cezâyir eyâleti denirdi. Osmanlı Devleti’nin hudutlarının genişlemesi nisbetinde genişletilen Kaptan paşa eyâleti; hâslı ve sâlyâneli (yıllıklı) olarak iki kısma ayrılmıştı. Bunlardan Gelibolu, Ağrıboz, İnebahtı, Midilli, Sığacık, Kocaeli, Karlıeli, Rodos, Biga ve Mezistre sancakları haslı; Sakız, Nakşe (Naksos), Mehdiye sancakları ise sâlyâneli yâni yıllıklı sancaklardı. Kaptan paşa eyâletine bağlı sancakbeylerine (Derya Beyleri) denilirdi.
Selçuklularda deniz kuvvetleri ile ilgili komutana Emîr-ül-bahr, Melik-üs-sevâhîl, Emîr-üs-sevâhil gibi adlar verilirdi. Kaptân-ı deryalık ünvânı Osmanlı Devleti’nin ilk devirlerinde derya beyi diye anıldı. İlk derya beyi olarak, Orhan Gâzi’nin cülûsunda (1324) bu görevde bulunan Kara Mürsel Bey’i göstermek mümkündür. Yıldırım Bâyezîd devrinde Sarıca Paşa, Çelebi Sultan Mehmed devrinde 1416’da vefât eden Çavlı Bey derya beyi idi. 1451’de Baltaoğlu Süleymân Bey, Fâtih Sultan Mehmed Han tarafından kaptân-ı derya adıyla Osmanlı bahriyesinin başına getirildi. Bu târihten itibaren kaptân-ı derya ünvânı kullanılmaya başlandı. 1463’e kadar kaptân-ı deryaların rütbesi sancak beyi yâni tümamiral idi. Bu târihden başlayarak derya beylerbeyi (oramiral) rütbesi ile kaptân-ı derya oldular. Bununla beraber eskisi gibi, sancak beyi rütbesiyle kaptân-ı derya olanlar da oldu. Sultan İkinci Bâyezîd zamanında gerek Venedik, gerek Mısır muhârebeleri neticesinde deryâbeyliğinin vazîfe ve salâhiyetleri genişletilmeye başlandı. Nihayet Yavuz Sultan Selim zamanında, o târihe kadar Gelibolu’da üslenen Osmanlı Bahriyesinin merkezi, 15 Mayıs 1516’da temelleri Fâtih Sultan Mehmed Han devrinde atılan İstanbul tersanesine nakledildi. Bu suretle kaptân-ı deryalık devlet merkezinde nüfuz ve te’sirini her gün biraz daha arttıran bir teşkîlât hâlini almaya başladı. Barbaros Hayreddîn Paşa’nın 1533 senesinde Kânûnî Sultan Süleymân Han’a tâbi olduğunu bildirmesi üzerine, Gelibolu sancak beyliği rütbesindeki kaptân-ı deryanın, rütbesinin yükseltilmesi zaruret hâlini aldı. Lütfi Paşa’nın sadâreti esnasında teşrifat (protokol) sırasında Budin eyâletinden sonra gelmek üzere Cezâyir eyâleti (Kaptan paşa eyâleti) kurularak, Anadolu beylerbeyliğinden Kocaeli, Suğla, Biga ve Rumeli beylerbeyliğinden Ağrıboz, İnebahtı, Mezistre, Karlıeli, Midilli sancakları alınarak yeni teşkil edilen eyâlete verildi. Kaptân-ı derya ünvânı, devletin deniz kuvvetlerinin amirali mukabilinde kabul edildi. O târihe kadar aynı mânâda kullanılan derya beyi ünvânı ise filo kumandanlığı derecesine indirildi.
İlk zamanlarda beylerbeyi rütbesinde ve teşrîfât derecesi Budin eyâletinden sonra gelen kaptân-ı derya, deniz zaferlerinin neticesi olarak Anadolu beylerbeyliğinden sonra gelmeye başladı. Zamanla bu da kâfi gelmeyerek vezirlik rütbesi verildi. Deniz kuvvetleri mensuplarının yükselebileceği en yüksek derece olan kaptân-ı derya, dîvân-ı hümâyûna girme hakkını elde ettikten sonra, dîvânın bir rüknü olarak ve taşıdığı rütbeye göre bir yerde oturarak, dîvân müzâkerelerine iştirak etti. Selâhiyeti dahilindeki şikâyetleri dinleyerek hükme bağladı. Kaptân-ı derya İstanbul’da bulunduğu zaman kendisine Akdeniz’de Rodos beyi vekâlet ederdi. Bu mevkî, filo kumandanları arasında kaptân-ı deryadan sonra en yüksek makam olup, bu mevkiden kaptân-ı deryalığa yükselenler olurdu. Daha sonra derya ocaklarının önemlerini kaybetmeleri ve İstanbul tersânesindeki kalyonlar kapudânının nüfuzunun artması üzerine, bu mevkî on yedinci asrın sonundan itibaren kapudâne-i hümâyûn rütbesinde olan, ümerâya verildi.
Kaptân-ı deryanın İstanbul’daki yardımcısı tersane kethüdası idi. Kethüdâlık uzun zaman ehemmiyetini muhafaza etti ve bu mevkiden kaptân-ı deryalığa yükselen şahıslar oldu. Bu ünvân ilk defa sultan üçüncü Selim Han zamanında Umûr-ı bahriye ismini aldı. Sultan dördüncü Mustafa Han devrinde kethüdâlık yeniden ihdas edildi. Halîl Rifat Paşa’nın kaptân-ı deryalığı zamanında da tersane müdürlüğü şekline getirildi. Firârî Ahmed Fevzi Paşa’nın kaptân-ı deryalığı esnasında bahriye müsteşarlığına çevrildi.
Osmanlı Devleti’nin idâri ve askerî teşkilâtlarında olduğu gibi, kaptân-ı deryalık teşkilâtında da zaman zaman, ıslâhat yapıldı. Bu ıslâhat daha ziyâde teşkilâta âid olup, Kaptân-ı derya mevkii eski kânun ve an’aneleriyle devam etti. Sultan dördüncü Murâd Han zamanında, Kara Mustafa Paşa’nın sadâreti sırasında başlayan ıslâhat hareketleri sonunda, bahriye teşkilâtı Tanzîmât’la köklü değişikliğe uğradı. 1863’de kaptân-ı deryalık ünvânı yerine, Umûr-ı bahriye nâzırlığı ünvânı getirildi. 11 Mart 1867 târihinde ise, kaptân-ı derya deniz kuvvetlerinin en yüksek amiralinin rütbesi olarak kabul edildi. Bahriye teşkilâtının idâri ve ve mülkî işleri ise, ayrı bir ünvân olan Bahriye nâzırının uhdesine verildi. Bu târihten itibaren bahriye nâzırları, eski kaptân-ı deryaların vazifesini yaptılar.

DONANMA SEFERE ÇIKARKEN

Andrea Doria’nın kırk kadar kadırga ile Mısır’dan Hind mallarını getiren Salih Reis’i yakalamak üzere, Girid sularında beklediği şayiası duyuldu. Kaptân-ı derya Barbaros Hayreddîn Paşa, kader arkadaşı Salih Reis’in, Doria’nın pususuna düşmesine razı olmıyacağı muhakkaktı. Nitekim ertesi günü aynı şayiayı tersanede duyan Barbaros Hayreddîn Paşa, vezîriâzama koşarak şayianın doğru olup olmadığını sordu. Diğer vezirler de orada idi. Ayas Paşa fevkalâde müteessir bir tavırla;
“Hakikat böyle kardeş, içimiz kan ağlar” dedi.
Diğer vezirler de aynı tarzda konuştular. Bunun üzerine Barbaros Hayreddîn Paşa, onlardan son bir te’minât istedi.
“Salih Reis benim kader arkadaşımdır. Onu göz göre göre küffârın eline bırakamam, feda edemem. Akdeniz’e yelken açmak artık zaruret hâlini aldı. Ancak paşa kardeşlerim, siz de biraz ikdam (gayret) göstermelisiniz” dedi.
Başta vezîriâzam olmak üzere hep birden;
“Asûde-hâtır ol paşa kardeş, gözün arkada kalmasın. Bir mâha kalmaz, diğer sefineler de ikmâl edilir” diye cevap verdiler. Ancak bir ay bekleyemeyecek olan Hayreddîn Paşa, vezîriâzamın sarayından sonra saray-ı hümâyûna giderek huzura çıktı ve vaziyeti Pâdişâh’a da arzederek denize açılmak üzere müsâade istedi Kânûni Sultan Süleymân, kaptan paşanın bu fedakârlığına bir kere daha hayran olmuştu. Ancak onu körükörüne ateşe atmaktan çekiniyordu.
“Ya Doria ziyâde sefine ile çıkarsa?”
“Merak buyurmayınız Sultân’ım, duânız bereketiyle donanma-yı hümâyûnumuzun nâmını küçük düşürmem.”
“Allah seni muzaffer etsin, iki cihânda aziz ol!”
Barbaros’un bu hayır duâ karşısında gözleri dolu dolu olmuştu. Pâdişâh’ın ellerine sarılarak:
“Bizi hatırdan çıkarma Pâdişâh’ım, sana lâyık bir kul olduğumu isbât için, îcâbederse uğrunda fedâ-yı cân edeceğim” dedi. Sonra düşmana hitâbediyormuş gibi denize bakan pencereye döndü, yumruklarını sıktı:
“Küffâr görsün, cihân Pâdişâhını, Sultan Selim Han oğlu Sultan Süleymân Han’ın leventlerini. Hezimete hâzır olsun Doria!”
Sultan Süleymân heyecan içinde idi. Barbaros’a yaklaştı:
“Sana inanıyorum Hayreddîn” dedi.
Huzurdan çıkınca soluğu tersanede alan Barbaros Hayreddîn Paşa, deniz cenklerinde su ve ateş içinde pişmiş tecrübeli kaptanları topladı, îcâb eden emirleri verdi. Askerin derhâl gemilere bindirilmesini emretti.
1538 yılı Haziran ayının yedinci günü donanma-yı hümâyûn Haliç’den çıkmıştı. Bütün gemiler bayraklarla süslü idi. Hayreddîn Paşa, sabahın ilk saatlerinde saraya gitti. Vezirler ve devlet erkânı ile saray erkânı kaptan paşayı kapıda bekliyorlardı. Hayreddîn Paşa, beraberinde kaptanları olduğu hâlde sarayın merasim dâiresine girdi. Kaptanların bellerinde kıymetli taşlarla süslü sırma kemerler, kabzaları mücevherlerle işlenmiş kılıçlar vardı. Bu merasim için askerler de gelmişti. Âdet üzere paşaya bir sancak, davul, nakkare verildi. Sultan Süleymân zafer temenni etti. Vezirler ve devlet erkânı saraydan ayrılan kaptan paşayı iskeleye kadar geçirdiler. Barbaros amiral gemisine çıkınca sefineler demir alıp, yelkenlerini çektiler ve küreklerini yaydılar. Hareket işareti ile toplar, tüfekler patladı.
Kânûnî Sultan Süleymân, Topkapı Sarayı’nın balkonunda, sarayın önünden geçip Marmara’ya açılan donanmasını vakur bir edâ ile temaşa ediyordu. Gemiler ufukta gölge hâline gelinceye kadar balkonda kalmış, sonra:
“Yâ Rabbî! Sen bizi muzaffer eyle. Yüzümüzü ak çıkar, küffarın zebûnu etme!” diye duâ ederek içeriye girmişti.
Pâdişâh duâsını alan Barbaros Hayreddîn Paşa, inşâ hâlindeki gemilerin de iştiraki ile donanmasını güçlendirdi ve 27 Eylül 1538 günü Preveze önlerinde Andrea Doria komutasındaki çok güçlü haçlı donanmasını tam bir hezimete uğrattı. Akdeniz kırk yıl Osmanlının mutlak hâkimiyeti ile şenlendi.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Osmanlı Devleti’nin Merkez ve Bahriye Teşkilâtı; sh. 414
 2) Netâyic-ül-vukûât; cild-1, sh. 114
 3) Mir’ât-ı İstanbul; sh. 474
 4) Rehber Ansiklopedisi; cild-9, sh. 234
 5) Osmanlı Târihi Deyimleri; cild-2, sh. 182
 6) Osmanlı İmparatorluğu ve Modern Türkiye; cild-1, sh. 189
 7) Büyük Türkiye Târihi
 8) Mufassal Osmanlı Târihi

KAPİTÜLASYONLAR


Osmanlı Devleti’nde yabancıların statüsünü tesbit eden hukukî, mâlî, idâri ve dînî özellikteki andlaşmalar. Buna İmtiyâzât-ı ecnebiyye de denir.
Batı dillerinde çeşitli mânâlar ifâde eden kapitülasyon kelimesi, Fransızca’da teslim olma, İtalyanca’da yabancılara tanınan imtiyaz ve anlaşma mânâlarında kullanılır. Ayrıca bir devletin tebeasının haklarını diğer bir devletin toprakları üzerinde düzenleyen andlaşma mânâsında da kullanılmaktadır. Fakat asıl olarak kapitülasyonların mânâsını, yapılan andlaşmaların maddelerinde aramak gerekmektedir. Nitekim Osmanlıların çeşitli dönemlerde Avrupalılarla imzalamış oldukları kapitülasyonların kimisi imtiyaz, kimisi karşılıklı eşit şartlarda yapılan andlaşmalar, kimisi ise teslim olma mânâlarını ifâde ediyordu.
Çok eski zamanlardan beri mevcûd olan kapitülasyonlar, bir hıristiyan devlet tarafından müslümanlar lehine veya iki İslâm devletinin karşılıklı tebeaları için veya bir hıristiyan devleti tarafından hıristiyan topluluğa karşı uygulanmıştır. Nitekim Osmanlı Devleti’nin kurulduğu sırada da çevresindeki ülkelerde kapitülasyon kurumu geniş ölçüde işlemekteydi. Bizans, Selçuklular ve Akdeniz kıyısındaki İslâm ülkeleri, yabancılara çeşitli imtiyazlar tanımışlardı. Anadolu Selçuklu sultanları 1207’den başlıyarak Kıbrıs krallığına ve Venedik Cumhuriyetine ticarî bâzı imtiyazlar vermişlerdi.
Osmanlı Devleti târihinde ise, ilk olarak kapitülasyon sultan birinci Murâd Han zamanında 1365 yılında Dalmaçya kıyılarında fakir bir ülke olan Ragusa Cumhûriyetine beş yüz duka harac karşılığında verilen ticarî imtiyaz idi. Hıristiyanların dînî ve ticarî durumlarını Osmanlı Devleti’nin siyâsî menfaatlerini göz önünde tutan, onların severek müslüman olmalarını isteyen diğer Osmanlı pâdişâhları da daimî veya muvakkat kaydıyla bâzı imtiyazlar verdiler.
1397’de Yıldırmı Bâyezîd Han ile Bizans imparatoru yedinci İoannes Palaiologos arasında kapitülasyon andlaşması imzalandı. Osmanlı Devleti ülkesine gönderilen Bizans elçi ve konsoloslarına bâzı imtiyazlar verildi. Bu imtiyazlar karşılığında Bizans İmparatorluğu’ndan İstanbul’da bir Türk mahallesi kurma ve bu mahallede oturan Türklerin dâvalarına bakmak üzere kâdı ile din işlerine bakacak müftî tâyin etme hakkı alındı. Yıldırım Bâyezîd’in oğulları Süleymân Çelebi, Mûsâ Çelebi ve birinci Mehmed (Çelebi) devirlerinde de yabancılara bâzı imtiyazlar tanındı. 1410’da birinci Mehmed (Çelebi) ile Bizans imparatoru Mariuel Palaiologos ve 1413’de Venedik Cumhuriyeti arasında kapitülasyon andlaşması imzalandı. Fâtih Sultan Mehmed ise, İstanbul’u fethettiğinde Bizans’ın Venedik ve Ceneviz’e tanıdığı imtiyazları küçük bâzı değişikliklerle kabul etti. 1479’da yine Fâtih tarafından Venedik’e Kefe ve Trabzon’da ticâret yapma hakkı tanındı. Fâtih Sultan Mehmed tarafından Venedik’e verilen bu imtiyazları Yavuz Sultan Selîm 1513’de ve Kânûnî Sultan Süleymân 1521’de yapılan Osmanlı-Venedik ticâret andlaşmalarıyla genişleterek kabul ettiler. Osmanlı sultanları verdikleri bu imtiyazlarla fethettikleri ülkelerde ticarî faaliyetlerin canlı kalmasına ve ellerine geçirdikleri önemli transit yolların faaliyetlerine devam etmesine sebeb oluyordu. Ayrıca, bu asırda Amerika’nın ve Ümid Burnu’nun keşfedilmesi sebebiyle ipek yolu ticâreti Osmanlı topraklarından uzaklaşmış, ticâret batıya kaymış idi. Verilen bu imtiyazlarla ticâret tekrar Osmanlı topraklarına çekilmek istenmiş, böylece Osmanlı himâyesi altına giren gayr-i müslim ahâli maddî bakımdan en ufak bir kayba uğramamıştı.
Osmanlı Devleti’nın her bakımdan en parlak devrine eriştiği, fetihlerin genişlediği, kültür ve san’atın en parlak seviyesine ulaştığı, Kânûnî Sultan Süleymân Han zamanında, Fransa kralı birinci Fransuva’yla Uhûd-i atîkaadı verilen yeni bir imtiyaz andlaşması imzalandı. 18 Şubat 1536’da imzalanan bu andlaşma, Kânûnî Sultan Süleymân’ın Osmanlı Devleti’nin iktisadî, siyâsî, askerî ve sosyal bakımdan en güçlü olduğu on altıncı yüz yılda; fakir, zayıf, muhtaç ve kralını dahi esaretten kurtardığı Fransa’ya imtiyaz vermesi kendi açısından ileriye dönük ticarî ve siyâsî bir yatırımdı.
Kânûnî Sultan Süleymân Han devrinde Osmanlı Devleti’nin cihân devleti hâline gelmesi ve Avrupa’ya hâkim olması karşısında diğer Avrupa devletleri tedirgin oldular. Osmanlı Devleti’nin kuvvetlenmesini istemeyen Almanya imparatoru ve İspanya kralı Şarlken, buna manî olmak için çâreler aradı. Avrupa’nın büyük bir kısmını idaresi altında bulunduran Şarlken, İngiltere ve Fransa krallıkları karşısında tehdîd unsuru durumundaydı. Çünkü Kristof Kolomb’un 1492’de İspanya adına Amerika’yı keşf etmesi, İspanya’yı en güçlü mevkiye çıkarmıştı. Amerikan gümüşü kendi tekelinde bulunan İspanya, Amerika kıt’asının tabiî kaynaklarından istifâde ederek güçlendi. Bu durumdan İngiltere ve bilhassa Fransa tedirgin oldular. Avrupa devletleri arasındaki bu durumdan istifâde etmeyi düşünen Kânûnî Sultan Süleymân, Avrupa’da büyüyen bu devi yıpratarak parçalayıp ortadan kaldırmayı plânladı.
Bu sırada Avrupa’da reform adı verilen hareketler başlamış, Luther, papaya baş kaldırmıştı. Almanya-İspanya imparatoru Şarlken ise Luther’e karşı papayı destekliyordu. Bu suretle ortaya çıkan mezhep kavgaları Avrupa’yı kana boyamaya başladı. Katolikler ve protestanlar arasındaki kanlı katliâmlar gittikçe arttı.
Bu sırada Fransa karalı birinci Fransuva, Şarlken’e yenilerek esir düştü. İspanya’da hapisde bulunduğu sırada 6 Aralık 1525’de annesi Louise de Savoie, Kont Len Frangigani’yi Kânûnî Sultan Süleymân’a elçi olarak gönderdi. Oğlunun kurtarılmasını ve Fransa’nın Alman-İspanyol istilâsına mâruz kalmasının önlenmesini istedi. Zîrâ Avrupa’da Şarlken’e karşı durabilecek sâdece Fransa kalmıştı. Fransa seddi de yıkılınca, Şarlken hıristiyan Avrupa’ya hâkim olacaktı. Bu ise Osmanlı Devleti için büyük bir tehdîd unsuru idi. Ayrıca Almanya-İspanya imparatoru Şarlken, İran şahı Tahmasb’a elçi göndererek, Osmanlı Devleti’ne karşı ittifak kurmak istediğini bildirmişti.
Almanya-İspanya İmparatoruyla, İran Şâh’ının Osmanlı Devleti aleyhinde birlik kurmak istediklerini tesbit eden Kânûnî Sultan Süleymân Han, Fransa’nın zayıf durumundan istifâde ederek Şarlken’in Avrupa’ya hâkim olma isteğine mâni olmak için, siyâsî bakımdan desteklediği gibi Fransa ile 1535’de ticarî bir muahede imzaladı. Osmanlı Devleti ile Fransa arasındaki ilk ahidnâme bu idi. Ahidnâmeye göre Fransız tüccarlarının yüzde beş gümrük ile her iki devlete âit gemilerle serbestçe dolaşmaları ve bütün hukukî muamelelerde Fransız konsoloslarının kaza hakları kabul ediliyordu. Bundan başka Fransız tebea hakkındaki dâvalarda hüküm verecek kâdıların yanında bir Fransız tercümanı hazır bulunacaktı. Müslüman tebeadan birisine olan borcunu ödemeden kaçan Fransız’ın yerine başka bir Fransız ve konsolos yakalanmıyarak, Fransa kralı aleyhine dâva açılacaktı. Fransa bu ahidnâme ile Osmanlı ülkesinde sağladığı önemli imtiyazlar neticesinde, İspanya ve Venedik gibi ticarî kazançlar elde etmeye başladı. Çok geçmeden de Avrupa imparatorluğu kurma hülyasında olan Şarlken’e karşı koyabilecek bir güce erişti. Osmanlı Devleti kapitülasyon andlaşmasıyla Fransa’ya maddî yardımda bulunduğu gibi, zaman zaman askeri yardımda da bulundu. Osmanlı donanması bir kaç kere Fransa’nın yardımına gönderildi. Fransa ise verilen bu imtiyazlara karşı, Osmanlı Devleti’ne vergi ödedi. Ticarî imtiyazlar bahş edilmesinden minnetdâr olan Fransa, İstanbul’a gönderdiği elçiyle her yıl muayyen bir vergi ve pâdişâha belirli mikdârda hediye vermeyi kabul ettiğini bildirdi.
Kânûnî’nin tâkib ettiği bu siyâset ile Osmanlı Devleti’nin hâkimiyeti ve nüfuzu arttı. Avrupa’da Osmanlı idaresi için müsbet yönde büyük propaganda yapılmasına, Osmanlı Devleti’nin büyüklüğünün tanınmasına, dolayısıyla İslâmiyet’in yayılmasına sebeb oldu. Hattâ Avrupa’da reform hareketlerinin önderi olarak kabul edilen Luther; “Yâ Rabbim! Büyük Türkleri bir an önce başımıza getir de, senin ilâhî adaletinden onlar sayesinde nasîbimizi alalım” demesine sebeb oldu. Bu andlaşma ayrıca Kânûnî’nin Rodos adasını fethi sırasında Venediklilerin tarafsız kalmasını, Rodos’u ellerinde bulunduran Saint-Jean şövalyelerine yardım etmemesini de sağladı.
Kânûnî Sultan Süleymân’ın vefâtından sonra, 1569’da sultan İkinci Selîm Han, dokuzuncu Charles ile 18 maddelik; 1581’de sultan üçüncü Murâd Han, üçüncü Henri ile 19 maddelik; 1579’da sultan üçüncü Mehmed Han, dördüncü Henri ile 32 maddelik; 1604’de sultan birinci Ahmed Han, yine dördüncü Henri ile 53 maddelik; 1743’de Edirne’de sultan dördüncü Mehmed Han, on dördüncü Louis ile 55 maddelik; 1770’de sultan birinci Mahmûd Han, on beşinci Louis ile 84 maddelik kapitülasyon andlaşmaları imzaladılar.
Bunlardan başka 1578’de Toskana krallığına, 1565’de Ceneviz Cumhuriyetine, 1580, 1593, 1603; 1606, 1622, 1624, 1641, 1662, 1675 yllarında İngiltere’ye; 1598, 1612, 1634, 1668, 1712 yıllarında Hollanda krallığına, 1617’de Avusturya’ya, 1678’de Polonya’ya, 1700’de Rusya’ya ve 1737’de İsveç krallığına çeşitli kapitülasyon imtiyazları verildi.
Bu kapitülasyonlar yabancılara, Osmanlı Devleti’nde yerleşmek, dolaşmak ve ticâret yapmak haklarını tanıyordu. Ancak ticâret hususunda tam bir serbestliğe sahip bulunmuyorlardı. Kapitülasyonların her yenilenmesinde, Osmanlılardan satın alarak yabancı memleketlere götürecekleri ticâret eşyası da sayılarak belli ediliyordu. Hattâ 1740’da Fransa ile yenilenen kapitülasyonlar, sabit bir hâle getirildiği hâlde, Fransızların Osmanlı Devleti’nden satın alacakları ticâret maddeleri 56 olarak tesbit edilmişti. Bu maddelerin dışında ticâret maddeleri götürmeleri yasaktı. Yasak olan maddeler içerisinde hububat ve kuru meyveler de vardı. Bundan başka kapitülasyonlara göre yabancıların Osmanlı Devleti’ne getirdikleri, ticâret eşyası üzerinden başlangıçta % 5, daha sonra % 3 bir gümrük resmi de alınmaktaydı.
On sekizinci yüzyılın ilk yarısına kadar verilen kapitülasyon imtiyazlarının bir bölümü devletler genel hukuku kurallarına göre, andlaşma niteliği taşımakta idi. Ancak büyük bölümü (% 90’ı) pâdişâh fermanları ile tek taraflı verilmiş imtiyazlardı. Bu tip kapitülasyonlar; pâdişâh hayatta olduğu müddetçe yürürlükte kalır, istenildiği an kaldırılabilirdi. Bu yüzden her pâdişâh değiştiğinde imtiyazların da yenilenmesi gerekiyordu. Ancak bu yenileme işlemlerinin uzun zaman alması ve Avrupa devletlerinin her defa yeni imtiyazlar istemeleri üzerine, 1740’ta sultan birinci Mahmûd ile Fransa kralı on beşinci Louis arasındaki kapitülasyon andlaşması daimî statü ile yapıldı. Böylece bu yeni andlaşma Fransa’ya tanınan ticarî ve hukukî imtiyazları genişlettiği gibi, kapitülasyon kavramına da yeni bir nitelik kazandırdı ve bir lütuf olmaktan çıkarak, karşılıklı bağlayıcılığı olan bir ticâret muahedesi şeklini aldı.
1838’de İngiltere ile başlayan ve diğer Avrupa devletleri ile devam eden bir dizi ticarî andlaşma ise, Osmanlı Devleti’nin iktisadî bakımdan batının hâkimiyeti altına girmesine sebeb olmuştur. Bilhassa İngilizlerin yetiştirmesi olan Mustafa Reşîd Paşa ve arkadaşlarının gayretleriyle imzalanan bu anlaşma ile yabancı ülkelere Osmanlı Devleti’ni sömürmek için kapitülasyonlara ek ticâret imtiyazları verilmiş oldu. Böylece kapitülasyonlar artık Osmanlı Devleti’nin Avrupa ekonomisine teslim olmasını ifâde ediyordu.
Nitekim 1838 ticâret muahedeleri ile Osmanlı Devleti bâzı ticâret eşyası üzerinde mevcut yed-i vâhid (tekel) usûlünü kaldırmayı taahhüd ederek yabancılara iç ve dış ticâret hususunda tam bir serbestlik tanıyordu. Bununla beraber Osmanlı ülkesinden çıkacak bir mal üzerinden % 9 iskele ve % 3 çıkış resmi olmak üzere % 12 nisbetinde resim alınmakta idi.
Reşîd Paşa’nın yetiştirmesi olan Âlî ve Fuâd paşalar da 1861’de imzaladıkları yeni ticâret andlaşmalarında, 1838 ticâret muahedelerinin iç ve dış ticâret serbestliği prensibini kabul etmenin yanında, ihrâc edilen mallardan alınmakta olan % 12 iskele ve gümrük resmini başlangıçta % 8’e ve sekiz yıl sonra da % 1’e indirdiler. Böylece 1838’de Reşîd Paşa ile başlayan ve 1861’de Âlî ve Fuâd paşalarla devam eden ihanet şebekesi, Osmanlı’yı Avrupa’nın mahkumu yapıyordu. Artık yabancı tüccarlar Osmanlı memleketlerine yayılıp Osmanlı tüccarları gibi iç ticârette iş yapıyorlar, ham maddeyi kolaylıkla Avrupa’ya ihraç ediyorlar, mâmûl getirip satıyorlardı. Kendi memleketlerinde bundan daha kârlı ve imtiyazlı ticâret yapmalarına imkân yoktu. Avrupalı tüccarlara verilen bu imtiyazlara karşılık, Osmanlı tüccarlarının ve esnafının korunması için en ufak bir tedbir alınmamıştı. Âlî ve Fuâd paşaların ıslâhat lâyihalarında ticârete dâir ciddî tek bir fikir yoktu (Bkz. Baltalimanı andlaşmaları).
Netîcede Osmanlı Devleti dış pazarlara açılarak ham madde ihracına başlayınca, yerli sanayi ham madde bulmakta sıkıntıya düştü. Başka bir ifâdeyle Osmanlı sanayiinin çöküşü hızlandı. Böylece Osmanlı ekonomisi zamanla dinçliğini kaybederek gelişmelerin gerisinde kaldı. Nihayet Avrupa’nın gittikçe gelişen ve genişleyen ticarî, iktisadî ve teknolojik rekabeti karşısında tutunamayarak on dokuzuncu yüz yılın ikinci yarısından itibaren hızlı bir çökme dönemine girdi. Avrupa devletlerinin desteğine duyulan ihtiyâç, Osmanlı hükümetlerini onların karşısında mes’elelerini eşit şartlarda müzâkere etme gücünden mahrum bıraktı. Yapılan bu ticarî andlaşmalar, başta İngiltere olmak üzere, diğer Avrupa ülkelerinin mallarına karşı ilgiyi arttırarak yerli mallara olan talebi azalttı. Böylece Osmanlı sanâyî ve ticâretinin gerilemesine yol açtı.
Böylece 1838 andlaşmalarının Osmanlı ekonomisini felce uğratması ve devletin Rusya ile giriştiği harpleri kaybetmesi üzerine 1854’de İngiliz ve Fransızlarla ilk borç andlaşmaları imzalandı.
Alınan borçların faizlerinin ödenememesi ve yeni borçların alımı ile 1870’de borç mikdârı 792 milyon Frankı buldu. Bunu fırsat bilen Avrupa devletleri, Osmanlı Devleti üzerine siyâsî ve askerî baskılar kurmaya başladılar. Bu sırada Abdülazîz Han’ın şehâdetinden sonra, tahta geçen sultan beşinci Murâd’ın kısa süren saltanatından sonra sultan İkinci Abdülhamîd Han pâdişâh oldu. Birinci Meşrûtiyet’i îlân ederek Kânûn-i esâsî’yi kabul etti. Bu sırada tanzîmâtçıların uyguladığı yanlış ekonomik politikalar ve yabancılara verilen imtiyazlar sebebiyle devletin mâlî durumu iyice kötüye gitti. Avrupa basını Osmanlı Devleti’nin mâlî iflâs hâlinde bulunduğunu yazıyordu. Bu sırada Bosna-Hersek isyânı ile Midhat Paşa ve adamlarının tahrik ve teşvikleriyle Osmanlı-Rus harbi patlak verdi. Devletin içinde bulunduğu mâlî kriz daha da büyüdü.
Yabancı devletlerin baskılarını önlemek ve Osmanlı Devleti’nin kaybolan itibârını iade etmek isteyen sultan İkinci Abdülhamîd Han bir çok mâlî tedbirler aldı. 1881 yılı Eylül ayında yabancı ülkelerin mâlî temsilcilerini İstanbul’a davet etti. Yapılan görüşmeler esnasında devletin o târihe kadar birikmiş ve ödenmemiş faiz borçlarının kısa yoldan ödeneceği îlân edildi. Osmanlı Devleti’nin hüsn-i niyetini gören alacaklılar, çoğu yalnız faizlerden ibaret olan borç yekûnunun yarıdan fazlasını indirdiler. Devlet gelirlerinin bir kısmının doğrudan doğruya alacaklılar tarafından toplanması kararlaştırıldı.
Bu borçları tahsil etmek için de Düyûn-ı umûmiye idaresi kuruldu. Alacaklı ülkelerin ve temsilcilerinden ve Osmanlı me’murlarından meydana gelen bu idare, tütün, tuz ve ipek vergi gelirleriyle damga pulu ve balık gelirlerini toplama yetkisini eline aldı (Bkz. Düyûn-ı Umûmiye).
Yapılan bu düzenlemeyle devlet, borçlarının büyük bir kısmından kurtuldu ve yabancı devletlerin iç işlerimize müdâhalesi önlenmiş oldu. Sultan İkinci Abdülhamîd Han’ın şahsî kabiliyeti ve akıllı siyâseti sayesinde devlet mâlî itibârını elde etti ve siyâsî istiklâline kavuştu. Alınan bâzı tasarruf tedbirleriyle de borçların önemli bir kısmı ödendi.
Ayrıca sultan Abdülhamîd Han ekonomik imtiyazları da devleti idare siyâsetinde maharetle kullandı. Yabancı devlet şirketlerine ihaleler yoluyla çeşitli bölgelerde yeni yatırımlar yaptırdı. Bu sırada İngiliz ve Fransız şirketleriyle birlikte Alman firmalarına da imtiyazlar verildi. Bu şekilde yabancı devlet ve firmalar arasında mücâdele başladı. Demiryolu yapımındaki mücâdeleyi Almanya kazandı. Almanya’dan alınan mâli destek ile 1888’de Haydarpaşa-İzmit demir yolu Ankara’ya kadar uzatıldı. 1902’de Ankara, Bağdâd demiryolunun yapımı da Almanlara verildi. Alınan yeni tedbirlerle eğitim, bayındırlık ve tarım alanında müsbet gelişmeler oldu. Bütün memlekette ticâret, zirâat ve sanayi odaları açıldı. Böylece sultan Abdülhamîd mevcûd kapitülasyonları devlet lehine kullandı.
Yabancılara tanınan imtiyazların yer aldığı kapitülasyonlar, Birinci Dünyâ harbine kadar sürdü. Sultan beşinci Mehmed Reşâd Han, 9 Eylül 1914’de kapitülasyonların 1 Ekim târihinden itibaren yürürlükten kaldırılacağını, bütün yabancı devlet temsilcilerine bildirdi. İmtiyazlardan faydalanan Fransa, İngiltere ve çarlık Rusya’sı milletlerarası özellikte bir andlaşmanın tek taraflı olarak yürürlükten kaldırılamayacağı görüşünü ileri sürerek sultan Beşinci Mehmed Reşâd’ın karârını protesto ettiler. Ancak bu arada Osmanlı Devleti savaşa girdi. Birinci Dünyâ Savaşından sonra 30 Ekim 1918’de imzalanan Mondros mütârekesi ile kapitülasyonlar bütün ağırlığı ve şartları ile kendiliğinden geri geldi. 20 Ağustos 1920’de imzalanan Sevr andlaşması ile yabancılara tanınan haklar arttırıldı. Ancak istiklâl savaşından sonra 24 Temmuz 1923 Lozan andlaşması ile kapitülasyonlar kesin olarak kaldırıldı.

OSMANLI SANAYÎ

M. A. Ubicini “Türkiye 1852” adlı eserinde, 1838 ticarî andlaşması sebebiyle Osmanlı sanayiinin 1840’lı yıllarda düştüğü durumu şöyle îzâh ediyor: “Osmanlı İmparatorluğunda, sanayi eski hâlinden çok daha düşüktür. Bugün Türkiye ihracâtının büyük kısmı Avrupa’ya sattığı ve işlenmiş olarak geri aldığı ham maddelerden ibarettir. Bir zamanlar sâdece kendi tüketimini karşılamakla kalmayıp, doğu memleketlerinin bütün pazarlarına ve bir çok Avrupa ülkelerine de mal te’min etmekte olan, oldukça çok çeşitli mal üreten fabrikalar ya kapanmışlar, veya tam bir durgunluk dönemine girmişlerdir... Anadolu’daki kadife, keten ve ipekli dokumalarıyla ünlü Diyarbakır ve Bursa şimdi bundan otuz veya kırk sene önce îmâl ettiklerinin onda birini bile üretmemektedirler... Aynı çöküntü Suriye ve Irak’ın sanayi merkezlerinde de kendisini göstermiştir. Bu merkezlerden bilhassa Bağdâd, boyalı dokumaları, sepicilik ve tabakçılık, seramik ve kuyumculuk gibi sektörlerde ün kazanmış parlak bir sanayi merkeziydi. Şark ticâretinin büyük bir kısmını beslemiş olan bütün bu sanayi kollarının hepsinin üretimi bugün üç dört milyonluk değere zor ulaşmaktadır. Halep, Bağdâd’dan da parlaktı. Nanken adı verilen altın işlemeli dokumaları; pamuklu, yünlü ve ipekli kumaşlar îmâl eden 40.000 dokuma tezgâhı mevcuttu. Senelik imalâtı yüz milyonu bulmaktaydı. Bugün ise bu üretim yedi-sekiz milyonu aşmamaktadır.”
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Rehber Ansiklopedisi; cild-9, sh. 226
 2) Osmanlı Târihi Deyimleri; cild-2, sh. 177
 3) Osmanlı İmparatorluğu ve Modern Türkiye; cild-2, sh. 229
 4) Büyük Türkiye Târihi; cild-11, sh. 432
 5) Osmanlı Târihi (Uzunçarşılı); cild-2, sh. 506
 6) Osmanlı Târihi (E. Ziya Karal); cild-7, sh. 258, cild-8, sh. 434
 7) Tanzîmât Dönemi Osmanlı Sanayi; sh. 4
 8) Osmanlı-İngiliz İktisadî Münâsebetleri; cild-1, sh. 6. v.d.
 9) İmtiyâzât (H. İnalcık, Encyclopedia of Islam New Edition); cild-3, sh. 1179

KAPALI ÇARŞI


İstanbul’un fethinden sonra Fâtih Sultan Mehmed Han tarafından inşâ edilen, üzeri dam ve kubbelerle örtülü dükkanların bulunduğu sokaklardan meydana gelen büyük çarşı. İstanbul’un en eski ticâret merkezi olup, târihteki adı Çarşu-yı kebîr = Büyük Çarşı’dır. Diğer Osmanlı şehirlerinde olduğu gibi, İstanbul’da da ticâret hayâtının merkezini teşkil edecek bir bedestenin inşâsı uygun görülerek büyük bir bedesten yapıldı. 1460 yılında yapılan Kapalı Çarşı’nın, çekirdeğini teşkil eden iç bedestene, Cevahir bedesteni denildi ve geliri Ayasofya’ya verilmek üzere, Fâtih Sultan Mehmed Han tarafından vakfedildi. Sultan Fâtih, bu çevrede, pek çok dükkan yaptırarak ticâret hayâtını canlandıracak bir tedbir aldığı gibi, vakfettiği hayratına da büyük gelir sağladı.
İç bedestene ilk ilâve, Sandal bedesteni olan Bezzâzistân-ı atîk idi. Kânûnî Sultan Süleymân Han’devri dâhil, zamanla devamlı ilaveleriyle genişleyen Kapalı Çarşı, Nûru Osmaniye ve Bâyezid câmileri ile Mahmûd Paşa çarşısı arasındaki 30.700 m2’lik bir sahayı kaplayarak bugünkü hâlini aldı.
İstanbul Kapalı Çarşısı’nın iki bedesteninden Cevahir bedesteni (Bedesten-i atîk-Eski bedesteni) bir mîmârî âbide olup, tuğla kemerle ayrılmış on beş bölümden ibarettir. Bölümlerden her biri bir kubbe ile örtülmüştür. Bu dört kapılı mahfuz bina 45, 5x30 metre-1365 m2’dir. Evvelce aradaki dar yollarda, yüksekte olup dolap denilen tezgâhlar bulunuyordu. Duvarların iç taraflarında da gayet küçük hücreler, gözler vardı. Kapalı Çarşı’daki ikinci bedesten olan Sandal bedesten (Bedesten-i cedîd=Yeni bedesten) ise, 12 pâye ile 20 bölüme ayrılmış idi, Bunların üzerlerine tuğladan geniş kemerler atılmıştır. Sandal bedesteni, 50 kubbe ile örtülmüştür. İçeriden ölçüleri 40x32 metre = 1280 m2’dir. (Diğer bedestenden 85 metre kare küçük olup, her ikisi toplamı 2.645 m2’dir.) Sandal bedesteni, kubbe sayısı bakımından Türk mimarisinde, bu çeşit eserlerin en büyüğüdür. Burada da dış cepheye bitişik dükkanlar olup, dört taraftan giriş vardı. Bu iki bedesten bir bakıma Kapalı Çarşı’nın, iç kaleleri oldu. Her iki bedestenin duvarlarındaki gözlerde bulunan kalın demir kasalar, en değerli malların, mücevher ve paraların saklandığı; tacirlerin sermâye ve tasarruflarını bıraktıkları, loncaların kayıt ve sicil defterlerini koydukları emniyet sandıklarıydı. Fâtih devrinde yüz yirmi sekiz emânet sandığı kasası vardı. Çarşı; devletin sosyal, kültürel ve iktisadî merkezi idi.
Bedesten ve çarşı ilk defa 1651 yılında yandı. Mahmûdpaşa ve Mercan’ı yakarak genişleyen yangın, Gedikpaşa’dan kadırga limanına kadar yayıldı. 1710 yılında sultan İkinci Mustafa zamanında bir kere daha yanınca, bu defa kârgir olarak ve kubbeleri tuğladan yapıldı. Bekçi ve me’murlar için yeni dâireler eklendi. 1 Temmuz 1825 târihinde bir daha yandı. 10 Temmuz 1894 tarihindeki büyük zelzelede tamâmiyle yıkılınca, Kapalı Çarşıda zarar görenlere Abdülhamîd Han, bizzat kendi parasıyla yardım etti. Sultan’ın emri ile dört yıllık bir inşâ çalışması neticesinde bugünkü şekilde yeniden, alışverişe açıldı.
Kapalı Çarşı’nın Bâyezid istikametindeki kapısının üstünde, “Elkâsib Habîbullah” kitabesi ve sultan İkinci Abdülhamîd Han’ın tuğrası, Nûruosmâniye Câmii istikametindeki kapısının üstünde de kitabe ve Osmanlı Devleti’nin arması mevcûddur.
Eski Kapalı Çarşı, bugünkünden büyüktü. İki bedesten, 4.399 dükkan, 2.195 hücre (küçük dükkan), 497 dolap, 12 mahzen, bir hamam, bir câmi, 10 mescid, 16 çeşme, 2 şadırvan, bir sebil, 8 kuyu, bir türbe, bir mekteb, 24 işhanından ibaretti. Bugün Kapalı Çarşı’daki sokak isimleri, eskiden bir araya toplanan esnaf isimlerinin bir hâtırasıdır.
Çarşının içindeki yer adları, esnaf ve san’atlarla alâkalıdır. Akikçiler, Altıncılar, Aynacılar, Basmacılar, Çadırcılar, Fesçiler, Hakkâklar, İnciciler, Kalpakçılar, Kavaflar, Keseciler, Kuyumcular, Kürkçüler, Mahfazacılar, Okçular, Örücüler, Püskülcüler, Sahaflar, Takkeciler, Terziler, Varakçılar, Yağlıkçılar, Yorgancılar ve Zenneciler adları, esnaf ve san’atların hâtırası olarak, zamanımızda da cadde, sokak ve iş yerlerinde hâlâ kullanılmaktadır.
Kapalı Çarşı, kuşluk vakti duâ ile açılırdı. Duâ merasimi, bölükbaşı tarafından yapılıp, adına duâcı denirdi. “Buyurun duâya” nidasıyla, çarşının ortasındaki muhafızlık dolabının önünde toplanan esnaf ve ahâli; devrin sultânı ve ordusunun selâmetine, gelmiş ve geçmiş bölükbaşı ve esnafın ruhlarına niyaz edip, Salâten tüncînâ duâsı okunurdu. Duânın ardından, bölükbaşı, tellâllara hitaben; “Tavcılık yapılmayacak mal kapatılmayacak, kefilsiz mal alınıp satılmayacak” diye nasîhatta bulunurdu. Çarşıda alış-veriş kuşluktan ikindiye kadar idi. Pahalı malların satışı genellikle, Perşembe günleri yapılırdı.
Çarşının idaresi, Osmanlı esnaf teşkilâtlarından olan loncanın elinde idi. Muazzam bir muhafaza teşkilâtına sâhibti. Kuyumcuların ve kıymetli malların muhafazası için, husûsî dolaplar da mevcuttu. Müşteri ve esnaf çarşıyı boşaltıp, kontrol yapıldıktan sonra, muhafaza teşkilâtının bekçileri, el tetikte, kulak tıkırtıda olarak vazifelerini yaparlardı: Kapalı Çarşı’daki esnaf teşkilâtı, İttihâdçılar tarafından 1912’de dağıtılınca, idare ve ticarî hayatta da değişmeler oldu. Kapalı Çarşı’daki hayâtı, ticâreti, idare tarzını ve fonksiyonunu anlatan bir çok eser olup, yerli ve yabancı yazarlar tarafından kitap, makale ve broşürlerle bütün dünyâya tanıtılmıştır.
Dünyâca meşhur İtalyan edîbî Edmondo de Amicis, İstanbul ile alâkalı seyahatnamesinde Osmanlı târihi üzerinde bilgi vermekte ve Kapalı Çarşı hakkında özetle şunları söylemektedir:
“Kapalı Çarşı’nın, dış taraftan dikkati çekecek ve içerisini tahmîn ettirecek bir hâli yoktur. Cümle kapısından içeri girilince civar yollardan gürültü gelmez. Kapıdan içeriye girer girmez insan; oymalı direklere ve sütunlara dayanan kemerli kubbelerle iç içe örtülmüş sokakları, mescidleri, çeşmeleri, dört yol ağızları, küçük meydanları olan, kesif bir ormana sızan güneş ışığı gibi, zayıf loş bir ışıkla aydınlanan ve pek büyük bir kalabalığın dolaştığı hakîkî bir şehirle karşılaşır. Her sokak bir çarşıdır ve hemen hepsi de siyah, beyaz taştan kemerleri olan, bir kubbeyle örtülü câmi sahnı gibi arabesklerle süslü bir ana yola çıkılır. Müşteri dört bir taraftan sözlerle, işaretlerle çağrılır. Müslüman tüccarların kuvvetli bir îmânla nurlanmış simalarını bulabilmek için, çarşıya gelip en içerdeki sokakların en loş eski dükkanların dip taraflarına bakmanız gerekir. Orada bağdaş kurmuş bir hâlde hareketsiz ve vakur oturur, ağızlarını açmadan kaderlerinde olan müşterilerini beklerler. İşleri yolundaysa “Maşallah”, değilse, “Olsun” derler ve başlarını tevekkülle eğerler. Bir kısmı Kur’ân-ı kerîm okur, bâzıları İsm-i Celîli dalgın dalgın mırıldanarak tesbih çeker, bâzıları derin düşünceler içindedir. Ne düşünürler? Belki Sivastopol önünde şehîd düşmüş oğullarını, belki, Peygamberin aleyhisselâm vâd ettiği Cennet bahçelerini düşünür.
Kapalı Çarşı’da, insanın aklını başından alabilecek bir eşya ve insan kalabalığı görülür. Bununla beraber kargaşalık ancak görünüştedir. Bu koca çarşı, bir kışla kadar muntazamdır ve bir iki saat içinde yol gösteren kimse olmadan insan aradığı her şeyi bulabilecek hâle gelir. Her türlü malın küçük bir mahallesi, küçük bir sokağı, küçük bir koridoru ve küçük bir meydanı vardır. Rastgele çarşıya dalın, günün yarısını farkına varmadan geçirirsiniz. Kumaş ve esvap çarşısı, insanın gözünü, aklını ve kesesini kaybettirecek kadar zengin ve muhteşem bir çarşı, bir panayırdır.”
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Rehber Ansiklopedisi; cild-9, sh. 218
 2) Kapalı Çarşı (Hayat Târih; Sene-1966, sayı-9, sh. 37, sene-1973, sayı-1, sh. 49)
 3) İstanbul, (Edmondo de Amicis); sh. 100