14 Aralık 2019 Cumartesi

AKABE MESELESİ


İngiltere’nin Osmanlı Devleti’ne karşı çıkardığı siyâsî bir anlaşmazlık. Akabe, Kızıldeniz’in kuzey-doğusunda ve Akabe körfezi ucunda bir kasabadır. Akabe mes’elesi İkinci Abdülhamîd Han zamanında 1906’da ortaya çıktı.
Pâdişâh’ın İslâm ülkelerindeki nüfuzu, müslümanların en büyük ve en sinsî düşmanı olan İngiltere’yi çok endişelendiriyordu. Çünkü, sömürdüğü topraklarda yaşayan insanların ekserisi müslüman idi. Bu bakımdan sömürgelerine ve diğer zulümlerine son verilmesinden endişeli idi. Tek Çâre Osmanlı sultânının nüfuzunu sarsmak ve Osmanlı Devleti’ne bağlı bölgelerde isyân çıkarmayı planlamaktı. Bu iş için en müsait bölge olarak Arab yarımadası ve burada yaşayan halkı görüyordu. Çünkü bir kısım Arabları bazı hâinlerin yardımıyla ifsâd etmişti. Burayı Osmanlı hâkimiyetinden ayırmak, Arab âlemini Osmanlı’ya karşı ayaklandırmak, halîfe-i müslimîne karşı önemli bir darbe olacaktı. Casuslarını ve diğer güçlerini bu uğurda seferber etti. Bu çılgın mücâdelenin en can alıcı noktaları Arab yarımadasının iki tarafında bulunuyordu. Biri Basra körfezinin kuzeyindeki Kuveyt limanı, diğeri de Kızıldeniz’in kuzeydoğusundaki Akabe körfezinin yukarı ucunda bulunan Akabe kalesi idi. Abdülhamîd Han, bu iki noktadan birincisinde İslâm âlemini Hindistan’a kadar birbirine bağlayan Bağdâd demiryolunu, ikincisinde de Hicaz demiryolunu yaptırdı. Hicaz demiryolu da Akabe körfezi vasıtasıyla Kızıldeniz’e doğru bir kapı durumunda idi. Bu iki mühim noktadan birincisinde İngilizlerin Osmanlı’ya karşı mücâdelesi mahallî idarecileri desteklemek suretiyle, ikincisinde ise doğrudan doğruya oldu.
Abdülhamîd Han, Hicaz demiryolunu yaptırırken, emniyeti bakımından yolun denizle temas eden noktasını kontrol altında tutmak için Akabe kalesine Rüşdî Paşa komutasında iki tabur asker gönderdi (15 Şubat 1906). Hindistan yolunu ve oradaki sömürgelerini emniyet altına almak için 1882 yılında Mısır’ı işgal eden İngilizler ise, Akabe kalesinin Osmanlı kontrolünde olmasını protesto ederek, harp tehdîdine baş vurup boşalttırmak istediler. Hattâ ültimatomun peşinden Akabe körfezine bir de savaş gemisi gönderdiler. İngiltere, verdiği ültimatomda, on gün içinde Sina yarımadasının boşaltılmasını istiyordu. Abdülhamîd Han ise, bu ültimatoma karşı İngiltere’nin Mısır üzerinde bir hakkı bulunmadığını, işgalinin kanunsuz olduğunu belirterek, yeni sınırın sâdece Türk ve Mısır subaylarından meydana gelen bir komisyon tarafından tesbit edilebileceğini bildirdi. Abdülhamîd Han’ın bu cesûrâne hareketi, İslâm âleminde büyük te’sir uyandırdı. İngilizler de halîfe-i müslimînin üzerine daha fazla varmayı menfeatlerine ters buldular. Netîcede Mısır ve Osmanlı subaylarından kurulan komisyon sekiz maddelik bir protokol tesbit etti. Buna göre, sınır, Akabe körfezinin batısındaki Tâbe’den başlayıp Akdeniz sahilindeki el-Ariş’e kadar uzanıyordu. Böylece Akabe, Osmanlı Devleti’ne kaldı.
Menfeat sebebiyle devamlı karşı karşıya gelen Avrupa devletleri arasında, yirminci asrın başında bir gruplaşma başlamıştı. İngiltere, Fransa ve Rusya üçlü bir ittifak kurmuşlar; bunlara karşı da Almanya, Avusturya ve İtalya birleşerek üçlü bir ittifak içine girmişlerdi. Bütün bunlar yakında bir cihân harbinin yapılacağını hissettiriyordu. Abdülhamîd Han ise, devletini bu gruplaşmaların dışında tutuyor sâdece İngilizlere karşı Almanlara biraz güler yüz gösteriyordu.
Sultan İkinci Abdülhamîd Han’ın üstün siyâseti karşısında, İngilizlerin İslâm memleketlerinde sürdürmek istedikleri emperyalizm, Akabe Mes’elesinde başarıya ulaşamadı. Ancak İngilizlerin faaliyetleri ile asrın en siyâsî pâdişâhı iç ve dış düşmanlarının her türlü hücumlarına mâruz kaldı ve tahttan indirildi (Bkz. Abdülhamîd Han-ll). Abdülhamîd Han’ın iş başından uzaklaştırılması ile Osmanlı Devleti’nin başına geçen idareciler, memleketi hızla parçalanmaya sürüklediler. Balkan harbinin peşinden Birinci dünyâ harbine girdiler, İngilizler de, Osmanlı’nın savaşa girmesini fırsat bilip, 3 Kasım 1914’de Akabe kale ve limanını topa tutarak şehri işgal etti.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) İstiklâl ve Hürriyet Mücâdeleleri Târihi; cild-16, sh. 9057
 2) Büyük Türkiye Târihi; cild-7, sh. 205
 3) Îzahlı Osmanlı Târihi Kronolojisi; cild-4, sh. 35
 4) Eshâb-ı Kiram; sh. 296
 5) Peygamber Gölgesinde Son Türkler; sh. 129, 131
 6) Es-Sultan Abdülhamîd-i Sânî (Orhan Muhammed Ali); sh. 266

12 Aralık 2019 Perşembe

TIMAR



Osmanlı Devleti’nin, geçimlerine ve hizmetlerine âid masrafları karşılamak üzere bir kısım asker ve me’murlara; muayyen bölgelerde kendi nâm ve hesaplarına tahsîl selâhiyeti ile birlikte tahsis etmiş olduğu vergi kaynaklarına verilen umûmi isim. Bu sistemde arazî, tımar verilen kimsenin mülkü değildir. Tımar sahibi (sâhib-i arz), arazîyi, reâyaya (vergi vermekle mükellef olan vatandaşa) işletmek üzere verir, mahsûlden ve reâyanın şahsından devletin alacağı vergileri toplar.
Tımar müessesesi (eski İslâm devletlerinde kullanılan ismiyle iktâ); sünnet, icmâ ve hulefâ-i râşidînin tatbîkatıyla sabittir. Nitekim Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem, önce Selît’e (radıyallahü anh), hicretin yedinci yılında da Yemâmeli Mucâa’ya (radıyallahü anh) bir miktar arazi verip, şöyle bir belge yazdırdı: “Bismillâhirrahmânirrahîm. Bu mektup Allah’ın Resulü tarafından Mucâa bin Mürre bin Sülmâ adına yazılmıştır. Ben sana iktâ yoluyla; Gurâbe, Sülmâ ve Rübel arazilerini verdim. Biri çıkıp delîl ile sana galip gelmek isterse bu senedi gösterirsin.” Hazret-i Ebû Bekr, hazret-i Ömer ve hazret-i Osman da halîfelikleri zamanında bu sahâbîye iktâlar vermişlerdir.
İktâ sistemi, Emevîler ve Abbasîler devrinde de devam edip, fethedilen topraklar, çeşitli şahıslara verildi. Abbasîler zamanında askerî hizmetlerin Türkler eline geçmesinden sonra, Türk kumandanlar, maiyyetlerindeki askerlerin masraflarına karşılık, kendilerine iktâ olarak verilen yerlerin gelirlerini topladılar. İktânın bu şekilde askerî bir mâhiyet almasından sonra bu sistem diğer İslâm memleketlerinde de kullanıldı. Gazneliler ve Büveyhîlerde asker maaşlı olmasına rağmen, maaş verilemediği zamanlar kumandanlar, muayyen bir mıntıkanın devlete âid vergilerini toplamakla vazifelendirilirler; topladıkları vergiler de senelik olarak kendilerine tahsis edilirdi. Selçuklular, sistemi geliştirip bundan farklı bir iktâ usûlü ortaya koydular. İdareleri altındaki yerlerde, mal toplayıp dağıtmak ve maaş vermek yerine, bir veya bir kaç köyü askere iktâ olarak verdiler. Yâni ilgili köylerdeki halkın devlete vereceği vergiler o mıntıkadaki askere tahsis edildi. İktâ şekli ve esasları zamanla devletin her tarafına yerleşti. İktâ sistemi vasıtasıyla halk ile devlet arasında askerî ve idarî kadrolaşma meydana geldi. Fakat kumandanlara iktâ olarak verilen büyük arazilerde, toplu askerî güçler meydâna gelmesinin devlete zararlı olacağı düşünüldüğünden, Türkiye Selçuklularında iktâ arazileri küçültülerek daha çok kişiye verildi.
Türkiye Selçuklu Devleti’nin yıkılmasından sonra kurulan Osmanlı Devleti’nde, iktâ usûlünün daha gelişmiş bir şekli olan ve tımar adı verilen sistemin uygulanmasına, Osman Gâzi’nin fetihleriyle başlandı. Fethettiği araziyi tımar olarak askerlerine dağıtan Osman Gâzi, Karacahisar’ı da oğlu Orhan Gâzi’ye verdi ve; “Tımarların sebepsiz yere sahiplerinden geri alınmaması, tımar sahibinin ölümü hâlinde arazinin bu kimsenin oğluna intikâl etmesi ve oğul küçükse, hizmet edecek yaşa gelinceye kadar onun yerine hizmetkârlarının sefere gitmesi” gibi şartlar koydu. Orhan Gâzi zamanında da bir takım kumandanlar sınıra yerleştirilerek kendilerine tımar verildi. Rumeli fütûhatı başladıktan sonra Gelibolu havalisi Yâkub Ece ile Gâzi Fazıl’a verilerek tımar sistemi Trakya’da uygulanmaya başlandı.
Tımar sistemi ilkteşkîlâtlanma safhasını Murâd-ı Hüdâvendigâr Han zamanında tamamladı. Birinci Murâd Hân, Rumeli beylerbeyi Tîmûrtaş Paşa’nın yardımıyla tımarları tanzim etti. Anadolu’da yaşayan bir kısım Türk aşiretlerini Rumeli’ne nakledip, bölgede tımar teşkilâtının iyice yayılmasını sağladı. Yıldırım Bâyezîd Han’ın Ankara’da Timur Han’a yenilmesinden sonra Osmanlı Devleti’nde toparlanma gayretleri sebebiyle teşkilâtlanma çalışmaları yavaşladı. Fâtih Sultan Mehmed Han, İstanbul’un fethinden sonra ihtiyâçların artması doğrultusunda devlet teşkilâtını tanzim etmek ve bu arada tımar sistemini geliştirmek için yeni kânunlar çıkardı. İkinci Bâyezîd ve Yavuz Sultan Selim Han zamanlarında tımar teşkilâtında büyük bir yenilik yapılmadı. Bu devrelerde tımar sistemi mükemmel bir şekilde işleyerek, 1514 yılında sipahilerin mikdârı, cebelüleri ile birlikte 140.000 kişiyi buldu. Yavuz Sultan Seltm Han Suriye’yi fethettiği zaman, bu ülkenin topraklarının büyük bir kısmını dirlik (tımar) olarak dağıttı.
Tımar teşkilâtı gelişiminin zirvesine Kânûnî Sultan Süleymân Han zamanında ulaştı. Kânûnî, mîrî arazi ve tımar sistemine âid hukuku belirleyen kânunlar koydu. Beylerbeyilerinin tımar verme haklarını da sınırlayarak tezkereli ve tezkeresiz tımar ayrımını ortaya çıkardı. Kânûnî Sultan Süleymân Han’ın yaptığı düzenlemeler sonunda tımarlı sipahilerin ve cebelülerin mikdârı 200.000’e kadar çıktı.
Osmanlı Devleti’nde tımar sahibi, sâhib-i arz ismini de taşımış olmasına rağmen ne tımarı dahilindeki toprakların, ne de bu toprakları işleyen köylünün toprak sahibine veya devlete vermekle mükellef bulunduğu hak ve resimlerin mülkiyetine sahip değildi. Ancak muayyen hizmetleri yaptığı müddetçe, devlete âid çeşitli vergileri kendi nâm ve hesabına toplamak hakkından faydalanabiliyordu. Bu hak görülen vazifeye bağlı bir maaş mâhiyetinde olup, tımar sahibinin mülkiyetine giren ve bu sıfatla satılması, vakfedilmesi veya miras olarak vârislerine bırakılabilmesi mümkün olan bir gelir-mülk durumunda değildi. Gerçi tımar sahibinin ölümü hâlinde devlet, sipahinin hizmete yarar evlâdlarından bir veya bir kaçına tımar vermeyi prensip olarak kabul etmiş bulunuyordu. Fakat bu şekilde sipahinin çocuklarına verilen tımar, ölen babanın tımarı olmadığı gibi, kıymet îtibâriyle de aynı değildi.
Sipâhî tımarının kılıç tâbir edilen ve sipahilik hizmetine giren herkes için bir başlangıç kadro maaşı olarak kabul edilen çekirdek kısmı vardı. Bu kısmın, sipahinin, zamanla göstereceği yararlıklara göre yapılacak Terakkî zamlarıyla büyümesi mümkündü. Fakat sipahinin ölümü hâlinde oğullarına babalarının tımarının ancak kılıç (çekirdek) kısmı verilebilir ve bu başlangıç gelirine vaktiyle diğer tımarlara dâhil yerlerin gelirlerinden çıkarılan, hisseler hâlinde yapılmış olan zamlar geri alınırdı. Böylece yararlılığı görülen tımar sahiplerine yapılan zamlar bu suretle açığa çıkmış olan gelirlerden te’min edilirdi. Bu uygulama ile tımar arazisinin zamanla türlü fırsatlardan faydalanılarak büyütülmüş olan şekilleriyle bir aile mülkü hâlinde nesiller boyunca aynı soydan gelen kimseler elinde kalması önlenirdi. Has ve zeamet şeklindeki büyük tımarlar ise, kişi yerine makama verilirdi. Bunların sahipleri olan vezir ve beyler sık sık değişmekte olduğundan, değişen sahiplerinin bu tımarlarla ailevî bir münâsebet ve yakın bir alâka te’sis etmeleri imkânsızdı.
Her tımar sahibinin bir kılıç yerine tâyin edilmiş olması lâzımdı. Babalarının tımarı müşterek bir beratla iki kardeşe verilme hâlleri hâriç, bir kılıç yerine iki kişi tâyin edilemezdi. Daha büyük bir tımar vücûda getirmek için iki kılıç yeri bir kişiye verilmez, bu suretle tımar kadrolarında daraltma yapılamazdı.
Hayatta olan tımar sahiplerinin oğullarına dirlik verilmesi âdet değildi. Ama ihtiyarlık veya hastalık sebebiyle hizmet kudreti kalmayan sipâhî, yetişmiş ve hizmete yarar oğluna tımarını devredebilirdi. Bu takdirde de tımarın ancak kılıç kısmı oğula intikâl ederdi. Yalnız atadan ve dededen ocak ve kadîm-i yurt (eski yurt) olan mülk tımarlar istisna teşkil eder, bunların bütünlüğü bozulmazdı.
Babasının ölümü ile tımar sahibi olmaya hak kazanan bir çocuk, sefere gidebilecek yaşa geldiği hâlde, yedi yıl tımar talebinde bulunmazsa, her türlü hakkını kaybetmiş olurdu. Babaları tımarından kendilerine tımar verilmiş olan sipahi oğulları eskiden on yaşına gelinceye kadar sefer zamanı yerlerine bir cebelü gönderebilir ve ancak on yaşından sonra bizzat kendilerinin gelmesi îcâbederken, seferlerin uzaklarda yapılmaya başlanmasıyla bu yaş haddi on altıya çıkarılmıştı.
Devamlı bir şekilde yedi sene tımar talebinde bulunmak maksadıyla seferlere gitmeyen veya aynı maksatla İstanbul’a veya beylerbeyi kapısına başvurmayan sipâhîzâdeler veya sipâhî mâzulleri (sipahilikten azledilenler), serbest meslek sahibi kabul edilerek deftere, reâyâ (vergi veren vatandaş) yazılırlar ve bundan sonra; “Evvelden sipâhî idim, elimde beratım vardır” diye iddialarda bulunmaları da fayda vermezdi. Buna mukabil bu müddet içinde her zaman bir hizmet kabul etmeye hazır bulunmalarına rağmen, henüz bir tımara sâhib olmamış olan sipâhîzâdelerle, tekaüde ayrılmış ve azledilmiş sipâhîler, aradan ne kadar zaman geçmiş bulunursa bulunsun, dâima sınıflarının imtiyazı icâbı husûsî bir muameleye tâbi tutulmaktaydılar. Meselâ bu gibiler râiyyet rüsumu tâbir edilen çift ve bennak vergileriyle, koyun ve avârız vergilerinden muaftılar. Yalnızca ekip biçtikleri yerlerin öşrünü verirler ve istedikleri zaman zirâatı terketmek hürriyetine sahip bulunurlardı.
Elindeki tımar beratıyla herhangi bir köyden isimleri belirli şahısların öşrünün, çift akçesinin, bağ, bostan ve değirmen resimlerinin vs. tahsîli hakkı kendisine tahsis edilmiş bulunan ve bunlara karşılık bütün masrafları kendisine âid olmak üzere silâhları ve adamlarıyla seferlere katılma gibi ağır mâli bir yük altına girmiş olan sipahilerin de, o köy halkından bir kısmının kendi keyf ve arzularına göre istihsal faaliyetlerini azaltmalarına, çiftliği bırakıp başka bir işle meşgul olmak için köyünü terketmesine mâni olabilme imkânına sahiptiler. Bu suretle, mühim bir kısmı tımar sistemine dayanan bir devlet mâliyesine sâhib olan Osmanlı Devleti, vergi mükellefi olan reâyayı, bulunduğu yere ve mesleğe bağlamak prensibini kabule kendini mecbur hissetmişti. Çünkü tımar kayıtlarında da belirtildiği gibi, tımar sahiplerine terkedilmiş olan vergi gelirleri, herhangi bir bölgenin bütünüyle ve götürü olarak hesaplanmış bir vergisi olmayıp, sipahinin beratindeki akçe yekününü tutturabilmek için iyice hesaplanıp nev’i ve mikdârı belirtilmiş olan bir gelirdir. Bu itibârla mevcut kabul edilmiş olan hâsılat rakamlarının herhangi bir kısmında meydana gelebilecek bir noksanlık, sipahinin gelirinde bir azalmaya sebeb olacaktır. Bu yüzden reâyanın, otuz-kırk senede bir yapılmakta olan vergi ve arazi tahrirleri esnasında kendi üzerlerine kaydedilmiş olan toprakların işlenmesinden mes’ûl tutulması mecburiydi.
Tımar kanunnâmesine göre elinde bir çiftlik yeri olan reâyanın her sene Bursa müddiyle dört müd ekin ekmesi gerekirdi. Hiç ekmediği yıl için süvarisine bedel-i öşr olarak elli akçe öder, iki müd ekmiş olursa tazminatın mikdârı yirmi beş akçeye düşerdi. Bu rakamlara ayrıca yirmi iki akçelik bir çift resminin de ilâve edilmesi lâzımdı. Çift bozan resmi yahut levendlik akçesi adı ile bilinen ve on dokuzuncu asır başlarına kadar devam eden bu mükellefiyetin, çiftini bozup terk eden reâyanın tımar sahibine ödemesi lâzım gelen ve âşâr (öşürler) vergisi ve resimlerin bir tazmini mânâsını taşırdı. Elinde kâfi mikdarda toprağı olduğu hâlde, bu toprağı terkedip başka bir sipahinin tımarında çalışan veya arabacılık, gemicilik, balıkçılık, ırgatçılık, ticâret vs. gibi bir geçim yolu seçmiş bulunan reâyâyı tımar sahibi mahkeme kararıyla göçürüp işinin başına dönmeye mecbur edebilir, fakat bu hususta ayrılış târihinden itibaren on senenin geçmemiş olması gerekirdi. On seneden sonraki devreler içinde çift bozan reâyâ geri dönmeye zorlanamazdı. Buna karşılık, reâyâ, dört Bursa müdü tohum ektikten sonra serbest kalır, istediği işle meşgul olabilirdi. Etinde hiç toprağı bulunmayanlar için veyahut terkettikleri topraklar boş bırakılmayıp başkası tarafından işlenerek öşür ve resmi edâ edildiği takdirde, çiftbozan tazminatı bahis mevzuu edilemez, yalnız Çift resmi ve benzeri vergileri ödeme mükellefiyeti devam ederdi. Hastalıktan, yoksulluktan veya ihtiyarlıktan dolayı âciz kaltp çiftini bozanlardan çift resmi ve çift bozan tazminatı istenemezdi. Nitekim ciddî bir mâni bulunmadığı hâllerde üst üste üç yıl ekilmeyen topraklara tımar sahibinin el koyup tapuyla başkalarına vermek hakkına sâhib bulunması da, sipahinin beratına yazılı gelir mikdarının korunması için alınmış bir tedbirdi.
Tımar sahiplerinin beratlarında kendileri için gelir kaynağı olarak kaydedilmiş olan vergileri tamam olarak tahsîl edebilmeleri için, çiftbozan tazminatı hükümlerine benzer selâhiyetlerini bâzı hâllerde değirmen ve koyun sahipleri ve pirinç zırâati sahaları içinde kullanmaları mümkündü. Meselâ vergisi defterde sipahiye bir gelir kaynağı olarak kaydedilmiş olan bir değirmenin sahibi, harâb olan değirmenini terketmek istediğinde, değirmen hakkını sipahiye ödemeye mecbur tutulmaktaydı. Sahibinin işletmeye devama niyet ve kudreti bulunmayan değirmen, kâdı vasıtasıyla tamir edilir ve işletme yükünü üzerine alacak birine sattırılırdı. Bunun gibi sipahinin defterinde isimleri yazılı bulunan koyun sahipleri de ciddî bir sebep bulunmadan koyunlarını elden çıkarıp sipâhîyi bu haklarından mahrum bırakamazlardı.
Tımar her ne kadar belli bir hizmet karşılığında tımar sahibinin devlete âid vergileri kendi hesabına toplaması demekse de, tımarların nevilerine göre tımar sahibinin devlete karşı olan mükellefiyetleri değişmektedir. Devlete karşı olan mükellefiyetleri açısından, tımarları beş kısımda incelenebilir.

1- Arazinin mülk olarak verilip verilmediğine göre:

a) Mülk Tımarlar: Bu tür tımarlarda devlet, türlü hak ve resimleri toplama yetkisini tımar sahibine bütün hayâtı boyunca ve ölümünden sonra da mirasçıları tarafından tam bir mülk olarak tasarruf edilebilecek bir gelir hâlinde bırakmış bulunmaktadır. Bu gibi haklar vaktiyle devletten bir mülk olarak satın alınmış yahut fevkalâde durumlarda bir hizmete bağlı olmayarak bağışlanmış serbest mülkler olduğu hâlde zamanla devlet tarafından askerî hizmet şartı koyulmuştur. Mülk tımarların sahipleri sefere bizzat gitmek veya mükemmel silâhlanmış bir mikdâr asker (cebelü) göndermek mecburiyetindedirler. Bu gibi hizmetlerin yerine getirildiği müddetçe devlet mülk tımarlara el koymamıştır. Eğer bu tip tımar sahipleri sefere bizzat gelmezler veya yerlerine cebelü göndermezlerse, diğer tımarlar gibi dirlikleri ellerinden alınıp bir başkasına verilmez, sâdece tımarın bir yıllık gelirine devlet tarafından el konulurdu. Sahipleri ölünce de bu tip tımarlar bütünüyle erkek evlâda verilir, erkek evlâd olmadığı takdirde ise erkek veya kadın diğer mirasçılara intikâl ederdi. Onlar da hisseleri nisbetinde gönderilecek cebelülerin masraflarına iştirak ederlerdi. Bu gibi tımarlar, sahipleri tarafından sefere gitmek veya cebelü göndermek mükellefiyetiyle beraber, diğer mülkler gibi serbestçe alınıp satılabilir, aynı mükellefiyetle beraber olmak şartıyla vakfedilmeleri de mümkün olurdu.
b) Mülk olmayan tımarlar: Bu tip tımarlar ise hizmet karşılığı tımarın gelirlerinin bir kısmının tahsisi suretiyle verilen tımarlardır ki, Osmanlı Devleti’nde tımarların çoğu bu türdendi. Bunlar tımar sahibine mülk olarak verilmediğinden satılamaz, vakfedilemez, mîras bırakılamazdı.

2- Arazinin Gelirine Göre:

a) Has: Senelik geliri yüz bin akçe ve daha fazla olan tımarlara denirdi. Pâdişâha verilenler havass-ı hümâyûn adını taşırdı. Haslar, pâdişâhdan başka hânedâna mensup kişilere, vezirlere, beylerbeylerine, sancakbeylerine, defterdârlara vs. verilirdi. Pâdişâh ve hânedâna mensup olmayanlara verilen haslar makama mahsus olduğundan, vazifede bulundukları süre içinde kendilerine aitti. Azillerinde veya ölümleri hâlinde bu dirliği kaybederlerdi.
Fâtih Kânunnâmesi’ne göre devlet ricali içinde an fazla senelik gelire sâhib olan has, bir milyon iki yüz bin akçe ile vezîriâzamınki idi. Beylerbeylerine ise, bir milyon ile bir milyon iki yüz bin akçe arasında has veriliyordu. Defterdâra da has verilirse bunun altı yüz bin akçelik olması kânun icâbıydı.
Haslar, Voyvoda denilen kimseler vasıtasıyla idare edilirdi. Has olarak verilen yerin öşür ve diğer resimleri has sahibine âid olup, köylü zirâat yapmazsa toprak elinden alınarak bir başkasına verilirdi. Has sahibi gelirlerinin her beş bin akçesi için devlete bir cebelü adı verilen atlı, zırhlı ve silâhlı bir asker beslemek zorundaydı. Nitekim on beşinci yüzyılda Anadolu eyâletinde (Hüdâvendigâr/Bursa, Biga, Karesi, Menteşe, Teke, Kütahya, Alâiye, Karahisarısâhib, Sultanönü ve Hamid livaları) başta pâdişâh hasları olmak üzere diğer bâzı devlet adamlarına âid hasların geliri toplam 41.052.010 akçe idi ki, 8.210 cebelü beslenmekteydi. Aynı şekilde Rum eyâletinin (Amasya, Çorum, Tokat, Sivas, Şarkikarahisar livaları) toplam has geliri 5. 627. 861 akçe idi ki, bu mikdar da 1.125 cebelü beslenmesi demekti.
b) Zeamet: Senelik geliri yirmi bin akçeden yüz bin akçeye kadar olan dirliğe denirdi. Zeametler, eyâlet merkezlerinde bulunan hazîne ve tımar defterdârlarına, zeamet kethüdalarına, sancaklardaki alay beylerine; kale dizdarlarına, kapucu başılarına, dîvân kâtiplerine, defterhâne ve hazîne-i âmire kâtiplerine verilirdi. Ayrıca tımar sahipleri büyük hizmetlerde bulunduktan zaman, Terakkî (zam) alarak zeamet sahibi (zâim) olabilirdi. Zâimler hayatta oldukları müddetçe ellerinden alınmazdı. Zâimler de haslardaki gibi ilk beş bin akçesi hâriç, sonraki her beş bin akçe gelir için bir cebelü beslemek mecbûriyetindeydiler. Zeametlerin elli bin akçeden yukarı olanlarına ağır zeamet adı verilirdi.
Bir kişiye verilen zeamet, o kişi öldüğü yâni zeamet boş kaldığı zaman tekrar başka bir kişiye zeamet olarak verilir ve o yer bölünmezdi. Meselâ 25.000 akçelik bir zeamet yine aynı mikdarda olmak üzere başkasına verilirdi. Bu tür zeametlere tezkereli zeamet adı verilirdi. Bunun dışında, aslında tımarken, alıman Terakkîlerle zeamet olan yerler sahibi öldüğü zaman başkalarına, toprak geliri bölünerek tımar olarak verilirdi. Osmanlı Devleti’nde 1520-1535 târihleri arasında Anadolu eyâletinde 195, Rumeli eyâletinde ise 384 zeamet vardı.
Zeamet sahipleri zeâmetlerindeki vergileri bütünüyle kendileri alır, sancakbeyi ve subaşılar müdâhale edemezlerdi. Savaş zamanlarında cebelüleriyle birlikte sancak beylerinin kumandası altında sefere iştirak ederlerdi. Savaş olmadığı anda ise, kimseye bağlı olmazlar, hattâ toprakları içindeki suçluları kendileri yakalarlar, başkaları karışamazdı. Zeametin bâzan bir kaç kişiye müşterek olarak verildiği de olurdu.
c) Tımar: Senelik geliri iki bin akçeden başlıyarak yirmi bin akçeye kadar olan dirliğe tımar ismi verilmiştir. Tımar sahipleri senelik gelirden kılıç adı verilen muayyen bir kısmın ayrılmasından sonra geriye kalan gelirin her 3.000 akçesi için bir cebelü beslemeye mecburdular. Kılıç bedeli, sipâhînin kendi aylığına karşılıktır. Kılıç bedelinin mikdârı illere ve tımarların tezkereli veya tezkeresiz oluşuna göre 2.000, 3.000, 6.000 akçe arasında değişirdi. Herhangi bir gelir kademesinde bulunan sipâhînin harbe katılmak için getirmesi lâzım gelen silâhlarla zırh ve çadırların nevi, beraberinde gelecek cebelü tâbir edilen yardımcı silâh arkadaşlarının adedi ve teçhizatı bütün teferruatıyla tesbit edilmiş bulunmaktaydı. Harbe girmeden evvel beylerbeyi tarafından bu bakımdan sıkı bir teftişe tâbi tutularak kusurlu görülen sipahilerin ellerinden tımarı alınıyordu. Orduların harpten evvelki toplanma yerlerinde teçhizatın gözden geçirilmesiyle birlikte, türlü silâhların kullanılma tâlimleri ve bu arada bilhassa yeni çağlarda ehemmiyet kazanmış olan tabanca kullanan sipahilere at sırtında seyir hâlinde silâhlarını sür’atle doldurup boşaltma tâlimleri yaptırıldığı da görülmekteydi.
Tımar sahipleri ölünce tımarının kılıç kısmı oğluna veya oğullarına müşterek tımar olarak verilir, diğer kısmı Terakkî sağlayan tımar sahiplerine dağıtılırdı. Cephede ölen tımar sahibinin oğluna, yatakta ölen tımar sahibinin oğluna verilenden daha büyük dirlik verilmesi de kânunda açıkça belirtilmişti.

3- Tımar Sahiplerinin Gördükleri İşlere Göre

a) Eşkinci tımarları: Bunların sahipleri harp zamanında alay beyinin kumandası altında cebelüleriyle birlikte bilfiil sefere gitmekle mükelleftiler. Osmanlı tımarlarının ekserisi bu türdendi.
b) Mustahfız tımarları: Şunlar kale askerlerine verilirdi. Bu tımarların sahipleri mensub oldukları kalenin müdâfaası ile mükelleftiler. Aslında askerî olmakla birlikte bu tür tımarlar kale komutanlarına ve kaledeki görevli askerlerle her türlü hizmetlilere verilirdi.
c) Hadere (Hizmet) tımarları: Bu tımar sahipleri saraya ve dînî kurumlara belli hizmetlerde bulunmakla mükelleftiler. Bu tımarların sayısı çok azdır. Osmanlı Devleti’nin ilk zamanlarında sipahilerin yanında, harp adamı olmayan tımar sahiplerine de rastlanmaktaydı. Meselâ Bosna’daki kalelerin tâmiriyle vazifeli yetmiş-seksen kişilik bir duvarcı ustası topluluğunun başında bulunan mimârın geçimi, bu civarda tasarrufunda bulunan bir tımarın mahsûlüyle te’min edilmekteydi. Yine, 1471 yılında Rumeli’de Tırhala livasının Fener nahiyesinde Kılıççı Ali Usta’nın sefer yıllarında hazîneye kılıç vermek taahhüdü karşılığında bir tımara sâhib olduğu görülür. Bâzı hudud bölgelerindeki kalelerin imâmları da, ulufe veya vakıf gelirinden maaş alacakları yerde tımar tasarruf etmekteydiler. Yine ilk devirlerde kâdıların geçimlerini te’min için de kendilerine tımar şeklinde arazi gelirleri tahsis edilmişti. Tımarları karşılığı donatacakları gemilerle donanmada hizmet gören kaptanlar da mevcuttu.

4- Veriliş Şekillerine Göre

Kânûnî Sultan Süleymân Han devrine gelinceye kadar, ölmüş olan tımar sahiplerinin oğluna beylerbeyi tarafından tımar veriliyordu. Fakat 1530’da bu usûl değiştirildi ve beylerbeyinden ancak düşük gelirli tımarları verebileceği, daha büyük gelir sağlayan tımarların ise beylerbeyinin tezkiresi üzerine İstanbul’dan fermanla verilebileceği esâsı kabul edildi. Beylerbeyinin tezkiresini alan sipâhî, İstanbul’a giderek, altı ay zarfında beratını almak mecbûriyetindeydi. Aksi takdirde tımarının gelirinden faydalanamazdı. Bu esasların kabul edilmesi üzerine tezkireli-tezkiresiz tımar ayırımı ortaya çıktı.
a) Tezkireli tımarlar: Beylerbeyinin doğrudan doğruya vermeye yetkili olmadığı tımarlar olup, İstanbul’dan verilirdi. Ayrı vilâyetlerdeki tımarların kılıç kısımları aynı büyüklükte olmadığından, tezkireli ve tezkiresiz tımarların büyüklükleri beylerbeyliğine göre değişmektedir.
Meselâ Rumeli, Budin, Bosna, Tameşvar beyliğinde geliri 6.000 akçeden fazla olan tımarlar tezkirelidir. Buna karşılık Kıbrıs adasında ve Kocaeli, Biga sancaklarında 5.000, Karaman, Zülkadriye ve Rum eyâletlerinde de 3.000 akçenin üzerinde gelire sahip tımarlar tezkireliydi.
b) Tezkiresiz tımarlar: Beylerbeyinin doğrudan vermek yetkisine sâhib olduğu tımarlardır. Bunların kıymeti ekseriya düşüktü.

5- Mâlî Yapısına Göre:

a) Serbest tımarlar: Tımar sahibinin, gerdek, tapu, kışlak ve yaylak, cürüm ve cinâyet resimleri (Bkz. Tekâlif-i örfiyye) gibi mikdârları önceden belli olmayan ve bâdihevâ denilen bu vergileri almak hakkına sâhib olduğu tımarlardır. Subaşı, çeribaşı ve benzeri bir takım vazîfe sahiplerinin tımarları ve büyük devlet me’murlarının görev sürelerince devam eden has ve zeametleri serbest tımardır.
b) Serbest olmayan tımarlar: Sahibinin bâdihevâ denilen vergileri almak hakkına sâhib olmadığı tımarlardır.
Osmanlı Devletî’nde yurtluk ve ocaklık tâbir edilen tımarlarda vardır. Bunlar, tersane masraflarını yahut bir kalenin muhafızlarının veya bir kasaba veya şehir me’murlarının aylıklarını karşılamak için tevcih edilen dirliklerdir. Bunların sahipleri bir kaç bölgenin öşrünü tahsîl ederlerdi. Ocaklık tevcihi, tımar sahibine öşürden başka ayrıca gümrük vergisi gibi bâzı vergilerin tahsiline selâhiyet verirdi. Yurtluk ve ocaklık alan kimseler, hududları korumak ve bilhassa âni savaşlarda asıl ordu gelinceye kadar düşmanla mücâdele ve asıl ordu gelince ona iltihak etmek vazîfelerini görürlerdi. Sahipleri ölen yurtluk ve ocaklık tımarları, ölen kimsenin oğullarına intikâl ederdi.
Kânûnî Sultan Süleymân Han devrinde gelişmenin zirvesine erişen tımar sistemi, bu Pâdişâh’ın vefâtından sonra bozulma belirtileri göstermeye başladı. On altıncı yüzyılın sonlarında, bilhassa, tımar teşkilâtının yüksek emir ve kumanda kadrolarını teşkil eden sancak beyliklerinin umumiyetle âdet olduğu üzere kapu kulları arasında yetişmiş ocak mensuplarına verilecek yerde, uzun süren savaşların sebeb olduğu ağır mâlî külfetin karşılanabilmesi için iltizam usulüyle peşin gelir karşılığı alınarak satılması neticesinde, henüz İstanbul’u görmemiş ve pâdişâhın ekmeğiyle beslenmemiş, âdab ve usûlden haberi olmayan beceriksiz kişilerin eline geçmesi bozulmayı hızlandırdı. Bu âdâb ve erkân bilmez kişiler başa geçince, tımar sahiplerinin seferlerde yapılması gerekli yoklamaları, iyi bir şekilde yapılamadı. Yapılması gereken bu yoklamalar daha sonraki devrelerde tımar dağıtımı ve Terakkîlere temel teşkil ettiğinden haketmemiş kişiler tımar sahibi olmaya başladı. Ayrıca ölen veya azledilenlerden boş kalan tımarların, yeni istihkak sahiplerine devir edildiği esnada ruznâmçelerdeki kapatılması gereken eski kayıtların kapatılmaması, buralara defalarca yeni tâyinler yapılması gibi hatâlar, tımarı haketmeyenlerin yanında hak edenlerin de mağdur olmasına sebeb oldu.
Yine bu yıllarda devamlı harplerin ve celâli isyânlarının meydana getirdiği tahrib ve masraflar, tımarlı sipahi zümresinin fakirliğine sebeb olarak, bunların beslediği asker sayısında önemli ölçüde düşmeler meydana geldi, öyle ki, zamanında yirmi iki sancaktan teşekkül etmekte olan Rumeli eyâletinin eski tımar kadrolarına göre, her an sefere hazır vaziyette bulunması gereken asker mevcudu 33.000 iken, on yedinci yüzyılın ortalarında Rumeli beylerbeyinin harbe giderken emri altındaki tımarlı sipahi mevcudu hiç bir zaman 2.000’i bulmadı. Anadolu beylerbeyinin maiyyetinde de 18.700 mevcutlu bir tımarlı sipâhî ordusu yerine 1.000 kişiden fazla bulunamadı. Böylece elli-altmış yıl önce sayıları 200.000’i bulan tımarlı sipâhî ve cebelüler, 1768’de 20.000 kişiye kadar düştü.
Tımar sisteminde eski usûl ve nizamların terkedilerek askerî dirliklerin, nüfuzlu devlet adamlarının hizmetkâr ve kölelerinin veya tımarları kendileri için kârlı bir iş olarak çeşitli usulsüzlüklerle satın almış olan işadamlarıyla, şehir oğlanı veya reâyâ kısmından bir takım kimselerin eline geçmesi, sipâhî zümresinin askerî bir kuvvet olarak eski gücüyle birlikte devlet ve cemiyet içindeki îtibârlı mevkiini de kaybetmesine yol açtı. Diğer taraftan devlet, ordunun tımarlı sipahilerden boşalan askerî gücünü takviye için ulûfeli kaptkulu ocaklarının mevcudunu arttırmak mecburiyetinde kaldı. Bu hâl de devlet merkezinde büyük ve teşkilâtlı bir ihtilâl kuvvetinin toplanmasına ve ocaklar halkının her gün daha fazla devlet işlerine karışma fırsat ve kuvvetini kendilerinde bulmalarına sebeb oldu. On yedinci yüzyılda devletin tam bir serbestlik içinde çalışmasını tehlikeye koyan isyân ve zorbalık hareketlerinin mühim bir sebebi, eskiden olduğu gibi, karşılarında bir denge ve te’dîb (yola getirme) kuvveti olarak tımarlı sipâhî ordusunun mevcut olmamasıydı. Bu durum ise, Osmanlı nizâmının askerî ve siyâsî olduğu kadar, içtimaî ve iktisadî temellerini sarsıyor ve memleketin harâb olmasına zemin hazırlıyordu.
İyi işlediği müddetçe devletin kuvvet unsurlarından birini teşkil eden dirlik sistemi, iyice dejenere olması üzerine gözden düşünce, ilk olarak 1703’de Girid adasında ortadan kaldırılıp, burada maaşlı me’murluk düzenine geçildi. Ülkenin diğer yerlerindeki tımarlar ise, 1812’den itibaren boş kaldıkça yeniden verilmemeye başlandı. 1839’da yayınlanan Gülhâne Hatt-ı hümâyûnu ile tamamen ortadan kaldırıldı. Fakat dirlik sistemini kaldırırken, tamamen batının liberal fikirlerinin te’siri altında kalıp, taklitçilikle hareket eden tanzîmâtçılar, bu teşkilâtın yerine yeni bir sistem koyamadılar.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Türkiye’de Toprak Mes’elesi Toplu Eserleri (Ö. Lütfi Barkan); sh. 805 v.d.
2) XIV. Yüzyıldan XVI. Yüzyıla Kadar Osmanlı Devleti’nde Tımar (Nicoarâ Beldiceanu)
3) İslâm Târihi Ansiklopedisi (Türkiye Gazetesi); cild-6, sh. 114
4) Hicri 835 Tarihli Sureti Defteri Sancak-ı Arvanid (Nşr. Halil İnalcık)
5) Zeki Velidi Togan Armağanı (Ö. Lütfi Barkan, İstanbul-1950-55); sh. 61-70
6) Osmanlı İmparatorluğunda Eyâlet Taksimatı, Toprak Dağıtımı ve Bunların Mâlî Güçleri (Aynî Ali Efendi. Çev. H. Tuncer); sh. 42
7) Neşri Târihi; sh. 112-113
8) Âşıkpaşazâde Târihi; sh. 104
9) Koçi Bey Risalesi; cild-2, sh. 90 v.d.
10) Osmanlı Toprak Düzeni ve Bu Düzenin Bozulması (Doç. Dr. Halil Cin); sh. 67 v.d.

TERZİ BABA


Anadolu’da yetişen evliyanın büyüklerinden. İsmi Muhammed Vehbî’dir. Hayyât Vehbî ve Terzi Baba diye meşhurdur. 1780 (H. 1195) senesinde doğdu. Osmanlı Müellifleri, Sefînet-ül-evliyâ, Esmâ-ül-müellifîn adlı eserlerde Erzurum’da, diğer bâzı eserlerde ise, Erzincan’da doğduğu yazılıdır. 1847 (H. 1264) senesinde Erzincan’da vefât etti. Dergâhının olduğu yere defnedildi. Bugün burası Terzi Baba mezarlığı diye anılmakta ve mezarlığın ortasında türbesi bulunmaktadır.
Terzi Baba temel din bilgilerini tahsîl ettikten sonra, anne ve babasının isteği üzerine bir san’at sahibi olmak için terzilik öğrenmeğe başladı. Terzi baba diye meşhur olması buradan gelmektedir. Dünyâya hiç rağbeti yoktu. Ahirete meyli çok fazla idi. Mesleği ile meşgul olurken, ibâdeti terketmez, nefsinin arzu ve isteklerini yapmama hususunda azamî gayret gösterirdi. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî’nin (rahmetullahi aleyh) halîfelerinden, Erzincanlı Şeyh Abdullah Mekkî Efendi ile görüştü ve ona talebe oldu. Bundan sonra Terzi Baba’nın manevî mertebesi günden güne ilerledi. Nefsle mücâdele ve riyazette çok ileri gitti ve yüksek derecelere ulaştı. Abdullah Mekkî Efendi’den icazet aldı. Terzi Baba, dükkânında dikiş dikerken, her iğneyi kumaşa geçirip çıkarışta dili ve kalbi ile Allahü teâlânın ism-i şerifini söylerdi. Halim selim, mütevâzî bir zât idi. Kimsenin hâlini bilmesini istemezdi. Fakîrleri çok sever ve bunu açıkça belli ederdi. Bir gün Erzincan’a seyyah fakirlerden birisi geldi. Üzerindeki palto çok eski olduğu gibi, ele alınmayacak kadar kirli idi. Bu zât paltosunu tamir ettirmek için şehirdeki terzileri tek tek gezdi. Fakat müracaat ettiği bütün terziler elbisesini dikmedikleri gibi el sürmekten bile çekindiler. O fakir zâta alay yollu; “Şurada Terzi Baba var. Ona götür, o diker” dediler. Zavallı fakir zât. Terzi Baba’yı buldu. İstediğini anlattı. Terzi Baba ona; “Paltonu bırak, inşâallah yarına hazırlarım” dedi. Terzi Baba paltoyu alıp, güzelce yıkadı, kuruttu ve dikti. Ertesi gün o fakire elbisesini teslim etti ve yaptıklarının karşılığında ücret de almadı. O fakir zât paltosunu temizlenmiş, dikilmiş görünce çok memnun oldu. Terzi Baba’ya Allahü teâlânın sevdiklerinin sohbetine kavuşması için kalben duâ etti. O günlerde de Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî hazretleri, halîfelerinden Abdullah Mekkî Efendi’yi Anadolu’ya göndermişti. Abdullah Mekkî Efendi, Erzurum’a uğramış, sonra Erzincan taraflarına yönelmişti. Erzincan’a yaklaşınca, yanındaki arkadaşlarına; “Mevlânâ Hâlid’in (rahmetullahi aleyh) bize tarif eylediği memleket, Allah bilir ya burasıdır. Burada bir zâtın bizde emâneti vardır” demişti. Abdullah Mekkî Efendi, Erzincan’ı şereflendirince, insanlar akın akın ziyaretine geldiler. Gelenler arasında Terzi Baba da vardı. Abdullah Mekkî Efendi, ilk defa gördüğü Terzi Baba içeri girince ayağa kalktı. Davet edip yanında yer verdi. Hiç kimseye yapmadığı iltifatı ona yaptı, “Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî hazretlerinden bizde bir emânet var. O emânete seni müstehak gördüm. Bu emânet sana çok menfaatler sağlar. Kabul edersen sana teslim edeyim”, dedi. Terzi Baba da; “Siz bilirsiniz efendim, maddî menfaatse; dünyâ için kabul etmem” cevâbını verdi. Abdullah Mekkî Efendi bu cevâbı alınca; “Oğlum, sen bulacağını buldun. Teslim edeceğim emânet seni dünyâ sevgisinden kurtarmaktan başka bir şey değildi” buyurarak, Terzi Baba’ya himmetle nazar edip, emâneti tevdî etti. Bunun üzerine Terzi Baha’nın hâli derhal değişti. Manevî feyzler deryasına daldı. Abdullah-ı Mekkî, ona icâzet verdi. Bu hâdiselerden sonra, Terzi Babanın yüksek derecesi halk arasında duyulup, yayıldı. Herkes istifâde etmek için ona geldi. Zamanla, Terzi Baba’ya bağlanan talebelerin sayısı gitgide arttı. Bunu çekemeyenler, onun hakkında dedikoduya başladılar. “Ümmî bir câhilin başına bu kadar insan toplanmış” diyorlardı. Hattâ ilimden biraz nasibi olanlar da, bu gibi sözleri söylemeye başlamıştı. Bunun üzerine beldenin müftîsi, Terzi Baba’yı imtihan için davet etti. Maksadı ise, Terzi Baba sorulan suâllere cevap veremeyince, cehaletini anlayıp, insanları irşâd dâvasından vazgeçmesini te’min etmek idi. Terzi Baba, müftî efendinin davetini kabul edip gitti. Orada büyük bir ilim meclisinin toplanmış olduğunu gördü. Müftî efendiye kendisini niçin davet ettiğini sorduğunda; “Biz seni imtihan için davet ettik. Hakkınızda birçok dedikodu yapılıyor. Buna son vermek lâzım geldi. Size bâzı suâller soracağız. Siz de cevap vereceksiniz” dedi. Sonra sıfat-ı sübûtiyyenin kaç tane olduğunu ve daha başka suâlleri sordu. Terzi Baba büyük bir hakikati ortaya çıkarmak için; “Allahü teâlânın, bu şehirde yaşayanlara göre yedi, diğer beldelere göre sekiz tane sıfât-ı subûtiyyesi vardır. Bu beldeye göre, Allahü teâlânın subûtî sıfatları şunlardır: İlim, Semî’, Basar, İrâde, Hayât, Kelâm ve Tekvin. Bu şehre göre, Allahü teâlânın Kudret sıfatı yoktur. Çünkü bu şehir insanları Allahü teâlânın Kudret sıfatını inkâr etmektedirler. Eğer Allahü teâlânın Kudret sıfatına inansalardı, Allahü teâlâ bir ümmî kulunda, insanlara doğru yolu gösterme kabiliyetini yaratmaya kadirdir, derlerdi” cevâbını verir vermez, orada bulunanlar, Terzi Baba’nın ilm-i ledünnîye sahip, kâmil bir zât olduğuna kanâat getirip, af dilediler. Ona, gereken ikram ve hürmeti gösterdiler.
Terzi Baba’nın yetiştirdiği talebeler arasında en meşhurları; Hâfız Rüşdü Efendi; Hacı Mustafa Fehmi, Leblebici Baba’dır. Terzi Baba, ilâhî aşk ile dolu adetâ ikinci bir Yûnus Emre’dir. Tasavvufun hakikatlerine dâir, Miftâh-ul-kenz isminde manzum eseri çok meşhurdur. Terzi Baba hakkında yazılan Şevkistan adlı eserde keramet ve hâlleri uzun anlatılmaktadır.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Sefinet-ül-evliyâ; cild-2, sh. 183
2) Osmanlı Müellifleri; cild-1, sh. 50
3) Esmâ-ül-müellifin; cild-1, sh. 643
4) Miftâh-ül-kenz; (İstanbul-1325)
5) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; sh. 1117
6) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; cild-18, sh. 260

TERSANE KONFERANSI


Paris andlaşmasını yapan devletlerin elçilerinin katıldığı, 1876’da İstanbul’da yapılan bir konferans. Sultan İkinci Abdülhamîd Han’ın saltanatının, ilk aylarında yapılan bu konferansa, İstanbul veya Elçiler konferansı da denilmiştir. Bu sırada devlet iç ve dış siyâset bakımından çok zor ve karışık bir durumda idi. Balkanlarda Bulgaristan mes’elesi vardı. Karadağ ve Sırplar ile savaşlar devam etmekte idi. Abdülhamîd Han’ın tahta çıkmasından bir ay sonra, Sırbistan’ın en önemli yerleri ele geçirildi. Sırp ordusu, Osmanlı ordusu karşısında dağılacak hâle geldi. Osmanlı Devleti’nin Balkanlardaki isyânı bastırması üzerine, Avrupa devletleri ve bilhassa Rusya, muhtelif propaganda vâsıtalarından istifâde ederek, mübalağalı ve yalana dayalı bir iftira kampanyası açtı. Türklerin hıristiyanları zâlim bir şekilde boğazladığını yayarak, Avrupa kamuoyunu Osmanlı Devleti aleyhine çevirmişlerdi. Özellikle Sırp isyanının başarı ile biteceğine ve Balkanlarda Osmanlı Devleti aleyhine umûmî bir ayaklanma olacağına inanan ve bu hususta her türlü fitne fesadı yaymaktan geri durmayan Rusya; devamlı asker ve silâh yardımı yapmasına rağmen, Sırpların hezimete uğraması karşısında büyük bir telâş ve asabiyete kapılarak mes’eleyi tek başına, asker kullanarak ve harbi göze alarak halletmeye karar vermiş görünüyordu.
Rusya, Balkanlar ve Osmanlı hıristiyan tebeası hakkında köklü tedbirler alınmasını Avrupa devletlerine bildirdi ise de, Avrupa devletleri böyle bir müdâhalenin harple neticeleneceğini düşünerek Rusya’nın taleplerine uymadı. Bunun üzerine Rusya, bu işi yalnız başına halletmeye karar verdiğini açıkladı. Aynı zamanda Beserapya ve Anadolu sınırlarına asker yığmaya başladı. Sonra da Osmanlı Devletine bir ültimatom vererek, bütün cephelerdeki harekâtın durdurulmasını, kırk sekiz saat zarfında durdurulmadığı takdirde bunun savaş sebebi sayılacağını bildirdi.
Çıkacak bir harb, Osmanlı Devleti için akıbeti meçhul bir mâcerâ olabilirdi. Sırp, Bulgar, Bosna-Hersek hâdiseleri süresince, sahte katliâm haberleri yayan Avrupa devletlerinin ise, Osmanlı Devleti lehine müdâhalede bulunma ihtimâli yoktu. Ordunun yorgun ve subay kadrolarının eksik olduğu bu zamanda, Rusya ile yapılacak yeni bir harp felâketle neticelenebil irdi. Bu düşüncelerle Osmanlı Devleti mütârekenin iki ay devam etmesi şartıyla Rus ültimatomunu kabul etmek mecburiyetinde kaldı (1 Kasım 1876).
Rusya’nın, Osmanlı hıristiyan tebeasının tek hâmisi durumuna gelerek, Balkan İhtilâfının çözülmesi teşebbüsünü İngiltere’nin elinden alması ve yapılması muhtemel bir harpte Osmanlı Devleti’ni yenmesi ihtimâli üzerine, İngiltere hükümeti harekete geçmek mecburiyetinde kaldı. Çünkü bu durum İngiltere’nin Hindistan yolunu tehlikeye sokardı. Bunun için İngiliz hükümeti, 5 Kasım’da muhtariyet ve ıslâhat mes’elelerinin, Paris muahedesini imza eden devletlerin iştirakiyle akdedilecek bir konferansta görüşülmesini teklif etti. Konferansa katılacak devletlerden Rusya, Prusya, Avusturya, konferansın Avrupa’da yapılmasını istediler. Ancak bu teklif İngiltere ve Fransa tarafından reddedildi. Neticede Osmanlı Devleti’nin de konferansa iştirakini sağlamak için konferansın İstanbul’da yapılması kararlaştırıldı. Rusya, konferansı kabul etmekle beraber; konferansta alınacak kararların Osmanlı Devleti tarafından kabul edilmesini te’min etmek maksadıyla, hudutlardaki ordularını teyakkuz durumuna geçirdi. Osmanlı Devleti andlaşmayı kabul etmezse, savaşa başlayacaktı. İşlerin iyice sıkıştığı bir sırada, sadrâzam Mütercim Rüşdî Paşa, ihtiyarlığını bahane ederek istilâ edince, Midhat Paşa sadrâzam oldu.
Aralık ayı başlarında Avusturya, Rusya, Fransa, İngiltere, Prusya ve İtalya devletlerinin mümessilleri İstanbul’a gelerek önce aralarında bir toplantı yaptılar ve konferansta hâlledecekleri önemli mes’eleleri görüştüler. Buna göre; Sırbistan’ın savaştan önceki durumu muhafaza edilecek. Karadağ’a, Arnavutluk ve Hersek’ten bâzı yerler verilecek. Bosna Hersek ile Bulgaristan’a ayrılacak yerlerin idâresinin Sırbistan valilerine bırakılması, buralarda Türkçe yanında mahallî dillerin resmî dil olması; asayişin muhafazası için birleşik bir askerî teşkilâtın kurulması, bu bölgelerin vergilerinin bir kısmının mahallî idareye bırakılması ve Avrupa devletlerinin göndereceği delegelerden meydana gelen bir komisyonun kurulması ile reformların kontrolüne müsâade edilmesi şeklinde bir takım karârlar aldılar.
Midhat Paşa bu konferansta müsbet bir netîce alınması için önceden meşrûtiyetin îlânının şart olduğuna inanıyordu. Bu maksadla, bir Kânûn-i esâsî hazırlıklarını hızlandırdı. Fakat Midhat Paşa’nın meşrûtiyet, hususunda kulaktan dolma bir malûmattan başka, köklü, geniş bilgisi ve herhangi bir incelemesi yoktu. Ona, Odyan Efendi adında orta seviyede bir hukukçu rehberlik ediyordu (Bkz. Kânûn-i Esâsî).
23 Aralık 1876’da Haliç’teki Tersane binasında altı Avrupa devleti ile Osmanlı Devleti’nin temsilcileri toplandılar. Konferansın başladığı gün, Birinci Meşrûtiyet ve Kânûn-i esâsî îlân edildi. Meşrûtiyetin îlânı toplar atılarak halka duyuruldu. Konferansta bulunanlar top seslerini işitince, konferans başkanı ve hâriciye nâzırı Safvet Paşa, bu topların, meşrûtiyetin îlân edildiğini bildirmek için atıldığını, bütün tebeanın hürriyete kavuştuğunu ve artık konferansa lüzum kalmadığını söyledi. Rus delegesi; “Nümayişi bırakalım da mevzûmuza geçelim” diyerek konferansa devam etmek istediklerini bildirdi. Bunun üzerine Osmanlı delegeleri konferansı terkettiler. Fakat Midhat Paşa, meşrûtiyeti sultan Abdülhamîd’e karşı beynelmilel bir muahede ile te’minât altına aldırmak için Avrupa devletleriyle bir rejim muahedesi akdetmeye bile kalkışmaktan çekinmeyip, akıl hocası Odyan Efendi’yi konferansa katılan devletlerin delegelerine gönderdiyse de, hepsi; “Bu, sizin iç mes’elenizdir. Biz karışmayız” cevâbını verdiler.
Nihayet konferans, görüşmelerini tamamlayıp kararlarını Bâb-ı âlî’ye bildirdi. Konferans kararlarında, Sırbistan ve Karadağ’ın eski statüsünü muhafaza etmesi, Bulgaristan’ın doğu ve batı diye iki vilâyete ayrılması, Bosna-Hersek ve Bulgar vâlilerinin konferansa katılan altı devletin oyu ile seçilmesi ve yapılacak diğer ıslâhatların da bu devletler nezâretinde yapılması istendi. Konferans sonunda alınan nihâî kararlar Bâb-ı âlî’ye bildirildiği sırada, İngiliz murahhası Lord Salisbury de Abdülhamîd Han’a gizli bir arîza sunmuştu. Lord bu arızasında; parasız, hazırlıksız ve müttefiksiz bir hâlde bulunan Osmanlı Devleti’nin Rusya ile harb edemeyeceğini, konferans kararlarının kabulü ile bir Osmanlı-Rus harbine sebebiyet verilmemesini bildirmişti. Lord ayrıca nihâî kararlarda, Bâb-ı âlî’nin ısrar ettiği bâzı noktaların tâdil edildiğini, eğer konferans kararları bu haliyle kabul edilmezse elçilerin İstanbul’u terkedeceklerini arzetmişti.
Bâb-ı âlî son kararları da reddetme karârı aldı. Fakat Abdülhamîd Hah, hükümetin bu karârı üzerine Osmanlı Devleti’nin mahvına sebeb olacak bir savaşın çıkmasını önlemek için, durumun geniş kadrolu bir meclisde bir kere daha gözden geçirilmesini istedi.
Bunun üzerine Midhat Paşa geniş kadrolu bir meclis kurdu. Meclisde; müşirler, ferikler, yüksek mahkeme reisleri, devlet şûrası üyeleri, nazırlar, patrik ve hahamlar gibi rûhânî reisler bulunuyordu.
Mecliste görüşmelerin başlangıcında Tersane konferansı kararlarını okuyan Midhat Paşa; “Teklifleri işittiniz. Bu teklifler ya kabul edilecek veya toptan reddedilecektir. Kabul edilirse, Devlet-i âliye istiklâlini kaybetmiş duruma düşecek, reddedilirse, harp edilecektir” şeklinde bir konuşma yaptı. Bundan sonra söz alan eski sadrâzam Rüşdî Paşa da; “Bize yapılan teklifler devletimizin istiklâl ve bütünlüğünü parçalamaktadır. Bu teklifler asla şâyân-ı kabul değildir. Devletimizin haklarını korumak için her fedâkârlığı yapmalıyız. Tekliflerin reddi lâzımdır” dedi. Subhi Paşa ve Rauf Bey de aynı fikri savundular.
Daha sonra Midhat Paşa’nın fikirlerini sorduğu gayr-i müslim temsilcilerinden Galatasaray Lisesi müdürü Sava Paşa ermeni patriği yerine meclise gelen Enfiyeciyan, rum, yahûdî mümessilleri coşkun ifâdelerle konferans kararlarının reddini istediler. Zâten onlar için tehlikeli bir durum sözkonusu olamazdı. Çünkü çıkacak harp sonunda Osmanlı Devleti mağlûb olursa, onların bir zararı olmayacaktı. Aksine Osmanlı Devleti yenilirse, belki bütün Rumeli’yi kaybedecek ve yerine hıristiyan devletler kurulabilecekti. Bu yüzden rahat bir şekilde tekliflerin reddini istiyebiliyorlardı.
Bu sırada yine Midhat Paşa’nın tertibiyle ilim talebesi sokağa dökülerek, savaş isteği ile nümayişler yaptırılıyor, halk da buna teşvik ediliyordu. Abdülhamîd Han, memleketin son derece nâzik bir durumda olduğunu görüp, savaşa girmenin büyük felâket olacağı düşüncesiyle bir kısım tâvizlerle anlaşma yapmayı istedi. Ancak, toplanan meclisde konferans kararları reddedildi.
Tersane konferansına katılan devletler, verdikleri ültimatomun reddedilmesi üzerine, delegelerini birer birer İstanbul’dan çektiler. Balkan ve Doğu mes’eleleri hâlledilmedi ve Osmanlı-Rus savaşı çıktı (Bkz. Doksanüç Harbi).
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Mir’ât-ı Hakîkât; Sh. 206
2) Îzâhlı Osmanlı Târihi Kronolojisi; cild-4, sh. 291
3) Siyâsî Târih (R. Uçarol); sh. 254
4) Siyâsî Târih (Tahsin Önal); sh. 290
5) Osmanlı İmparatorluğu ve Modern Türkiye (Bernard Lewis); cild-2, sh. 218, 224
6) Midhat Paşa Reformer or Revolutionary (E. Kural Shaw, Yayınlanmamış doktora tezi, Harvard Universty-1975)

TERSANE


Gemilerin inşâ, tamir ve bakımlarının yapıldığı yer. Tersâne, dârüssınâa teriminin değiştirilerek Türkçe'ye alınmış şeklidir.
Türkler Anadolu’ya ayak bastıktan sonra, Akdeniz’e açılabilmek için, İzmir, Antalya, Alanya ve Sinop ta tersaneler kurarak gemi inşa etmişlerdir. Bunlardan Alanya tersanesinin gemi kızak yerlerinin kârgir gözleri hâlâ ayaktadır.
Osmanlılar İzmit körfezinin güney kıyılarına vardıklarında ilk gemilerini Karamürsel'de inşâ etmeye başladılar. Daha sonra İzmit’te büyük bir tersane meydana getirdiler. Yıldırım Bayezid Han, Çanakkale boğazının stratejik önemini takdir ederek Gelibolu'da bir tersane meydana getirilmesinin faydalarını düşünmüş ve Sarıca Paşa'dan burada bir liman tersane ve kale inşâ edilmesini istemiştir. Böylece1390'da temelleri atılan Gelibolu tersanesi, Osmanlıların ilk muntazam tersanesi olup, yıllarca devlete gemiler inşa etmiştir.
Osmanlı donanmasının buraya nakli, Bizans'ın Akdeniz'le irtibatını kesti ve Çanakkale boğazında Türk hâkimiyetini sağladı. Netîcede İstanbul'un muhâsarası daha emin bir hâle geldi.
Fâtih devrinde Gelibolu tersânesinin ehemmiyeti arttı ve kaptanların ikâmet mahalli oldu. Daha sonraları kaptan paşalar İstanbul’da ikâmet ettiler. Gelibolu sancağı da kaptan paşa eyâletine tâbi paşa sancağı oldu.
Evliya Çelebi, Gelibolu’dan bahsederken, burada kadırga tersaneleri olduğunu haber vermektedir.
Gelibolu’dan sonra ikinci büyük tersane İstanbul’da yapıldı. Fâtih Sultan Mehmed Han, Haliç’te, Aynalıkavak semtinde bir tersane kurdurdu. Bu tersanenin kurulduğu yerde bir mescid ile divanhâneye yer verildi. Yeni tersanenin faaliyetlerini devam ettirmek maksadıyla İstanbul’a kıyı bölgelerinden marangoz, gemici ve san’atkârlar getirildi. Haliç tersanesi adını alan bu tersane, 1497 yılında sultan İkinci Bâyezîd Han tarafından genişletildi. Kemâl, Burak ve Pîrî reisler tarafından idare edilen donanmanın gemilerinin pek çoğu burada inşâ edildi.
Karadaki zaferleri yanında, denizde de güçlü olmayı isteyen Yavuz Sultan Selîm Han, Papa onuncu Leon’un kendi aleyhine bir ittifak hazırladığını duyunca, bir donanma ile Akdeniz hâkimiyetini elde etmeyi düşündü. Veziriazam Pîrî Mehmed Paşa’yı bu işe me’mûr ederek, dedesi Fâtih Sultan Mehmed Han tarafından yapılan ve babası tarafından genişletilen tersaneyi yeniden ele aldı.
Cafer kapdan’ı, Galata’dan Kağıthane’ye kadar olan yerde inşâ edilecek tersanenin yapımına me’mûr etti. 1515 yılında yapımına başlanan tersanenin gemi yapacak ve seferden dönen gemileri çekecek üstleri kapalı 300 göz olması tasarlanmıştı. Yavuz Sultan Selîm Han’ın Osmanlı Devleti’nin yıkılışına kadar donanmanın inşâî ve idarî merkez üssü görevini yürütecek olan bu muazzam projesi oğlu Kânûnî Sultan Süleymân zamanında tamamlandı. Bu yeni tersanede gemi inşâ edilecek tezgâhların her birine ellişer bin akçe sarfedildi.
Osmanlı tersanelerinde ilk zamanlarda inşâ ve tamir edilen gemi çeşitleri; bilhassa baştarde, kadırga, ağrıbap, top gemisi, taş gemisi, at gemisi, barça, kalite, mavna, karamürsel ve kayıktan meydana geliyordu. Tersanede görevli gemi halkı ise; kalafatçı, neccâr, pârû-traş, makaracı, kumbaracı, haddad, üstüpcü ve meremmetçiden müteşekkildi.
Osmanlılar Mısır’ı ve Kızıldeniz kıyılarını ele geçirdikten sonra, Hint okyanusunda güçlü bir donanma bulunduran Portekiz’e karşı mücâdeleye giriştiler ve Memlûklülerden kalma Süveyş tersanesini canlandırdırma yoluna gittiler. Osmanlılar Mısır’ın fethinden çok önceleri Kızıldeniz’e gelen Portekizlilere karşı Memlûk donanmasına yardım maksadıyla Süveyş’te donanma inşâsına başlamışlardı. Daha 1513 yılında bir Osmanlı denizcisi olan Selman Reis’in nezâreti altında inşâsı tamamlanan yirmi gemi, Memlûklü sultânı Kansu Gavrî’nin huzurunda denize indirilmişti. 1517’de Mısır’in fethiyle Kızıldeniz ve bilhassa Hicaz’ın (Mekke-i mükerreme ve Medîne-i münevverenin) muhafazasını üzerine alınca, 1526’da Yemen, 1538’de Aden fethedilerek, bölgede kontrol te’sis edilmeye çalışıldı ve Süveyş kapudanlığı ile tersanesi Kızıldeniz ve Hint okyanusu için bir donanma üssü hâline getirildi.
1530’da Mısır beylerbeyi Hadım Süleymân Paşa kumandasında; Yemen ve Hind sularında Portekizlilerle savaşmak maksadıyla, Süveyş tersanesinde 30’u kadırga olmak üzere 80 gemi inşâ edilmişti.
Osmanlılar, Macaristan’ı fethettikten sonra Tuna nehri üzerindeki Rusçuk şehrinde tersane yaptılar. Burada hafif gemiler yapılır ve onarılırdı. Ayrıca kışın gemiler bu tersanede kışlardı.
Osmanlılar, on altıncı asrın son yarısında, Basra ve havalisini muhafaza etmek için Birecik’te küçük bir tersane kurarak, burada bâzı gemiler yaptırdıkları gibi, daha sonraları, on sekizinci asır ortalarına doğru yine burada Fırat nehri için hafif bir filo meydana getirdiler.
Mevkileri itibariyle mühim tersanelerden biri de Sinop tersânesîdir. Burası Karadeniz kıyısındaki tek tabiî liman olması ve gemi inşâsı için lüzumlu kaynaklara sâhib bulunması yönünden tersane için ideâl bir yerdi. Başta kereste olmak üzere kendir, zift, üstübü; Sinop ve civarından te’min edilebilmekteydi. Sinop ormanlamdaki kerestenin tasarrufu Tersâne-i âmirenin inhisarı altında olup, çoğu Sinop’taki gemi inşâsında kullanılmakta, bir kısmı da İstanbul’a gönderilmekteydi.
Osmanlı Devleti, Sinop’taki tersaneyi Candaroğullarından aldı ve on altıncı yüzyılda da ihtiyâcı olan bir çok harb gemisini burada yaptırdı.
Sinop’dan sonra Karadeniz’in en fazla gemi inşâ edilen ve bilhassa kendir teli dokunan tersanesi Samsun’da idi. İnebahtı mağlûbiyetinden sonra burada beş kadırga yapıldı.
Diğer bir Osmanlı tersanesi de İzmit tersânesidir. İzmit, civarındaki elverişli ormanların mevcudiyeti sebebiyle her dönemde gemi inşâsı için önem arzetmiştir. Burası gemi tezgâhları ve kereste mahzenleri olan bir tersane idi.
Ayrıca on altıncı asırda küçük çapta gemi inşâ edilen tezgâhlar arasında Varna, Ahyolu, Vize, İneada, Trabzon, Semendire, Niğbolu, Mohaç, Budin, Sakarya, Kemer, Silivri, Biga, Samanlı, İstanköy, İnebahtı, Preveze, Avlonya, Nova, Antalya ve Alanya bulunmaktadır.
On yedinci asrın ortalarına kadar her sene kırk kadırga yapmak kânundu. Ancak fevkalâde durumlarda imparatorluk, yılda 100 ilâ 200 kadırga da inşâ edebiliyordu. Tezgâhlar buna müsaitti. Nitekim inebahtı mağlûbiyetinden sonra, Osmanlı Devleti, bir kış esnasında yâni beş ay zarfında İstanbul ve Gelibolu tersaneleri de dâhil olmak üzere evvelkisinden daha muazzam ve bütün levâzımâtıyla teçhiz edilmiş bir donanma yaptırdı. Sonraki târihlerde bu kânun terkedilmiş ve kalyon inşâsı ehemmiyet kazanmıştır.
Osmanlılarda, Tersâne-i hümâyûnun en büyük görevlisi tersane eminidenilen me’mur idi. Tersanede kapdân-ı derya nâmına onun bütün selâhiyetlerini kullanmaya yetkili idi. Donanma-yı hümâyûnun masraflarından sorumlu olan bu me’murun maiyyetinde liman kaptanları, yardımcılar, müdürler, yüzlerce mîmâr ve mühendis bulunurdu. Dîvân-ı hümâyûn toplantılarına iştirak eder, bir şey sorulduğu zaman gereken cevâbı verirdi. Kendisi için husûsî bir kadırga vardı. Bu me’mur, 1805-1807 yılları arasında tersane defterdarı adını aldı. 1830 yılında sultan İkinci Mahmûd Han tarafından lağvedildi.
Tersanenin ikinci yüksek görevlisi tersane kethüdası idi. İdare ve disiplin işlerinin en yüksek sorumlusu olup, kapdân-ı derya ile birlikte sefere çıkardı.
Tersâne-i hümâyûnun tersane emininden ve kethüdasından sonra gelen en yüksek görevlisi, ser mîmâr-ı tersâne-yi âmire idi. Teknik işlerden ve gemi yapımından mes’ûl en yüksek görevli bu idi. Gemi mühendisi olması şarttı. Rütbesi sancak beyine (tümamiral) eşitti. Emrinde 10 gemi mühendisi ve 400 marangoz, binlerce usta ve işçi bulunurdu. Yapılan gemilerin plânlarından ve teknik yapılarından tersane başmîmârı sorumlu idi.
Forsa zindân-ı kâtibi, donanma-yı hümâyûn ve tersâne-i âmiredeki forsa ve esirlerin âmiri idi. Hepsinin defterini tutardı. Rütbesi albay derecesinde idi.
Aynı derecede bir me’mur da, maliyecilerden seçilen mahzen kâtibi idi. Her gemi seferden dönünce, eksilen veya yıpranan eşya, mühimmat, techîzât, silâhlar ve cephaneyi kaydeder, yerine yenilerini verir, alınan ganimeti de dikkatle deftere geçirirdi.
Tersane baş çavuşu, tersanenin disiplininden sorumlu yüksek subaydı. Emrindeki inzibat subay ve erleriyle en küçük bir vak’a çıkmamasına dikkat ederdi.
Tersane kâtibi, tersane reisi, tersane defter emîni, tersane defter kethüdası, tersane rûznâmçesi, tersane icâre kâtibi, kereste mahzeni kâtibi, kurşun mahzeni kâtibi, kalyonlar kâtibi; albay derecesindeki diğer sivil me’murlardı.
Tersane ricalinden sayılan iki derya sancak beyi daha vardır. Bunların biritersane ağasıdır. Kapdân-ı deryanın tersanedeki vekîli olmanın yanında, amirlik asâsına ve üç çifte makam kayığına sâhibti. Kapdân paşaya tersane hakkında istediği bilgiyi ânında verirdi. Diğer bir tersane sancak beyi deliman reisidir. Sâhib-i asâ=deynek sahibi derya beyi idi. Limanda yatan harb gemilerinin geceleri emniyetinden sorumlu idi. Bu iş için maiyyetinde 600 kişi vardı.
Tersane halkından kaptanlara on yedinci asra kadar reis denilirdi. Bunlardan başka gemilerdeki azab reisleriyle dümenciler, yelkenciler, vardiyanlar hep azab sınıfından olup, neccâr, kalafatçı, humbaracı ve topçular ve sâire de tersanede ve gemilerde hizmet eden ve ayrı ayrı sınıf tersane halkından idiler.
Azabların bölükbaşısı demek olan reisliğe badhânî denilen yelkencilikten geçilirdi. Reis, azablara kumanda ile onları idare ederdi. Gemi süvarisi olan azab reisine vardiyanbaşı denilirdi. Bu süvârî reis sonra kaptan olurdu. Reisten sonra odabaşı, sonra da aşçıbaşı geliyordu. Azablar ise, gemi ve tersane hizmetinde olmak üzere ikiye ayrılırdı. Bunun için tersane hizmetinde çalışan azablara bahriye defterlerinde; Âzâbân-ı tersâne-i âmire denilmiştir.
Donanmada kullanımına ağırlık verilmesinden sonra, kalyoncular ve levendlerin mevcudu arttığından, azâblar ikinci dereceye düşmüşlerdir. Bunların Haliç’te tersane yanında bir kışlası olduğundan, o mevki hâlâ Azabkapısı adını taşımaktadır.
Tersane halkı içinde bulunan kalafatçılar ayrı bir bölük idi. Bunların İstanbul’da iki yerde odaları vardır. Biri Galata’da Kürekçi kapısında, diğeri de Tersâne’de, Kurşunlu mahzen yakınında idi.
Tersane halkından bir bölük olan humbaracılar da önceleri devşirmeden alınırlardı.
On sekizinci asır başlarından îtibâren artık kürekle yürütülen çektiriler önemini kaybetmeye başladı. Hemen bütün deniz faaliyeti yelkenli gemilere intikâl edince, deniz ve tersanedeki vazîfe ve isimlerde de bir takım değişiklikler yapıldı.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Târihi Cevdet; cild-1, sh. 131
2) Peçevî Târihi; cild-1, sh. 210
3) Evliya Çelebi Seyâhatnamesi; cild-8, sh. 117, 144, 236
4) Gelibolu ve Yöresi Târihi (F. Kurtoğlu); sh. 41 v.d.
5) Osmanlı Devleti’nin Merkez ve Bahriye Teşkilâtı; sh. 394 v.d.
6) Târih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü; cild-3, sh. 462-463