18 Mayıs 2018 Cuma

ABDÜLMECİT HAN


Babası.................... : Mahmûd Han-II
Annesi.................... : Bezm-i âlem Sultan
Doğumu.................. : 25 Nisan 1823
Vefâtı..................... : 25 Haziran 1861
Tahta Geçişi............ : 1 Temmuz 1839
Saltanat Müddeti..... : 21 sene
Halîfelik Sırası......... : 96
Osmanlı sultanlarının otuz birincisi ve İslâm halîfelerinin doksan altıncısı. Sultan İkinci Mahmûd Han’ın oğlu olup, 25 Nisan 1823 târihinde Bezm-i âlem Vâlide Sultan’dan doğdu. Mükemmel bir tahsîl gördü ve iyi derecede Fransızca öğrendi. Avrupa’da yayınlanan neşriyatı yakından tâkib eden Abdulmecîd Han yenilik tarafdârıydı. Babasının 1 Temmuz 1839’da vefâtı üzerine tahta çıktı.
Genç yaşta pâdişâh olan Abdulmecîd Han’ın devlet idaresinde yeterli tecrübesi yoktu. Buna karşılık babasının başlattığı ıslâhat hareketlerini devam ettireceğini îlân etti. Fakat bu sırada devlet ileri gelenleri arasındaki rekabet ve kıskançlık son safhada idi. Sultan İkinci Mahmûd Han’ın cenaze merasimi sırasında Meclis-i vâlâ-yı ahkâm-ı adliyye reîsi Koca Hüsrev Paşa, sadrâzam Mehmed Emin Rauf Paşa’dan 2 Temmuz 1839’da mühr-i hümâyûnu zorla alıp, kendini sadrâzam îlân ettirdi. Bu sırada Osmanlı, Mısır ile muhârebe hâlinde idi. Bu sebeble sultan Abdulmecîd Han mes’eleyi kurcalamadı ve Hüsrev Paşa’nın sadrâzamlığını kabul etti. Sultan Abdulmecîd Han Mısır mes’elesini hâlletmek istediğinden. Mısır vâlisi Mehmed Ali Paşa’ya Köse Akif Efendi’yi göndererek af ettiğini bildirdi ve ordu ve donanmaya harekâtı kesme emri verdi. Bu esnada Nizib bozgunu haberi İstanbul’a gelmişti. Çanakkale boğazı açıklarında bulunan Osmanlı donanmasının kaptanı Âhmed Fevzi Paşa, rakibi olan Hüsrev Paşa’nın sadrâzam olmasından çekinerek, emrindeki donanmayı Mısır’a götürüp Mehmed Ali Paşa’ya teslim etti. Bu yüzden kaptân-ı derya Ahmed Fevzi Paşa hâin ve firârî lakaplarıyla tanındı. Kısa bir süre sonra da Nizip’te Osmanlı ordusu kumandanı Hâfız Mehmed Paşa’nın, Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın kuvvetleri karşısında büyük bir bozguna uğradığı haberi geldi. Böylece ordusuz ve donanmaşız kalan Osmanlı Devleti karşısında cesaret alan Mısır vâlisi, Sultan ile anlaşmaya yanaşmadı.
Sultan Abdülmecîd Han, devleti bu zor durumdan kurtarmak için çâreler aradı. Avrupa’dan yeni dönen Mustafa Reşîd Paşa’nın telkinleri ile Avrupa’nın yardımını sağlamak için Gülhâne Hatt-ı Hümâyûnu adı ile meşhur olan tanzîmât fermanının yayınlanmasını kabul etti. Mustafa Reşîd Paşa’nın 3 Kasım 1839 günü, Gülhâne meydanında bizzat Sultân’ın da hazır bulunduğu bir topluluk önünde okuduğu hatt-ı hümâyûn ile Tanzîmât-ı Hayriyye îlân edildi. Böylece on altı yaşındaki genç ve tecrübesiz hakan, İngiliz elçisinin te’siri ve teklifi ile mason Reşîd Paşa’nın hazırladığı Gülhâne Hatt-ı Hümâyûnu’nu îlân etmekle koca Osmanlı Devleti’nin yıkılma ve yok olma devrine bir kapı açmış ve bu hatâsı devlete ve millete çok pahalıya mâl olmuştur. Böylece tanzîmât ile Avrupa’nın üstünlüğü kabul edilmiş oldu. Sultan üçüncü Selîm ve İkinci Mahmûd hanların yenilik teşebbüslerinde Osmanlı geleneklerinin ve İslâm’a bağlılığının devamı için bâzı gayretler sarfedilmesine karşılık, bu ferman ile girişilen yeniliklerde Avrupa’yı her hususta model almak esas ve bu durum da memlekette her alanda görülen ikiliğe sebeb oldu. Bâzı iç ve dış hâdiseler neticesinde îlân edilen tanzîmât fermânı Avrupalılara yaranmayı ve onların desteğini sağlamayı gaye edinmişti. Ancak ne onlara yaranılabildi, ne de destekleri sağlanabildi (Bkz. Tanzîmât).
Tanzîmât fermanının yayınlanmasından sonra Mısır’a karşı İngiltere’nin ön ayak olması ile, Mehmed Ali Paşa’yı tutan Fransa dışarıda bırakılarak, Osmanlı, İngiltere, Rusya, Prusya ve Avusturya devletleri Londra’da bir araya geldi ve 15 Temmuz 1840’da Londra andlaşması imzalandı. Buna göre, anlaşmaya imza koyan devletler Mehmed Ali Paşa’ya onar günlük iki ültimatom vereceklerdi. Mısır vâlisi ilk on gün içinde Osmanlı donanmasını İstanbul’a yollayacak, Girid, Adana, Suriye, Lübnan, Hicaz’ı boşaltacak, oğullarına intikâl suretiyle Mısır, Sûdan ve kayd-ı hayât şartıyla Filistin, Mehmed Ali Paşa’ya Osmanlı Devleti’nin vâlisi olarak verilecekti. Buna uymadığı takdirde ikinci on gün içinde Filistin alınacak, sâdece Mısır-Sûdan verilecek, buna da riâyet etmezse Mısır da ondan alınacaktı. Andlaşmayı imzalayan dört devlet bu iş için gerekti askeri, pâdişâhın emrine vereceklerdi. Ültimatomlar, hâriciye müsteşarı Sâdık Bey vasıtasıyla, Mısır vâlisine bildirildi. Mehmed Ali Paşa bu ültimatomları kabul etmediğini bildirdi.
Hâriciye nâzırı durumu derhâl diğer devletlere bildirerek, gereğinin yapılmasını istedi. Rusya ile Prusya Londra andlaşmasının şartlarına uymayarak asker göndermedi. İngiltere ve Avusturya, Bâb-ı âlînin taleb ettiği askeri ve filoları yolladı. Osmanlı kuvvetleri ile birleşen müttefik kuvvetler, 1840 senesi Eylül ayında Beyrut’a çıktı. Mehmed Ali Paşa’nın oğlu İbrâhim Paşa, Beyrut yakınlarında kesin şekilde mağlûb edildi. Suriye ve Filistin halkına kötü davrandığı için, halk, İbrâhim Paşa aleyhine ve Osmanlı lehine ayaklandı. Osmanlı askeri 16 Ekim 1840 günü Trablusşam’a, 4 Kasım 1840 günü Akka’ya, 13 Kasım 1840 günü Haleb’e, 29 Aralık 1840 günü Şam’a girdi. İbrâhim Paşa, Mısır’a kaçıp canını zor kurtardı. İki yüz bin kişilik ordusundan sâdece altmış bin kişisi kurtulabildi. Osmanlı ordusu Mısır topraklarına girdiği sırada, İngilizler Osmanlı Devleti’ne oyun oynadı. Londra andlaşmasına göre Mehmed Ali Paşa’nın Mısır’dan çıkarılması gerekiyordu. 27 Kasım 1840 günü Mısır ile İngiltere arasında yapılan anlaşma ile, Mehmed Ali Paşa, ikinci ültimatomun şartlarına uyacağını bildirince, İngiltere Bâb-ı âlî’den Mısır ile Sudan’ın ırsî olarak Mehmed Ali’ye bırakılmasını istedi. Bundan maksadları, ileride Mısır’ı yalnız bırakıp, işgal etmekti. Bunun üzerine Reşîd Paşa, sultan Abdülmecîd’e 24 Mayıs 1841 günü Mısır fermanını yayınlattı. Bu ferman, 1914 senesine kadar Mısır’ın bir çeşit anayasası olarak kalmıştır. Fermana göre, artık Mısır, Osmanlı pâdişâhı tarafından tâyin edilen Kavalalı hânedânı mensuplarınca idare edilecekti. Mehmed Ali Paşa, fermanın bir fıkrasına göre herhangi bir hükme aykırı davranış hâlinde, Mısır’ın Kavalalı sülâlesinden alınacağını bildiği için fermana aynen uydu. Böylece, Osmanlı Devleti’ni senelerdir uğraştıran, zayıf düşmesine yol açan Mısır mes’elesi, İngilizlerin arzu ettiği şekilde hâlledildi. Sultan Abdülmecîd Han, 1842’de Mehmed Ali Paşa’ya vezirliğin üstünde sadâret payesi verdi. Bu paye ondan sonra gelen vâlilere de verildi. Mısır vâlisi protokolde, hânedân üyeleri, sadrâzam ve şeyhülislâmdan sonra, devletin üçüncü büyük görevlisi olarak yer aldı.
Mısır mes’elesi hâlledildikten sonra, 13 Temmuz 1841’de Osmanlı, İngiltere, Rusya, Fransa, Avusturya ve Prusya devletleri Londra’da tekrar bir araya gelerek Boğazlar andlaşması imzalandı. 1833’de Ruslarla imzalanan Hünkâr iskelesi andlaşmasının hükümlerini ortadan kaldıran bu andlaşmaya göre, Karadeniz’de sahili bulunan Rusya ve Osmanlı devletlerinden başka hiçbir devlet, bu denizde donanma bulunduramıyacaktı. Hiç bir harp gemisi boğazlardan geçip Marmara’ya giremiyecekti. Harp hâlinde boğazlardan geçecek yabancı devletlere âit harp gemilerini Osmanlı Devleti tâyin edecekti. Böylece Rus donanması Karadeniz’de habsolunmuş oluyordu. Rusya’nın böyle bir andlaşmaya imza koymasının başlıca sebebi, İngiltere’nin dostluğunu kazanarak sulh yolu ile Osmanlı topraklarını bölüşmekti. Fakat İngiltere, Fransa’yı Ortadoğu’da etkisiz hâle getirip, Mısır mes’elesi ile Osmanlı Devleti üzerinde bir çeşit ekonomik, siyâsî ve kültürel vesayet kurmak ve elde ettiği imtiyazlı durumu paylaşmak istemediğinden, Rusya ile beraber hareket etmek istemiyordu. Ayrıca Hindistan ve Hind yolu için tehlike gördüğü Osmanlı Devleti’ni Rusya ile meşgul ederek Hindistan’da ve Ortadoğuda istediğini yapıyordu.
Mısır mes’elesinde yenilgiye uğrayan Fransa, Lübnan’a musallat oldu. Burada bulunan katolik mârûnî kabîlesini, Lübnan’daki haçlılar devri Fransız hâkimiyetinin hâtırası saydığından, kendisini Suriye sahillerinin vârisi kabul ediyordu. Kışkırtmaları sonunda 1843’de Lübnan’da mârûnîler ile dürzîler arasında çarpışmalar başladı. İki kabîle arasındaki çarpışmalar şiddetli bir şekilde devam ederken, 1845 senesinde Osmanlı hükûmeti bâzı tedbirler atarak Fransız kışkırtmalarını önlemeye çalıştı. Lübnan dağlarında birisi mârûnîlere, diğeri de dürzîlere âit otonom iki kaza kuruldu ve bunlar Sayda vâlisine bağlandı.
Tahta geçişinin ilk senelerini iç ve dış olaylar ile uğraşmakla geçiren sultan Abdülmecîd, devleti kısmen huzura kavuşturdu. Islâhat işleri ve iç mes’eleler ile uğraşmak imkânını buldu. 24 Haziran 1844 târihinde halka yakın olmak, beldeleri bizzat görmek için seyâhata çıktı ve deniz yoluyla İzmit, Mudanya, Bursa, Gelibolu ve Çanakkale’ye gitti. Daha sonra Limni, Midilli ve Sakız adalarındaki kaleleri ziyaret etti. 1846 senesi Nisan ayı ortalarında devlet işlerini yerinde incelemek üzere karayolu ile Tuna kıyılarına gitti. Silistre’den Varna’ya geçti ve deniz yoluyla İstanbul’a döndü. Aynı senenin Temmuz ayında İstanbul’a gelen Mısır vâlisi Mehmed Ali Paşa’nın özel ziyaretini kabul etti.
1848 senesinde Avrupa’da başlayan ihtilâller sırasında Fransa’da meşrûtiyet yıkılarak cumhuriyet îlân edildi. Bu sırada Avusturya’da Macarlar, Rusya’da ise Lehler bağımsızlık için ayaklandılar. İsyanı Avusturya ve Rusya çok kanlı bir şekilde bastırdı. Bu durum, Fransız ve İngiliz kamuoyunda Rusya, aleyhine büyük bir tepkinin çıkmasına sebeb oldu. Macar ve Leh milliyetçilerinin liderleri Osmanlı topraklarına girerek hükûmetten sığınma hakkı istediler. Sultan Abdülmecîd Han, kendisine sığınan müttecîleri, Rusya ve Avusturya’nın savaş tehdidlerine rağmen geri vermedi. Sultân’ın bu hareketi Osmanlı Devleti’nin itibârını çok arttırdı. Rusya ve Avusturya’ya karşı Fransız ve İngiliz ortak desteğini sağladı. Avusturya ve Rusya’da bastırılan isyânlar Osmanlı Devleti’nde memleketeyn (Eflak-Boğdan) denen iki Romen prensliğine de sıçradı. Halk isyân ederek prenslerini tahttan indirdiler. Osmanlı ordusu Romanya’ya girdi. Keçecizâde Fuâd Efendi, olağanüstü hâl müfettişi olarak Bükreş’e gönderildi ve sert tedbirler alındı. Bu durum karşısında Rus ordusu Moldavya’yı işgal etti. 1849 senesinde iki devlet Baltalimanı andlaşması ile işgal ettikleri topraklardan çekildiler. Böylece iki devlet arasındaki anlaşmazlık geçici bir neticeye bağlanmış oldu.
Bir süre sonra Osmanlı Devleti ile Rusya arasında hiristiyanlârın mukaddes yerleri mes’elesi yüzünden savaş kaçınılmaz oldu. İngiltere’yi yeniden kendi tarafına çekmek isteyen Rus çarı birinci Nikola, bu devlet ile Osmanlı toprakları hakkında görüşmeye karar verdi. 9 Ocak 1853’de Sen-Petersburg’un kışlık sarayında verilen bir baloda İngiliz elçisine, Osmanlı Devleti’nin topraklarını paylaşmayı teklif etti. Ancak bu teklif İngiltere tarafından red edilince, Çar “hasta adam” olarak vasıflandırdığı Osmanlı Devleti hakkında tek başına tedbirler almaya kalkıştı. Bunun için 1853 senesi başlarında prens Mençikof’u elçi olarak İstanbul’a gönderdi. Ortodokslar tarafından büyük merasimle karşılanan Mençikof, İstanbul’u te’sir altında bırakacak şekilde hareket etti. Fransa’nın Kudüs’te daha önceleri kazandığı dînî imtiyazları Ortodokslar lehine çevirmek isteyen Mençikof, mukaddes yerlerin bakımı ile Ortodoks tebeanın himayesinin Rusya’ya verilmesini istemekdeydi. İngilizler ise, Hindistan’da yapacakları ihtilâl sebebiyle Osmanlı Devleti’ni Ruslarla meşgul etmek istiyorlardı. Bu sebeble İstanbul’daki İngiliz büyükelçisi olan Stratford Redeliffe, Bâb-ı âlî’ye, muhtemel bir Rus savaşında destek vâdederek, Rus tekliflerinin asla kabul edilmemesini gizlice teklif etti. Böylece mes’elenin diplomatik yoldan halledilmesinin önüne geçti. Bir buçuk ay içinde hiç bir netîce alamayan Mençikof Rusya’ya geri döndü. Böylece iki devlet arasında münâsebetler tamamen kesildi. Rusya harb îlân etmeden, Eflak ve Boğdan’ı işgal etti. Bunun üzerine Mustafa Reşîd Paşa’nın ikna etmesiyle sultan Abdülmecîd Han 4 Ekim 1853’de Rusya’ya karşı harb îlân etti. Böylece 1856 senesi Mart’ında bitecek olan Kırım harbi başladı.
Tuna boyundaki Osmanlı kuvvetleri serdâr-ı ekrem müşir Ömer Paşa’nın kumandasında, Rus orduları ise, prens Gorçakof’un kumandasında idi. Kafkasya’da müşir Abdülkerîm Nâdir Paşa, Rus ordularına karşı gerekli tertibatı aldı. Savaş Tuna cephesinde, Ömer Paşa’nın ustaca idaresi neticesinde Osmanlılar lehine gelişirken, Kafkas cephesinde aynı başarı sağlanamadı. Aynı senenin Kasım ayında Rusya, Sinop’ta bulunan on iki parçalık Osmanlı donanmasını batırdı. Bunun üzerine İngiltere, Rusya ile diplomatik münâsebetlerini kesti. Rus çarının Kudüs’te katoliklere karşı Ortodoksları ayaklandırdığını ileri sürerek, Rusların Akdeniz’e inmesini istemeyen Fransa’yı da yanına alıp, 1854 Mart’ında Rusya’ya resmen savaş îlân etti. İki devlet, Osmanlı Devleti’nin yanında yer aldı. Müttefik ordu, Eylül 1854’de Kırım’a çıkartma yaptı. Alma meydan muhârebesini kazanan müttefikler, Sivastopol’u kuşattılar. Kırım cephesindeki Rus askerlerinin başında prens Mençikof bulunuyordu. Müttefikler Ekim ayı sonlarında Balaklava, Kasım başında ise, İnkerman meydan muhârebelerini kazanarak Ruslara ağır kayıplar verdirdiler. Mençikof üzüntüsünden öldü. Bir çok zaferler kazanan müttefikler. Eylül ayında Sivastopol’u savunan en önemli istihkâm olan Molakof tabyasını ele geçirince, prens Gorçakof, Sivastopol’u boşaltmak mecburiyetinde kaldı. Nihayet, 1855 senesi Eylül ayında Sivastopol müttefiklerin eline geçti.
Tek ümidleri olan Kafkas cephesinde üstünlüğü elde tutan Rus ordusu, 1855 senesi Temmuz ayında Kars’ı kuşattı. Karslılar dört buçuk ay kahramanca şehirlerini müdâfâ ettiler. Açlık sebebiyle şehri düşmana teslim etmek mecburiyetinde kaldılar. Harp fiilen bitti ise de Rusya sulhe yanaşmadı. Ancak Avusturya’nın ültimatomu üzerine sulhu kabûl etti. 1856 Şubat ayında Viyana protokolü ile sulhun ana hatları kabul edildi ve savaş sona erdi. Savaşa askerî güçleriyle yardım eden İngiltere ve Fransa, bu yardımlarına karşılık, Osmanlı Devleti’nden Tanzîmât fermanını te’yid eden ve onu tamamlayan Islâhat fermanının 1856’da yayınlanmasını istediler. Devrin sadrâzamı olan Alî Paşa ile Fransız ve İngiliz elçilerinin ortaklaşa hazırladıkları yeni ferman, Paris konferansından önce îlân edildi. Osmanlı Devleti’nin iç ve dış siyâsetinde yabancı müdâhalesine her zaman açık kapı bırakan bu ferman, Osmanlı toplumu ve ekonomisini Avrupa ekonomisinin nüfuz sahası içine sokarak, bağımlı hâle getirdi. Bu ferman sayesinde çeşitli mezheblere bağlı hıristiyan tebeaya büyük bir iktisadî gelişme imkânı sağlandı. Gayr-i müslimlere Rusların harb öncesi teklif ettiği haklardan daha fazlası verildi. Bu ferman Osmanlı’nın hıristiyanlara verdiği büyük bir tâvizdi (Bkz. Islâhat Fermanı). Islâhat fermanının îlânından bir müddet sonra, 25 Şubat’ta Paris konferansı başladı ve otuz dört gün sonra muahede imza edildi. Bu andlaşmaya göre, Rusya, Eflak ve Boğdan’dan çekildiği gibi, bu iki prenslik üzerinde himaye haklarından da vazgeçecekti. Ayrıca Kars’ı Osmanlı Devleti’ne iade edip, Besarabya’yı da Boğdan’a terk edecekti. Buna karşılık müttefik kuvvetler de Kırım’ı boşaltıp, Rusya’ya teslim edecekti. Andlaşmanın en önemli maddesi, Karadeniz’in askerden arınmış tarafsız bir hâle getirilmesiydi. Bu târihten itibaren Rusya ve Osmanlı Devleti Karadeniz’de tersane ve donanma bulundurmayacaktı. Rusya harp gemilerini Baltık denizine nakledecekti. Andlaşma Islâhat fermanı ile îlân edilen maddelere de yer vererek, Osmanlı Devleti’nin toprak bütünlüğünü garanti altına aldı.
Sultan Abdülmecîd, yayınladığı fermanlara sâdık kalarak, tebea arasında eşitliği ve birliği sağlamaya çalıştı. Ancak Avrupa’da yayılan milliyetçilik cereyanı ve îlân edilen Islâhat fermanı ile dînî, iktisadî ve millî haklara kavuşan azınlıkların ayrıca Avrupa devletleri tarafından tahrik edilmeleri, bu birliğin kurulmasını imkânsız hâle getirdi. Bir süre sonra Paris andlaşmasıyla Eflak ve Boğdan birleştirilerek Romanya’nın esâsını teşkil edecek olan müstakil bir prenslik hâline geldi (1858). Aynı senenin Kasım ayında Osmanlı Devleti Grakovo kazasını Karadağ’a bırakmak mecburiyetinde kaldı.
1859 senesi Eylül ayında Sultân’a ve bâzı devlet adamlarına karşı bir suikast teşebbüsünde bulunuldu ise de, tasavvur hâlinde iken yapılan ihbar üzerine sûikastçiler yakalanıp, Kuleli kışlasında mahkeme edildi. Bu yüzden de Kuleli vak’ası diye anıldı (Bkz. Kuleli vak’ası).
1860 Mayıs’ında Lübnan’da dürzîler ile mârünîler arasındaki mücâdele yeniden başladı. Mârûnîleri Fransızlar, dürzîleri ise İngilizler destekledi. Ayaklanma Şam’a da sıçradı. Bölgeye, gönderilen hâriciye nâzırı Fuâd Paşa, Avrupalılara yaranmak için sert tedbirler aldı. Bir çok Türk subay ve idareciyi, olaylarda ihmâli olduğu gerekçesiyle ağır cezalara çarptırdı. Lübnan, Avrupa devletlerinin görüşü alınarak, gayr-i müslim bir mutasarrıfın idaresinde imtiyazlı bir sancak hâline getirildi (1861). Bu hâdiselere Reşîd ve yetiştirmeleri sebeb olmuşlardı. Bunların ve dış düşmanların, memleketi parçalamak, İslâmiyet’i yıkmak için yaptıkları imha hareketlerine çok üzülen sultan Abdülmecîd, babası gibi tüberküloza yakalandı. Henüz otuz dokuz yaşında ve en verimli çağında iken 25 Haziran 1861’de Ihlamur köşkünde vefât etti. Atası Yavuz Sultan Selîm Han’ın türbesinin yanına defnedildi. Türbesinin yüksekliğinin Yavuz Sultan Selîm türbesinden aşağı olmasını vasiyyet etmişti. Vasiyyetine göre yapılan türbesinde oğulları Burhâneddîn Efendi (1848-1876), Muhammed Abdüssamed Efendi (1852-1854) ve Osman Safiyyüddîn Efendi de vardır.
Sultan Abdülmecîd Han’ın dönemi ıslâhat hareketleri yönünden büyük önem taşır. Sultan, iç ve dış gailelere rağmen devrin şartlarına göre devlete bir düzen vermek için çalıştı. Osmanlı pâdişâhlarının tâbi olduğu bâzı gelenek ve usûllerde yenilik yaptı. Halkın durumunu yerinde tedkîk etmek için İstanbul’da ve ülkenin çeşitti yerlerine seyahatler düzenledi. Arasıra Bâb-ı âlî’ye giderek Meclis-i vükelâ toplantılarına katıldı. Kışlaları, elbise anbarlarını ve tersaneyi teftiş etti. Askerî ve rüşdiye okullarının imtihanlarında ve medreselerde düzenlenen icazet merasimlerinde bulunarak, öğretmen ve öğrencileri teşvik edici konuşmalar yaptı.
Abdülmecîd Han, diplomatlarla olan temas ve münâsebetlerinde, eski sultanların tâkib ettikleri yoldan ayrıldı. 1853 senesine kadar yabancı sefirler, Sultan ile siyâsî konular üzerinde görüşemezlerdi. Kırım harbi başlamazdan önce ve savaş sırasında sultan Abdülmecîd Han, yabancı sefirlerin mülakat taleblerini kabul etti. Sefirler, Bâb-ı âlinin arzı ile, gün, saat ve yer tâyin ederek huzura girerlerdi. Osmanlı sultanları krallık hânedânlarına mensup kimselerin yaptıkları ziyaretlere iâde-i ziyarette bulunmazlardı. Sultan Abdülmecîd bu geleneği bozarak prens Napolyon’un ziyaretini, Fransız elçiliğine giderek iade etmişti. Bu ziyaretten çok memnun olan Prens, Sultân’ı Fransa’ya davet etti. Yine sultan Abdülmecîd devrine kadar Osmanlı sultanları sâdece nişan vermişler, kendileri almamışlardı. Abdülmecîd Han, Fransa İmparatorunun gönderdiği Legion d’honneur nişanını kabul etti.
Sultan Abdülmecîd Han, babasının kurduğu başvekillikten vazgeçerek, sadrâzamlık makamını yeniden kurdu. Yirmi seneden fazla süren, pâdişâhlığı sırasında yirmi iki defa sadrâzam değiştirdi. Tanzîmâtın îlânına kadar, Osmanlı hükûmeti Avrupa devletlerinin müdâhalesinden uzak kalmıştı. Tanzîmâttan sonra yabancı devletlerin, hükûmet üzerindeki te’sirleri arttı. Kırım, harbi sırasında Fransa ve İngiltere’nin İstanbul sefirleri, Sultân’la görüşmek ve fikirlerini kabul ettirmek hususunda çetin bir mücâdeleye girdiler. Osmahlı devlet adamları, İngiliz ve Fransız siyâsetine tarafdâr olmak üzere İki kısma ayrılmıştı. Mustafa Reşîd Paşa İngiliz, Ali, Kıbrıslı Mehmed ve serasker Rızâ paşalar Fransız, Fuâd Paşa da İngiliz ve Fransızların her İkisini de idare etmek tarafdârı idiler. Sultan, Fransız ve İngiliz elçilerinin yaptığı istekler üzerine devletin çıkarlarını korumak için bu iki grubtan birini sadârete getirirdi.
Sultan Abdülmecîd Han, devletin idarî yapısında da bâzı değişiklikler yaptı. Sadrâzamların, serdâr-ı ekrem ünvânıyla sefere çıkmaları usûlüne son verildi. Seraskerliğin derecesi, sadrâzam ve şeyhülislâmın seviyesine getirildi. İstanbul ve eyâletlerin asayişini sağlamak üzere 1845 senesinde Zabtiye müşirliği kuruldu. Sultan İkinci Mahmûd Han devrinde kurulan meclis ve nezâretlerin sayısı arttırıldı. Dîvân-ı hümâyûn önemini kaybetti. 1853’de kurulan Meclis-i âlî-i tanzîmâta, kânun yapma yetkisi verildi. Meclis-i dâr-ı şûrâ-yı askerî genişletilerek; zât işleri, levazım işleri ve mâliye işleri olmak üzere, üç bölüme ayrıldı. Eğitim işlerini teşkilâtlandırmak, yürütmek ve kontrol etmek üzere 1845’de Meclis-i maârif-i umûmiye kuruldu. 1856 senesinde Maârif nezâreti kurulması üzerine, Meclis-i maârif bu nezârete devredildi. 1846 senesinde bir başkan, iki sekreter ve on bir üyeden müteşekkil, devletin mâlî işleri hakkında inceleme yapmak ve gerekli tekliflerde bulunmak üzere Meclis-i mâliye kuruldu. Islâhat işlerini düzenlemek ve kontrol etmek vazîfesi 1854’de Meclis-i âlî-i tanzîmâta verildi. 1855 senesinde devletin en yüksek istişare meclisi olarak Meclis-i âlî-i umûmî kuruldu. Ayrıca kaptân-ı deryaya bağlı Meclis-i bahriye, zirâat nezâretine bağlı Meclis-i zirâat ve Meclis-i maâdin, zaptiye müşirine bağlı Meclis-i zaptiye gibi meclisler de kurulmuştu.
Osmanlı taşra teşkîlâtı, Avrupa devletlerinde uygulanan mülkî idare örnek alınarak, değiştirildi. Eyâlet vâlilerinin yanında mahallî meclisler kuruldu ve bu meclislerde müslüman olmayanlar da temsil edilmeye başlandı. Adlî teşkilâtta değişiklikler yapılarak, daha önce bulunan şer’î mahkeme, cemâat ve konsolosluk mahkemelerinin yanında nizamiye mahkemeleri kuruldu. 1840’da ceza, 1850’de ticâret ve 1857’de arazî kânunları çıkarıldı. 1857 senesinde belediye teşkilâtı kuruldu.
Eğitim alanında da önemli değişiklikler yapıldı. 1843 senesinde sultan Abdülmecîd Han, Bâb-ı âlî’de sadrâzam ve vükelâya hitaben; “Sadrâzama ve bütün vükelâya, halkımın refah ve saadetini te’min için lâzım gelen tedbirleri tam bir birlik içinde düşünmenizi ve müzâkere etmenizi emrediyorum. Bunun gerçekleşmesi din ve dünyâ işlerinde cahilliğin kaldırılmasına bağlı olduğundan, ulûm ve fünûn ve sanâyî öğretimine mahsus mekteblerin kurulmasını ön plânda tutacak işlerden sayıyorum” diyerek; eğitimin önemini belirtti. Sultân’ın bu istekleri üzerine, Meclis-i maârif-i umûmiye, eğitim çalışmalarının prensiplerini açıklayan bir kânun hazırladı. Bu kânunda ilk öğretim mecburî ve ilk ve orta öğretim parasız oldu. 1845’den sonra harb okulları önce üçe ayrıldı, daha sonra Harb akademisi açıldı. İlk ve ortaöğretimin işlerini yürütmek için 1847’de Mekâtib-i umûmiyye nezâreti kuruldu. Öğretmen yetiştirmek üzere kurulan Dârülmuallim, 1847’de Fâtih semtinde eğitime başladı ve okulun müdürlüğüne Ahmed Cevdet Paşa getirildi. Devletin başlıca gelir kaynağı olan zirâatı geliştirmek ve zirâat bilgileri vermek için 1847de Yeşilköy yakınlarında ilk defa zirâat mektebi ile 1859’da Orman mektebi açıldı. 1849’da rüşdiyeler ile darülfünûn arasında eğitim yapacak olan dârülmaârif yâni lise eğitime başladı. 1850’de Meclis-i maârif-i umûmiyye tarafından Encümen-i dâniş kuruldu. Bu akademi, Türk dili üzerine çalışacak, halkın eğitimi için faydalı eserleri te’lif ve tercüme edecekti. Bu akademi tarafından Ahmed Cevdet Paşa’ya bir Türk târihi yazma vazifesi verildi. 1860 senesinde döşenen telgraf hatlarında çalışmak üzere eleman yetiştirmek için telgraf mektebi kuruldu. 1843 senesinde Londra gazetelerine muhabirlik yapan W. Churchill isimli bir İngiliz tarafından ilk özel gazete Cerîde-i havadis adıyla çıkarılmaya başlandı. Churchill’e, gazete çıkarması için hükûmet tarafından yardım edildi.
Abdülmecîd Han devrinde mâliyede de yenilikler yapıldı. İltizâm usûiü kaldırılarak, vergilerin devlet adına toplanması için eyâlet ve sancaklara geniş yetkili muhassıl ünvânı ile me’murlar gönderildi. Muhassıllar, doğrudan doğruya mâliye nezâretine bağlı idiler. Hazırlık yapılmadan kaldırılan iltizâm usûlü, bâzı karışıklıklara ve devlet gelirlerinin düşmesine sebeb oldu. Bunun üzerine 1840’da ilk olarak kâğıt para basıldı ve tekrar İltizâm usûlüne dönüldü. 1844 senesinde ilk bütçe yapıldı. Tanzîmâtçı nâzırların yaptığı hatâlar yüzünden Osmanlı mâliyesi çok zor durumda kaldı. 1850 senesinde Reşîd Paşa, Avrupa devletlerinden borç alınması cihetine giderek, Londra bankası ile anlaştı ve 260 milyon kuruşluk bir borçlanma mukavelesi imzaladı. Sultan bunu kabul etmeyince, hâriciye nâzırı Alî ve mâliye nâzırı Fuâd paşalar Sultân’ı borçlanma hususunda ikna etmeğe çalıştılar. Sultan bunlara; “Ben bu devleti selefimden nasıl buldum ise halefime öyle vereceğim. Eğer bu borçlanmadan vazgeçilmezse saltanattan feragat ederim” diyerek borçlanmayı önledi. Sonu baştan hesaplanmayan bu teşebbüs, devlete yirmi iki milyon kuruşa mâi oldu. Bu durum devletin mâlî durumunun biraz daha kötüleşmesine yol açtı. 1853’de başlayan Kırım harbi mâlî durumu dahada kötüleştirdi. Bunun üzerine, sultan Abdülmecîd, toplanan vükelâya karşı hitaben; “Yabancı ülkelere borçlanmamak için çok çalıştım. Lâkin durum bizi borç almaya mecbur bıraktı. Borçların ödenmesi, gelirin çoğalması ile mümkündür. Bu da her devlette olduğu gibi kumpanyalar teşkil ederek, demir yolları yapmakla olur. Fakat gelir arttı diye masrafı da arttırmamalıdır” dedikten sonra dış borç alınmasına izin verdi. 1854 senesinde ilk defa borç alındı, bunu 1855’de ikinci, 1858’de üçüncü ve 1860’da dördüncüsü tâkib etti. Bu borçlara karşı devletin önemli gelir kaynakları ipotek edildi.
Sultan Abdülmecîd devrinde bir çok îmâr faaliyetleri de yapılmıştır. 1844’de bugün Galata köprüsü olarak bilinen Mecîdiye köprüsünü, 1848’de Beşiktaş’la Ortaköy arasında Küçük Mecîdiye Câmii ve Ortaköy iskelesi yanında Büyük Mecîdiye Câmii’ni, 1859’da Maçka ile Nişantaşı arasındaki Teşvîkiye Câmii’ni yaptırdı. 1851’de Şirket-i hayriyye denilen boğaziçi vapurları işletilmeye başlandı. 1860’da İzmir-Turgutlu arasında demiryolu yapıldı. 1853’de başlayan Kırım harbi sırasında ilk telgraf hattı, İstanbul-Varna-Kırım hattı olarak döşendi (9 Eylül 1655). Bu hattın bir kısmı denizaltından gidiyordu. Kırım’dan İstanbul’a gönderilen ilk haber Malakof zaferinden sonra, Sivastopol’ün zaptı haberi idi. Osmanlı Devleti’nde telgraf hatları hızla geliştirilerek, 1870 senesine kadar yaklaşık 36.000 kilometrelik bir hat döşendi. Dünyâ devletleri arasında beşinci sıraya ulaştı. Bugünkü Beykoz kasrı (1854) ve Küçüksu kasrı (1856), Dolmabahçe Sarayı (1856), sultan Abdülmecîd’in saltanatı zamanında yaptırılmıştır. Ayrıca İstanbul’un bir çok yerinde çeşmeler yaptırıp, eski eserleri tamir ettirmiştir. Annesi Bezm-i âlem Vâlide Sultan, 1845’de Yenibahçe’de Gurebâ hastahânesi, Dolmabahce’de Vâlide Câmii, Bakırcılar’da Bâyezîd kulesi önünde büyük sultanî lisesini ve bir çok mescid ve çeşme yaptırmıştır.
Abdülmecîd Han’ın on yedisi erkek, yirmi dördü kız olmak üzere kırk bir çocuğu dünyâya gelmiştir. Kardeşi Abdülazîz’den sonra oğullarından beşinci Murâd Han, İkinci Abdülhamîd Han, beşinci Mehmed Reşâd ve altıncı Mehmed Vahdeddîn Han pâdişâh olmuşlardır.

Sultan Abdülmecîd Han Devri Kronolojisi

2 Temmuz 1839
Koca Hüsrev Mehmed Paşanın sadrâzamlığı.
3 Temmuz 1839
Kaptân-ı derya Giridli (hâin) Ahmed Paşa’nın donanmayı Mısır’a kaçırıp Kavalalı’ya teslim etmesi.
3 Kasım 1839
Tanzîmât fermanının îlânı.
8 Haziran 1840
Mehmed Emin Rauf Paşa’nın sadrâzamlığı.
24 Mayıs 1841
Suriye ve Akka’dan çıkarılan Mehmed Ali Paşa’ya Mısır vâliliğinin tekrar verilmesi.
13 Temmuz 1841
Boğazlar mukavelesi.
21 Eylül 1842
İkinci Abdülhamîd Han’ın doğumu.
6 Eylül 1843
Yeni asker alma usûlünün îlânı.
29 Nisan 1846
Pâdişâh’ın Varna seyahati.
28 Eylül 1846
Mustafa Reşîd Paşa’nın ilk sadrâzamlığı
1847...................
Maârifi Umûmiye Nezâreti’nin (Millî Eğitim Bakanlığı’nın) kuruluşu.
28 Nisan 1848
Mustafa Reşîd Paşa’nın azli ve İbrâhim Sârim Paşa’nın sadrâzamlığı.
12 Ağustos 1848
Mustafa Reşîd Paşa’nın ikinci sadrâzamlığı.
1 Mayıs 1849
Memleketeyn mes’elesi hakkında Balta limanı andlaşmasının imzalanması.
18 Temmuz 1851
Encümen-i dâniş’in açılışı.
5 Ağustos 1852
Mehmed Emin Paşa’nın ilk sadrâzamlığı.
28 Şubat 1853
Rusların Kudüs mes’elesini ortaya atmaları (Makâmât-ı mubâreke Mes’elesi).
25 Aralık 1849
Mülteciler mes’elesinin hâlli.
3 Temmuz 1853
Rus ordularının Osmanlı hâkimiyetinde bulunan Bosna-Hersek’e girmesi.
4 Ekim 1853
Rusya’ya karşı savaş îlân edilmesi.
27 Ekim 1853
Osmanlı ordusunun Kalafat’ı alması.
5 Kasım 1853
Osmanlıların Olteniça (Oltenizza) zaferi.
5 Ocak 1854
Osmanlıların Çatana zaferi.
12 Mart 1854
Rusya’ya karşı Osmanlı-İngiliz-Fransız ittifakı.
1 Nisan 1854
Yunan çetecilerine karşı Keçecizâde Fuâd Paşa’nın Narda zaferi.
17 Nisan 1854
Kalafat zaferi.
25 Haziran 1854
Silistre önlerinde perişan olan Rus ordusunun kuşatmayı kaldırıp kaçması.
8 Temmuz 1854
Yerköyü (Giurgiewo) zaferi.
20 Eylül 1854
Osmanlıların Alma zaferi.
5 Kasım 1854
İnkerman zaferi
23 Kasım 1854
Mustafa Reşîd Paşa’nın dördüncü sadârazamlığı.
3 Şubat 1855
Türk-İngiliz askerî andlaşması.
17 Şubat 1855
Ömer Paşa’nın Gözleve zaferi.
24 Mayıs 1855
Kerç boğazına asker çıkarılması.
9 Eylül 1855
Sivastopol şehrinin müttefikler (Osmanlı-İngiliz-Fransız) tarafından işgali. İlk telgraf hattının işlemeye başlaması.
29 Eylül 1855
Kars’ı kuşatıp genel hücuma geçen Rus ordusunun bozulması.
17 Ekim 1855
Kuburun (Kinboura) zaferi.
6 Kasım 1855
Ömer Paşa’nın İngur zaferi.
1 Şubat 1856
Viyana protokolünün imzalanması.
18 Şubat 1856
Islâhat Hatt-ı Hümâyûnu’nun îlânı.
30 Mart 1856
Kırım savaşını sonuçlandıran Paris mukavelesinin imzalanması.
7 Ocak 1858
Mustafa Reşîd Paşa’nın ölümü.
11 Ocak 1858
Âlî Paşa’nın üçüncü sadrâzamlığı.
8 Kasım 1858
Osmanlı Karadağ hudut protokolünün imzası.
24 Nisan 1859
Süveyş Kanalı hafriyatına başlanması.
14 Eylül 1859
Pâdişâh’a suikast teşebbüsü, Kuleli vak’ası.
9 Haziran 1861
Müstakil sancak hâline getirilen Cebel-i Lübnan’ın yeni teşkilâtına dâir Beyoğlu protokolünün imzası.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Seyâhatnâme-i Hümâyûn (Abdülmecîd Han’ın Rumeli Seyahati, İstanbul-1261)
 2) Tezâkir (Ahmed Cevdet Paşa)
 3) Ma’rûzât (Ahmed Cevdet Paşa); sh. 4
 4) Târih-i Lütfi (Ahmed Lütfi, İstanbul-1303)
 5) Vesâik-i Târihiyye ve Siyâsiyye Tetebbuâtı
 6) Mesâil-i Mühimme-i Siyâsiye (Ali Fuâd Türkgeldi, Ankara-1987)
 7) Îzahlı Osmanlı Târihi Kronolojisi; cild, sh. 121
 8) Büyük Türkiye Târihi; cild-7, sh. 23
 9) Osmanlı İmparatorluğu Târihi; cild-12, sh. 12
10) Târih Musâhebeleri (Abdurrahmân Şeref)
11) Târihi Siyâsî Devlet-i Aliyye-i Osmâniyye (Kâmil Paşa, İstanbul-1327); cild-3, sh. 180
12) Nafiz, İstanbul-1328); sh. 215
13) Eshâb-ı Kiram; sh. 305
14) Rehber Ansiklopedisi; cild-1, sh. 37
15) Kâmûs-ül-a’lâm; cild-4, sh. 3109
16) Şark Mes’elesi (Raif Karadağ, İstanbul-1971); sh. 89

17 Mayıs 2018 Perşembe

KOSOVA MEYDAN MUHAREBELERİ


Kosova’da, Osmanlıların büyük haçlı kuvvetlerine karşı kazandıkları iki büyük zafer. İlki, 1389 yılında birinci Murâd Han, ikincisi 1448’de sultan İkinci Murâd Han devrinde yapıldı.
Sultan birinci Murâd Han’ın Anadolu beyliklerinden en kudretlisi olan Karamanoğlunu’da mağlûb ederek itaat altına alması üzerine, Anadolu’da Osmanlı Devleti’nin kudret ve kuvveti artmış ve devlet bütün gücünü Rumeli üzerine çevirmişti. Bu durum Avrupa devletlerini telaşlandırdı. Nitekim Osmanlılara tek başlarına karşı koyamıyacaklarını anlayan bu devletler, anlaşarak birlikte harekete karar verdiler. Bu ittifaka, Sırp kralı Lazar ile Bosna kralı Tvartko ve Arnavud prensi Jorj Kastriyota önayak oldular. Küçük bâzı Sırp prensleri ile Bulgarlar ve Ulah (Eflak)’lar da muhârebeye katılacaklarına dâir bunlara söz verdiler.
Sultan Murâd Han, bu ittifaktan ve aleyhine harekete geçileceğinden casusları vasıtasıyla haberdâr oldu. Gerekli tedbirleri yerinde ve zamanında almak suretiyle, düşmanın dikkatini çekmede plânlı bir şekilde harbe hazırlandı. İslâm’ın yayılması, vatanını müdâfaa ve müslümanları şânını yükseltmek niyetiyle, haçlı ittifakına karşı Anadolu beyliklerinden yardımcı kuvvetler isteyerek, gönüllüleri davet eyledi.
Bu arada ittifaka girdiğini gizli tutan Bulgarları, müttefiklerle birleşmesine fırsat vermeden harb dışı bırakmayı tasarladı ve 1388’de vezîriâzam Çandarlızâde Ali Paşa kumandasında, otuz bin kişilik kuvvet gönderdi. Sırpların Bulgarlara yardım ihtimâlini gözönüne alan Ali Paşa, sür’atle hareket ederek doğuda Nadir geçidinden Balkanları aşarak Provadi, Şumnu ve Bulgar krallığının merkezi olan Tırnova’yı aldı. Sonra Tuna boyuna yürüyerek Ulahların nüfuzu altına girmiş olan Silis’tre ve Niğbolu’yu fethetti. Bu suretle Çandarlızâde, yapmış olduğu serî hareketle Bulgar kralı Şişman’ı dize getirerek, kralın Balkan ittifakına girmesini ve Osmanlı kuvvetlerini ansızın vurmasını önledi: Bu arada Kara Tîmûrtaş Paşa’nın oğlu Yahşî Bey, Sırp topraklarını vurmak istedi ise de sultan Murâd, bütün kuvvetlerin kendi kumandasında toplanmasını emretmiş olduğundan, Sırbistan akını terkedildi.

Birinci Kosova Meydan Muhârebesi

Türkleri, Balkanlardan atmak için hazırlanan ittifaka karşı bütün hazırlıklarını tamamlayan sultan Murâd Han, Anadolu’daki arazisinin muhafazası için beylerinden beş kişiyi bıraktıktan sonra Rumeli’ye geçti. Bu sırada bir müddet evvel hacca giden tecrübeli akıncı kumandanı Gâzi Evrenos Bey’in gelerek orduya iltihak etmesi, Türk kuvvetlerinin maneviyâtının artmasına sebeb oldu. Bundan sonra Osmanlı ordusu Sofya, Köstendil ve Kratova yoluyla düşman kuvvetlerine doğru harekete geçti. Daha yolda Sırp elçisi gelerek meydan okuyup muhârebeye hazır olduklarını bildirdi. Hakikatte elçinin geliş sebebi, Osmanlı ordusunun vaziyetini öğrenmekti. Bu son mevkide (Sultan tepesi) toplanan harp meclisinde sultan Murâd-ı Hüdâvendigâr, kumandanlarıyla istişare ederek harbin nerede ve nasıl yapılması gerektiği hakkında fikirlerini sordu. Önce, içlerinde en çok harplere katılan babası sultan Orhan Gâzi’nin silâh arkadaşı mücâhid gâzî Evrenos Bey’e; “Ey babam yoldaşı Gâzi Evrenos! Sen, bunca cenklere katılmış birisin. Bunlarla ne şekilde ceng etmelidir?” diye sordu. Evrenos Bey; “Sultânım! Evrenos, hakir bir kulunuzdur. Pâdişâhının huzurunda söze karışmak haddine düşmez. Askere kumanda etmesini hünkârımız cümlemizden âlâ bilür” diye cevap verdi. Sultan Murâd Han; “Beylerim! Hak teâlânın ihsân ve yardımlarıyla pek çok muhârebelere katıldım. Pek çoğunu muzaffer bitirmek nasîb oldu. Fakat bu gazâ diğerlerine benzemez. İstişare etmekte bereket vardır ve bu, Peygamber efendimizin sünnet-i seniyyesidir. Cümlemiz birlikte karar verip, gönül birleştirmek gerek. Beyim Evrenos! Hayli zamandır bu illerde cihâd eyledin. Düşmanın hâl ve hareket tarzını cümlemizden iyi bilirsin. Senin fikrin nicedir? Ketum olma, söyle!” dedi. Sultan’ın bu emri üzerine Gâzi Evrenos Bey; “Şevketlu Sultân’ım! Ben kuluna öyle geliyorki, Allahü teâlâya tevekkül ederek her şeyden önce muhârebe meydanına varmalı ve ordumuzu harp meydanının en münâsip yerine yerleştirmeli. Evvelâ düşmanın üzerimize gelmesini beklemeli. Zırhlara bürünmüş düşmana önce biz hamle edersek çok zâyiât veririz ve onların saflarını bozamayız. Saftan ayrılanlarla harb etmek kolay olur. Onlar yerlerinden ayrılıp dağılarak üzerimize hücum, ettiklerinde, aralarına girmeli, toplanmalarına fırsat vermemeli. Kulunuzun âcizane fikri budur Sultân’ım” diye cevap verdi. Bu fikri, orada bulunan Yahşî Bey, Tîmûrtaş Paşa, vezîriâzam Ali Paşa, şehzâde Yıldırım Bâyezîd ve diğer paşalar pek beğendiler. Sultan Murâd-ı Hüdâvendigâr da bu plânı yerinde buldu ve Sırp despotu Lazar’ın merkezi Priştine’ye doğru yürüdü. Düşman toprakları üzerinde yapılan bu yürüyüş günlerce sürdüğü hâlde, en küçük bir yağma ve tahribata yer verilmediğini Sırp kaynakları haber vermektedir. Gerçekten bu hareket İslâm’ı hıristiyanlara çok iyi tanıttı. İslâmiyet hakkında bilgileri olmayan halk, Türklerin korkusundan yardıma çağırdıkları kendi dindaşlarından çok çektiklerinden ve zulüm gördüklerinden bu davranışlar karşısında hayrete düştü. İdarecilerinin zulüm ve baskısından bıktıkları için bundan sonraki senelerde Türk İdaresini sevip arzu ve istekle beklediler.
Kosova sahrasına gelindiğinde düşmanla karşılaşılınca sultan Murâd derhâl harbe girişilmesini söyledi ise de Evrenos Bey havanın sıcak ve askerin yorgunluğu sebebi ile harbin ertesi güne bırakılmasını arzu ettiğinden öyle yapıldı.
Osmanlıların Balkanlardaki durumunu tâyin edecek olan bu muhârebede başkumandan olan sultan Murâd Han, âdet üzere ordu merkezinde bulunuyordu. Ordunun sağ kotuna Kütahya ve Hamid sancakbeyi şehzâde Bâyezîd kumandasında, Rumeli beylerbeyi Kara Tîmûrtaş Paşa ile Evrenos Bey ve diğer tecrübeli beyler, sol kola Karesi sancak beyi Yâkub Bey kumandasında olarak Anadolu beylerbeyi Saruca Paşa ile Kastamonu, Germiyan, Hamid, Teke, Menteşe ve Aydın kuvvetleri konuldu.
Merkez kuvvetlerinin önünde yeniçeriler ve onların önünde toplar vardı. Bu arada Evrenos Bey’in tavsiyesiyle ordunun sağ ve sol kanadlarının önüne biner okçu kondu. Sağ cenah okçu kumandanı Hamidoğlu Malkoç Bey ve sol kol okçu kumandanı da Hamidoğlu’nun oğlu Mustafa Bey idi. Veziriazam Ali Paşa pâdişâhın yanında bulunuyordu.
Haçlı ordusunun merkezinde bulunan Sırp despotu Lazar, birliklere komuta ediyordu. Sağ kolda Lazar’ın yeğeni ve dâmâdı Brankoviç, sol kolda ise Bosna kralı Tvartko’nun kuvvetleri vardı. Düşman kuvvetleri Sırp, Bosna, Macar, Ulah, Arnavud, Leh ve Çeklerden meydana gelip, mevcudu Osmanlı kuvvetlerinden fazlaydı. Bâzı rivayetlere göre bu ordu, 100, kimisine göre de 150 bin civarında idi.
Sultan, düşman kumandanına bir elçi hey’eti gönderdi. Hey’et, elçilik bayrağı ile ilerleyip kâfir komutanlarıyla görüştü. Onları İslâmiyet’e davet eyledi. Red cevâbı alınca, boş yere kan dökülmemesini, Osmanlı sultânının emrine girip cizye, harac vererek canlarını kurtarmalarını, yoksa bu işi kılıçların hâlledeceğini bildirdi. Fakat, Osmanlı sultânının bu merhametli dileğini red eden haçlı kumandanları, bu hareketle Osmanlının korktuğunu zannetti. Elçi hey’eti de geri döndü.
9 Ağustos günü ordusunu yeniden gözden geçiren sultan Murâd; “Yiğitlerim! Gâzilerim! Beğlerim! Bugün, gayret günüdür. Erlik zamanı, mertlik demidir. Bunca zaman Osmanlı hânedânı sizinle iftihar etmiştir. Şimdi dahî sizden, cihânı tutan şân ve şöhretinizi gösterecek merdâne hareketler bekler.
Erlerim! Alperenlerim! Beğlerim! Gâzilerim! Benim ile beraber hep birlikte tekbîr getirip küffâra saldırınız! Cenâb-ı Hak muininiz olsun!...” diyerek onları savaşa teşvik etti.
Muhârebe 9 Ağustos 1389 günü haçlıların top atışıyla başladı. Bu esnada Osmanlı ordusunun sol kolu sarsılır gibi oldu. Fakat şehzâde Bâyezîd’in bu kola yardımı ve düşman saflarını yarması, tehlikeyi uzaklaştırdı. Türk ordusunun kahramanlığı ve harp plânının mükemmelliği ve muvaffakiyetle tatbiki netîcesinde, güçlü haçlı ordusu, sekiz saat içerisinde bozuldu. Sağ kalan haçlı kuvvetleri geri çekilip, çâreyi kaçmakta buldular. Muhârebenin kazanılmasında ve düşmanın imha ve tâkib edilmesinde, şehzâde Bâyezîd’in büyük rolü oldu. Haçlı kumandanı Lazar, oğlu ve yüksek rütbeli kumandanlar ile maiyyetleri esir edildiler. Murâd Han, zaferden sonra cenâb-ı Hakk’a şükrederek muhârebe meydanında dolaşırken, Miloş Obiliş adında yaralı bir Sırp asilzadesi tarafından hançerlenerek şehîd edildi. Sultan Murâd-ı Hüdâvendigâr’ın şehâdetinden önceki vasiyyeti üzerine şehzâde Bâyezîd Osmanlı sultânı oldu. Sultan Murâd Han’ın şehîd edilmesi üzerine Despot Lazar ve oğlu orada öldürüldüler. Kosova zaferi netîcesinde; Osmanlı Devleti Balkanlara kesin olarak yerleşti ve Sırp krallığı yıkılarak, Sırbistan, Türk hâkimiyetine geçti. Bölgeye, Türk ve İslâm nüfûsu iskân edilerek bu hâkimiyet pekiştirildi.

İkinci Kosova Meydan Muhârebesi

İkinci Kosova meydan muhârebesi, Osmanlı Devleti’nin siyâsî ve askerî târihinde çok önemli yeri olan birinci Kosova (1389), Niğbolu (1396), Varna (1444) ve daha bir çok muhârebeleri de İhtiva eden bir savaş zincirinin son halkasıdır. Osmanlıların Avrupa’daki ilerleyişini durdurmak için, hıristiyan devlet ve milletler her mağlûbiyetin ardından yeni ittifaklar kuruyorlardı. Bilhassa Büyük Macaristan İmparatorluğu’nu kurmayı gaye edinen Jan Hunyad her fırsatta Osmanlılara karşı haçlı seferi işini üzerine alıyordu.
Nitekim Osmanlı sultânı ikinci Murâd Han (1421-1451) devrinde, 1444’deki Varna mağlûbiyetinin öcünü almak hissiyle, Macar kral naibi Jan Hunyad; Almanya, Polonya, Romanya ve diğer ülkelerden doksan bin kişilik bir ordu topladı. İlk olarak, kendisiyle birlikte hareket etmeyen Sırbistan’ı işgal etti. Bu arada Arnavutluk beyi İskender de kendisine yardımcı kuvvet göndereceğini vâdetti.
Haçlı kuvvetleri, Osmanlıları Avrupa’dan atmak tasavvuru ile hareket ederken, Arnavutluk’un başkenti Kroya’da uygulanan Türk kuşatması ikinci ayını doldurmuştu. Şehrin su yolları kesilmek suretiyle kalenin teslîmi sağlanmış, sonra da Arnavutluk bölgelerinin fethi için harekâta başlanmıştı. Bu sırada Jan Hunyad’ın yoğun savaş hazırlıklarını öğrenen İkinci Murâd Han, Arnavutluk seferini yarıda bırakarak ordusu ile Edirne doğrultusunda harekete geçti. Yürüyüş sırasında, Haçlı ordusunun Tuna’ya geldiği, Vidin komutanı tarafından haber verilince, ikinci Murâd, ordusunun yürüyüş hedefini Sofya olarak değiştirdi ve Sırbistan’a istihbarat için casuslar gönderdi.
Jan Hunyad ise, Sırbistan’dan çıkarak Osmanlı topraklarına girdikten sonra 1448 Ekim ayı ortalarında Kosova’ya geldi. Onu müteakip seksen-yüz bin kişilik bir kuvvetle de sultan Murâd yetişti. İki ordunun mevcudu eşit durumda olmasına rağmen, Osmanlılar top gibi devrin en üstün ateşli silâhlarına sahipti. Müttefik ordusu ağır zırhlı olup, çeşitli milletlerden meydana geliyordu. Türkler ise, muhârebe eğitim ve tecrübesi ile üstün taktik kabiliyet vasıfları yanında, sarsılmaz bir îmân birliği içindeydiler. Sultan Murâd Han, Türk-islâm an’anesi gereğince, muhârebeden önce, sulh teklif etti. Sulh, Haçlı taassubu ile red edilince, düşman ordusu hakkında bütün bilgiler değerlendirilerek, harp nizâmı alındı. Osmanlı ordusunun merkezinde ikinci Murâd Han, sağ kolda Rumeli beylerbeyi Turahan Bey, sol kolda, Dayı Karaca Paşa bulunuyordu. Merkez kuvvetlerinin önünde toplar mevzîlendirilmişti. Öncü kuvvetler, akıncı beylerinden Mihaloğlu Hızır Bey ve Îsâ Bey, ihtiyat da Saruca Paşa’nın kardeşi Sinân Bey kumandasında toplanmıştı.
Hunyadi Yanuş’un kumandasındaki müttefik ordusunun sağında Macarlar, Sicilyalılar, sol kolda ise, Almanya, Polonya, Romanya kuvvetleri vardı. Bu savaşta Haçlı ordusunda da önemli ölçüde top bulunup merkez kuvvetlerinin önüne konulmuştu.
17 Ekim 1448 târihinde Hunyadi Yanuş, muhârebeyi zaferden emin bir şekilde taarruzla başlattı. İlk gün iki ordu da bulundukları mahalden ayrılmayıp, top, tüfek ve oklarla birbirlerine üstünlük sağlamaya çalıştılar. Asıl muhârebe ikinci gün öğleye doğru başladı. Varna meydan muhârebesinde olduğu gibi, düşmandan önce taarruza geçen Türk birlikleri şiddetle saldırdılar. Ancak haçlıların zırhlı elbiselerinin, Türk kılıç ve oklarının etkisini azaltması ve özellikle Macar kuvvetlerinin şiddetle direnmeleri neticesinde, akşama kadar devam eden savaşta Türk birlikleri kesin netîceye ulaşamadı.
Bu arada Türkleri gece baskını ile rahatça yeneceğini sanan Jan Hunyad, şiddetli bir taarruza karar verdi. Fakat sultan Murâd Han, zamanında tedbirlerini aldığı için bu saldırı neticesiz kaldı. Muhârebenin üçüncü günü olan 19 Ekim sabahı haçlı kuvvetleri her iki kanattan taarruza başladılar. Jan Hunyad, ordusunun ağırlık merkezini sağ kanada kaydırmıştı. Dolayısıyla muhârebenin en şiddetli cereyan ettiği yer, düşmanın sağ kanadı ile Türk sol kanadının bulunduğu kesimdi. Muhârebenin iyice kızıştığı sırada sultan Murâd Han, sahte ric’at taktiğini tatbik ederek, geri çekildi. Sağ ve sol kollar açılarak, müttefiklere Osmanlı merkez kuvvetleri hedef tâyin ettirildi. Türklerin kaçtığını zanneden haçlı ordusu, zafer kazandık hissiyle merkez istikâmetine ilerledi. Merkez safha safha geri alınırken, düşmanın iyice dağıldığı tespit edilerek karşı taarruza geçildi. Merkeze giren düşman kuvvetleri, yandan ve geriden sarılarak iyice çevrildi. Durumu anlayan haçlılar, ümitsizce karşılık vermeye çalıştılar. İşte o zaman savaş en şiddetli ve korkunç hâlini aldı. Mehterânın heybetli ve gür sesi, boru uğultuları, at kişnemeleri, naralar, silâh şakırtıları, mücâhid gâzilerin “Allah! Allah!..” nidaları, feryatlar, duâlar, koca ovayı elli dokuz yıl önce olduğu gibi bir daha inletti. Gürsesli komutanlar; “Koman Gâziler!.. Vurun koç yiğitler!.. Bugün can verip şan alacak gündür! Analar ne yiğitler büyütürmüş gösterin! Zafer bizimdir!..” diyerek askerlerini coşturuyordu. Osmanlı bayrakları dalgalanıyor yiğitler kükremiş arslanlar gibi ileri atılıyordu.
Cihân pâdişâhı sultan Murâd Han da vaktin geldiğini görüp, şehâdeti dört gözle bekleyen yeniçerilere; “Koman yiğitlerim! Haydi arslan yürekli gâzilerim!.. Göreyim sizi!..” diyerek şiddetli bir taarruz başlattı. Artık düşman tamâmiyle kıskaca alınmıştı. Kıran kırana olan bu müthiş mücâdele bir müddet devam etti. Haçlılarda çarpışacak hâl kalmamıştı. Sür’atle imha ediliyor, kaçacak yer arıyorlardı. Etrafları çepeçevre kuşatılmıştı. On yedi bin haçlı öldürüldü. Ancak kralları Jan Hunyad, gecenin karanlığından istifâde ederek emrindeki bir kaç askeriyle kaçmayı başardı.
Sultan Murâd Han, zaferin sonunda cenâb-ı Hakk’a hamd edip şükür secdesine vardı. Bu cenkte şehâdet mertebesine kavuşan 4.000 şehidin cenaze namazlarını kıldırıp defnettirerek aziz ruhlarına Fatihalar hediye etti.
İkinci Kosova meydan muhârebesi neticesinde, Türklerin Balkanlardan atılamayacağı kesinleşti. Avrupalılar taarruzu bırakıp müdâfaaya geçtiler. Balkanlarda başlatılan, menfaat mücâdelesi, hoşgörü ve adalet prensiplerini tatbik etme siyâsetince Osmanlılar lehine neticelendi.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Tâc-üt-Tevârih (Hoca Sa’deddîn); cild-1. sh. 174, cild-2, sh. 237
 2) Neşrî Târihi; cild-1, sh. 260, 293
 3) Tevârîh-i Âl-i Osman (Âşıkpaşa-zade); sh. 203
 4) Hayrullah Efendi; cild-4, sh. 54, cild-2, sh. 203
 5) Osmanlı Târihi, (Uzunçarşılı); cild-1, sh. 252, 446
 6) Osmanlı Devleti Târihi (Hammer); cild-2, sh. 184, 505
 7) Varna ve II. Kosova Muhârebeleri ve İkinci Murâd; sh. 71 v.d.
 8) Büyük Türkiye Târihi; cild-2, sh. 296, 424
 9) Münşeât-üs-Selâtin, (Kosova Fetihnâmesi); cild-1, sh. 112
10) Kosova Zaferi Ankara Hezîmeti (Fatma Aliyye Hanım)
11) Rehber Ansiklopedisi; cild-10, sh. 253

KEMAL PAŞAZADE


Osmanlı âlimlerinin en meşhurlarından. İsmi, Ahmed bin Süleymân bin Kemâl Paşa’dır. Lakabı Şemseddîn’dir. Dedesi Kemâl Paşa’ya izafeten İbn-i Kemâl ve Kemâl Paşazade isimleriyle tanınmıştır. 1468 (H. 873)’de doğdu. 1534 (H. 940)’da İstanbul’da vefât etti. İstanbul’da Edirnekapı kabristanındadır.
Bir ümerâ ailesine mensub bulunan İbn-i Kemâl Paşa, ailesinin nezâretinde iyi bir tahsîl görmekle beraber, zamanının geleneği îcâbı, önce askerî sınıfa girdi ve sipahi olarak ikinci Bâyezîd Hân’ın seferlerine iştirak etti. Daha sonra ilmiye sınıfına geçti.
İbn-i Kemâl Paşa, Molla Lütfî, Kestelli ismiyle meşhur Muslihuddîn Mustafa Efendi, Hâtibzâde Muhyiddîn Mehmed Efendi ve Muarrifzâde Sinânüddîn gibi zamanın meşhur âlimlerinden ilim öğrenip, icazet (diploma) aldı. Tefsîr, hadîs ve fıkıh ilimlerinde derin âlim olarak yetişti. Edirne’de Taşlık adıyla tanınan Ali Bey’in medresesine müderris olarak tâyin edildi. Burada müderris iken, pâdişâhın emri ile Tevârih-i Âl-i Osman adlı târihini yazdı.
Daha sonra Üsküp’de İshak Paşa, Edirne’de; Halebiye, Edirne Üç Şerefeli, İstanbul’da Sahn-ı semân medreselerinde ve Sultan Bâyezîd Medresesi’nde müderrislik yaptı. Çok âlim yetiştirdi. Bu vazifelerinden sonra Rumeli kazaskeri, peşinden de Anadolu kazaskeri oldu. 1527’de ise şeyhülislâmlığa tâyin edildi. Sekiz sene bu vazifede bulundu.
On altıncı asrın ilk yarısında, Osmanlı kültürünün en büyük mümessili olarak görülen İbn-i Kemâl Paşa, bütün vaktini ilme veren âlimlerdendir. İlmi ile büyük bir şöhret kazandı ve zamanındaki pek çok âlim, bâzı mes’elelerde ona başvurur oldu. Bir kısım ulemâ da yazdığı eserleri tashih (kontrol) maksadıyla ona gönderirlerdi. Ahlâkı güzel, edebi mükemmel, zekâsı ve aklı kuvvetli, ifâdesi açık ve vecîz olup, iki dünyâ faydalarını bilen ve bildiren, pek nâdir simalardan biri idi. Cinnilere de fetva verirdi. Bunun için Müftiy-üs-sekaleyn (insanların ve cinnîlerin müftîsi) adı ile meşhur oldu. Büyük bir âlim olduğu gibi, güçlü bir târihçi, değerli bir edîb, kuvvetli bir şâir idi. Tasavvufta da ileri derece sahibi idi. Büyük velîlerin teveccühünü kazanmıştı. Kânûnî sultan Süleymân Han zamanında, Zenbilli Ali Efendi’den sonra Osmanlıların dokuzuncu şeyhülislâmı oldu. Bu makamda bulunduğu sürede, dâhilî ve haricî, din ve mezheb düşmanlarına karşı, ilmi ve yazdığı kitaplarıyla mücâdele etti. İbn-i Kemâl Paşa, Eshâb-ı kiram düşmanlığı propagandasının te’siriyle Doğu Anadulu’da yer yer büyümeye başlayan fitneye karşı, ehl-i sünnet itikadını bütün gayreti ile müdâfaa etmiş, yazdığı risalelerle Yavuz Sultan Selim ve Kânûnî Sultan Süleymân Han’ı Safevî’lere karşı mücâdeleye teşvik ettiği gibi, Kânûnî’nin Şâh Tahmasb’a gönderdiği mektupları da bizzat kaleme almıştır.
Kefevî, İbn-i Kemâl Paşa için; “Bâzı rivayetleri bâzılarına tercih edebilmesi bakımından, mezhebde (Hanefî mezhebinde) tercih sahibidir” demektedir. Bâzı ulemâ da onun için; “Mısır’da İmâm-ı Süyûtî ne ise, İstanbul’da ve diğer beldelerde de İbn-i Kemâl Paşa odur. Her İkisi de asrının süsüdür” demişlerdir.
İbn-i Kemâl Paşa, ekserisi muhtelif risaleler olmak üzere, üç yüz civarında eser yazdı. Bu eserlerinden çoğu yazma olup, 36 tanesi Ahmed Cevdet Paşa tarafından yayınlandı. Fetvaları; usûl ilminde, Ta’yîr-üt-tenkîh;kelâm ilminde, Risale-i mümeyyize; akâid ve fıkıhda, Müerric-ül-kulûb, Telvih haşiyesi, Risâle-i münîre, Hidâye şerhi gibi eserleri vardır.
İslâmî ilimlerden başka dil ilmi ile de uğraşan Kemâl Paşazade Arapça’yı esas alarak Galatât adlı bir eser yazmıştır. Dîvân şiirinin bu asırda önde gelen şâiri olup, Dîvân’ı ile Yûsufu Züleyhâ Mesnevîsi meşhurdur. Fakat daha ziyâde ağır bir dille yazdığı Tevârih-i Âl-i Osman adlı eseri ile tanınmıştır. Şâir olarak şiirlerinde mahlas kullanmamıştır. Bu îtibârla dîvânına başka şâirlerin şiirleri de karışmıştır.
İbn-i Kemâl Paşa’nın şiirlerinden bâzıları şunlardır:
Kısmetindir gezdiren yer yer seni,
Arşa çıksan, akıbet yer yer seni.
Eline nefsinin verip kazma,
Yoluna kimsenin kuyu kazma.
Her ki gayrın yolunda kazdı kuyu,
Kendi düştü kuyuya yüzü koyu.
Nâ-ehil olur muârız-ı ehl,
Her Ahmed’e bulunur Ebû Cehl.
Göz yum cihândan, aç gözünü kendi hâline,
Sen göz yumup açınca, bu dünyâ gelir gider.
Ölümden kurtuluş yokdur cihânda,
O derdi çekmez olmaz üns-ü-canda.
Kişinin ömri çünkim âhır ola,
Yeg oldur kim gazâ yolunda öle.
Tiz olma teemmül kıl
Her hâle tahammül kıl
Allah’a tevekkül kıl
Tedbiri bozar takdir.

KAFTANIMA SÜS OLSUN

Mısır seferinde İbn-i Kemâl Paşa, Anadolu kazaskeri olarak pâdişâh Yavuz Sultan Selim Han’ın yanında bulunuyordu. Bu yolculukları sırasında sohbet ederek yol alırken, bir ara İbn-i Kemâl Paşa’nın atının ayağından sıçrayan çamurlar, Yavuz Sultan Selîm Han’ın kaftanına sıçradı. Pâdişâh’ın kaftanına çamur sıçrayınca, İbn-i Kemâl Paşa mahcûb olup, atını geriye çekerek özür dileyince; Yavuz Sultan Selîm Han’ın ona dönerek; “Üzülmeyiniz, âlimlerin atının ayağından sıçrayan çamur, bizim için süstür. Vasiyyet ediyorum, bu çamurlu kaftanım, ben vefât ettikten sonra kabrimin üzerine örtülsün” dedi. Bu vasiyyeti yerine getirildi.

İLMİN KIYMETİ!..

İbn-i Kemâl Paşa, ilimde yetişmesini bizzat, kendisi şöyle anlatır: “Sultan İkinci Bâyezîd Han ile bir sefere çıkmıştık. O zaman vezir, Halil Paşa’nın oğlu İbrâhim Paşa idi. Şanlı, değerli bir vezir idi. Ahmed ibni Evrenos adında bir de kumandan vardı. Kumandanlardan hiç biri onun önüne geçemez, bir mecliste ondan ileri oturamazdı. Ben ise vezirin ve bu kumandanın huzûrunda ayakta, esas vaziyette dururdum. Bir defâsında, eski elbiseler giyinmiş bir âlim geldi. Bu kumandanlardan da yüksek yerde oturdu ve kimse ona mâni olmadı. Buna hayret ettim. Arkadaşlarımdan birine, kumandandan da yüksek yere oturan bu zâtın kim olduğunu sordum. “Filibe Medresesi müderrisi, âlim bir zâttır. İsmi Molla Lütfî’dir” dedi. “Ne kadar maaş alır” dedim. “Otuz dirhem” dedi. “Makâmı bu kadar yüksek olan bu kumandanlardan yukarı nasıl oturur?” dedim. “Âlimler, ilimlerinden dolayı tâzim ve takdîr olunur, hürmet görürler. Geri bırakılırsa, bu kumandan ve vezir buna razı olmazlar” dedi. Düşündüm; “Ben bu kumandan derecesine çıkamam, ama çalışır gayret edersem, şu âlim gibi olurum” dedim ve ilim tahsil etmeye niyet ettim. Sefer dönüşü, o meşhur âlim Molla Lütfî’nin huzuruna gittim. Sonra Edirne’deki Dârülhadîs müderrisliği bu zâta verildi. Ondan Metali Şerhi’nin haşiyelerini (açıklama ve ilâvelerini) okudum.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Şakâyik-ı nu’mâniyye Tercümesi; sh. 381
 2) Mu’cem-ül-müellifin; cild-1, sh. 238
 3) Fevâid-ül-behiyye; sh. 21
 4) Şezerât-üz-zeheb; cild-8, sh. 238
 5) Kâmûs-ül-a’lâm; cild-5, sh. 3885
 6) Devhat-ül-meşâyıh; sh. 16
 7)Tâc-üt-tevârîh; cild-2, sh. 585
 8) Meşâhir-ül-İslâm; cild-4, sh. 1550
 9) Sicilli Osmanî; cild-1, sh. 197
10) Hadîkat-ül-cevâmî; cild-1, sh. 180
11) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; sh. 981
12) Rehber Ansiklopedisi; cild-8, sh. 31
13) Esmâ-ül-müellıfin; cild-1, sh. 180
14) Seyahatname (Evliya Çelebi); cild-1, sh. 345
15) Şuarâ Tezkireleri
16) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; cild-13. sh. 219
17) Türk Klasikleri; cild-3. sh. 264
18) XIII - XVI. Asır, Anadolu Sahasında Dil Yadigârlarının Yazılış Sebebleri (Kemal Yavuz)