24 Ekim 2018 Çarşamba

AKŞEMSEDDİN


İstanbul’un manevî fâtihi ve büyük velî. İsmi Muhammed bin Hamza olup, lakabı Akşeyh’dir. Evliyânın büyüklerinden Şihâbüddîn Sühreverdî’nin neslinden olup, nesebi hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk”a ulaşır. Hacı Bayram-ı Velî’nin, ona; “Beyaz (ak) bir insan olan Zeyd’den, insan cinsinin karanlıklarını söküp atmakta güçlük çekmedim” demesi sebebiyle, Akşemseddîn lakabı verilmiştir. Riyazet sebebiyle benzinin solması, saçının-sakalının ağarması ve ak elbiseler giymesinden dolayı Akşemseddîn denildiği de rivayet edilmiştir. 1390 senesinde Şam’da doğdu.
Akşemseddîn, küçük yaşta Kur’ân-ı kerîmi ezberledi. Yedi yaşında babası ile Anadolu’ya gelip, Amasya’nın Kavak nahiyesine yerleşti. Velî ve büyük bir âlim olan babası vefât edince, tahsîllne devam ederek genç yaşta zamanın naklî ve aklî ilimlerini tahsil etti.
Zekî ve kabiliyetli bir zât olan Akşemseddîn, akranlarından daha üstün derecelere kavuştu, ilim tahsîlini tamamladıktan sonra, Osmancık’da müderris oldu. Günün belli saatlerinde ders veriyor, diğer zamanlarında nefsinin terbiyesi ile meşgul oluyor ve takva üzere bulunuyordu. Yüksek ahlâk sahibi idi. Bulunduğu yerde hâllerini bilenler ona, zamanın büyük velîsi Hacı Bayram-ı Velî hazretlerine gitmesini tavsiye ettiler. Ankara’ya giderek Hacı Bayram-ı Velî ile görüştü ise de talebesi olamadı. 1436 senesinde meşhûr velî Şeyh Zeynüddîn’e talebe olmak için Haleb’e giderken, yolculukta gördüğü rüya üzerine Hacı Bayram-ı Velî’nin yanına gitmek üzere geri döndü. Ankara’ya varınca, tarlada bulunan Hacı Bayram-ı Velî’nin yanına gitti ise de iltifat görmedi. Hacı Bayram-ı Velî, bir süre sonra talebeleriyle yemek yemeğe başladı. Akşemseddîn, yemek sırasında, köpeklerin önüne konan yemekten yiyince, Hacı Bayram-ı Velî onun bu tevâzuuna dayanamayarak; “Köse! Kalbimize girdin, gel yanıma” diyerek iltifatta bulundu. Akşemseddîn buna çok sevinerek, kendini onun irfân meclisine verdi. Tasavvuf yolunun bütün inceliklerini öğrendi ve Hacı Bayram-ı Velî’den icâzet (diploma) aldı.
Akşemseddîn, aynı zamanda tıb ilminde de kendini yetiştirdi. Bilhassa bulaşıcı hastalıklar üzerinde çalıştı. Bu konuda yaptığı araştırmalar sonunda; “Hastalıkların insanlarda birer birer ortaya çıktığını sanmak yanlıştır. Hastalıklar, insandan insana bulaşmak suretiyle geçer. Bu bulaşma, gözle görülemeyecek kadar küçük fakat canlı tohumlar vâsıtası ile olur” kanâatına vardı. Aynı zamanda hekim olan Akşemseddîn, bundan beş yüz sene önce mikrobun tarifini yapmış, her türlü hastalığı, gözle görülemeyecek kadar küçük canlıların yaptığını, Pasteur’ün, teknik âletler sayesinde, Akşemseddîn’den dört asır sonra varabildiği neticeyi dünyâda ilk defa haber vermiştir. Akşemseddîn, aynı zamanda ilk kanser araştırmacılarındandır. O devirde Seratan denilen bu hastalıkla çok uğraşmış ve sadrâzam Çandarlı Halîl Paşa’nın oğlu kazasker Süleymân Çelebi’yi tedâvî etmiştir. Ayrıca hangi hastalıkların, hangi otlardan hazırlanan ilâçlarla tedâvî edileceğini çok iyi bilirdi.
Akşemseddîn, bir çok talebe yetiştirmiştir. Bunlar arasında, zahirî ve bâtınî ilimleri bilen yedi oğlu da vardı. Oğulları; Muhammed Sa’dullah, Muhammed Fazlullah, Muhammed Nûrullah, Muhammed Emrullah, Muhammed Nasrullah, Muhammed Mîr’ul-Hudâ ve Muhammed Hamîdullah’dır. Halîfeleri ise; Muhammed Fazlullah, Harizat-üş-Şâmî Mısırlıoğlu, Abdurrahîm Karahisârî, Muslihuddîn İskilîbî ve İbrâhim Tennûrî’dir.
Osmanlı sultânı ikinci Murâd Han, Hacı Bayram-ı Velîyi son derece sever ve Edirne’ye geldiğinde sık sık sohbetlerinde bulunurdu. Ona bir gün İstanbul’un fethi hakkında soru sorunca, Bayram-ı Velî; “Allahü teâlâ ömrünüzü ve devletinizi ziyâde etsin. Yalnız, İstanbul’un alındığını ne sen ne de ben görebileceğiz” dedi. Sonra, bir köşede oynayan Şehzâde Mehmed (Fâtih) ile hizmet için kapı eşiğinde bekleyen Akşemseddîn’i göstererek; “Ama şu çocukla, bizim köse görürler” buyurdu. Sultan Mehmed Han, muhteşem ordusu ile İstanbul’u fethe çıktığında, Akşemseddîn, Akbıyık Sultan, Molla Fenârî, Molla Gürânî, Şeyh Sinân gibi meşhur âlim ve velîler, talebeleriyle birlikte orduya katılmışlardı. Orduya ayrı bir şevk ve azim veriyorlardı. Akşemseddîn, fetih sırasında Sultân’a gerekli tavsiyelerde bulunarak yeni müjdeler veriyordu. Sultân’ın isteği üzerine ve Allahü teâlânın izni ile fethin ne gün olacağını bildiren Akşemseddîn, Sultan şehre girerken yanında yer aldı. Fetih ordusu İstanbul’a girdikten sonra, İslâmiyet’in harb ile ilgili hukukunun gözetilmesini genç pâdişâha tekrar hatırlattı ve buna göre hareket edilmesini bildirdi. Sultân’ın, Eshâb-ı kiramdan Eyyûb-i Ensârî’nin kabrinin bulunduğu yeri sorması üzerine, Akşemseddîn; “Şu karşı yakadaki tepenin eteğinde bir nûr görüyorum. Orada olmalıdır” cevâbını verdi. Ertesi gün orası kazıldı ve kabri ortaya çıktı (Bkz. İstanbul’un Fethi).
Akşemseddîn, İstanbul’un fethinden sonra Göyük’e yerleşti ve vefâtına kadar orada kaldı. Göynük’e yerleştikten sonra, bir taraftan âhiret hazırlığı yapıyor, diğer taraftan da küçük oğlu Hamîdullah’ın ilim ve terbiyesi ile meşgul oluyordu. “Bu küçük oğlum, yetim, zelîl kalır; yoksa, bu zahmeti çok dünyâdan göçerdim” derdi. Bir gün hanımı dedi ki: “Göçerdim dersin yine göçmezsin.” Bunun üzerine; “Göçeyim” deyip mescide girdi. Akrabasını ve evlâdını topladı, vasiyyetini yaptı, helâllaşıp veda eyledi. Yâsîn-i şerîfi okumaya başladı. Sünnet üzere yatıp, temiz ruhunu teslim etti (1460). Göynük’teki târihî Süleymân Paşa Câmii’nin bahçesine defnedildi. Daha sonra oğullarının kabri ile beraber bir türbe içine alındı.
Akşemseddîn’in yazdığ eserler şunlardır: 1- Risâlet-ün-nûriyye: Arabca olan eser, tasavvufa ve tasavvuf ehline dil uzatanlara cevap mahiyetindedir. Kardeşi Hacı Ali tarafından Türkçe’ye çevrilmiştir. Bu eserde tasavvuf ehlinin, sûfîlerin hâllerini açık bir dil ile anlatıp, onları suçlayıcı sözlere ayrı ayrı cevap mâhiyetinde gayet güzel îzâhlarda bulunmuştur. 2- Defü metâin, 3- Risâle-i Zikrullah, 4- Risâle-i Şerh-i Ahvâl-i Hacı Bayram-ı Velî, 5- Makâmât-ı evliyâ, 6- Maddet-ül-hayât, 7- Nasîhatnâme-i Akşemseddîn.

NAMAZIMI, AKŞEMSEDDÎN KILDIRSIN!.

Şeyh Mısırlıoğlu Abdürrahîm şöyle anlatır: “İstanbul fetholunmadan önce, hocam Akşemseddîn ile Edirne’ye gitmiştik. Sultan Murâd Han’ın kazaskeri Süleymân Çelebi hasta idi. Bizi saraya davet ettiler. Sultân’ın tabibleri, Süleymân Çelebi’nin etrafında, ona ilâç vermekle meşgul idiler. Hocam tabiblere; “Bunun hastalığı nedir?” diye sordu. Onlar; “Şu hastalıktır” diye cevap verdiler. Hocam; “Buna “Sersam” ilâcı yapmak lâzımdır” buyurdu. tabibler; “Bunun hastalığı o değildir. Sen yine de ilâcını ver” dediler. Ben tabiblerin öyle demelerine hayret ettim. Çünkü, ben hocamın, hastanın hâline tam vâkıf olmadığını zannetmiştim. Hocam, divitle kalem istedi. Onları getirince, reçete yazdı. İstediklerini getirdiler. Onlardan bir ilâç yaptı ve Süleymân Çelebi’ye verdi. Aradan kısa bir zaman geçmişti ki, Süleymân Çelebi’de sıhhat alâmetleri belirdi, iyi oldu.”
Akşemseddin’in hocası Hacı Bayram-ı Velî’nin vefâtı yaklaştığı sırada, talebelerine; “Benim namazımı Akşemseddîn kıldırsın ve cenazemi yıkasın. Benim bu vasiyetimi ona iletirsiniz” dedi. Hacı Bayram-ı Velî vefât ettiği zaman, Akşemseddîn orada değildi. Nerede olduğunu da kimse bilmiyordu. Talebeler ve Hacı Bayram-ı Velî’nin yakınları, merak ve hayret içinde kaldılar. Bâzı kimseler; “Hacı Bayram-ı Velî’nin bu sözü, ölüm hâlinde söylenen sözlerdendir. Buna pek itibâr edilmez” dediler. Kararsız bir hâlde idiler. O esnada; “Akşemseddîn geliyor” diye bir ses işittiler. Halk, Akşemseddîn’i karşılamaya çıktı. Durumu anlattılar. O da vasiyyet üzerine namazı kıldırdıktan sonra, Hacı Bayram-ı Velî’nin cenazesini defnetti. İşler bittikten sonra da Hacı Bayram-ı Velî’nin borcunu sordu. Doksan bin akçe olduğu ortaya çıktı. Akşemseddîn hazretleri, bu borcun otuz bin akçesini kendi üzerine aldı. Kalan borcu da Hacı Bayram-ı Veli’nin diğer yakınları ve dostları üzerlerine aldılar. Akşemseddîn, üzerine aldığı otuz bin akçenin yirmi dokuz binini ödedi. Geriye bin akçe kaldı. Alacaklı, Akşemseddîn’e gelerek borcunu vermesini istedi. Akşemseddîn ona; “Birkaç gün müsâde et” dediyse de, bir faydası olmadı. O kimse sert bir lisanla alacağını istedi. Akşemseddîn, o kimseyi içeri davet etti. Evin önünde bir bahçe vardı. O kimseye; “Bahçeye gir, alacağın bin akçeyi al. Fazlasını alma” dedi.
O kimse, bundan sonraki durumunu şöyle anlatıyor: “Bahçeye girdim. Bahçenin içinde yassı yapraklı bir ot vardı. Her yaprağın Üzerinde bir akçe vardı. O otta o kadar çok yaprak vardı ki, sayısını ancak Allahü teâlâ bilir. Onun yapraklarından bin akçe topladım. Fakat yaprakların üzerinden hiç bir akçenin eksilmemiş olduğunu gördüm. O bahçenin içi akçe ile doluydu. Bu hâli görünce, hayret içinde kaldım. Dışarı çıkıp, o bin akçeyi Akşemseddîn’in önüne koydum. “Bu akçeleri size bağışladım” dedim, yalvardım ve özür diledim. Fakat Şeyh, o bin akçeyi kabûl etmedi.”
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Şakâyık-ı Nu’mâniyye Tercümesi; sh. 240
 2) Mu’cem-ül-müellifîn; cild-9, sh. 271
 3) Kâmûs-ül-a’lâm; cild-1, sh. 265
 4) Nefehât-ül-üns Tercümesi; sh. 684
 5) Osmanlı Müellifleri; cild-1, sh. 12
 6) Menâkıb-i Aksemseddîn (Enîsî, Üniversite Kütüphânesi, T.Y. 6458)
 7) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; sh. 983
 8) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; cild-11, sh. 251
 9) Rehber Ansiklopedisi; cild-1, sh. 158
10) Fâtih’in Hocası Aksemseddîn (A. İhsan Yurt, İstanbul-1972)

3 Ekim 2018 Çarşamba

AZİZİYE SAVUNMASI


Doksanüç harbi diye târihe geçen 1877-1878 Osmanlı-Rus muhârebesinde, Erzurum’daki Azîziye Tabyası’nda Ruslara karşı gerçekleştirilen müdâfaa. 24 Nisan 1877’de Ruslar Osmanlı Devleti’ne savaş ilân etmişler, batıda Tuna boyundan ve doğuda Kars cihetinden saldırıya geçmişlerdi. Doğu cephesinde ordumuzun başkumandanlığını Gâzi Ahmed Muhtar Paşa, yapıyordu. Kabiliyetli ve cesur bir asker olan Ahmed Muhtar Paşa, Kars’ı alan Rus ordusu karşısında askerini muhafaza ederek programlı bir şekilde Erzurum’a çekilmişti. Bu çekilme sırasında yaptığı Halyaz, Zivin, Gedikler ve Yapnîler meydan savaşlarında zafer kazanmış, hattâ sultan İkinci Abdülhamîd Han tarafından taltif görerek “Gâzi” ünvânını almıştı. Askerimiz kuvvet ve teçhizat yönüyle üstün Rus ordusu karşısında, silâh ve yiyecek bakımından iyi şartlarda olmaması sebebiyle Erzurum’a kadar çekilmeye mecbur kalmıştı.
Erzurum’a yaklaşan Rus ordusu kumandanı, Ahmed Muhtar Paşa’ya elçi göndererek teslim olmasını istedi. Paşa, komutanları ile yaptığı istişareden sonra “Kesinlikle hayır” cevâbı verdi. Teslim teklifi şehirde duyulmuş, halk galeyana gelmişti. Çocuğundan ihtiyarına, kadınından hastasına kadar halkın, kanlarının son damlasına kadar Moskof kâfirlerine karşı savaşıp vatan ve namuslarını şehîd oluncaya kadar müdâfaa edeceklerine karar aldıklarını Gâzi Ahmed Muhtar Paşa’ya bildirmişlerdi. Göz yaşlarını tutamayan kumandan, hey’et başkanının alnından öptükten sonra, sultan İkinci Abdülhamîd Han’ın gönderdiği telgrafı gösterdi. Pâdişâh, telgrafında; “Şu anda bulunduğunuz yer, Asya’nın en mühim noktası ve düşmanın göz diktiği yerdir. Bu sebeple Erzurum’u büyük bir tehlike beklemektedir. Allahü teâlâ muhafaza eylesin, epeydir ordumuzda görülen dağılma ve çöküntüler bu sefer de meydana gelir, Erzurum’a bir zarar olur, istilâya düçar olursa, böyle elemli bir olayın devletimizin maddî ve manevî varlığında açacağı yarayı size anlatmaya lüzum yoktur. Şu hâlde, asıl iş görecek ve devletin üzerindeki nîmet hakkını gözetip, milletimizin sizden beklediği şerefi isbât edecek gün bugündür. Namus ve şerefimizi muhafaza edemezsek bu, kıyamete kadar târihimizden silinmeyecek ve askerlik şerefimize sürülmüş acıklı bir leke olacaktır...” diyordu. Bu telgraf halka duyuruldu. Herkes, balta, satır, kılıç, süngü, tüfek, tabanca ne bulduysa tedbirini alıp büyük bir heyecan içinde Rusların Erzurum’a yaklaşmasını bekliyordu. Bu arada halkın içinde gizliden gizliye faaliyet gösteren Osmanlıyı içten vurmaya çalışan ermeni ve yahûdîler, menfî propaganda yaparak halkın savaş azmini kırmaya çalıştılar. Teslim olunduğunda can ve mal emniyetinin, olacağını, aksi hâlde herkesin kılıçtan geçirileceğini söyleyerek Rusların vâdlerini tekrar ediyorlardı. Fakat, buna aldıran olmadı. Ne pahasına olursa olsun savaşacaklardı!..
Gâzi Ahmed Muhtar Paşa da, savunma tedbirlerini almış, tabyalara güvendiği komutanları vazîfelendirmişti.
Anadolu içlerine doğru yürümelerine Erzurum’u tek engel olarak gören Rusların başlıca gayesi şehri ele geçirmekti. Ayrıca yerli ermeni ve yahudîlerden de faydalanıyorlardı. Hâcibey adlı bir hâinin kumandasında, 8 Kasım’ı 9 Kasım’a bağlayan gece, saat ikide harekete geçen düşman, Azîziye tabyasına gece baskını düzenledi.
Baskın için, Müdürge ve Tasmahur köylerinin ermenilerini ve Vank kilisesi papazlarını kullandılar. Müslüman kılığına giren ve Osmanlıca’yı çok iyi bilen bu hâinlerin yardımıyla Vank deresindeki nöbetçileri şehîd ettiler. Büyük bir sessizlik içinde Aziziye tabyasına girerek ikinci ve üçüncü kesimlerinde uyuyan yüzlerce askerimizi şehîd ettiler. Tabyanın birinci kesimi biraz kenarda kalıyordu ve komutanları kaymakam (Yarbay) Bahri Bey, uyanıktı. İkinci ve üçüncü kesimlerdeki gürültüyü işitmiş, baskına uğradıklarını anlamıştı. Derhâl silâh başı ederek şiddetli bir müdâfaaya başladı. Türk askerini toplu katliâmdan kurtaran kaymakam Bahri Bey, yaralanmasına rağmen bunu askerlerden gizleyerek müdâfaaya devam etti.
Gece yarısı top ve tüfek seslerini duyan Erzurumlular, müezzinin; “Ey Erzurumlular! Ey ahâlî!.. Moskof kâfirleri Aziziye’yi bastı. Allah’ını seven, eli silâh tutan herkes, askerimizin yardımına koşsun!.. Vatanını seven yetişsin!..” nidası üzerine gece karanlığında sokaklara döküldüler. Bunlar arasında Nene Hâtûn da vardı.
Askerini silâh başı eden Gâzi Ahmed Muhtar Paşa, Aziziye istihkâmından telgrafla haber almaya çalışıyor, fakat; “Harb oluyor!..” cevâbından başka bir şey öğrenemiyordu. Paşa, üç tabur alarak Topdağı’na çıktı. Oranın kumandanı Müşir Hasan Tahsin Paşa ile birleşti. Ortalık iyice aydınlandıktan sonra Aziziye istihkâmlarından birinde şiddetli çarpışmaların olduğunu, diğer iki tabyada ses seda çıkmadığını gördü. Ahmed Muhtar Paşa, Kapdan Mehmed Paşa kumandasında iki tabur askeri Aziziye’ye gönderdi. Kapdan Mehmed Paşa, askerleriyle Azîziye istihkâmının ortasındaki kışlaya doğru yaklaşınca Ruslar tarafından ele geçirilmiş olan kışlanın mazgallarından şiddetli bir tüfek ateşine tutuldu. Bunun üzerine Kapdan Mehmed Paşa, kışlayı kuşattı. Üçüncü kısımda çarpışma hâlâ devam ediyordu. Artık Erzurum halkı da yetişmişti, Hücum ederek istihkâmın içine girdiler. Düşmanla muhârebe göğüs göğüse cereyan ediyordu.
Bu arada, tabyanın birinci kısmından hâlâ çarpışmaya devam eden Bahri Bey’den, Ahmed Muhtar Paşa’ya “Gece, baskın ânında yaralandığını, askere belli etmeden çarpışmaya devam ettiğini, acele yardıma gelinmesini” bildiren bir haber geldi. Yardıma gönderilen Kapdan Mehmed Paşa ve halk, Bahri Bey’in bulunduğu kısma geçti. İki ateş arasında kaldığını gören düşman bozguna uğrayarak kaçmaya başladı. Halk ve asker takibe başladılarsa da Rusların ateşi karşısında durakladılar. Hâdiseyi dikkatle tâkib eden Topdağı’ndaki istihkâmlarımız Ruslara karşı ateşe başladılar. Bu durum karşısında başarı elde edemeyeceklerini anlayan Ruslar geri çekildiler.
O gün Aziziye kurtarılmış, asker ve halktan 1000 civarında şehîd verilmiş, 2300 civarında Rus öldürülmüştü.

ÖNCE VATAN!..

Sene 1877, aylardan Kasım. Ruslar Erzurum’a kadar geldiler. Kasıp kavuran dondurucu soğuğa rağmen, kalplerde alev alev yanan vatanı müdâfaa etme sevgisi var. Aziziye tabyalarına giren Ruslara karşı Erzurumlu kadın, erkek, çocuk ve ihtiyarlardan meydana gelen gönüllüler ordusu, Türk’ün târihine, başka bir milletin harp târihinde eşi bulunmayan çok şanlı bir savaş yazdılar. Târihe altın harflerle yazılan bu savaşta, Türk kadını asırlardır teriyle yoğurduğu yurt toprağını kanıyla sulayarak asaletini göstermiş, vatan müdâfaasında aşılmaz bir kale olduğunu bir defa daha isbatlamıştı.
Erzurum kalesinde müdâfaa için hazırlanan Gâzi Ahmed Muhtar Paşa’ya gelen gün görmüş yaşlı ihtiyarlar şunları söylediler:
“Vatan ve millet uğrunda kanlarımızın son damlasına kadar savaşmağa hazırız. Birbiri üzerine yığılacak şehîdlerimizle ikinci bir kale meydana getireceğiz. Bütün aile ve çocuklarımızla bu asil gayenin önünde öleceğiz, ama bu şehri bırakmıyacağız...”
Yiğit dadaşların bu sözleri karşısında gözleri yaşaran Ahmed Muhtar Paşa, düşmanı muhakkak yeneceklerini söyliyerek yaralı kalplerine su serpti.
Kasım ayının 22. gecesi sabaha iki saat kala Topdağı’nda bulunan Aziziye tabyasında ateş başladı ve hemen yayıldı. Erzurum ayağa kalkmıştı. Ortalık ağarırken iç kale Ayaz Paşa mahallesindeki câminin müezzini 80 yaşındaki Hacı Abdullah minareye çıkarak; düşmanın Aziziye istihkâmına girdiğini, eli silâh tutan herkesin düşman üzerine yürümesini bütün gücüyle söyledi. Diğer minarelerden de halk teşvik edilince; silahıyla, kazmasıyla, yabasıyla herkes Aziziye istihkâmına doğru akmaya başladı. Gözü yaşlı analar; “Haydi yiğitlerim, haydi ağalarım, sizin gibi dadaşlara kurban olayım. Şu düşmanın hakkından gelin, bizi ayaklar altında çiğnetmeyin! Analarınız sizi bugün için doğurdu” diyerek sel gibi akan kalabalığı teşvik ediyordu.
Asker ve halk Aziziye tabyalarına varmıştı. Çocuğundan, kadınından, erinden, yer yer şehîd ve yaralılar çoğalmıştı. Ama buna rağmen yavrusunun şehîd düştüğüne bakmıyarak kurşun sıkmaya devam eden gözü yaşlı analar, beride anasının düşman kurşunu ile kanayan kalbini sarmadan ileriye atılan yiğit yavrular, daha ötede dedesinin, ağabeyinin, emmisinin yaralarını sarmaya çalışan genç kızlar görülüyordu.
Tabyalarda saatlerce süren kanlı boğuşma neticesinde, Rus askeri binlerce ölü ve yaralı bırakarak selâmeti kaçmakta buldu.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Anadolu’da Rus muhârebesi 1876-1877 (Gâzi Ahmed Muhtar Paşa, İstanbul, tarihsiz); cild-2, sh. 129
 2) Mir’ât-ı hakikat (İstanbul-1983); sh. 364
 3) Îzahlı Osmanlı Târihi Kronolojisi; cild-4, sh. 300
 4) Başımıza Gelenler; cild-3, sh. 779

ERTUĞRUL GAZİ




Osmanlı Devleti’nin kurucusu Osman Gâzi’nin babası. Gündüz Alp’in oğludur. Oğuzların kayı boyundandır. Cengiz’in İslâm memleketlerini talan ettiği sırada, babası, Selçuklu topraklarında yaşamak üzere kabilesiyle beraber ülkesini terk etmiş, Amu Deryâ’yı geçip Oğuzların yoğun olduğu Aral havzasına gelmişti. 1220’lerde Horasan’ın kuzey sınırına, oradan Karakum çölünün güneyine, oradan da Merv yoluyla Ahlat’a ulaşmıştı. Moğol istilâsının buralara kadar ulaşması üzerine kabilesine daha uygun bir yer arayan Gündüz Alp, Erzincan’a doğru hareket etmiş, Pasin ovasında Sürmeli çukura geldiklerinde hastalanarak vefât etmişti.
Babalarının vefâtından sonra Ertuğrul Gâzi kabileye reis seçildi ve ağabeyleri Sungur Tekin ve Gündoğdu, kendilerine tâbi kabile mensuplarıyla beraber Ahlat’a geri döndüler. Ertuğrul Gâzi ise, kardeşi Dündâr Bey ile beraber batıya hareket etti. Sivas yakınlarına gelip konakladığında, Selçuklu ordusu ile büyük bir Moğol birliğinin kıyasıya çarpışmakta ve Moğolların Selçuklu ordusunu bozmak üzere olduğunu gördü.
Yiğitlik ve erliğin bütün vasıflarını üzerinde toplayan Ertuğrul Gâzi, İslâm’ın ve Türk’ün şânından olan zâlime karşı mağdura destek olmakta zerre kadar tereddüd etmedi. “Mağlûba yardım etmek erlik olur. Hızır gibi, bunalmış zamanlarında çaresizlere yardıma yetişerek ellerinden tutalım” diyerek, Selçuklu saflarına katılıp, Moğollara karşı saldırıya geçti. Bir kaç yüz kişilik bu kuvvetin civanmertliği üzerine savaşın seyri değişti ve kısa sürede Moğol kuvvetleri darmadağın oldu. (Bu savaşın, Haremzşahlarla yapılan Yassıçimen Savaşı olduğu da rivayet edilmektedir.)
Savaştan sonra, Selçuklu sultânı Alâeddîn Keykubâd, Ertuğrul Gâzi’ye iltifatlarda bulundu. Hil’at giydirdi ve Selçuklu ülkesinde yaşamak için göç ettiklerini öğrenince Ankara yakınındaki Karadağ mıntıkasında oturmak için toprak verdi (1230).
İznik İmparatorluğu ile Selçuk hududunda sürekli çarpışmalar üzerine sultan birinci Alâeddîn Keykubât 1231’de bir ordu ile Sultanönü civarına geldi. Bütün maiyyeti ile beraber yanında yeralan Ertuğrul Gâzi’yi öncü kuvvetlerine komutan yaptı. Ertuğrul Gâzi, Rum ordusu üzerine yürüyünce, imparator Theodor Laskaris’in Rumeli’den yardımcı çağırdığı Aktav tatarlarıyla karşılaştı. Yenişehir ovasında üç gün gece-gündüz devam eden şiddetli çarpışmalar sonunda düşmanı bozup, İnegöl’e kadar tâkib ederek pek çok ganîmet aldı. Elde ettiği bu büyük başarıdan sonra Eskişehir Söğüt mevkiinde sultan Alâeddîn’le buluşan Ertuğrul Gâzi mükâfatlandırıldı. Söğüt ve Saraycık mahalleri kışlak, Domaniç dağı da yaylak olmak üzere kendisine verildi.
Ertuğrul Gâzi Anadolu’ya geldikten kısa bir müddet sonra, Selçuklu Devleti çökmeye yüz tutmuş, Anadolu parça parça olmuştu. Türk uç beyleri, Selçuklulardan boşalan yerleri doldurmaya ve yeniden güçlü bir devlet kurmayı tasarlıyorlardı. Anadolu’da irşâd ve gazâ yapan gönül sultanları, tasavvuf ehli âlimler ile dervişler yeniden toplanmayı teşvik ediyorlar ve istikbâlde kurulacak yeni bir Türk devleti müjdeliyorlardı.
Ertuğrul Gâzi aşîreti ile beraber gelip Söğüt ve Domaniç’e yerleşti. Bu yıllarda bölgede bulunan Germiyan’ın babası Alişir ve Çavdar adlı bir tatar, el altında tuttukları kuvvetlerle halkı tedirgin edip; pazar ve hayvanlarını talan ederek geri dönerlerdi. Ertuğrul Gâzi buraya yerleşince, bunlara mâni oldu. Bizans kale ve şehirlerinin hâkimi olan hıristiyan tekfurlarla da iyi anlaştı. Adaleti, halka olan iyi muamele ve yardımları o kadar çoktu ki, hıristiyan tebea bile onu yürekten sevip sayıyordu. Bu sevgi ve bağlılık o kadar fazla idi ki, Söğüt’te bulunan hıristiyan zımmîler, Ertuğrul Gâzi vefât edince, çiftliğinin yarısı ile bir bağı onun ruhu için vakfedip kâdı emrine vermişlerdi.
Söğüt’e yerleşmesinden bir kaç sene sonra Karacahisar tekfuru, bölgedeki müslüman ahâliyi rahatsız etmeye başladı. Ertuğrul Gâzi de sultan Alâeddîn’i savaşa teşvik etti. Sultan Alâeddîn’le beraber Karacahisar kalesini kuşattılar. Uzun süre yapılan şiddetli savaşlardan sonra tekfur barış istediyse de kabul edilmedi. Bu sırada Moğolların Ereğli’yi alma haberi geldi. Sultan kaleyi fethetme işini Ertuğrul Gâzi’ye bırakarak Moğolları karşılamaya gitti. Bir müddet daha devam eden muhasaradan sonra Ertuğrul Gâzi kaleyi fethetti. Tekfuru yakaladı. Elde edilen ganimetin beşte birini Sultan’a gönderip kalanını Gâzilere dağıttı.
Selçuklu sultânı Alâeddîn Keykubâd’ın vefâtına kadar etrafın fethi ve İslâmiyet’in yayılması için bütün gayreti ile çalıştı. Sultan’ın vefâtından sonra, Söğüt uç bölgesinde Bizans’la mücâdeleye devam etti. 1281 yılında 92 veya 96 yaşında vefât ederek yine Söğüt’e defnedildi (Bkz. Osman Gâzi).
Ertuğrul Gâzi, çevresinde bulunan beyliklerin ve devletlerin durumlarını ve siyâsî şartları gayet iyi değerlendirirdi. Komşuları ile dâima iyi geçinerek aşiret ve tebeasını güçlü bir durumda, huzur ve rahat içinde yaşattı. Çıplakları giydirip donatır, dul kadınlara, fakirlere, düşkünlere dâima yardım ederdi.
Ertuğrul Gâzi’nin görevi bu kadardı. Geldi... Yarım asır adalet ve huzur içinde yaşattığı bölge halkı yanında, hıristiyanlara da İslâmiyet’i sevdirip gitti. Bundan sonra doğudan gelen Horasan erenleri Alp ve Abokul gibi adlarla anılan mürşidler, bu ve bunun gibi Türk oymaklarına yegâne gayenin cihâd ve İ’lâ-yı kelimetullah (Allahü teâlânın ism-i şerifini yüceltmek, İslâm’ı yaymak) olduğunu aşıladılar. Sonra bu gayenin gerçekleştirilmesi için lüzumlu olan bilgi ve tecrübeyi verip, yol gösterip teşkilâtlandırarak sevk ve idare ettiler. Harblerle aldıkları Bizans topraklarını tamamen Türk-İslâm toprağı hâline getirmek için muazzam bir faaliyete giriştiler. Bu faaliyetler; harcanan büyük enerji, dehâ, İslâm’ın adaleti ve en önemlisi erenlerin duâsı bereketiyle kısa zamanda müsbet neticeler verdi. Derviş Gâziler, bir memleket ve şehri fetheder etmez bâzıları derhâl oraya yerleşip, kalan kısım daha ileri yürüdü. Arkadan dâima taze kuvvet yetiştirildiği için, bu yürüyüşün ardı arkası kesilmedi. Fethedilen şehir ve beldelerde; câmiler, medreseler, tekkeler, hastaneler, kervansaraylar, imâretler, çeşmeler, yollar ve köprüler... yapıldı. İslâmî tedris, eğitim ve öğretim başladı. İçtimâi yardım müesseseleri faaliyete geçirildi. Elde edilen topraklarda âsâyiş, sulh ve sükûn te’min edildi.
Ertuğrul Gâzi’den sonra Osman Gâzi ile yeşerip sonrakilerle büyüyen, denizleri, diyarları, ülkeleri, iklimleri, kıt’aları muhteşem dalları arasına alacak çınarın gölgesi altında bütün insanlık, Asr-ı seâdetten sonra bir daha görüp hayâl edemediği bir şekilde, tam altı asır yaşadı.
Nitekim şâirin dediği gibi;
Biz ol nesl-i kerim-i dûde-i Osmâniyânız kim,
Muhammerdir serâpa mâyemiz hûn-i şehâdetten.
Biz ol âlî-himem erbâb-ı cidd-ü ictihadız kim,
Cihângirâne bir devlet çıkardık bir aşîretten.
Biz ol nesl-i kerîm-i dûde-i Osmâniyânız kim.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Tâc-üt-Tevârih; cild-1. sh. 26
 2) Âşıkpaşazâde Târihi; sh. 15 v.d.
 3) Oruç Bey Târihi; sh. 22
 4) Aşiretten Devlete; sh. 58
 5) Devlet Kuran Kahramanlar (Safa Öcal, T.D.A.V); sh. 1 v.d.
 6) Büyük Türkiye Târihi (Y. Öztuna); cild-2, sh. 241-250
 7) Osmanlı İmparatorluğu Târihi (Z. Danışman); cild-2, sh. 25
 8) Rehber Ansiklopedisi; cild-5. sh.178
 9) Kâmûs-ül-a’lâm; cild-3, sh. 832
10) Neşrî Târihi; cild-1, sh. 61 v.d.
11) Meşâhir-ül-islâm

KATİB ÇELEBİ


Târih, coğrafya, bibliyoğrafya ve biyoğrafya ile meşgul olmuş meşhur bir âlim.
Asıl adı Mustafa olup, 1608 (H. 1017)’de İstanbul’da doğdu. Babasının adı Abdullah’dır. Babası, Osmanlı devlet ve siyâset adamlarının yetiştirildiği Enderûn mektebinde tahsîl görerek yetişmiş bir askerdir. Mustafa bin Abdullah, ordu kâtipliğinde bulunduğu için ulemâ ve halk arasında Kâtip Çelebi diye tanındı. Hacca gittiği ve başmuhâsebeci ikinci halîfesi olduğu için Hacı Halîfe ismiyle meşhur oldu. Babası dindar bir zât olduğu için beş-altı yaşlarında onu ilme teşvik etti. O da imâm Îsâ Halîfe-i el-Kırımî’den Kur’ân-ı kerîm ve tecvîd dersleri almaya başladı. On dört yaşına kadar çeşitli hocalarından din ilimleri tahsîl etti.
On dört yaşında Anadolu muhasebesi kalemine kâtip oldu. Oradaki halîfelerin birinden hesap kaidelerini ve siyâkat yazısını öğrendi. 1624 yılında babasıyla birlikte Tercan, bir sene sonra da Bağdâd seferine çıktı. Dönüşte Musul’a geldiklerinde babası; bir ay sonra da Nusaybin civarında amcası vefât etti. Bir müddet Diyarbakır’da kaldı. Babasının yakın arkadaşlarından birisi kendisini süvari mukabelesine tâyin etti. 1627-1628’de Erzurum kuşatmasına katıldıktan sonra İstanbul’a geldi ve yaklaşık iki sene, Bağdâd seferine katılana kadar, Kâdızâde’nin derslerine devam etti. 1630 Bağdâd kuşatmasında toprak dolu tulumlarla yapılmış siperler arasında ordunun defterini tuttu. Seferden sonra tekrar İstanbul’a dönerek Kâdızâde’nin derslerine devam etti. Kendisinden tefsir, İhyâ-ül-ulûm, Şerh-i Mevâkıf, Târîkat-ı Muhammediyye okudu. 1633-1635 Halep seferinde hacca gitme fırsatı buldu. Dönüşte bir kış Diyarbakır’da kalıp oradaki âlimlerle görüştü. 1635 senesinde sultan dördüncü Murâd Han ile Revan seferine katıldı. On sene kadar çeşitli savaşlarda bulunduktan sonra İstanbul’a döndü ve kendisini tamamen ilme verdi.
İlme verdiği ehemmiyetten dolayı eline geçen bir defa küçük, bir defa da büyük mîrâsın büyük bir kısmını kitaba verdi. Kendisi tamamen ilimle uğraştığı için sultan dördüncü Murâd Han’ın Bağdâd seferine katılamadı. A’rec Mustafa Efendi, Ayasofya dersiamı Abdullah Efendi, Süleymâniye dersiamı Mehmed Efendi’den ders aldı ve A’rec Mustafa Efendi’yi kendisine üstâd edindi. Bir taraftan kendisi öğrenirken, diğer yandan bir çok talebeye ders verdi.
1645’de Girid seferi münâsebetiyle haritaların nasıl yapıldığını, tedkîk etti ve bu konuyla ilgili yazılan eserlerde çizilen haritaları gördü. Bu arada memuriyetten ayrıldı ve üç yıl vazife almadı. Bu üç yıl içinde bâzı talebelerine çeşitli konularda dersler verdi. Yine bu zaman içinde âni olarak hastalandığı için tedâvî çârelerini aramak maksadıyla tıb kitabları okudu. Kalbini kötülüklerden temizlemek, manevî sağlığa kavuşmak için de Esmâ ve Havâs kitaplarını okudu. Din âlimlerine olan aşırı sevgisi sebebiyle devamlı onlarla beraber olmaya çalışırdı. 1648 yılında tekrar me’mûriyete girdiğinde şeyhülislâm Abdürrahîm Efendi’nin en yakın arkadaşlarından oldu ve pek çok eserini bu yıllarda yazdı.
Kâtib Çelebi 1656 senesinde vefât etti. Kabri, Vefâ’dan Unkapanı’ndaki Mahmudiye (Unkapanı) köprüsüne inen büyük caddenin sağ kenarındadır.
Dindar bir zât olup huşu içinde, şartlarına uygun yapılacak duâların kabul olacağına ve Kur’ân-ı kerîmin şifâ vereceğine olan inancını sık sık zikrederdi.
Kâtib Çelebi çalışkan, iyi huylu, vakarlı, az konuşan, çok yazan biri olarak bilinir. Arabî, Fârisî yanında Latince’yi de bilirdi. Osmanlı Devleti’nde batı ilmiyle en fazla ilgilenen, doğu ilmiyle mukayesesini ve sentezini yapan ilk Türk ilim adamlarından biridir.
Yazdığı yirmiyi aşkın eseriyle sâdece Türk dünyâsına değil bütün dünyâya seslenmişti. Çalışmalarının genişliği ve derinliğiyle döneminin en mühim ilim adamlarından sayılmıştır. Özellikle bibliyografya ve biyografyaya âid eserlerini hazırlarken fiş kullanarak ilmî bir usûlle çalışmıştır. Târih kitaplarında daha çok hâdiselerin özünü ve hakîkatini anlatmaya çalışmış, üslûb ve edebiyat yönüne fazla ağırlık vermemiştir. Fikirlerini, düşüncelerini çeşitli san’atlarla süsleyerek anlatmak yerine kısa, öz ve açık yazmıştır.
Eserleri: 1- Keşf-üz-Zünûn an Esâmi-il-Kütüb vel-Fünûn: Arabî, çok kıymetli eseridir. On beş bine yakın kitap ve on bine yakın müellifi tanıtan büyük bir bibliyografya ansiklopedisi mahiyetindedir. Mısır’da, Almanya’da, İstanbul’da basıldı. Latince’ye de tercüme ve tâb edildi.
2- Cihânnümâ: En eski coğrafya kitabımızdır. Haritalarıyla birlikte İbrâhim Müteferrika matbaasında basılmıştır. Daha sonra yazılacak coğrafya kitablarımıza kaynak teşkil edebilecek bu eser, Avrupa dillerinde tercüme edilmiştir.
3- Tuhfet-ül-Kibar fî Esfâr-il-Bihâr: Denizcilik târihi bakımından mühim bir eserdir. Osmanlı Devleti zamanındaki deniz savaşlarından bahseder.
4- Takvîm-üt-Tevârîh: Adem aleyhisselâmdan 1648 târihine kadar geçen vak’aların kronolojik açıklamasını ihtiva eder. Arabî ve Fârisî dilde basılmıştır.
5- Fezleket-üt-Tevârîh: Bir mukaddime, üç usûl ve bir sonsözden ibaret olan bu eser, varlıkların başlangıcı, peygamberlerin ve hükümdarların târihi diye hülâsa edilebilecek bir târih kitabıdır.
6- Fezleke: Fezleket-üt Tevârih’in devamı niteliğindedir. 1591’den 1654 târihine kadar vuku bulan olayları anlatır. 1879’da iki cild olarak basılmıştır.
7- Kanunnâme, 8- Târîh-i Firengî Tercümesi, 9- Târih-i Kostantiniyye ve Kayâsire, 10- İrşâd-ül-Hayâfâ ilâ Târîh-ul Yunan ver-Rûm, 11- Süllem-ül-Vusul ilâ Tabakât-ü Fuhûl, 12- İhlâm-ül-Mukaddes, 13- Tuhfet-ül-Ahfârfil-Hikem ve’l-emsâl ve’l-Eş’âr, 14- Dürer-i Müntesira vel-Gurer-i Müntesira, 15- Düstûr-ül-Amel fî Islâhil-Hâlâl, 16- Beydâvî Tefsiri şerhi, 17- Hüsn-ül-Hidâye, 18- Resm-ür-Recm bis-Sim ve’l-cîm, 19- Câmi-ul-mütûn min Cüll-il-Fünûn, 20- Mîzân-ül-Hak fî ihtiyâr-il-ehak.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; sh. 1028
 2) Mu’cem-ül-müellifîn; cild-12, sh. 262
 3) Keşfüz-zünûn mukaddimesi
 4) El-alâm; cild-7 sh. 236
 5) Kâmûs-ül-a’lâm; cild-7, sh. 3806
 6) Brockelmann sup-2, sh. 635
 7) Rehber Ansiklopedisi; cild-9, sh. 351
 8) Osmanlı Müellifleri
 9) Kâtib Çelebi (Kültür Bakanlığı. Yayını-1988)
10) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; cild-16, sh. 21

FİLİSTİN


Hazret-i İsa’nın doğup yaşadığı, Allahü teâlânın dînini yaymak için ızdırap çektiği yer olması sebebiyle hıristiyanlarca; kendilerine Allahü teâlâ tarafından vâd edilen yer, ard-ı mev’ûd olduğu için yahûdîlerce; Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) mîrâca yükseldiği ve müslümanların ilk kıblesi olan Mescid-i Aksâ’nın bulunması sebebiyle de müslümanlarca mukaddes kabul edilen Kudüs’ün de içinde yer aldığı; kuzeyde Lübnan, güneyde Kızıldeniz, batıda Akdeniz, doğuda Suriye çölü ile çevrili bölgeye verilen ad.
Asya-Afrika yolu üzerinde stratejik bir kavşak noktası olduğundan; eski çağlardan beri istilâ ve göçlere mâruz kalan ve çeşitli medeniyetlere sahne olan Filistin’in bilinen târihi, mîlâddan beş bin sene öncelere kadar uzanır. Nûh aleyhisselâmın torunu ve Hâm’ın oğlu Kenan’ın soyundan gelen Kenânîlerin yerleştiği Filistin’e ilk olarak İbrâhim aleyhisselâm ile Lût aleyhisselâm geldiler. Daha sonra İbrânım aleyhisselâmın oğlu İshak aleyhisselâm orada ikâmet etti. Onun oğlu Ya’kûb aleyhisselâm da oğulları ile birlikte Mısır’a göçmeden önce bir müddet kaldı. Mısır’da mâliye nâzırı olan oğlu Yûsuf aleyhisselâmın daveti üzerine Mısır’a giden Ya’kûb aleyhisselâm, Benî İsrail adıyla anılan çocukları ve torunları ile birlikte orada yerleşti.
Daha sonra Benî İsrail, Mûsâ ve Hârûn aleyhimesselâm zamanında Fir’avn’ın zulmü sebebiyle Mısır’dan çıkıp, Mûsâ aleyhisselâmı dinlemedikleri için Tih çölünde, kırk sene şaşkın bir surette dolaştıktan sonra, Filistin’e yerleştiler. Dâvûd aleyhisselâm zamanında aldıkları Kudüs’ü, Süleymân aleyhisselâm zamanında îmâr ettiler. İsrâiloğulları güçlü bir devlet kurdular. M.Ö. 931’de kuzeyde İsrail, güneyde Juda (Yahuda) krallıklarına bölündüler. Daha sonraki devirlerde Âsurlular, Bâbiller, Persler ve Romalıların hâkimiyeti altına giren Filistin, Roma İmparatorluğu ikiye bölününce, Bizanslıların (Doğu Roma İmparatorluğu) payına düştü. İslâmiyet’in zuhurundan sonra hazret-i Ebû Bekr zamanında Gazze ve Ecnâdeyn, hazret-i Ömer zamanında da Kudüs’ün feth edilmesiyle müslümanların hâkimiyeti altına giren Filistin’e; Emevî, Abbasî, Fatımî ve Selçuklular hâkim oldular. 1099’daki haçlı seferleri neticesinde Kudüs’de hıristiyan krallığı kuruldu. 1187’de Selâhaddîn Eyyûbî, Kudüs’ü yeniden feth ederek Filistin’e hâkim oldu. 1281’de Akka’nın fethi ile Memlûklü hâkimiyetine giren Filistin, 1516 senesinde Yavuz Sultan Selîm Han’ın Mercidabık zaferiyle Osmanlı topraklarına katıldı.
Kudüs, Gazze ve Nablus olmak üzere üç sancağa ayrılan Filistin, Şam eyâletine bağlandı. Filistin halkı, Osmanlı Devleti hâkimiyetinde uzun zaman bolluk, huzur ve refah içinde yaşadı. Osmanlı Devleti zayıflayınca, Filistin’deki sancaklar eyâlet, sonra da bağımsız emirlikler hâline geldi. 1799’da Napolyon Bonapart Mısır seferinde, Yafa’ya kadar Filistin’in bir kısmını ele geçirdi. Ancak Cezzâr Ahmed Paşa kumandasındaki Osmanlı ordusu, Akka önlerinde Napolyon’un ordusunu geri püskürttü (1799). Sonra, Mısır vâlisi Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın oğlu Tosun İbrâhim Paşa, Filistin’e hâkim olunca, bölge, 1840’a kadar Mısır idaresinde kaldı. Orta Doğu’nun zenginliklerinden faydalanmak ve dünyâ hâkimiyetini devam ettirmek isteyen İngiltere, on dokuzuncu yüzyılın başından îtibâren, Osmanlı Devleti’ni yıkmak ve İslâm ülkelerini bölmek için, Filistin’de bir yahûdî devleti kurulması, bunun için de dünyâ yahûdîlerini bir bayrak altında toplama fikrini ortaya attı. İngiliz hükümeti ve yahûdîler, Sir Herry Finch isimli bir avukata Calling of the Jews adında bir kitap yazdırdılar. Bu kitapta, yahûdîlerin, Filistin’de bir yahûdî devleti kurmaları fikri işlenerek, kamuoyu meydana getirildi. Londra’da yerleşen ve büyük servet sahibi olan İtalyan yahûdîsi Musos Haim Montefiore, 1824 yılında Filistin’e göç etti ve 1837’ye kadar burada yaşadı. Bu târihte Filistin’de sekiz bine yakın yahûdî nüfûsu bulunuyordu. Bu kadarcık nüfûsla devlet kurulamıyacağını anlayan Musos Haim Montefiore, 1837’de Londra’ya döndü. Yazdığı bir kitapda Filistin’in tarıma elverişli olduğunu anlatıp yahûdîlerin Filistin’e göç etmesini teşvik etti.
İngiltere hükûmeti, konsolosluklarına gönderdiği bir emirle Filistin’deki yahûdîlerin korunmasını bildirdi. 1862’de Mûsâ Hese isimli bir Alman yahûdîsi, Roma ve Kudüs isimli kitabında; yahûdî dâvasının ortaya atılacağı ve emellerinin tahakkuk edeceği günün yaklaştığını, her ne bahasına olursa olsun, Filistin’de bir yahûdî devleti kurulacağını, bu işe Fransa’nın yardımcı olacağını, hattâ Fransız ihtilâlinin bu maksatta yapıldığını yazdı. Komünist fikirlerin de savunuculuğunu yapan Hess için yahûdî devleti başlıbaşına bir gaye olmayıp, özlemini çektiği marksist bir sosyo-ekonomik sistemin deneneceği laboratuvardı.
Bu sırada hıristiyan cemiyetlerini bir salgın gibi saran yahûdî aleyhdârlığı da yahûdîleri, birleşerek müstakil bir devlet kurmaya yöneltti. Rusya ve Romanya’da yahûdîlere karşı çok sert muameleler yapılıyordu. 1878’de Rusya’da yahûdî talebeler muhtelif cemiyetler kurdular. Hayfa yakınlarında iki bin dönüm arazî satın alınarak zirâat okulu kuruldu ve bu okula Mihfeh İsrâel adı verildi. Rusya’da kurulan Siyonizmi sevenler cemiyeti, yahûdîlerin Filistin’e göç etmelerini teşvik etti. 1881’de çar ikinci Alexandre öldürüldükten sonra faaliyetlerini artıran yahûdîler, Filistin’de koloniler kurmaya başladılar. 1884 yılında bir Rus yahûdîsi olan Leon Pinsher’in başkanlığında ilk yahûdî millî kongresi toplandı. 1891’de Rusya’dan Kudüs’e gelen Elleze Ben Yehude, yahûdî lisânının kaybolmaması için, İbrânice lügatını neşretti. Alman yahûdîsi Hırsch, yahûdî devletinin Arjantin’de kurulmasını ileri sürdüyse de, yahûdî yazar Shmaryahu Levin,Youth in Revolt adlı eseri ile bu fikrin yahûdî dâvasına ihanet olduğunu söyledi. 1896’da Avusturyalı gazeteci yahûdi Thedor Hertzel, Yahûdî Devleti isimli bir kitap yazdı. Bu kitap siyonizmin kuruluşunu te’min etti. 1897’de dünyâ siyonist teşkilâtı kuruldu. 27 Ağustos 1897’de İsviçre’nin Bezel (Basle) şehrinde üç gün süren birinci siyonist kongresi toplandı. Thedor Hert-zel 3 Eylül 1897 târihinde hâtıralarına şu notu düşmüştü: “Bugün Bazel’de yahûdî devletini kurdum. Eğer bugün bunu dünyâ kamuoyuna açıklarsam herkes beni alaya alır. Oysaki belki beş, fakat hiç şüphesiz ki, elli sene içinde herkes bu gerçeği görecektir. Yahûdî devletinin mevcudiyeti manevî temellere oturtulmuştur. Bu devlet, yahûdî halkının bu husustaki arzu ve azmi ile kurulmuştur.” Bu zamana kadar yahûdîlerin Filistin’de toplanması ve yahûdî devleti kurulması bir fikir iken, bu târihten sonra tek hedef olarak kabul edildi.
Bu kongre ile nihâî hedeflerini tesbit eden yahûdîler; “Nil’den Fırat’a kadar bütün bölgeler yahûdî kolonizasyonuna açılmalıdır” tezini savunmaya başladılar. Kongreyi tâkib eden ve yahûdîlerin bu kirli emellerini tesbit eden zamanın Berlin Osmanlı büyükelçisi Ahmed Tevfik Paşa, Bâb-ı âlîye yolladığı raporda yahûdîlerin Filistin’de büyük bir devlet kurmayı tasarladıklarını bildirdi.
Siyonizmin hedeflerini gerçekleştirmek için ticarî bir şirket kuruldu. İki milyon Sterlin sermayeli Karen Kaymet adlı bir vezne vasıtasıyla Filistin’de yahûdî kolonileri kurulmasına karar verildi.
Yahûdîlerin bu sinsi emellerini tesbit eden ve siyonizmin tehlikesini gören İkinci Abdülhamîd Han, buna manî olmak için Filistin’in bütün topraklarını sarayın (Osmanlı hânedânının) mülkü hâline getirdi. Filistin’de toprak satışını kesin olarak önledi. Siyonizm teşkilâtının lideri Thedor Hertzel, bir çok defa Osmanlı sarayına ve Bâb-ı âlî hükümetine mektûb yazdı, ikinci Abdülhamîd Han’la görüşmesi ve arabuluculuk yapması için Polanyalı asilzade Newlinski’yi gönderdi. Abdülhamîd Han, Newlinski’ye; “Eğer Bay Hertzel, senin, benim arkadaşım olduğun gibi arkadaşın ise, ona söyle bu mes’elede ikinci bir adım atmasın. Ben bir karış da olsa toprak satmam. Zîrâ bu vatan bana değil milletime âiddir. Milletim bu toprakları kanlarını dökerek kazanmışlar ve yine kanlarıyla mahsuldar kılmışlardır. O bizden ayrılıp uzaklaşmadan tekrar kanlarımızla örteriz. Benim Suriye ve Filistin alaylarımın efradı birer birer Plevne’de şehîd düşmüşlerdir. Bir tanesi dahi geri dönmemek üzere hepsi muhârebe meydanında kalmışlardır. Bu vatan benim değil milletimindir. Bırakalım yahûdîler milyarlarını saklasınlar. Benim imparatorluğum parçalandığı zaman onlar Filistin’i karşılıksız ele geçirebilirler. Fakat bizim cesetlerimiz taksim edilebilir. Ben canlı bir beden üzerine ameliyat yapılmasına müsâde edemem” diye cevap verdi. Bu teşebbüsün arkasında İslâm düşmanı İngiltere ve meşhûr yahûdî asıllı banker Roçil de vardı.
İngilizlerin ve yahûdîlerin bu sinsi plânları ve istekleri karşısında, sultan İkinci Abdülhamîd Han bâzı tedbirler aldı. Filistin’i doğrudan İstanbul’a bağlayabilmek için, Suriye ve Filistin’de sulh ve nizâmın muhâfazasıyla vazifeli ve Şam vâlisinin emrinde olan Beşinci orduyu İstanbul tarafından tâyin edilen ve harbiye vekâletine bağlı bir müşîrin emrine verdi. Bu şekilde Avrupa devletlerinin müdâhalesini gerektirecek muhtemel bir ihtilâlin önüne geçiliyordu. Ayrıca bu ordudan başka yerli ahâliden meydana gefen mahallî milis kuvvetleri teşkil ettirdi. Bu kuvvetlere umûmî olarak Hamîdiye alayları deniliyordu (Bkz. Hamîdiye alayları). Doksanüç harbinden sonra Balkanlardan ve Kafkasya dan göç eden müslümanların bir kısmını da Filistin’in Horan bölgesine yerleştirdi. Burada teşkil edilen mahallî milis kuvvetlerinin geçimlerini te’min etmek ve Filistin’in iktisadî kalkınmasını sağlamak için ekilebilir toprakları genişletme hususunda tedbirler aldı. Bu bölgelerde modern tarım araç ve metodlarının kullanılışını yerli halka gösteren model çiftlikler kurdurdu. Filistin’in kalkınmasında ticâretin önemli olduğuna inanan Sultan, Hayfa ile Yafa, Yafa ile Kudüs arasında demiryolu hattının döşenmesi için bir Fransız şirketine gerekli imtiyazı verdi. Aynı Fransız şirketine, Filistin’i; Beyrut, Şam ve Haleb’e bağlayacak demiryolu ihalesini verdi. Bütün bu hatlar yirminci yüzyılın başında açılmış, kargo ve yolcu taşımacılığına başlanmıştı. Bu çalışmalardan sonra Hayfa ve Yafa limanları Arab pazarlarını Avrupa müşterisine açan ticâret merkezleri hâline geldi. Filistin’den Avrupa’ya ihraç edilen yağ, tahıl ürünleri, susam, tütün, ipek, turunçgiller gibi maddelerin satışından elde edilen kazanç, mahallî üreticinin cebine kâr ve Osmanlı Devleti bütçesine de gümrük olarak giriyordu. Beyrut, Hayfa, Horan, Kudüs ve Yafa’da ticâret adaları kuruldu. Bu devirde Filistin’deki iktisadî hayat o kadar gelişmişti ki, Pâdişâh’ın otuz yılı aşkın saltanat devrinde hiç bir zaman mahallî bütçesinde açık vermemiş, zarar göstermemişti. Filistin’in her bakımdan rahat ve refah seviyesinin yüksek olduğunu ve gittikçe geliştiğini gören ve; “Filistin’deki Hamid rejimi bir bütün olarak ele alındığında, bir terakkî ve inkişâf devridir” diyen İngilizler, Thedor Hertzel’i teşvik ve tahrik etmeye devam ettiler. Thedor Hertzel, sultan İkinci Abdülhamîd Han’ın Newlinski’ye verdiği cevâba rağmen fikrinden vaz geçmedi. İngilterenin arabuluculuk yapmasıyla defalarca İstanbul’a geldi. 3 Ağustos 1899, 13 Mayıs 1900 ve 18 Mayıs 1901 târihlerinde sultan İkinci Abdülhamîd Han’a başvurdu ve isteklerini tekrarladı. Hepsinde de red cevâbı aldı. Thedor Hertzel’in, Sultan’ın huzuruna son çıkışında, yanında hahambaşı Mûsâ Levi de vardı. Bu görüşmede de Filistin’den yahûdîlere toprak satılmasını istediler ve şu tekliflerde bulundular: “Yahudiler Osmanlı Devleti’nin bütün borçlarını ödeyecek, Osmanlı Devleti’ne büyük yardımda bulunacaklardı. Sultan İkinci Abdülhamîd Han’ın siyâsetini Avrupa’da destekleyecekler, Osmanlı Devleti’nde inşâ edilecek savaş üslerinin parasını ödeyecekler, sultan İkinci Abdülhamîd Han’a şahsı için büyük servet vereceklerdi. Ayrıca Filistin’de kurulacak büyük üniversitede Türk talebeleri de okuyacaktı.”
Bu teklifler karşısında hiddetlenen Abdülhamîd Han; “Dünyânın bütün devletleri ayağıma gelse ve bütün hazînelerini kucağıma dökseler, size siyonistlik adına bir karış yer vermem. Ecdadımızın ve milletimizin kanıyla elde edilen bir vatan para ile satılamaz. Derhâl burayı terk edin” cevâbını verdi. Ayrıca Makedonya’daki gizli İttihâd ve Terakkî cemiyeti üyesi yahûdî Emanuel Karaso da Filistin’de bir yahûdî devleti kurulması için Abdülhamîd Han’dan toprak satın almak istedi. Pâdişâh’ın karşı çıkması üzerine aleyhinde bulunan bir casus teşkilâtının başına geçti.
Siyonistlerin sesi ve batı emperyalizminin elçisi durumundaki Hertzel’in çabaları boşa çıkınca, sömürgeci güçler ve Siyonistler, Abdülhamîd Han’dan kurtulma yollarını aradılar; nihayet tahttan indirmeye karar verdiler.
Osmanlı Devleti’nin yıkılmasını ve parçalanmasını isteyen siyonistler, diğer dış güçler, ermeni ve bulgar komitacılarıyla ve içerideki İttihâd ve Terakkî cemiyeti ile işbirliği yaparak İkinci Abdülhamîd’i tahttan indirmek teşebbüsüne giriştiler. 24 Şubat 1904’de boğazdan geçecek iki geminin Yıldız Sarayı’nı topa tutmasını plânladılar. Kötü sonuçlarından korkulduğu için vazgeçtiler. 21 Temmuz Cuma günü, Cuma namazından çıkışta ermeniler tarafından girişilen bombalı suîkasd de netîcesiz kaldı. 23 Temmuz 1908’de İkinci Meşrûtiyet’in ilânından sonra seçilen Meclis-i meb’ûsâna, diğer azınlık meb’ûslardan başka yahûdî meb’ûslar da girdi. 31 Mart vak’asını müteâkib Abdülhamîd Han’ın tahttan indirilip Selânik’e gönderilmesinden sonra, iktidarı tamamen ele geçiren İttihâdçıların kurduğu hükümette üç yahûdî veya dönmeye nâzırlık (bakanlık) verildi. Bu bakanlıklar mâliye, ticâret ve zirâat ile nâfia nâzırlıklarıydı. Sultan İkinci Abdülhamîd Han’a hal’ karârını tebliğ edenlerden birisi yahûdî Emanuel Karaso idi.
İktidara tamamen yerleşen İttihâd ve Terakkî, dış ülkelerdeki yahûdîlerin Osmanlı ülkesinde arazî alamayacaklarına dâir kanunnâme ile yahûdîlerin Filistin’de mülk edinemeyeceklerine dâir Bâb-ı âlî kararnamesini ve bu konudaki diğer kararları kaldırarak azınlıkların toprak satın alabileceğine dâir kânun çıkarttı. İttihâd ve Terakkî’nin ihanetlerinden biri de bu idi. Yahûdîler tapularıyla birlikte geniş topraklar satın aldılar. Sultan İkinci Abdülhamîd Han’ın şahsî (hânedân ) arazisi kasden ve yok pahasına yahûdîlere satıldı. İttihâd ve Terakkî ileri gelenlerinin bir emr-i vâkisi ile Osmanlı Devleti Birinci Dünyâ harbine katıldı. Filistin ve Suriye bölgesinde İngilizlere karşı Sina cephesi açıldı. Osmanlı toprakları ve Ortadoğu üzerinde kirli emelleri olan İngilizler, Mısır’ı işgal edip üs olarak kullandılar. Alman generali Liman Von Sanders ve Cemâl Paşa idaresindeki Osmanlı orduları 1915’de kanal harekâtına giriştiler. Fakat zâyîât vererek El-Ariş’e çekildiler (Bkz. Kanal Harekâtı).
İngiliz ve Fransızlar arasında Mayıs 1916’da imzalanan Sykes Picot gizli andlaşmasına göre, Irak ve Şark-ül-Ürdün İngiltere’ye, Suriye ve Lübnan Fransa’ya bırakılacak, Filistin’de önce beynelmilel bir idare, bilâhare yahûdî devleti kurulacak; Hayfa İngiltere’ye, İskenderun ise Fransa’ya âid birer serbest liman olarak kalacaktı.
Ağustos 1916’daki ikinci kanal harekâtı da netîce vermeyince, İngilizler, Filistin ve Suriye’yi işgal için harekâtı hızlandırdılar ve 6 Ekim 1917’de Gazze’yi işgal ettiler. 2 Kasım 1917’de, İngiliz bakanlarından Lord Belfour bir beyânname neşr etti. Bu beyânname ile; “Kral hazretlerinin hükümeti, Filistin’de yahûdîlere millî bir vatan te’sisine muhakkak nazariyle bakıyor. Bu gayenin tahakkuku için büyük bir potansiyel harcayacaktır” denerek yahûdî devleti kurulması vâd edildi.
10 Aralık 1917’de Kudüs’ü işgal eden İngilizler, 30 Eylül 1918 de Şam’a girdiler. Fransızlar ise Beyrut’u işgal ettiler. 29 Ekim 1918’de ateşkes andlaşması imzalandı. Belfour vâdi üzerine kendilerini müstakil bir devlet gibi gören yahûdîler, hemen siyon ordusu kurdular. 11 Aralık 1917’de Kudüs’e giren İngiliz kuvvetleri kumandanı Allenby, beraberinde yahûdî (siyon) kuvvetlerini de Kudüs’e soktu. 1920 Sanremo toplantısında İngiltere, Fransa ve İtalya delegeleri; Filistin, Suriye, Irak ve Lübnan’ın, İngiltere ve Fransa arasında paylaşılmasına ve buralarda manda idaresi kurulmasına karar verdiler. Kânûnî dayanaktan mahrum ve devletler hukuku kaidelerine aykırı olan Belfour vâdi daha sonra tahakkuk etti.
Bu arada İttihâd ve Terakkî’nin yaptığı uygulamalara karşı çıkan İngilizlerin teşvik ve desteğiyle hareket eden arablar da, Osmanlı Devleti’ne karşı isyân ederek Filistin’in İngilizlere geçmesine ve daha sonra da yahûdîlerin yerleşmesine sebeb oldular. 3 Ocak 1919’da yahûdîlerle arablar arasında imzalanan andlaşmada arablarla yahûdî halkı arasındaki ırkî akrabalık hatırlatıldıktan sonra, yahûdîlerin Filistin’e göç etmeleri, toprağın değerlendirilmesi ve tarıma geçmek suretiyle yerleştirilmelerinin kolaylaştırılması kararlaştırıldı. Bu andlaşma ile köylülerin ve arab çiftçilerin hakları garanti altına alınacaktı.
Filistin’e yerleşen yahûdîler ülkeyi îmâr etmeye başladılar. Sahildeki düzlüklerde ve Necef çölünde yeni yerleşim yerleri ve çiftlikler kurdular. Ancak bu faâliyetler, yahûdîlerle arabların arasının yavaş yavaş açılmasına sebeb oldu. Arab halkı; “Yahudilere ölüm!” avâzeleriyle ayaklandı. Filistin’de kanlı çarpışmalar baş gösterdi.
Daha sonraki senelerde de devam eden çarpışmalar ve isyânlardan sonra, Ürdün’ün doğu kesiminde 15 Mayıs 1923’de Şerîf Abdullah’ın idaresinde Ürdün Arab Emirliği kuruldu. Filistinliler ise, Filistin müslüman konseyi etrafında toplandılar. Daha sonra Filistinliler, İngilizlere ve Siyonistlere tâviz vermek istemeyen ve İngilizlerle ılımlı münâsebetler kurmak isteyen iki gruba ayrıldılar. 1929’da yeni ayaklanmalar patlak verdi. 1933’ten sonra, nazilerden kaçan yahûdî göçmenlerin Filistin’e akını, Filistinlilerin tepkisini şiddetlendirdi. Üç yıl içinde 135.000 yahûdî Filistin’e geldi. 1935’de 1.300.000’lik toplam nüfûsun 355.000’i yahûdiydi. Filistinli arablar 1936’da Nisan’dan Ekim’e kadar süren genel grev yaptılar. Liderleri sürgün edilen ve pek çok kayıp veren Filistinliler zayıf düşerek, 1937’de hareketlerini yavaşlattılar.
1937’de İngiltere, Filistin’in kurulacak bir Arab devletiyle İngiliz mandasında bir yahûdî devleti arasında paylaştırılmasını kararlaştırdı. Ancak ikinci Dünyâ savaşı öncesinde arablarla birlikte hareket etmek zorunda kalan İngiltere bu plândan vazgeçti. Yahûdî göçünü kısıtlayıcı bâzı tedbirler aldı. On yıl içinde bağımsız bir Filistin devletinin kurulacağını açıkladı. Bu tedbirler yahûdîlerin tepkisine yol açtı. İkinci Dünyâ savaşından sonra bir yahûdî devletinin kurulmasını isteyen Siyonist hareketin ve manda rejiminin yerine bağımsız bir Filistin devletinin geçmesini isteyen arabların baskısıyla karşılaştı. 1945 yılında bir İngiliz-Amerikan komitesi kurulduğu duyuruldu. Bu komite Filistin’e 100.000 yahûdînin hemen kabul edilmesini istedi. Bu sırada, merkezi Kâhire’de olan yüksek arab komitesi kuruldu. Bu zamana kadar Filistin mes’elesine bir çözüm getirilmediğini açıklayan İngiltere, konuyu Birleşmiş Milletler Cemiyeti’ne bıraktı. Birleşmiş Milletler genel kurulu, konuyla ilgili bir komisyon kurulmasını kararlaştırdı. Kurulan bu komisyonun üyelerinin çoğu, Filistin’de ekonomik yönden birbirine bağlı biri arab, diğeri yahûdî iki devletin kurulmasını istediler. Kudüs’ün milletlerarası bir statüde kalmasını isteyen bu plân, 29 Kasım 1947’de Birleşmiş Milletler genel kurulunca kabul edildi. Aynı plânın arab devletleri tarafından kabul edilmemesi üzerine, 1948’de arablar ile yahûdîler arasında çarpışmalar oldu. 14 Mayıs 1948’de İsrail Devleti’nin kurulduğu îlân edildi. İsrail Devleti’nin kuruluşundan sonra Arab-İsrâil savaşı patlak verdi. Savaş sona erince, Birleşmiş Milletler plânınca öngörülen arab devletlerinin arazisi İsrail ve Ürdün tarafından ilhak edilmişti. Gazze şeridini de Mısır işgal etmişti. Daha sonraki yıllarda devam eden gelişmeler Filistin mes’elesinin çıbanbaşı olarak kalmasını devam ettirdi.
Osmanlı Devleti hâkimiyetindeyken sulh, huzur ve refah içinde yaşayan Filistinliler, bugün geçmişte İngilizlerle birlikte hareket etmenin acı ve yüklü faturasını öderken; İngiltere, Osmanlı Devleti’ni parçalamak ve yıkmak suretiyle; Ortadoğunun, dolayısıyla dünyânın huzurunu bozmanın rahatlığı içindedir.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Büyük Türkiye Târihî; cild-7, sh. 206, cild-13, sh. 413
 2) Belgelerle Türk Târihi; sayı-17 sh. 49
 3) İkinci Abdülhamîd, Siyonistler ve Filistin Mes’elesi (M. Kemâl Öke, İstanbul-1981)
 4) Rehber Ansiklopedisi; cild-5, sh. 336 cild-6, sh. 35

KUTSAL EMANETLER


İslâm dîni ve târihi bakımından büyük önem taşıyan, Peygamber efendimiz ve diğer din büyüklerine âid bazı mübarek şahsî eşya ile hâtıralara verilen ad. İslâm târihinde, mukaddes emânetlerin toplanması ve muhafazası Peygamber efendimiz zamanında başladı. Eshâb-ı kirâm ihtimâm ve hürmetle Resûlullah efendimize âid hâtıraları muhafaza ettiler. Dört büyük halîfe devrinden sonra Emevî, sonra da Abbasî halîfeleri; Peygamber efendimizden, ümmehât-ı müsliminden (Peygamber efendimizin mübarek hanımlarından) ve Eshâb-ı kiramdan kalan her çeşit esyâ ve hâtıraların toplanmasına ve saklanmasına çok itinâ gösterdiler.
Emânât-ı mukaddesenin Osmanlı Devleti’ne intikâli (geçişi) Yavuz Sultan Selîm Han’ın 1517 târihinde Mısır’ı fethedip halîfe ünvânını aldığı sırada olmuştur. Yavuz Sultan Selîm Han, Kâhire’ye girdiği zaman, halîfe el-Mustansır billah’ın muhafazasında bulunan ve daha önce Bağdâd’dan Hülâgû’nun elinden kaçırılan Mukaddes emânetleri teslim aldı. Ayrıca Mekke-i mükerreme şerifi Ebü’l-Berekât’ın oğlu Ebû Numeyyâ ile gönderdiği mukaddes emânetleri de teslim alarak İstanbul’a gönderdi. Mısır’dan getirilen ve Suriye, Filistin, İran’dan toplanan diğer emânetler ve teberrükât eşyası da önce iç hazîneye kondu, sonra Hasodaya alındı. Hırka-i seâdet dâiresi kurulunca, bunların saklanması ve bakımları özel usûle bağlandı. Yavuz Sultan Selîm Han emânât-ı mukaddesenin muhafazasını kırklar diye bilinen Hasodalılara vermişti. Kırk kişiden meydana gelen Hasodalılar, Hırka-i seâdet dâiresinde nöbet tutar, burada devamlı Kur’ân-ı kerîm okurlardı.
Mukaddes emânetler arasında, Peygamber efendimize âid olan hâtıralar şunlardır:
1- Hırka-i seâdet: Mukaddes emânetlerin en mühimidir. Hâlen sultan Abdülazîz Han’ın yaptırdığı bir sandık içinde kıymetli kumaşlardan yapılı bohçalarla sarılı ayrı bir altın çekmecede muhâfaza edilmektedir. İçi krem renkli astarlı siyah yünlü bir kumaştan yapılmıştır. Hırka-i seâdet, Resûlullah efendimizin Ka’b bin Zuheyre hediye ettiği hırka olup, Kasîde-i bürde adıyla meşhur oldu. Her sene Ramazân-ı şerif ayının on beşinde pâdişâh tarafından ziyaret edilirdi. Hırka-ı seâdetin ziyaret edilmesi, husûsî bir merasimle icra olunurdu. Senede bir defa Ramazan ayının on beşinci gecesi dâire pâdişâha arz olmak üzere Hasodalılar tarafından ziyarete hazırlanır ve bu maksadla temizlenirdi. Pâdişâh, erkânı ile birlikte o gece dâireye gelir, tülbent ağası da, hizmetçilerle birlikte altmış kadar hiç kullanılmamış tülbent, sünger, gülsuyu dolu gümüş kapları buraya getirirdi. Silâhdâr ağa süngerlerden bir kaçını gül suyuna batırdıktan sonra pâdişâha verir, o da sandukanın bulunduğu gümüş şebekeyi bizzat silerek, temizlerdi. Bu sırada bütün hasoda erkânı temizliğe iştirak ederlerdi. Her yer pırıl pırıl temizlenerek ödağacı yakılmak suretiyle kokulandırılırdı. Ziyaret ertesi günü öğle namazından iki saat önce başlardı. Pâdişâhın dâireye gelmesiyle hasodalılar, Hırka-i seâdetin sandukasını yerinden alarak, altın kaplı sehpa üzerine yerleştirirlerdi. Pâdişâh sâdece kendinde bulunan altın anahtarla sandukayı açar, işlemeli atlas bohçadan Hırka-i seâdeti çıkarırdı. Ziyarete bu şekilde hazırlanan hırka, başta pâdişâh olmak üzere, davetliler, sağ omuzlarına koydukları tülbent üzerinden hırkayı öperlerdi. Böylece hırka zedelenmemiş olurdu. Hem de bu tülbentler ziyaretçilerde bir hâtıra olarak kalırdı. Merasim bitinceye kadar pâdişâh, sağında sadrâzam, solunda kızlarağası olmak üzere hırkanın başında beklerlerdi. Hasoada ağaları da merasim boyunca yüksek sesle Kur’ân-ı kerîm okurlardı.
Merasim bitince, pâdişâh tarafından Hırka yerine yerleştirilir. Sanduka kilitlenir ve vazifeliler tarafından yerine, gümüş şebeke içindeki sehpânın üzerine konularak gelecek senenin Ramazan’ına kadar açılmazdı.
2- Seyf-i Nebevi (Peygamber efendimizin kılıçları): İki tanesi Topkapı Sarayı’nda bulunmaktadır. Yer yer altın, birisi de kıymetli taşlarla süslüdür. Ayrıca Peygamber efendimize âid kamış cinsinden bir maddeden yapılan bir yay ile altın yaldızlı bir mahfazası vardır.
3- Nâme-i seâdet (Peygamber efendimizin mektûb-u şerifi);Peygamber efendimizin Mısır (Kıpt) hükümdarı Mukavkıs’ı İslâmiyet’e davet için yazdığı mektupdur. Deriden olup, on iki satır yazısı ve altında mühr-i şerîfi vardır.
4- Mühr-i seâdet.
5- Dendân-ı seâdet (Peygamber efendimizin mübarek dişi): Uhud muhârebesinde kırılan mübarek dişinin bir parçasıdır. Sultan Mehmed Reşâd tarafından yaptırılan taşlarla süslü altın bir mahfazada saklanmaktadır.
6- Lihye-i seâdet (Sakal-ı şerifleri): Hırka-i seâdet dâiresinde altmışa yakın Sakal-ı şerif bulunmaktadır. Bunlardan 24 kadarı altın ve kıymetli taşlarla süslü muhafazalarda veya sedef kakmalı kutularda saklanmaktadır.
7- Nakş-ı kadem-i şerif: Altından yapılmış bir kapak ve çerçeve içinde yer alan, üzerinde Peygamber efendimizin mübarek ayak izi olan taşdır. Eyyûb Sultan, sultan üçüncü Mustafa ve sultan birinci Abdülhamîd Han türbelerinde de bunlardan birer tane bulunmaktadır.
8- Sancak-i şerif: Hırka-i seâdet dâiresinde küçük bir sandıkta saklanan Ukab denilen siyah renkli sancaktır. Sonradan yeşil ipekten bir sancak yapılarak bunun üzerine sancak-ı şeriften parçalar dikilmiştir.
9- Teyemmüm taşı: Peygamber efendimizin teyemmüm ettiği yazılı taştır.
Bu mukaddes emânetlerden başka, Mûsâ ve Şuayb aleyhisselâma âid asâlar, Nûh aleyhisselâmın tenceresi, İbrâhim aleyhisselâmın kazanıı, Yûsuf aleyhisselâmın gömleği, Dâvûd aleyhisselâmın kılıcı da bulunmaktadır.
Teberrukât eşyası arasında da Kâbe-i muazzamanın altın oluğu, Hacer-i esved çerçevesi, Bâb-ı tövbenin bir kanadı, Makâm-ı İbrâhim’in gümüş kapağı v.b. yer almaktadır. Bunlar, Kâbe-i muazzamadaki mukaddes makamların Osmanlı sultanlarınca zaman zaman tamir edilmesi sırasında teberrüken gönderilmesi suretiyle bir araya toplanmıştır. Ayrıca Kabe’nin anahtar ve kilitleri, hazret-i Osman, hazret-i Ali ve diğer din büyüklerine âid olan Kur’ân-ı kerimler, cüzler, oklar, yaylar, kılıçlar, taç, hırka, sarık, tesbih ve bayraklardır.
Osmanlı Devleti’nde Emânât-ı mukaddese ile ilgili bâzı merasimler düzenlendi. Hırka-i seâdet ziyaretinden başka Sancak-ı şerif çıkış ve giriş alayları, Miftah alayları bunlardandır.
Miftah alayı: Osmanlı Devleti’nde her sene yenilenen Kabe örtüleri Mekke’ye gönderilince, eskileri Hırka-i seâdet dâiresine getirilir ve Emânât-ı mukaddese arasına alınırdı. Ayrıca, Kadem-i şerif, kılıçlar v.s. gibi eşyalar da bunlar arasında yer alır ve bunların İstanbul’a getirilişinde Miftah alayı denen merasim yapılırdı. Osmanlı sultanları, Hâdim-ül-haremeyn-iş-şerîfeyn ünvânını aldıkları günden beri, Kabe örtüsünün hazırlanması, Mısır vâli ve kâdılarına bırakılmışken, ilk defa sultan birinci Ahmed Han, 1610 târihinde bu örtülerin İstanbul sanatkârlarınca hazırlanması ve eskilerinin de İstanbul’a getirilmesi için ferman çıkartmıştı. Böylece Osmanlı saray teşrifatına yeni bir merasim daha eklenmiş oldu. İstanbul’da ilk Miftah alayı. 1613 târihinde Kâbe-i muazzamanın tamiri üzerine gerek Mekke ve gerek Medine’den getirilen müteberrikât eşyası münâsebetiyle yapıldı.
Müteberrikât eşyası şehre yaklaştığında, bütün dîvân mensubları, âlimler karşı çıkarak duâ ve tekbirlerle Hırka-ı seâdet önüne getirilir; pâdişâhın huzurunda muhafazadan çıkartılarak her biri ayrılan yerlere konurdu. Merasime katılanlara hil’atler giydirilirdi. İlk Miftah alayında getirilen eşya arasında; Peygamber efendimizin yayı, hazret-i Ebû Bekr’in kılıcı ile seccadesi, Çihâr-yâr-i güzînin (Dört büyük halîfenin) kılıçları, Eshâb-ı kiramdan Muâz bin Cebel, Şurahbil bin Hasene ve Ebû Talhâ’nın kılıcı ile Kabe’nin değiştirilen örtüleri, eskiyen mizâbı (oluğu) ve ayrıca Hasan Paşa’nın Kâbe kerestesinin sağlam parçalarından, Sultan Ahmed için yaptırdığı bir de asâ vardı. Bu merasimde, Kâbe mizâbından (oluğundan) su akıtılmış ve bu su ibriklere doldurularak hastalara şifâ olarak dağıtılmıştır. Miftah alaylarından bir diğeri de yine Mekke’den getirilen Kadem-i şerif için yapılıp, sultan birinci Mahmûd Han tarafından Eyyûb Câmii’nde hazırlatılan yerine konulmuştur.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Osmanlı Târihi Deyimleri; cild-1, sh. 524
 2) Topkapı Palace; sh. 273
 3) Rehber Ansiklopedisi; cild-5, sh. 95
 4) Osmanlı Devleti’nin Saray Teşkilâtı; sh. 32, 250, 32