10 Ağustos 2018 Cuma

ANADOLU EYALETİ


Osmanlı Devleti’nin iki önemli taşra teşkilâtından biri. Dâima vezir rütbesinde Beylerbeyi tarafından idare edilirdi. Protokolde; Mısır, Budin ve Rumeli eyâletlerinden sonra dördüncü sırada yer almaktaydı. Rumeli eyâletinin 1362 senesinde kurulmasından sonra, 1393’de de Anadolu eyâleti kuruldu. Eyâletin merkezi önceleri Ankara idi. Yıldırım Bâyezîd Han 1393’de Kara Tîmûrtaş Paşa’yı Ankara’ya Anadolu vâlisi olarak tâyin etti. Fâtih Sultan Mehmed Han, tahta çıkınca o zaman Anadolu beylerbeyi olan Îsâ Bey’i bu görevden alarak yerine İshak Paşa’yı tâyin ettikten sonra beyliğin merkezi Kütahya’ya taşındı. Kânûnî Sultan Süleymân’ın şehzâdeleri Bâyezîd ve Selîm’in Kütahya’yı idare ettikleri 1550-1558 ve 1562-1566 seneleri arasında Anadolu eyâletinin merkezi tekrar Ankara oldu.
Sultan İkinci Bâyezîd devrindeki kayıtlara göre, Anadolu eyâletinin aşağıdaki on yedi sancaktan meydâna geldiği görülmektedir: Kütahya, Saruhan (Manisa ve yöresi), Hüdâvendigâr (Bursa ve çevresi), Aydın, Menteşe (Muğla ve çevresi), Bolu, Hamid (Isparta ve çevresi), Ankara, Kengırı (Çankırı ve çevresi), Kastamonu, Karahisar-ı sâhip (Afyon ve çevresi), Kocaeli (İzmit ve çevresi), Biga, Karesi (Balıkesir ve çevresi), Sultanönü (Eskişehir ve çevresi), Alâiye (Alanya ve çevresi), Teke (Antalya ve çevresi). Daha sonra on dört sancaklı bir eyâlet hâline getirilen Anadolu eyâleti, 1825’de çok küçülmüş, yine Kütahya merkez olmak üzere Afyonkarahisar, Sultanönü ve Ankara’dan İbaret kalmış, hattâ kısa bir süre sonra Afyon da hâriç bırakılmıştır. 1566 senesinden 1833’e kadar, Kütahya Anadolu eyâletinin merkezi olarak kaldı.
On altıncı asırda, Anadolu eyâletinin her bir sancağının kazaları, nahiyeleri, köyleri ve bunların nüfûsu, gelirleri ne çeşit ürünler yetiştiği, en mükemmel şekilde tapu-tahrir defterlerine işlenmiştir. Bâzı teşkilât defterlerinde de Anadolu eyâletinin sancakları yazılıdır. Bu teşkilât defterlerinden biri Elviye-i Vilâyet-i Anadolu başlığı altında Anadolu eyâleti ve buna bağlı sancaklara kimlerin tasarruf ettiğini ve senelik hâsılatını şu şekilde göstermektedir:

ELVİYE-İ VİLÂYET-İ ANADOLU

Sancağı
Kimin tasarrufunda olduğu
  Hâsılatı (akçe)
1- Kütahya
 Mîr-İ Mirân-ı Anadolu Behram Bey
  1.000.000
2- Teke....
İhtiyâr Bey
  400.000
3 Aydın.....
Lütfi Bey Emîr-i alem
  503.000
4- Menteşe
Ferhad Ferhad Bey Ser-i Şarabdaran
  450.000
5- Saruhan
Mehmed Bey
  325.000
6) Karesi...
Mehmed Bey Dâmâd-ı Ayas Paşa
 200.000
7) Biga.....
İbrâhim Bey veled-i Kurt Aydın Bey
 150. 000
8) Hamid..
Sinan Bey Ser-i Hayyâtin
210.000
9) Karahisar-ı Sâhib
 Okçu Sinân Bey
300.000
10- Ankara
Mehmed Bey veled-i Piri Paşa
 364.000
11- Kangırı
Mustafa Bey
315.000
 12- Bolu..
Mûsâ Bey veled-i Kızıl Ahmed
405.000
13- Kastamonu
Ahmed Bey
Ber resm-i zeamet
14-Sultanönü
Kâsım Bey
Ber resm-i zeamet
15- Hüdâvendigâr

 Hass-ı pâdişâhı.
16- Alâiye.
Sinan Bey Birâderi Yâkub Ağa
330.000
17- Kocaeli
İbrâhim Bey veled-i Ömer Bey
 162.000
Anadolu eyâleti, on altıncı asrın sonlarına kadar on yedi sancağını muhafaza etmiştir. Daha sonra üç sancağı başka yerlere bağlanmıştır. Önce Alâiye sancağı Kıbrıs eyâletine, daha sonra Biga ve Kocaeli sancakları ayrı zamanlarda Kapdan Paşa eyâletine bağlanmıştır.
İkinci Bâyezîd Han devrinde yapılan tahrirlere göre, Anadolu eyâletinde 103’ü zâim ve 7.500’ü sipahi olmak üzere 7.603 tımar sahibi vardı ve 5.372 cebelü ile birlikte bu sırada Anadolu beylerbeyinin emri altında savaşa iştirak edebilecek sipahi adaylarının mevcudu 12.975 civârında idi. Kânûnî Sultan Süleymân devrinde yapılan tahrîrlere göre, Anadolu eyâletinde 160 kaza, 154 nefs-i şehir ve kasaba 12.527 köy, 1887 cemâat bulunmakta idi. 1560-1580 seneleri arasında 5.372 olan cebelülerin sayısı 10.025’i bulmuştur. Bu da tımar sahihlerinin harbe götürmek mecburiyetinde olduğu cebelü adedinin büyük ölçüde arttığını göstermektedir. Anadolu eyâletinin sancak sayısı on dörde indirildiğinde 298’i zeamet ve 7.188’i tımar olmak üzere 7.486 kılıç tımar sâhibi bulunuyordu.
1533-1534 senesinde on yedi sancaklı Anadolu eyâleti’nin akçe olarak senelik genel hâsılat toplamı ve bu hâsılatın hak sahibi muhtelif zümreler arasında paylaşılma tarzı şu şekilde idi:
Pâdişâh hasları
26. 195. 423
Sipahi tımarları
34. 620.736
Bazdâr tımarları
 401. 788
Mustahfız tımarları
 2. 138.059
Müsellemlere terk edilen gelir
 1. 243. 316
Piyadelere terk edilen gelir
1. 413. 964
Canbazlara terk edilen gelir
  30.000
Selâtin evkafı
  5. 399. 995
Amme evkafı ve emlâk
  6. 341. 679
Yekûn
 79. 784. 960
1609 senesinde on dört sancaklı Anadolu’eyâletinde 195 zeamet, 7166 tımar olmak üzere toplam 7.311 kılıç ve cebelüleri ile beraber 17.000 asker bulunuyordu. On yedinci asırda ve daha sonraki asırlarda eyâlet teşkilâtı değişinceye kadar durum bu şekilde devam etmiştir.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) On altıncı Yüzyılda Anadolu Beylerbeyliği, Sancaklar ve Kâdılıklar Üzerine (M.Ç. Varlık, A.U.’nun Kuruluşunun Yirminci Yıl Armağanı, 4. Kitab, Ankara-1978); sh. 19
 2) Münşeât-us-Selâtîn (Feridun Beğ, İstanbul); cild-1, sh. 269
 3) Kütahya Şehri (t. H. Uzunçarştlı, İstanbul-1932)
 4) Sancaktan Eyâlete, 1550-1650 Arasında Osmanlı Ümerâsı ve il idaresi, (M. Kunt, İstanbul-1978); sh. 125
 5) Kavânîn-i Âli Osman Der Hulâsa-i Mezâmin-i Defter-i Dîvân, (Aynî Ali Efendi, İstanbul-1280); sh. 6, 7
 6) XVI. Yüzyılda Kütahya Sancağı (M. Ç. Varlık, Erzurum-1980, Basılmamış Doçentlik Tezi)
 7) Tabakât-ül-memâlik; vr. 11
 8) Netâyic-ül-vukûât; cild-1, sh. 125

9 Ağustos 2018 Perşembe

DONANMA


Osmanlı deniz kuvvetleri. Medeniyet dünyâsına eski ve târihî hayatiyetini veren, Akdeniz’e hâkimiyet cihângirlik dâvasının başlıca unsurlarından biri idi. Roma’nın bu denize hâkimiyeti, onun cihângirlik vasıflarındandı. Bu sebeple onlar Akdeniz’e Mare nostrum (bizim deniz) diyorlardı. Şarkî Roma (Bizans) imparatorluğu da İslâmiyet’in zuhuruna kadar bu hâkimiyeti elinde tuttu. Görülen lüzum üzerine hazret-i Muâviye’den îtibâren müslümanlar sür’atle denizciliğe başladılar. Az zamanda Akdeniz hâkimiyetini ele geçirdiler ve bir kısım kuzey sahilleri müstesna, bütün kıyılarına hâkim oldular. Müslümanların fetihleri ve medeniyetleri gibi Akdeniz’e hâkimiyetleri de o derece kuvvetli olmuş ve asırlarca sürmüştür. Nitekim bu durum dolayısıyla İbni Haldun (1332-1406); “Hıristiyanlar artık Akdeniz’de bir tahta parçası dahi yüzdüremiyorlardı” diyerek, zarîf bir istihzâda bulunmuştur.
Selçuklulardan önce karalarda geri çekilmeye başlayan İslâm kuvvetleri, bir müddet sonra deniz hâkimiyetini de ellerinden çıkarmışlardı. Kara yoluyla Anadolu topraklarına giren haçlılar dağılıp yok edildikleri hâlde, donanmayla gelenler, Suriye sahillerine kolayca varıyorlardı. On üçüncü ve on dördüncü asırlarda Mısır-Sûriye Türk Memlûklüleri, Akdeniz’in doğusunda ancak mevzî bir kudrette deniz kuvvetine sahip bulunuyorlardı. Selçuklular karalarda büyük fetihlere girişirken, henüz denize açılma fırsatı bulamadan, haçlı taarruz ve istilâlarına uğrayarak denizlerden uzak kalmışlardı.
Bununla beraber Türkler, Anadolu’ya gelişlerinden bir müddet sonra denizlere hâkim olmanın lüzumunu duydular. İlk teşebbüse, Bizanslılar elinde bulunan ve İzmir’de küçük bir devlet kuran Çaka Bey tarafından girişildi. Çaka Bey, büyük bir gayretle vücûda getirdiği donanma ile adaları zabtetti ve İstanbul muhasarasına hazırlandı, ilk Selçuklu sultânı Süleymân Şâh’ın ölümünden sonra İznik Türk beyleri de Marmara’da Bizans’a karşı bir donanma inşâsına başladılar. Fakat İmparatorun deniz kuvvetleri bu te’sisleri tahrîb etti. Türkiye Selçukluları ancak on üçüncü asır başlarında Akdeniz’de Antalya ve Alâiye, Karadeniz’de ise Sinop ve Samsun limanlarında tersane kurup, donanmalar ortaya koydular. Selçuklu denizciliği gelişirken, Moğol istilâsı devlet ile birlikte, denizciliğin de sönmesine sebeb oldu. Daha sonra Karadeniz’de Sinop beyleri, Adalar (Ege) denizinde Aydınoğulları ve Karesioğulları, Akdeniz’de Antalya beyleri, denizcilikte bir hayli ilerlediler. Bilhassa Aydınoğulları deniz gazâ ve seferleri ile Adaları ve sahilleri hâkimiyetleri altına aldılar.
Osmanlı Devleti’nin ilk zamanlarında İzmit, Gemlik taraflarının ve daha sonra Karesi ilinin elde edilmesi bu küçük beyliği tabiî olarak denizle alâkadar etti. Nitekim mükemmel bir donanmaya mâlik olan Karesi beyliği gemilerinden de istifâde edilerek Rumeli’ye geçildikten sonra, 1390 yılında Gelibolu’da ehemmiyetli bir tersane vücûda getirildi. Bu ilk devirler Osmanlı denizciliğinin acemilik zamanı olup, denizde pek kuvvetli ve mahir olan Venediklilerle boy ölçüşebilecek kudrette değildi. Bununla beraber bâzı muvaffakiyetsizliklere rağmen, günden güne tecrübeli bir Osmanlı denizciliği vücûda gelmekte idi. Çünkü boğazlara ve Rumeli’ye de sâhib olan Osmanlıların bu tarafa geçmek için düşmandan emin olacak bir donanmaya sâhib olmaları zarurî idi. Nitekim Varna muhârebesine geldiği sırada, Boğaz yolunun düşman donanması tarafından kapandığını duyan sultan İkinci Murâd, yönünü değiştirerek İstanbul boğazına gelip külliyetli bir para mukabilinde Ceneviz gemileriyle öte tarafa geçmişti. İkinci Murâd’ın gösterdiği ihtimam neticesinde Osmanlı donanması, Trabzon-Rum İmparatorluğu’nu denizden tehdîd edecek kadar kuvvetlenip deniz harekâtına alışmıştı.
İstanbul muhasarasında Osmanlı donanması muvaffak olamamakla, beraber, adetçe üç yüz parçadan fazla idi. Fâtih Sultan Mehmed İstanbul’u aldıktan sonra, burayı Akdeniz’den gelecek bir tehlikeye karşı muhafaza için Çanakkale boğazını tahkîm etmekle beraber, donanmaya da ehemmiyet verdi. Nitekim donanmanın desteği ile; İmroz, Limni, Taşoz, Semendirek, Midilli ve Eğriboz adaları fethedildi. Sakız ve Sisam vergiye bağlandı. Bu suretle Anadolu sahilleri emniyet altına girdi. Rodos muhasara edildi. Venedik ve müttefikleriyle yapılan muhârebeler daha başarılı geçti. Bilâhere Akdeniz’de korsanlık eden Türk levendleri reislerinden meşhur Kemâl Reîs’in, Osmanlı Devleti hizmetine girmesi, donanmaya yeni bir canlılık kattı. Akdeniz’deki deniz seferleri İspanya sahillerine kadar uzadı. Sultan İkinci Bâyezîd döneminde gemicilik daha da gelişti. Memlûklülerle yapılan muhârebede Hersekzâde kumandasındaki mühim bir donanma İskenderun sahillerine kadar gönderildi. Antalya vâlisi olan Şehzâde Korkut, Akdenizde korsanlık yapan denizcilerin hâmisi oldu.
Yavuz Sultan Selîm, İslâm dünyâsına hâkim olunca, Avrupa’nın fethine girişmek maksadıyle büyük bir gemi inşâ faaliyetine ve tersaneler yapılmasına başladı ve bir donanma kurmaya yöneldi. Meşhur şeyhülislâm Kemâlpaşazâde, Yavuz Sultan Selîm’e; “Öyle bir şehirde oturuyorsunuz ki, onun velînîmeti denizdir ve deniz feth olmadıkça İstanbul mâmur olmaz” diyordu. Bu sebeple Yavuz, o târihe kadar Osmanlıların asıl tersanesi olan Gelibolu’dan başka, Haliç’te de mükemmel bir tersane inşâ ettirdi. Eldeki yüz kadırgalık donanmayı kâfî görmeyerek gemileri çoğalttı. Yüz kadırga, yirmi fosta, yirmi bir barça, üç büyük yelkenli ve altı perkendi olmak üzere mevcut mikdâra yüz elli gemi daha ilâve etti. Böylece o, karadaki zaferlerine paralel olarak denizcilikde Akdeniz hâkimiyetini elde etmek yoluna gitti. Fakat bu büyük tasavvurlarını gerçekleştirmeye ömrü kifayet etmedi.
Yavuz Sultan Selîm’in bu niyeti, oğlu Kânûnî Sultan Süleymân tarafından gerçekleştirildi. Kânûnî zamanında Akdeniz hâkimiyetinin elde edilmesinde, başlangıçta Osmanlı Devleti’nin emrinde olmayan Barbaros Hayreddîn ve arkadaşlarının çok büyük rolü oldu. Bu kahraman Türk denizcileri Cezâyir ve Tunus’ta yerleşmeye çalışan Avrupalıları oralardan atarak denizlerin hâkimi oldular. Yavuz Sultan Selîm bu gâzi kahramanları, asker ve top göndermek suretiyle teşvik etti. Kânûnî Sultan Süleymân Macaristan’da zaferler kazanırken onlar da aynı yılda yâni 1525’de Akdeniz’in kuzey sahillerini vurup, pekçok hıristiyan gemilerini esir alıyorlardı. İmparator Şarlken’in Barbaros’a karşı gönderdiği kapdan Andrea Doria mağlûb oldu ve Septe boğazını aşarak kaçtı. Türk denizcileri İspanyolların zulmüne uğrayan 70.000 Endülüs müslümanını Kuzey Afrika sahiline çıkardı. Bu büyük zafer üzerine Kânûnî, Barbaros’u 1533’de İstanbul’a davet etti. Hayreddîn Paşa, merasimle karşılandığı huzurda, kendisini ve Cezâyir beyliğini pâdişâhın emrine verdiğini bildirdi. Kânûnî Sultan Süleymân da bu büyük denizciyi donanma umûm kumandanlığı ile beraber Cezâyir beylerbeyliğine getirdi. Ayrıca tersaneyi yeni te’sisât ve ilâvelerle genişletti.
Barbaros Hayreddîn Paşa, Osmanlı Devleti hizmetine girdikten ve bir takım muvaffakiyetlerden sonra, İspanyolların meşhur denizcisi ve Akdeniz hâkimi Andrea Doria kumandasında bulunan büyük haçlı donanmasını 27 Eylül 1538’de müstesna bir zaferle imhâ etti. Pâdişâh her tarafa fetihnameler göndererek şenlikler yapılmasını emretti. Osmanlı Devleti bu suretle karadaki hâkimiyetine ilâveten deniz hâkimiyetini de tam elde etti (Bkz. Preveze deniz zaferi).
Kânûnî Sultan Süleymân Estergon seferine giderken, Barbaros’u da Almanya imparatoru Şarlken’e karşı Fransa kralının yardımına gönderdi. Toulon’u donanmasına üs yapan Barbaros, Nice şehrini zabtetti. Turgut Reis ve Kapdan Piyâle Paşa’nın kapdân-ı deryalığı dönemlerinde de Fransızlara yardım edilmek suretiyle aradaki ittifaka riâyet edildi.
Öte yandan Kânûnî, Süveyş’te kurduğu donanma ile Kızıldeniz’i ve Arabistan sahillerini emniyete alıyor ve Avrupalıları Hindistan sahillerinden uzaklaştırmaya çalışıyordu. Ancak bu devirde Hindistan bir takım müslüman hükümdarlar arasında çeşitli mücâdelelere sahne olmuş, bu durum Portekizlilerin, bu ülke sahillerine yerleşmelerini kolaylaştırmıştı. Bu sebeple Hindistan hükümdarları sultan Süleymân’ın himayesini taleb ediyorlardı. Hadım Süleymân Paşa kumandasında büyük toplarla donatılmış Süveyş donanması harekete geçerek Aden’i ve Arabistan sahillerini kurtardıktan ve Portekizlileri mağlûb ettikten sonra, Gücerât sahillerine varmış ve düşman elinde bulunan iki kaleyi almıştı. Hind denizindeki bu faaliyetler, Pîrî Reis, Murâd Reis ve Seydi Ali Reis dönemlerinde de devam etti.
Osmanlı donanmasının en büyük âmiri önceleri kaptan veya kapudan paşa ve on altıncı yüzyıl başlarında da kapudan-ı derya veya kapdân-ı derya denilen derya beyi idi. Ancak eski kaptanlardan Kemâl Reis, Pîrî Reis, Murâd Reis, Seydi Ali Reis, Turgut Reis, Salih Reis gibi meşhur denizcilerimize on altıncı asırda kaptan denilmeyip, reis denilmiş, daha sonraları kapdan tâbiri tamâmiyle yerleşmiştir. İlk defa bu mevkie getirilen Fâtih Sultan Mehmed tarafından İstanbul’un fethinde Haliç’de büyük başarıları görülen Baltaoğlu Süleymân Bey’dir. Baltaoğlu Süleymân Bey ve haleflerine yalnızca sancakbeyi rütbesi verilmiştir. Bunlar donanmayı kurmak, bakımını ve denizcilerini sağlamak için Gelibolu sancağı ile Galata ve İzmit kazalarının gelirlerini toplamışlardır.
Kaptan olan reislerle diğer reisleri birbirinden ayırmak için kaptan olan reislere hassa reisi denilirdi. On altıncı yüzyıldan sonra ise, bir harp gemisini idare edenlere reis ve bir filoya kumanda edenlere de kaptan denilmeye başlandı. 1682 senesinden îtibâren donanmanın kaptan paşadan sonra gelen büyük amirallerine sırasıyla; kapudâne, patrona ve riyale isimleri verilip diğer kalyon ve sâire süvarileri kaptan diye anılmaya başlandılar.
Donanmada kalyon kullanılmaya başlanmadan evvel kürek devrinde hassa kaptanları, gemi azabları bölükbaşıları olan reislerden tâyin edilirlerdi. Her gemideki efrâd, kaptanın emri altında idi. Bunlar gemilerine fener takarlardı. Bu devirde kaptan olabilmek için cenkte düşman gemilerinden birini zaptetmek şarttı.
Barbaros Hayreddin Paşa, kapdân-ı derya olduğu zaman kendisine beylerbeyilik rütbesi de verildi. Böylece dîvân-ı hümâyûna katılmaya hak kazandı.
Osmanlı harp gemileri Gelibolu ve İstanbul tersanelerinden başka, Karadeniz, Marmara ve Akdeniz sahillerindeki bir çok iskele ve mevkilerde yapılırdı. Donanmaya olan ihtiyâç sebebiyle bu tersanelerde yapılacak gemilerin mikdâr ve nevileri hükümet tarafından o mahallin kâdılarına bildirilir ve müddeti de tâyin olunurdu. Bunların inşâsı için îcâb eden malzeme ile mühendis ve ustalar ya mahallinden tâyin olunur veya gönderilirdi. On yedinci asrın ortalarına kadar her sene kırk kadırga yapmak kânundu. Ancak ihtiyaç hâlinde bu sayı daha da arttırılabilirdi. Nitekim İnebahtı mağlûbiyetinden sonra Osmanlı Devleti, bir kış esnasında yâni beş ay zarfında İstanbul ve Gelibolu tersaneleri de dâhil olmak üzere evvelkisinden daha muazzam ve bütün levâzımâtıyla teçhiz edilmiş bir donanma yaptırmıştı. Sonraki târihlerde bu kânun terkedilmiş ve kalyon inşâsı ehemmiyet kazanmıştı. Osmanlılar, mevcud tersanelerinde mütemadiyen gemi yapmakla meşgul olmazlardı. Donanmayı her 10 senede bir yenilemek kânun olması sebebiyle yeni donanmanın vücûda getirilmesi için İstanbul, Galata ve civar adalarda ne kadar amele ve usta varsa toplattırılarak, fevkalâde sür’atle çalıştırılırlardı. Böylece kısa bir süre içerisinde yeni donanma vücûda getirilirdi. Sâir zamanlarda ise eksik gemilerin yerine yeni gemi inşâsı ve eskilerin tâmiratı ile uğraşılırdı (Bkz. Tersane).
Bugünkü modern Avrupa devletleri de on yılını doldurmuş olan gemilerini kızağa almakta ve yerlerine yenilerini koymaktadırlar. Böylece yeni teknik imkânlarla da teçhiz ettikleri donanmalarını on yılda bir yenilemiş olmaktadırlar.
Osmanlıların kullandıkları gemiler, muâsırı olan denizci devletlerinki gibi kürekli-yelkenli ve yalnız yelkenli olmak üzere iki kısım idi. Kürekle yürüyen gemilere umûmî tâbirle çekdiri denilirdi. Çektirilerin en küçüğükaramürsel, en büyüğü ise baştarda idi. Çekdirilerin büyüklerinden olankadırga, yelken devrine yâni kalyonculuğun birinci safa geçtiği târihe kadar Osmanlı donanmasının esâsını teşkil ederdi. Ancak on sekizinci asır başlarından îtibâren kadırgalar eski ehemmiyetlerini kaybetmiş ve tedrici surette vazîfelerini kalyonlara devretmeye başlamışlardı. Bunun için üçüncü Ahmed devrinden başlayarak sayıları azaltılan kadırgalar, birinci Abdülhamîd devrinde sona erdi ve yalnız kadırga nevinden olarak kaptan paşa baştardası kaldı.
Osmanlı donanmasında hizmet eden azablar, levendler, kürekçiler, aylakçılar, kalyoncular, gabyarlar ve sudagabalar gibi muhtelif hizmet efradı vardı. On altıncı yüzyılda Türk korsan gemilerinde çalışan ve Akdeniz’de faaliyette bulunan güçlü, kuvvetli denizcilere levend denilirdi. Bu sebeple korsan Türklerden Osmanlı donanması hizmetine girmiş muharip askere levend ismi verilmiştir. Levendler deniz kenarındaki Türklerle, levend-i Rûmî ismiyle adalardaki Rumlardan alınırlardı. Dâimî bahriye sınıfından olan levendlerin muayyen maaşları vardı. Levendler gemilerde karakollukçuluk eder ve muhafaza hizmetinde bulunurlardı.
Osmanlı donanmasında iki türlü kürekçi vardı. Biri İtalyanca forsa denilen kürekçiler olup harpte alınan esirlerdendi. Diğeri ise devletin kendi tebeasından ekseriyetle yirmi hânede bir olarak donanma için aldığı kürekçilerdi. Tam teçhizatlı olan her kadırgada ayrıca, İki kürek yapıcı, iki kalafatçı ve iki dülger bulunurdu.
Aylakçılar sınıfı donanmanın daimî maaşlı askeri olmayıp, gemiler denize çıkacakları zaman altı ay içinde toplanan ücretli bir sınıftı. Yelkenli gemi teşkilâtı kabul edildikten sonra donanmada istihdam edilen aylakçıların mevcudu, kalyonlarda 150 veya 200’ü bulmaktaydı.
Yelkenli gemilerde daimî olmayarak her sene donanmanın denize çıkmasından evvel muayyen bir kısım kazalardan donanmada hizmet etmek üzere tertib edilen bahriye efradına kalyoncu denilirdi. Kalyoncular hizmete alındıkları zaman maaş alırlar ve hizmetleri sona erince memleketlerine dönerlerdi.
Gabyar, gemi serenleriyle yelkenlere bakan ve yelkenleri açarak armaları muhafaza ile intizâmını koruyan gemicilere denilirdi.
Gemilerde bulunan topçu efradına ise, sudagabalar denilmekteydi.
Osmanlı donanması her sene ilkbaharda denize çıkardı. Bu durum on dokuzuncu asır ortalarına kadar devam etti. Bu çıkıştan maksat düşmanların ve korsanların taarruzlarından sahilleri muhafaza etmekti. On yedinci asır ortalarından îtıbâren Rusya’nın büyümesi göz önüne alınarak, Akdeniz’den sonra Karadeniz’e de büyük bir donanma çıkarılır oldu. Donanmanın denize çıkması belli bir teşrifat ve merasim dâiresinde yapılırdı. Beşiktaş önünde üç gün kadar demirli duran donanma, buradan kalkıp giderken, Yalı-köşkü önüne gelince pâdişâhı selamlamak için top atardı. Önce kaptan paşa gemisinden ve sonra diğer gemilerden toplar atılırdı.
Donanma Akdeniz’e çıktıktan sonra muhârebe tertibatı alırdı. On yedinci asrın ortalarından îtibâren kaide üzere yelkenli olan kalyonlar önden giderler, arkalarından mavnalar ve geriden de çekdiri denilen kürekli gemiler hareket ederdi. Donanmanın üç mil önünde giden karakol kaliteleri, gördükleri düşman gemilerini bildirmekle vazifeli idiler.
Osmanlı donanması on altıncı yüzyıl boyunca, on yedinci yüzyıl ortalarına kadar Karadeniz ile Akdeniz’in hâkimi olarak, ihtişamlı bir şekilde denizlerde seyrediyordu. Ancak onu ileriye dönük işler yapmaya sevkedecek sebepler ve ihtiyâçlar yok gibiydi. Buna karşılık Karadeniz ve Akdeniz’deki ticâret ve gelirlerini kaybeden Avrupa ülkeleri, açık denizlerden doğuya ulaşıp, buraların zenginliklerinden faydalanma yollarını arayıp ulaştılar. Bu seyahatleri sırasında denizcilik sahasında pek çok bilgi ve tecrübe kazandılar. Donanmalarını bu bilgi ve tecrübeleri ile geliştirip tamamen kalyonlarla techîz ettiler ve denizcilik mektepleri açtılar. Bu durum denizlerdeki üstünlüğün Venedik’e geçmesine sebeb oldu. Ancak on yedinci yüzyılın sonlarına doğru Amcazade ve Mezomorta Hüseyin paşaların kaptanlığı dönemlerinde adedi artırılan kalyonlar sayesinde donanmada üstünlük tekrar ele geçirildi. Sakız adası, Venediklilerden geri alındı. Bu üstünlük 1770 senesindeki Çeşme mağlûbiyetine kadar 80 sene müddetle devam etti. Bu târihte yakılan donanmamızda 5.000 denizcimiz şehîd düştü. Bunun üzerine 1773’de donanmaya personel yetiştirecek ve gemi yapacak ustalar ile mühendisler yetiştirmek üzere yerli ve yabancı hocaların ders verdiği Bahriye mektebi açıldı (Bkz. Bahriye mektebi).
Üçüncü Selîm zamanında 1787-1792 Türk-Rus harbinden sonra çekirdekten denizci olan küçük Hüseyin Paşa, Kapdân-ı derya olunca Osmanlı donanmasının modernize edilmesinde büyük adımlar atıldı. Bu gelişmeler sultan Abdülmecîd Han zamanında da devam etti. Kuvvetli bir donanma gücüne sâhib olmadıkça savaşlarda netice alınamayacağını bilen sultan Abdülazîz Han, Osmanlı bahriyesine husûsî bir alâka gösterdi. Bu zamanda donanma, asrın teknik gelişmelerine göre teçhiz edilerek, personel eğitimine ehemmiyet verildi ve tersanelerde buharlı gemiler yapıldı. Bu sayede Osmanlı donanması İngiltere ve Fransa’dan sonra dünyânın en kuvvetli donanması durumuna geldi.
Nitekim donanmanın bu gücü sayesinde Osmanlı denizcileri ikinci meşrûtiyet döneminde Türk-İtalyan savaşında denizaşırı uzak bölgelere önemli ölçüde silâh taşımıştır. Denizcilerimiz, Balkan harbinde bir yandan gemilerini onarıp, öte yandan ordunun ikmâl nakliyâtını başarmışlar ve Birinci Dünyâ harbinin dört yılında bitmez tükenmez bir enerji ile çalışmışlardır. Kurtuluş savaşında da cephenin ihtiyâcı olan cephaneyi bulup taşımışlardır. Donanma bu faaliyetleri yürütürken, tamamen sultan Abdülazîz zamanında ulaştığı muazzam gücünden istifâde etmiştir.

ÖLENİMİZ ŞEHÎD; ÖLDÜRENİMİZ GAZİDİR!..

Düşmanla karşı karşıya gelindiği zaman, donanma kaptanları askerin kuvve-i mâneviyesini yükseltmek için bir konuşma yapardı. Nitekim Barbaros Hayreddîn Paşa’nın reislerinden Kara Hasan Ağa büyük bir İspanyol donanması ile karşılaştığı zaman dîvân eyledi. Askerler, ulemâ ve bütün donanma efradı gelip toplandılar. Hasan Ağa yerinden kalkıp yüksek etkileyici bir sesle bunlara dedi ki:
“Ey oğullar! Karındaşlar! Babalar! Sizler cümleniz bu âna kadar şâdlık ve safâda idiniz. Şimdi bu din düşmanları, mel’ûnlar karşımıza gelip durdularsa, bizlere dahi lâyık olan şudur ki: Güya hepimiz bugünkü günde dünyâya geldik ve yine bugünkü günde şehâdet şerbetini içip âhirete gideceğiz, bilelim. Hadîs-i şerîfde buyrulduğu üzere, kişi kendisini dünyâda misafir gibi bilmek gerekti. Dünyâya gelenin ecel şerbetini içmesi muhakkaktır. Cenâb-ı Hak: “Bütün nefisler ölümü tadacaktır”buyuruyor. Bakî ancak Allah’tır, gayri kimse yoktur.
Mademki böyledir, bugünkü günde ne mala, ne rızka, ne de evlâda bakmayıp, hemen canla başla, Allah rızâsı için dîn-i mübîn uğruna cihâd-ı fî-sebîlillah edelim. Tâ birimiz kalmayıncaya kadar sizinle çalışalım. Elhamdülillah ala dîn-il-İslâm, ölenimiz şehîd, öldürenimiz gâzidir. Yardım edici ancak cenâb-ı Hak’tır. Sizinle bu yardıma bakalım, düşmanın çokluğuna bakmayalım. Zîrâ az asker ile çok askeri bozmak, her şeyin sahibi Rabbimizin ezelî bir âdetidir.
Sakınıp, sakın kalbinize bir korku gelmesin. Allah, erenler bize yardımcıdır. İnşaallahü teâlâ, Avn-i Hüdâ, mücizât-ı Mustafâ ve çihâryâr-ı güzîn-i bâ-safâ ve gâib erenlerin ve hâzır erenlerin yüce himmetleri berekâtı ile dinsiz kâfirlere öyle bir endam keselim ki, şevketlü pâdişâhımız ile efendimiz Hayreddîn Paşa bize tahsîn ve aferinler kılsınlar.”
Kara Hasan Ağa böyle konuştuktan sonra, kavl ü karar üzere Fâtihâ okunup eller yüze sürüldü. Divân dağılıp herkes işinin başına geçti. Kalbleri cihâd aşkıyla yanan gâziler reislerinin emrinde yeni bir zafer kazanmakta zorluk çekmediler.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Osmanlı Devleti’nin Merkez ve Bahriye Teşkilâtı (İ.H. Uzunçarşılı); sh. 398, 432, 445, 447, 455, 492, 496
 2) Türk Cihân Hâkimiyeti Mefkûresi Târihi (O. Turan; İstanbul-1969); sh. 107-115
 3) Mufassal Osmanlı Târihi; cild-3, sh. 1511-1520
 4) Osmanlı İmparatorluğu ve Modern Türkiye (S. Shaw); sh. 189-190
 5) Peçevî Târihi; cild-1, sh. 219, 498
 6) Nâimâ Târihî; cild-6, sh. 76
 7) Râşid Târihi, İstanbul-1153; cild-2, sh. 397, 582, cild-3, sh. 138, 353, 318, cild-4, sh. 129
 8) Büyük Türkiye Târihi; cild-10, sh. 5-61

DOLMABAHÇE SARAYI


Osmanlı saraylarının en büyüğü ve en güzellerinden inşâsına sultan Abdülmecîd Han tarafından 1848’de başlanan saray, 1856’da tamamlandı. İstanbul’da denizin doldurulması ile elde edilen ve Dolmabahçe denilen yerde yapıldı. İnşâ edildiği yerde eskiden pek çok kasr, köşk ve saray vardı. Koy doldurulmadan önce, Kânûnî Sultan Süleymân Han devrinde kuzeybatı yamaçlarına inşâ edilen Kasr-ı cihânnümâ, Sâreben denilen Bayıldım kasrı, sultan üçüncü Selim Han’ın inşâ ettirdiği bir köşk vardı. Koy doldurulduktan sonra, sultan birinci Ahmed Han’ın av köşkü şeklinde küçük sarayı, sultan dördüncü Mehmed Han ile sultan üçüncü Ahmed Han’ın sarayları yapıldı. Eski köşk kaldırılarak yerine sultan birinci Abdülhamîd Han, kayıkhânelerle birlikte İran üslûbunda ve çinilerle süslü yeni bir saray yaptırdı. Burada daha önceden yaptırılan Beşiktaş sahil sarayı yıktırılıp, yerine Dolmabahçe sarayı inşâ edilmiştir. Dolmabahçe sarayının mîmârı, o devrin meşhur mimarlarından ermeni Gabert Amira Balyan ve oğlu Nikogos Balyan’dır.
Büyük bir orta ve iki kanat şeklinde uzanan yapıdan müteşekkil olan Dolmabahçe sarayı, 64120 metrekarelik bir sahada yapılmıştır. Sarayın kapladığı sahada; ana yapı, câmi, tiyatro, istabl-ı âmire, serasker dâiresi ile hazîne-i hassa ve mefruşat dâireleri vardır. Bunların hemen arkasından ise; kuşluk, camlı köşk, gedikli câriyeler ve kızlarağası dâireleri, hareket köşkleri, Hereke dokumahânesi, baltacılar, agavât, bendegâh ve musâhibân dâireleri ile sarayda bulunan hizmet görenlerin hepsini doyuracak büyüklükte matbah-ı âmire (mutfak) yer almıştır. Saray müştemilâtında bulunan saat kulesi sonradan İkinci Abdülhamîd Han zamanında yapılmıştır.
Sarayın ana yapısında; mâbeyn-i hümâyûn yâni selâmlık, muâyede salonu, harem-i hümâyûn ve velîahd dâireleri vardır. Bu kısımda şekil, süsleme ve inşâ bakımından batı mîmârisinin etkisi görülürse de bir Türk evinin yapı tarzı geniş ölçülerde uygulanmıştır. Saray, bodrumu ile birlikte üç katlıdır. Kırk altı salonu ve iki yüz seksen beş odası vardır. Dış duvarları, Marmara adasından çıkarılan beyaz mermerlerden, iç duvarları ise tuğladan yapılmıştır. Döşemeleri ise ahşaptır.
Sarayın asıl girişi saat kulesi tarafındaki kapıdır. Bundan başka bir kısmı denize açılan on kapısı daha vardır. Kapılardan bâzılarının yapımında fevkalâde bir demir işçiliği icra edilmiştir.
Sarayın iç kısımlarında su mermeri ile somaki kullanılmıştır. En muhteşem ve en büyük bölümü muâyede salonudur. Dünyânın ünlü salonlarından sayılır ve 1800 metrekaredir. Yan ilaveleriyle 2250 metrekareyi bulmaktadır. Salonun 56 sütun üzerine oturtulan kubbesi, 36 m. yüksekliktedir. Sarayın döşemesinde, dünyânın en büyük taban halılarından bir kaçı ve 36 billur avize bulunmaktadır.
Bulunduğu mevkinin coğrafî güzelliği, mîmârî görünüşü ve iç ve dış dekorasyon zenginliği ile muhteşem olan Dolmabahçe sarayı, pek çok târihî hâdiselere sahne olmuştur. Osmanlı sultanlarından altı pâdişâh bu sarayda oturmuştur.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Dolmabahçe Sarayı (Turgut Etingü, Hayat Târih Dergisi; sene 1966, sayı 8) sh. 42
 2) Rehber Ansiklopedisi; cild-4, sh. 230
 3) Osmanlı Târih Deyimleri; cild-1, sh. 471
 4) Büyük Türkiye Târihi; cild-8, sh. 262

BALTACI MEHMET PAŞA


Sultan üçüncü Ahmed Han devri Osmanlı sadrâzamlarından. Kastamonu sancağının Osmancık kasabasında doğdu. Doğum târihi kesin olarak bilinmemekle beraber, vefât ettiğinde 50 yaşını geçtiğine göre, 1658-1660 seneleri arasında doğduğu muhtemeldir. Gençlik yılları hakkında kaynaklarda fazla bir bilgi yoktur. Kendi yazdığı bâzı mektuplardan, Akdeniz sahillerinde pek çok memleketi gezdiği anlaşılmaktadır. Bu seyahatlerinin sonunda İstanbul’a gelerek, sarayda yazıcılık hizmetine girdi. Yüzünün güzelliği ve güzel ezan okuması sebebiyle bir müddet sonra Güzelce Müezzin lakabıyla anılır oldu. Hizmetleri esnasında gösterdiği dikkat, gayret ve titizliğin yanısıra güleç yüzü, ağırbaşlılığı ve yumuşak huyluluğu ile kendisini herkese sevdirdi.
Mehmed Paşa, o zamanlar şehzâde olan üçüncü Ahmed Han ile yakınlık kurdu ve bu sayede baltacılar ocağına alındı. 1695 senesinde ikinci Mustafa Han’ın tahta çıkmasıyla dârüsseâde ağalığına getirilen Habeşî Ali Ağa tarafından ikinci yazıcılığa tâyin edildi. Ayrıca bu zâtın imâmet hizmetlerini de gördü. Pâdişâh ikinci Mustafa Han’ın da sevgi ve iltifatlarını kazandı. Onun Osmanlı hânedânı mensuplarına ve sultanlara olan bu yakınlığını çekemeyenlerin aleyhinde faaliyetleri neticesinde, mümkün mertebe saray dışı hizmetlerde kullanılmaya başlandı. Dokuz sene kadar muhtelif vazifelerde bulundu ve Osmanlı topraklarının hemen hemen büyük kısmını gezdi. 1703’de üçüncü Ahmed Han’ın tahta çıkması ile mîr-âhûrluğa (imrâhor) tâyin edildi. Bir süre sonra Trablus ve Halep taraflarına tahsildar olarak gönderilerek, tekrar saraydan uzaklaştırıldı. 6 Eylül 1704’de Mehmed Paşa’ya vezirlik rütbesi verilerek, kapudanlık vazifesi tevcih edildi. Aynı sene içinde Kalaylıkoz Ahmed Paşa’nın yerine sadârete getirildi. On sekiz ay bu görevde kaldı. Hakkında çıkarılan bâzı dedikodular sebebiyle 1706 senesinde azledilerek, önce Erzurum’a, ardından Halep vâliliğine tâyin edildi. Dört sene kadar bu vazifelerde kaldıktan sonra, lüzum üzerine İstanbul’a çağrılarak 18 Ağustos 1710’da ikinci defa sadârete getirildi.
Baltacı Mehmed Paşa, ikinci defa sadrâzam olduğu zaman, Osmanlı Devleti’ni meşgûl eden belli başlı iki mes’ele vardı. Bunlardan biri, Osmanlı hükümetine sığınan İsveç kralı on ikinci Karl’in memleketine gönderilmesi, diğeri de, Rusların sulh andlaşmasını bozarak Osmanlı topraklarına saldırmaları idi. Toplanan fevkalâde bir mecliste Rusya’ya harb açılması kararlaştırıldı. Sadrâzam Baltacı Mehmed Paşa, 9 Nisan 1711 günü Osmanlı ordusunun başında Prut seferine çıktı. Rus ordusunun başlarında imparatorları birinci Petro (Deli Petro) ve karısı Katerina vardı. Rus ordusunu Prut şehri yakınlarında bir bataklıkta sıkıştırarak kuşattı ve ilk hücumlarla hayli yıprattı. Bu arada Kırım hanı Devlet Girayda Rus ordusunun geri ile alâkasını keserek, Osmanlı ordusuna büyük hizmet etti. Ancak bu sırada Osmanlı ordusunun geri saflarında bulunan bâzı yeniçeriler fitne çıkararak firar etmiş, bir kısmı da savaşa karşı isteksizlik göstermişti. Baltacı Mehmed Paşa, buna rağmen Rus ordusunu imha için hucûm emri verdiği sırada, Çar tarafından murahhas tâyin edilen yahûdi asıllı baron Peter Şafirov, Osmanlı tarafına geçti. Her türlü şartı kabul ederek sulh isteğinde bulunması üzerine, Baltacı Mehmed Paşa yanındaki devlet ricali ile yaptığı istişare sonunda, yeniçerilerin durumunu da gözönüne alarak, andlaşma imzaladı.
Bu andlaşma ile Ruslar aleyhine ağır şartlar getirildi. Azak kalesinin Osmanlılara lâdesi ile Özi boyundaki iki Rus kalesinin yıkılması ve Lehistan’ın Rus nüfuzundan kurtulması dikte ettirilmiştir.
Prut muahedesi akdedilirken, Deli Petro’nun karısı Katerina’nın, Baltacı Mehmed Paşa’nın çadırına gelip, yalvarıp yakardığı, mücevherlerini takdim ettiği ve nihayet Paşa’nın gönlünü yaparak, sulh için kandırdığı gibi rivayetler hakîkate uygun olmayıp târihî kayıtlardan çok, romanlarda görülen hayâl mahsûlü yalanlardır. Mehmed Paşa, değil Katerina ile, Petro’nun şansölyesi baron Şafirov ile bile görüşmemiştir. Sulh esasları, reîsülküttâb Ömer Efendi ile baron Şafirov arasında tesbit edilmiştir. Devrin kaynaklarında böyle bir görüşme hakkında hiç bir bilgi yoktur.
Rus imparatorunun gönderdiği mücevherlerle paralar rüşvet gibi gösterilirse de, doğru değildir. Kale ve ordu teslimlerinde, galip kumandanlara böyle hediyeler ve fidyeler gönderilmesi âdet idi. Baltacı Mehmed Paşa, gönderilen fidyeye el sürmediği, doğuda ve batıda yayınlanan kaynaklarda yer almıştır.
Baltacı Mehmed Paşa, Prut seferi dönüşünde Edirne’de iken görevinden azledilerek önce Midilli, daha sonra Limni’de mecburî ikâmete tâbi tutuldu. 1712 senesinde Limni’de vefât etti. Şeyh Mehmed Mısrî’nin medfûn bulunduğu kabristana defnedildi. Sadâret makamında, toplam olarak, iki sene altı ay yirmi sekiz gün kalmıştır.
Târihdeki şöhreti; Osmanlı Devleti ile Rusya arasında yapılan Prut savaşından ve kabiliyetli bir Anadolu çocuğunun Osmanlı devlet idaresi sisteminde sadrâzamlığa kadar yükselebileceğinin numunesi, olarak gösterilmesinden ileri gelen Baltacı Mehmed Paşa, yumuşak tabiatlı bir devlet adamı idi. Mizaç itibariyle cenk adamı olmayıp, nâzik bir kalem efendisiydi. Baltacı Mehmed Paşa, bâzı kaynaklarda zikredildiği gibi zengin değil, yokluk içinde vefât etmiştir.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Osmanlı Târihi Kronolojisi; cild-4. sh. 4
 2) Rehber Ansiklopedisi; cild-2, sh. 232
 3) Büyük Türkiye Târihi; cild-6, sh. 273
 4) Prut Seferi (Fevzi Kurdoğlu, Ankara-1938)
 5) XII. Karl ve Osmanlı İmparatorluğu (A.N. Kural, Ankara-1942)
 6) Târihi Râşid; cild-3. sh. 3 v.d.
 7) Zeyl-i Hadikat-ül-vüzerâ (Dilâverzâde); sh. 7
 8) Gûlşen-i meârif; cild-2, sh. 3 v.d.
 9) Sicilli Osmânî; cild-4, sh. 208
10) Baltacı Mehmed Paşa ve Büyük Petro (A. Refik, İstanbul-1327)
11) Nusretnâme (Fındıklı Mehmed Ağa, Üniversite Kütüphânesi, Yıldız Kitapları No: 2321 57
12) Osmanlı Târihi (Uzunçarşılı); cild-4, sh. 280

EBUSSUUD EFENDİ


Osmanlı âlimlerinin en meşhurlarından. On üçüncü Osmanlı şeyhülislâmıdır. Tefsir, fıkıh ve diğer ilimlerde büyük âlim idi. İsmi, Ahmed bin Muhammed’dir. Ebüssü’ûd el-İmâdî ismiyle meşhur olup, Hoca Çelebi adıyla da tanınmıştır. 1490 (H. 896) senesinde İskilib’de doğdu. 1574 (H. 982)’de İstanbul’da vefât etti. Kabri, Eyüb Câmii karşısındadır. Âlimler yetiştiren bir aileye mensûbdur. Dedesi, Ali Kuşçu’nun kardeşi Mustafa İmâdîdir. Dedeleri Semerkand’dan Anadolu’ya gelip yerleşmiştir. Babası, evliyânın meşhurlarından İbrâhim Tennûrî’nin sohbetinde, yetişmiş âlim ve kâmil bir zât idi. Sultan İkinci Bâyezîd Han onu çok sever, sohbetinde bulunurdu. Ebüssü’ûd Efendi’nin babasına bu sebeble Hünkâr Şeyhi denmiştir.
Ebüssü’ûd Efendi, önce babasından ilim öğrendi. Gençlik çağında da babasının derslerine devam ile icazet (diploma) aldı. Babasından sonra Müeyyedzâde Abdurrahmân Efendi’den, kayın babası Mevlânâ Seyyid-i Karamânî’den ve İbn-i Kemâl Paşa’dan ilim öğrendi. Tahsîlini tamamladıktan sonra, yirmi altı yaşında müderris oldu. Çeşitli medreselerde müderrislik yaptı. 1532 (H. 939)’da Bursa kâdılığına bir sene sonra da İstanbul kâdılığına tâyin edildi. Üç sene İstanbul kâdılığı yaptı. 1537’de Rumeli kâdıaskerliğine tâyin edildi. Sekiz sene bu vazifede bulundu.
Ebüssü’ûd Efendi, Kânûnî Sultan Süleymân Han’ın sevip değer verdiği, pek kıymetli bir âlim idi. Kânûnî, onu bütün seferlerinde yanında bulundurdu. 1541’de Budin’in fethinde, kiliseden câmiye çevrilen bir câmide, Kânûnî’ye ve orduya Cuma namazı kıldırdı. Pâdişâh’ın emri üzerine, Budin’in ve Orta Macaristan’ın tapu ve tahrir işlerini yaptı. Mühim hizmetler yaptığı bu vazifesinden sonra, 1545 senesinde elli beş yaşında iken, Fenârîzâde Muhyiddîn Efendi’den sonra şeyhülislâm oldu.
Kânûnî Sultan süleymân Han ve ikinci sultan Selîm Han’ın saltanatları zamanında 30 sene şeyhülislâmlık yaparak din ve devlete üstün hizmetlerde bulundu. Osmanlı şeyhülislâmları arasında en çok bu makamda kalıp hizmeti geçen Ebüssü’ûd Efendi’dir.
Süleymâniye Câmii’nin temel atma merasiminde, mihrabın temel taşını Ebüssü’ûd Efendi’ye koydurtan Kânûnî Sultan Süleymân Hân, Ebüssü’ûd Efendi’yi çok sever ve her önemli işinde onun fetvasına müracaat ederdi. Devrinde âlimler arasında bir mes’ele hakkında farklı hüküm ortaya çıksa, Ebüssü’ûd Efendi’nin tarafını tercih ederdi. Ebüssü’ûd Efendi, o devirde, devlet kânunlarını dînin hükümlerine uygun şekilde te’lif etmiştir. Tımar ve zeametlere dâir mevzularda verilen kararlar, genellikle Ebüssü’ûd Efendi’nin fetvalarına dayanmıştır. Mülâzemet usûlü de onun kâdıaskerliği zamanında te’sis edilmiştir. Kânûnî, arazî kanunnâmesini de Ebüssü’ûd Efendi’ye yaptırmıştır. Kânûnî Sultan Süleymân Han’ın cenaze namazını Ebüssü’ûd Efendi kıldırdı. Pâdişâh’ın vefâtı üzerine bir de mersiye yazdı. Bu mersiyesi de, edebiyattaki yüksek derecesini göstermektedir.
Ebüssü’ûd Efendi, sekiz sene de ikinci Selîm Han zamanında şeyhülislâmlık yaptı. İkinci Selîm Han, Ebüssü’ûd Efendi’ye çok hürmet edip, onu incitecek hareketlerden sakınırdı. Bu dönemde de pek mühim hizmetler yaptı. En mühim hizmetlerinden biri, Kıbrıs’ın alınması için fetva vererek adanın fethini sağlamasıdır.
Kuruluşundan beri devamlı gelişen Osmanlı Devleti büyüdükçe, geniş arazileri ve değişik kabileleri içine almıştı. Bütün bunların idaresinde, her devrin âlimleri pâdişâha yardımcı olmuşlar, aldıkları mühim vazifeler ile hizmet etmişlerdir. Ebüssü’ûd Efendi, bu âlimlerin önde gelenlerindendir. Zamanında en parlak dönemine ulaşan Osmanlı Devleti’nin bu başarısına büyük katkıları olmuştur
Dînî hükümleri çok iyi bilen, sağlam karakterli, kimseye haksızlık etmeyen, hatır için asla söz söylemeyen, gayet tedbirli bir âlim idi. Devrin durumunu, şartlarını, halkın örf ve âdetlerini dikkate alır, işlerinde dînin emirlerinden asla dışarı çıkmazdı. Bütün bu vasıflarıyla üstün hizmetler yaptı.
Ebüssü’ûd Efendi, 25 Ağustos 1574 târihinde 84 yaşında vefât etti. İslâm âleminde çok tanınmış olduğundan vefâtı büyük bir üzüntü ile karşılandı. Cenaze namazını kâdıasker Muhşî Sinân Efendi, Fâtih Câmii’nde kıldırdı. Cenaze namazı için o devrin âlimleri, vezirler, dîvân erkânı ve halk, büyük bir kalabalık hâlinde toplandı. İkinci Selîm Han, Ebüssü’ûd Efendi’nin vefâtından dolayı pek ziyâde üzülmüştür.
Uzun boylu, yanakları çukurca, buğday benizli, ak sakallı, nûr yüzlü, vakar ve heybet sahibi idi.
İstanbul ve İskilip’te hayrat yaptırdı. İskilip’te, babası Muhyiddîn Mehmed İskilibî’nin ve annesinin medfun bulunduğu türbenin yanında bir câmi ve bir medrese, o civarda bir de köprü yaptırmıştır. İstanbul’da Eyyûb’de bir medrese yaptırdı. Kabri, bu medresenin yanındadır. Yine İstanbul’da Şehremini ve Mâ’cuncu semtlerinde birer çeşme ve hamam yaptırmıştır. Mâcuncu’da bir konağı ve Sütlüce’de bahçeli bir yalısı vardı. Tefsirini bu yalıda yazmıştır.
Osmanlı sultanlarından ikinci Selîm, üçüncü Murâd ve üçüncü Mehmed’in zamanlarında yetişen; Ma’lûlzâde Seyyid Mehmed, Abdülkâdir Şeyhî, Hoca Sa’deddîn, Bostanzâde Mehmed Sun’ullah Efendi, Bostanzâde Mustafa, meşhur şâir Baki Efendi, Hâce-i sultan Atâullah, Kınalızâde Hasen ve Ali Cemâli Efendi’nin oğlu Fudayl Efendi gibi pek çok âlimin hocasıdır.
Ebüssü’ûd Efendi, tefsir, fıkıh ve diğer ilimlerde pek çok eser yazmıştır. Bâzı eserleri şunlardır:
İrşâdü’l-aklisselîm, meşhur tefsiridir. Ma’ruzât, Hasm-ül-hilâf, Gamzetü’I-melih, Kevâkib-ül-enzâr, Fetvâlar, Kânunnâmeler, Münşeat, Mektubları, şiirleri ve diğer eserler.

HÂLDE HÂLDAŞIM!

Ebüssü’ûd Efendi, İkinci Bâyezîd Han’ın, Yavuz Sultan Selim Han’ın ve Kânûnî Sultan Süleymân Han’ın fevkalâde sevgi ve iltifatını kazandı. Kânûnî Sultan Süleymân Han’ın Ebüssü’ûd Efendi’ye gönderdiği şu mektup, ona karşı beslediği hâlisâne duyguları dile getirmektedir. Mektup özetle şöyledir:
“Hâlde hâldaşım, sinde sindaşım (yaşta yaşdaşım), âhiret karındaşım, Molla Ebüssü’ûd Efendi hazretlerine, sonsuz duâlarımı bildirdikten sonra, hâl ve hatırını suâl ederim. Hazret-i Hak, gizli hazînelerinden tam bir kuvvet ve dâimi selâmet müyesser eylesin! Allahü teâlânın ihsânı ile, lütuflarınızdan niyaz olunur ki, mübarek vakitlerde, muhlislerinizi şerefli kalbinizden çıkarmayınız. Bizim için duâ buyurunuz ki, yere batasıca kâfirler hezimete uğrayıp, bütün İslâm orduları mensur ve muzaffer olup, Allahü teâlânın rızâsına kavuşalar!.. Duâlarınızı, yine duâlarınızı bekleyen, Hak teâlânın kulu Süleymân-ı bî riya.”
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; sh. 1002
 2) Şezerât-üz-zeheb; cild-8, sh. 398
 3) Mu’cem-ül-müellifîn; cild-11, sh. 301
 4) Şakâyık-ı Nu’mâniyye zeyli; (Atâî) sh. 183
 5) Peçevî Târihi; cild-1, sh. 52
 6) Beyân-ül-hak; sh. 932
 7) Brockelmann; Sup-2, sh. 651
 8) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; cild-14, sh. 12
 9) Fevâid-ül-hehiyye; sh. 81
10) Devhat-ül-meşâyıh; sh. 23
11) Mir’ât-i kâinat; cild-2. sh. 131
12) İkd-ül-manzûm (Vefryâl kenarında); cild-2, sh. 282
13) Kamûs-ul-a’lâm; cild-1, sh. 722
14) Menâkıb-ı Ebüssü’ûd (Menâkıb mecmuası). (Süleymâniye Kütüphânesi, Es’ad Efendi kısım. No: 3622)
15) Keşf-üz-zünûn; cild-1, sh. 65, 247, 898 cild-2, sh. 1219, 1481, 2036

DÜYUNU UMUMİYE


Osmanlı Devleti’nin Avrupa devletlerine olan borçlarınının takibi ve tasfiyesi için 1881 yılında kurulan teşkîlât.
Mustafa Reşıd Paşa’nın, 16 Ağustos 1838 târihinde; önce İngiltere, sonra da diğer Avrupa devletleri ile imzaladığı ticâret andlaşmaları, Osmanlı ülkesine serbest ticâret düzenini getirmiş ve zenâat sektörüne büyük darbe indirmişti. Afrika ve Uzakdoğu’daki sömürgelerinden getirdiği insanları köle gibi yarı aç, yarı tok çalıştıran Avrupa devletleri, fabrikalaşmaya yönelmişler, bu sayede daha ucuza ürettikleri malları gümrüksüz olarak Osmanlı ülkesinde satmaya başlamışlardı. Dolayısıyle pahalıya mal edip, pahalı satmak mecburiyetinde olan Osmanlı sanayii ortadan kalkmıştı (Bkz. Balta limanı andlaşması). Bu arada gerileme devrinde savaşların uzun sürmesi ve bir çoğunun mağlûbiyetle neticelenmesi ile eski gelir kaynaklarını kaybeden Osmanlı Devleti, mâlî bakımdan zâten zor duruma düşmüştü.
Osmanlı hükümeti, dönemin iki süper devleti olan İngiltere ve Fransa’nın borç vermeye hazır olmalarına rağmen, bu teklife yanaşmadı. İngiliz ve Fransızların borç alması için Bâb-ı âlîyi teşvik etmelerine karşılık, Osmanlı pâdişâhı Abdülmecîd Han, devleti uzun yıllar boyunca bağlayacak olan bir borç andlaşmasının mahzurlarını bildiği için tek çârenin harcamalarda tasarruf yapmak olduğunu resmen açıklayarak borç konusunu kapattı. Ancak kuvvet zoruyla sömürge yapamadığı Osmanlıyı mâlî yönden zor duruma düşürerek sömürmek isteyen Avrupa devletleri, yeni yeni oyunlar hazırladılar. Saray çevresini lükse alıştırmaya çalıştılar. Yerli ajanları vasıtasıyla müsait bir zaman beklemeye başladılar. Bu arada, Ağustos 1851’de İstanbul Bankası aracılığıyla yapılan dış transferlerde Londra piyasasına 600.000 Sterlin tutarında borç birikmişti. Bunu fırsat bilen İngiltere Bankası, Ocak 1852’de de İstanbul Bankasının ciro ettiği senetleri ödememe karârı aldı. Bunun üzerine sadrâzam Alî Paşa, bilgi vermeksizin, Bâb-ı âlî temsilcilerine bir borç andlaşmasını imzalamaları için yetki verdi. 1 Eylül 1852’de yapılan andlaşmaya göre İstanbul Bankası, 50 milyon Frank tutarında 23 yıl vadeli, yüzde 6 faizli ve yüzde 4 komisyonlu bir kredi alacaktı. Ancak çok geçmeden durumu öğrenen Abdülmecîd Han, Âlî Paşayı azletti ve yerine Mehmed Ali Paşa’yı sâderete getirdi.
Kaçamak bir borç andlaşmasının yapılması, Osmanlı düşmanlarını tatmin etmedi. Pâdişâhı mecbur edecek bir yol aradılar. O da, bu zor durumda Osmanlıyı Rusya ile savaşa sokup bir taşla üç kuş vurmaktı. İngilizler, Osmanlıyı destekleyecekleri vadiyle, mason paşaların yardımıyla Kırım harbini çıkardılar. Savaşın sonunda, İngilizler üç şey kazandı: 1- Hindistan’ı kolayca işgal etti. 2- Rusya gibi bir rakibi yıprattı. 3- Osmanlıyı avucu içine aldı. Çünkü son derece bozuk olan devletin mâlî durumu, 28 Ocak 1854’de Kırım savaşının başlamasıyla daha da bozuldu. Artık Osmanlı Devleti’nin pazarlık yapacak gücü kalmamıştı. Nitekim ilk kesin borç andlaşmaları İngiliz ve Fransızlarla 24 Ağustos 1854’de imzalandı. Buna göre Osmanlı Devleti’nin borç tutarı 5.500.000 Türk lirasıydı. Bu ilk borçtu. Sonra moratoryum (borçlarını ödeyememe) îlânına kadar (1875) geçen 21 yıl içinde, Bâb-ı âlî on beş defa borç aldı. Bilhassa 1854 ve 1855’de alınan borçların Kırım savaşının masraflarına gitmesi, bütçe açığını büyüttü. 1858’de alınan borçla değerini büyük ölçüde kaybeden kâğıt paraların piyasadan çekilmesi ve kısa vadeli iç borçların önemli ölçüde artması yüzünden açık kapatılamaz hâle geldi. Nitekim 1870 yılında Osmanlı dış borcu 792 milyon Frankı bulmuştu.
Bu sebeple 1870’lerden itibaren Osmanlı mâliyesi gittikçe kötüleşti. Me’mûr ve askerlerin maaşları gecikiyor, bâzan da kısmen borç tahvilleriyle ödeniyordu. Nitekim 1871’de maaşları 11 ay gecikmeyle ödenebilmişti. 1872-73 mâlî yılı bütçe açığı üç milyon liraya yakındı. Aynı târihte Bâb-ı âlî’nin yıllık dış borç taksidi ise dokuz milyon lira civarındaydı. Bu meblağ, devlet gelirlerinin yüzde kırk beşini meydana getiriyordu. 1875 yılı başında ise, borç taksidi 13 milyona ulaşmıştı. Bu durum karşısında Bâb-ı âlî yayınladığı bir kararnameyle bütçe açığının 5 milyon lirayı geçtiğini itiraf ederek, yıllık borç taksitlerinin ancak yarısını (7 milyon Osmanlı lirası) ödeyeceğini açıklayarak, kısmî bir moratoryum îlân etti.
Osmanlı Devleti, bu defa da sultan İkinci Abdülhamîd’in tahta yeni çıkmasından faydalanarak, Midhâd Paşa ve arkadaşlarının bir oldu bittisi ile kendini Rus harbinin içerisinde buldu. Savaş Osmanlılar için büyük bir yenilgiyle sonuçlandı. Balkanlarda ve Doğu Anadolu’da bir çok vilâyet kaybedildi ve Osmanlı Devleti 802.500.000 Frank tutarında savaş tazminatı ödemeyi kabul etti.
Sultan İkinci Abdülhamîd Han devletin mâlî bakımdan büyük bir kriz içinde bulunduğunu ve îtibârının her geçen gün biraz daha sarsıldığını görüyordu. Bu sebeple, Rusya ile vuku bulan harbin hemen sonunda yabancı ülkelerin mâlî temsilcilerini İstanbul’a davet etti. Alacaklı devletlerin temsilcileriyle müzâkereler iki buçuk yıl kadar sürdü. Doksanüç (1877-1878) harbinin yaralarını sarmak, devlet işlerine hayatiyet kazandırmak ve borçların mümkün olduğunca geç ödenmesini sağlamak için, Türk temsilcilere görüşmeleri uzatarak, kararlarından tâviz vermemelerini istiyen sultan Abdülhamîd Han, bu gayesine büyük ölçüde ulaştı. Neticede 20 Aralık 1881 târihinde ünlü Muharrem Kararnamesi imzalandı. Bu anlaşmaya göre borçlar üzerinde büyük bir indirim yapılıyordu. Anapara ve birikmiş faizlerin toplamı ile 278 milyon lira tutan borçlar, 117 milyona kadar düşürüldü. Kalan borçların taksitlerinin tâkibçisi ise, Muharrem kararnamesi ile kurulan Düyûn-ı umûmiye olacaktı.
Sekiz alacaklı ülkenin temsilcilerinden ve Osmanlı görevlilerinden meydana gelene Düyûn-ı umûmiye idaresi, belirli vergileri toplama yetkisini eline aldı. Düyûn-ı umûmiyenin yetkisine bırakılan gelirler; tütün, tuz ve ipek vergi gelirleriyle, damga pulu ve balık resimleriydi. Düyûn-ı umûmiye idaresi yedi üyeden meydana geliyordu. Bunların üyelik müddeti beş yıl idi. Üyelerin ikisi Türk, diğerleri ise her birinden bir üye olmak üzere, İngiliz, Fransız, Alman, Avusturya, İtalyan, Hollanda ve Belçikalı idi. Dış borçların tamâmına yakın bir bölümü İngiliz ve Fransızlara âid olduğu için Meclis-i idare başkanlığı yalnız onlardan olabilmekte idi. Ancak konseyi teftiş etmek üzere Türklerden meydana gelen müfettiş hey’eti de bulunuyordu. Böyle bir komisyonun kurulması, Osmanlı mâliyesinin yabancı ve siyâsî bir kontrol altına girmesi gibi daha vahim bir netîceyi önlemek içindir ki, Osmanlı hükümeti, Berlin kongresinden sonra doğrudan doğruya alacaklıların delegeleri ile temasa geçerek yapılan görüşmeler sonunda Düyûn-ı umûmiye idâresinin kurulmasına muvafakat etmişti. Bu idarenin kuruluş tarzı, yetkileri ve kendisine devredilen gelir kaynakları gözönünde tutulduğu takdirde, Osmanlı hükümetinin siyâsî ve mâlî yetkilerinden büyük fedâkârlık ettiği görülür. Fakat buna rağmen, devletlerarası bir mâlî kontrole nazaran onu, şerrin ehveni olarak da kabul etmekten başka çâre yoktu. Nitekim bu düzenlemeyle, devlet, borçlarının yarısından kurtuldu, yabancı devletlerin iç işlerimize doğrudan müdâhalesi önlendi. Osmanlı Devleti’nin mâlî itibârı iade edildi ve siyâsî istiklâline kavuştu. Bu başarı İkinci Abdülhamîd Han’ın şahsî kabiliyeti ve akıllı siyâseti sayesinde ortaya çıktı.
Önemli şehirlerde müdürlük kurmuş olan ve 5355’i Osmanlı tebeası, 182’si yabancı olmak üzere, 5537 personelin vazîfe aldığı Düyûn-ı umûmiye idaresi, disiplinli bir sistemle çalıştı. Alınan bâzı tasarruf tedbirleriyle borçların büyük bir kısmı ödendi. Ancak Düyûn-ı umûmiye devletin sonuna kadar devam etti.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Büyük Türkiye Târihi; cild-7, sh. 173, cild-9, sh. 118
 2) Osmanlı Târihi (E. Z. Karal); cild-8, sh. 426
 3) Osmanlı Târih Deyimleri; cild-1, sh. 487
 4) Osmanlı imparatorluğu Târihi (Z. Danışman); cild-13. sh. 128
 5) Îzâhlı Osmanlı Târihi Kronolojisi; cild-4, sh. 321
 6) Rehber Ansiklopedisi; cild-4, sh. 298
 7) Meclisi Mebusân (1213-1877) (Hakkı Târık Us. İstanbul-1954); cild-2, sh. 177
 8) European Financial Control ofthe Ottoman Empire (D.C. Blaisdell New York-1929)
 9) Modern Türkiye’nin Doğuşu; sh. 446
10) History of the Ottoman Empire and Modern Turkey; cild-2, sh. 221
11) The Nineteenth Century Ottoman Tax Reforms and Revenue system (S.J. Shaw London-1975)