28 Şubat 2019 Perşembe

BABA HAYDAR SEMERKANDİ


Evliyanın büyüklerinden. Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin talebesidir. Baba Haydar Semerkandî adıyla tanınmıştır. Semerkand’da doğdu. Doğum târihi kesin olarak bilinmemektedir. 1550 (H. 957) târihinde İstanbul’da Eyyûb Sultan semtinde vefât etti.
Baba Haydar Efendi küçüklüğünde asıl memleketi olan Semerkand’da Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin derslerinde kemâle geldi (olgunlaştı). İcazet alıp Mekke-i mükerremeye gitti. Bir müddet Harem-i şerîfde mücavir olarak bulundu. Sonra bir arkadaşı ile İstanbul’a geldi.
İstanbul’da Eyyûb Sultan Câmii’nde uzun müddet îtikâf yaptı. Zamanındaki verâ ve takva sahibi zâtlardan biri, hakkında şöyle demektedir: “Bir Ramazân-ı şerifin son on gününde Ebû Eyyûb-i Ensârî hazretlerinin câmi-i şerifinde Baba Haydar ile îtikâf ettik. Îtikâfa girdiğimde o zâten îtikâf hâlinde idi. Beraber olduğumuz on gün içinde iki bademden başka bir şey yemedi. Hâlini görünce hayrette kaldım. Bütün vaktini ibâdet ve tâatle geçiriyordu.”
Osmanlı pâdişâhlarının onuncusu Kânûnî Sultan Süleymân Han; Baba Haydar Efendi’nin üstün hâllerini ve büyük bir zât olduğunu öğrenince, duâsına kavuşmak maksadıyla Cezerî Kâsım Paşa Câmii’ne inen yol üzerinde Baba Haydar Mescidi’ni yaptırdı. Câmi inşâatı tamamlanınca Baba Haydar Efendi buraya yerleşti ve cemâate burada namaz kıldırıp vâz ü nasihatlerde bulundu. Bu vâz u nasihatlerinde ve dergâhında yaptığı sohbetlerde insanlar arasında İslâm bilgilerinin yayılmasına ve İslâm ahlâkının yerleşmesine hizmet etmiştir. Bütün âlimlerde ve evliyâ zâtlarda görüldüğü gibi, memleketin İmârına, insanların refahına ilmiyle hizmet etmiştir.
İmâmlık yaptığı câminin bahçesinde bulunan kabri; sevenler ve tanıyanlar tarafından devamlı ziyaret edilmektedir.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Mir’ât-ı Kâinat; cild-3, sh. 137
 2) Şakâyik-ı nu’mâniyye tercümesi; sh. 435
 3) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye; sh. 1092
 4) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; cild-13, sh. 293

12 Şubat 2019 Salı

BAHRİYE TEŞKİLATI


Donanma, tersane, Bahriye mektebi ve bunlarda vazifeli personelden meydana gelen teşkilât. Teşkilât içerisinde donanma esas gaye olup, diğerleri onun için vardır ve Osmanlı Devleti’nin bütün devirlerinde mühim bir kuvvet olma hususiyetini dâima muhafaza etmiştir.

Donanma

İlk Osmanlı donanması; Karesi, Menteşe, Aydın gibi denizci beyliklerin hâkimiyet altına alınmasıyla sâhib olunan gemi ve personelle kuruldu. Fâtih Sultan Mehmed zamanında ise dünyâ çapında bir seviyeye kavuştu. İkinci Bâyezîd ve Yavuz Selîm zamanlarında donanma daha da gelişerek, Barbaros kardeşlerin kendilerini hizmete adamaları ile Kânûnî devrinde en mükemmel şeklini aldı. Marmara, Karadeniz, Akdeniz birer Türk gölü hâline geldi.
Bu muazzam donanmanın ve diğer bütün Bahriye teşkilâtının bağlı olduğu en yüksek makam kapdân-ı deryalık makamı idi. Uzun müddet deniz işlerine bakan bu makam, 13 Mart 1867 yılında kaldırılarak yerine 19 Mart 1867’de Bahriye nezâreti kuruldu. Kapdân-ı deryaya da bahriye nâzırı denildi.
Kapdân-ı derya 1516’ya kadar Gelibolu’da ikâmet ederken, ondan sonra Kasımpaşa’da oturmaya başladı. Kapdân-ı derya, önce sadrâzama sonra pâdişâha karşı sorumlu idi. Kapdân-ı deryanın sırasiyle, kapudâne (oramirâl), patrona (koramiral), riyale (tuğamiral) olmak üzere üç yardımcısı vardı. Kapudâne, kapdân-ı deryaya her türlü işinde vekâlet ederdi. Kapudânenin rütbesi derya sancakbeyi (tümamiral) iken, sonradan derya beylerbeyi (oramirâl) olmuştur. Patronalara beylerbeyi (koramirâl) rütbesi verildiği de görülür, Osmanlı deniz kuvvetleri, bu dört kişi tarafından idare olunurdu. Kapdân-ı derya (büyük amiral) al, bahriye beylerbeyi (oramirâl) yeşil, bahriye sancak beyi (tümamiral) mavi âsâ taşırdı. Kadırgalarına kara generallerinin tuğlarına karşılık olmak üzere; sırasiyle üç, iki ve bir fener takarlardı.
Osmanlı bahriyesinde subaylık ve leventlik (deniz erliği) çok defa babadan oğula geçerdi. Mezomorto Hüseyin Paşa, hazırladığı donanma kanunnâmesine; “Babası Osmanlı donanmasında subay olmayan hiç bir levendin deniz subayı olamıyacağı maddesini koyarak, deniz subayının çekirdekten yetişmesini istemişti. Levend başarı gösterirse, subaylık rütbelerini geçerek kabdân-ı deryalığa kadar yükselebilirdi. Osmanlı Deniz kuvvetlerinin başı olan kapdân-ı deryanın sorumluluk sahası, Akdeniz ve ona bağlı denizler, Adalar denizi (Ege denizi), Marmara, Karadeniz, Azak denizi ve Atlas okyanusu idi.
Kapdân-ı derya bütün bu denizleri, buralarda üslenmiş olan amiralleri vâsıtasıyle idare ederdi. Bunlar arasında en mühimi Cezâyir kapdanlığı idi. On altı ve on yedinci asırlarda Cezâyir kapdanlığının donanması tek başına dünyânın belli başlı donanmalarından biri idi. On altıncı asrın sonunda kurulan Tunus ve Trablusgarb (Libya) kapdanlığı da, kapdân-ı deryanın emrinde olarak doğrudan Dîvân-ı hümâyûna bağlı idi.
Bu üçünden başka, doğrudan kapdân-ı deryaya bağlı kapdanlıklar da vardı. Bunlar;
İskenderiye kapdanlığı: Çok kestf olan Anadolu-Mısır trafiğinden mes’ûl idi.
Süveyş veya Hind kapdanlığı: Doğuda Endenozya, güneyde Mozambik’e kadar filo gönderirdi.
Tuna kapdanlığı: Elindeki ince donanma denen filosuyla, Estergon’a kadar, Tuna nehri üzerindeki askerî ve ticarî trafikten mes’ûl (sorumlu) idi.
Fırat kapdanlığı: Tuna kapdanlığından küçük olup, Birecik’ten Basra’ya kadar olan trafikten mes’ûl idi. İran’a karşı yapılan muhârebelerde ehemmiyeti artardı.
Hazar ve Kür (Ardahan) kapdanlığı: İran seferlerinde orduya malzeme taşımak için birlikte hareket ederlerdi.
Faşa (Fas, Riyon) kapdanlığı: İran muhârebelerinde kullanılan askerî nakliyeye âid bir ince filo idi.
Nil kapdanlığı: Nil üzerindeki trafiği denetlemekle beraber, devlete itaat etmeyen bedevilere gözdağı vermek gayesi ile kurulmuştu.
Osmanlı deniz hâkimiyetinin te’minâtı olan donanmada daha ziyâde; çektiri, kadırga gibi kürekli gemiler kullanılıyordu. İkinci Bâyezîd devrinde yelkenli gemilerden kalyonlar kullanılmışsa da zaman zaman terk edilmiş, kesin olarak yelkenli gemilere geçiş on yedinci yüzyılın sonunda mümkün olabilmiştir. Gemiler sekiz-on yıldan fazla donanmada bulundurulmazdı. Yoksa donanmanın gücüne zaaf verirdi. Böyle gemiler Avrupa devletlerine satılır, yerine daha yenisi konurdu. Böylece her on senede bir donanma yenilenmiş olurdu.
Gemilerde azablar, leventler, kürekçiler, kalyoncular gibi muhtelif hizmet grubu vardı (Bkz. Donanma).
Osmanlı donanmasında, ayrıca korsan ocağı denen mühim bir denizci sınıfı da vardı. Akıncılar karada ne ise, korsan ocağı da denizde aynı vazifeyi görürdü. On altıncı asırdaki dehâ sahibi denizcilerin hemen hepsi bu sınıftan gelmişti.
Gayet techizâtlı olan Osmanlı donanması, disiplin ve intizâmı ile yabancılar tarafından takdir görmüştür. Nitekim zamanın Fransa büyükelçisi Sakız adasındaki Osmanlı donanmasının disiplin ve intizâmını övmekten kendini alamamıştır.
Osmanlı donanması bu seviyeye, gemi ve teçhizat bakımından pek yüksek bir teknik, idâri üstünlük ve denizcilerin kültür seviyelerinin çok ileri olması ile ulaşmıştır. Kristof Colomb’un Amerika kıt’asına ayak basmasından 21 yıl sonra donanma-yı hümâyûnun elinde, Amerika’nın Atlantik kıyılarının en iyi haritası bulunuyordu. 1529’da bu harita, 16 yıllık yeni keşiflerin neticelerine göre düzeltilmişti. Bu târihlerde Pîrî Reis’in bu derece mükemmel bir Amerika haritası çizebilmesi, Avrupalıların hâlâ münâkaşa ettiği bir mevzudur. Bu devirde Osmanlı denizcilerinin küttür seviyeleri pek ileri idi. Meselâ Pîri Reis, Türkçe’den başka; Arabça, Farsça, Yunanca, İtalyanca, İspanyolca ve Portekizce’yi şiir yazacak derecede iyi biliyordu. Bir kaç dil bilmeyen Türk denizcisi azdı. Bunlar bilhassa korsan (deniz akıncısı) sınıfına mensup subaylardan olup devletin istihbaratında çalışır, düşman donanma ve gemilerinin harekâtına, hangi limandan ne zaman ayrılacağına ve rotalarının ne olacağına dâir mühim bilgileri, ilgili mercilere ulaştırırlardı.
Düzenli bir bahriye teşkilâtına sâhib olan Osmanlı Devleti, donanma-yı hümâyûn için hiçbir fedâkârlık ve masraftan çekinmezdi.

Tersane

Devlet, gemilerini dışardan almaz, kurduğu büyük tersanelerde yapardı. İstanbul’un fethinden önce en büyük tersane Gelibolu tersanesi idi. Burada 1470’e doğru, Venedik donanmasını geçmek için 100.000 işçi birden çalıştırıldı. Fâtih’den sonra ise, Tersâne-i hümâyûn ve Haliç tersanesi de denilen İstanbul tersanesi birinci sırayı almıştır. Tersâne-yi hümâyûn on yedinci asrın sonlarında 137 gemiyi birden tezgâha koyup, kızakdan indirecek şekilde idi ve devletin seksen altı tersanesi vardı. Bu tersaneler, aynı zamanda, büyük sanayi siteleri idi. Osmanlı Devleti’nin sanayi kuvveti, on altıncı asırda öyle kurulmuştu ki, devletin eski gücünü kaybettiği 1838’de Samsun tersanesini gezen bir yabancı, buradan takdirle bahsetmiştir.
Devletin en büyük tersanesi olan tersâne-i hümâyûn, kapdân-ı deryanın emrinde idi. Ondan sonra en yüksek rütbeli me’mur, tersanedeki elli bin işçi, usta ve mühendisin âmiri olan bahriye müsteşarı makamındaki, tersane emini idi. Başlıbaşına bir şehir olan tersanenin disiplinini, bir ihtilâf ve kargaşalığa meydan vermeden o te’min eder, her gece 300 azab (deniz piyadesi) devriye gezer ve 35 kapdan da hiç uyumadan nöbetçileri murakabe (kontrol) ederdi. Donanma-yı hümâyûnun masraflarından da mes’ûl olduğu için, tersane emînine, 1805-1807 yılları arasında defterdâr denildi. Tersanenin diğer me’murları rütbe sırasına göre şöyledir: Kethüda, tersane başmîmârı, forsa, zindan kâtibi, mahzen kâtibi, tersane başsavcısı ve bunlardan başka albay rütbesinde diğer vazifelilerdir.

Bahriye Mektebi

Kuruluşundan yükselme devrine kadar, donanma ve dersânesi için çekirdekten yetişmiş personel çalıştıran Osmanlı Devleti, bilhassa kuvvetli olduğu devirlerde, böyle bir şeye ihtiyâç hissetmediğinden, bunlar için mektepler açmamıştır. Fakat daha sonraları, dünyâ denizciliğinde büyük gelişmelerin ve keşiflerin ortaya çıkması ile Osmanlı Devleti’nin duraklama ve peşinden gerileme dönemlerine girilmesi, bahriye teşkilâtı için denizci yetiştirmesini mecburi kılmıştır. 1770’de personel yetersizliği sebebiyle, 20 kalyondan sâdece 10 tanesi teçhiz edilebilmiş olan donanmanın da, Baltık’dan gelen Rus donanması tarafından yakılması, bu mes’elenin kat’î (kesin) olarak hâlledilmesini icâbettirmiş, önce 1773 târihinde kurs şeklinde, sonra 1776’da daha da ileri bir tedrisâtla, Mühendishâne-i bahrî adı ile ilk deniz okulu açılmıştır (Bkz. Bahriye Mektebi).
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Osmanlı Devleti’nin Merkez ve Bahriye Teşkilâtı (Uzunçarşılı); sh. 389
 2) Osmanlı Târih Deyimleri; cild-1, sh. 148
 3) Büyük Türkiye Târihi; cild-10, sh. 5
 4) Gelibolu ve Yöresi Târihi (F. Kurdoğlu, İstanbul-1939)

6 Şubat 2019 Çarşamba

KAMİL PAŞA (Mehmed)


Son devir Osmanlı sadrâzamlarından. Topçu yüzbaşılarından Sâlih Ağa’nın oğludur. 1832’de Kıbrıs’ın Lefkoşe şehrinde doğdu. 1845 yılına kadar Arabça, Farsça, Rumca ve Fransızca’yı öğrendi. 1845’de Mısır’a giderek Elsine Medresesi’ne girdi. Daha sonra bu medresenin harbiye mektebine çevrilmesi üzerine askerî tahsîle geçti ve mektebi başarıyla bitirdi. Mısır prenslerinden İlhâmî Paşa ile Avrupa başkentlerini gezdi. Hidiv Abbâs Paşa’nın genç yaşında kendisine verdiği Avrupa siyâsetini tedkîk vazifesini yürüttü. Hidiv Abbâs Paşa’nın vefâtı üzerine İlhâmî Paşa ile birlikte Mısır’a döndü. Daha sonra sadrâzam Kıbrıslı Mehmed Emîn Paşa’nın daveti üzerine İlhâmi Pâşa’yla birlikte İstanbul’a geldi. İlhâmi Paşa’nın vefâtı üzerine Mısır’a dönmeyerek İstanbul’da kaldı. Kıbrıslı Mehmed Emîn Paşa tarafından 1860 senesinde karışık vaziyette olan Kıbrıs evkafını düzeltmek üzere adaya vakıflar müdürü olarak gönderildi. 1863’de Kıbrıs muhasebeciliğine tâyin edildi. Aynı yıl içinde Sayda eyâleti muhasebeciliğine, Suriye vilâyetinin teşkilinde ise merkez mutasarrıflığına nakledildi ve mîr-i mîrânlık rütbesi verildi. Yedi ay sonra Beyrut mutasarrıflığına tâyin edildi ve Rumeli beylerbeyliği payesi verildi. 1869’da Trablusşam mutasarrıflığına nakl edildi. Aynı yıl içinde Haleb vilâyeti merkez mutasarrıflığına, müteakiben vilâyet muavinliği ve Umûr-ı ecnebiye müdürlüğüne tâyin edildi. Filibe ve Kudüs mutasarrıflıklarında da bulunduktan sonra 1872’de Hersek, daha sonra da tekrar Beyrut mutasarrıflığına getirildi. 1873’de tekrar Kudüs mutasarrıflığına tâyin edildi. 1875’de Sakız, 1876’da üçüncü defa Beyrut mutasarrıflığına getirildi. 1877’de vezirlik rütbesi verilerek Kosova, daha sonra da Haleb vâliliğine tâyin olundu. 1879’da dâhiliye nezâreti müsteşarlığına, 1880’de evkaf nâzırlığına getirildi ve ikinci rütbe mecîdi nişanı verildi. Aynı yıl içinde maârif nezâretine getirildi ve on gün sonra da birinci rütbe mecîdi nişanı verildi. Şûrâ-yı devlet âzasından Ali Fuâd Bey’in yerine tâyin edilmesinden sonra Umûr-ı nâfia komisyonu âzâlığına getirildi. Ahmed Vefik Paşa’nın ikinci sadâretinde 1882’de tekrar evkaf nezâretine getirildi. Nezâret uhdesinde kalmak suretiyle Manisa civarında zuhûr eden eşkıya hareketlerini bastırmak için, 1883’de Aydın vilâyetine gönderildi. Adliye nâzırı Hasan Fehmi Paşa’nın Londra’ya gönderilmesi üzerine evkaf nezâretine ilâveten, adliye nezâreti vekâleti de verildi. 1885 yılında karışık bir durum alan Şarkî Rumeli ve Bulgar ayaklanmasını hâlletmek ümit ve gayesiyle sadrâzamlığa getirildi. Altı sene bu makamda kaldıktan sonra 1891’de vazîfeden alındı. Sadrâzamlıktan ayrıldıktan sonra ortaya çıkan ermeni mes’elesi ve bu konudaki siyâseti sebebiyle 1895’de ikinci defa sadrâzamlığa getirildi. Kâmil Paşa, İngiliz ve Fransız elçilerinin telkinleri üzerine durumun ıslâhı için düşüncelerini bir lâyiha ile pâdişâha bildirdi. Lâyihada görülen aksaklıklara sebeb olarak, sarayın her işe müdâhale etmesiyle ortada mes’ûl bir makam kalmadığını, mes’ûl bir vükelâ hey’etinin teşkîli lüzumundan bahsetmişti. İngiliz ve Fransız elçilerinin te’sirinde kalan Kâmil Paşa, hazırladığı bu lâyihada yapılması gerekli ıslâhatın başında nâzırların sadrâzam tarafından seçilmesini tavsiye etti. Te’sir altında kalarak verdiği bu lâyiha sebebiyle vazifeden alınan Kâmil Paşa’ya, ertesi gün Haleb, Konya ve Aydın vilâyetlerinden hangisini tercih ederse oraya tâyin olunacağı tebliğ olundu. Tercih ettiği Aydın vâliliğine gönderildi.
Vilâyette zuhur eden eşkıyanın tâkib ve tenkili ile huzur ve rahatın sağlanmasında fazla başarılı olamayan Kâmil Paşa, bu vazifeden de azledilerek Rodos’a gönderilmesine karar verildi. İngiliz sempatizanı olan Kâmil Paşa durumu haber alınca, Rodos’a gitmemek için İngiliz konsolosluğuna iltica etti. Pâdişâh’ın kendi şahsı ve İngiltere adına resmen te’mînat vermesi üzerine İstanbul’a döndü. Bundan sonra İngiltere hükümetinin himayesinde bir Osmanlı vatandaşı olarak İstanbul’da yaşadı. Sultan İkinci Abdülhamîd Han’ın İttihâd ve Terakkî’nin baskıları ve Rumeli’de başgösteren ayaklanmalar üzerine İkinci Meşrutiyet’i ilânından sonra Kâmil Paşa üçüncü defa sadârete getirildi. Onun sadrâzamlığının bu buhranlı günlerinde Bulgaristan istiklâlini îlân etti. Bosna-Hersek, Avusturya tarafından resmen ilhak edildi. İttihâd ve Terakkî’nin hâkim duruma geçmesi ve idarede kendi görüşlerini hâkim kılmak istemesi Kâmil Paşa’yı güç durumda bıraktı. İdarî ve siyâsî mes’ûliyetten uzak olan İttihâd ve Terakkî’nin, Kâmil Paşa hükümeti üzerinde şiddetli baskı kurmak istemesi, İttihâdçılarla Kâmil Paşa’nın arasının açılmasına sebeb oldu. Hükümette bâzı değişiklikler yapması ve İttihâd ve Terakkî’ye karşı sert tepki göstermesi üzerine, 14 Şubat 1909’da Meclis-i meb’ûsanda yapılan güven oylamasıyla Kâmil Paşa hükümeti düşürüldü.
1911 senesi Ekim ayında tebdîl-i hava için Mısır’a giden Kâmil Paşa, o sırada Hindistan’a seyahat etmekte olan İngiltere kralı beşinci George ve kraliçe Mary’nin Mısır’a gelişinde kral tarafından Portsaid’e İmparatorluk yatına davet edildi. Davete icabet eden Kâmil, Paşa, kral ve kraliçeden büyük iltifat gördü. Bu davet dolayısıyle çektirilmiş olan fotoğraf bütün gazetelerde yayınlandı. Gâzi Ahmed Muhtar Paşanın istifa etmesinden sonra 22 Ekim 1912’de dördüncü defa sadârete getirilen Kâmil Paşa, İttihâd ve Terakkî’nin düzenlediği Bâb-ı âlî baskını diye bilinen kanlı baskın üzerine 23 Ocak 1913 târihinde sadrâzamlıktan zorla istifa ettirildi. Yerine Mahmûd Şevket Paşa sadârete getirildi. Kâmil Paşa bir müddet sonra hükümetçe gösterilen lüzum üzerine Kıbrıs’a gitti. Orada meşrûtiyet dönemi ile ilgili hatıratını yazmaya başladığı sırada 14 Kasım 1913’de 81 yaşındayken öldü. Lefkoşe’de Arab Ahmed Paşa Câmii bahçesine defnedildi.
Üç cildden meydana gelen Târih-i Siyâsî-i Devlet-i Âliyye-i Osmâniyye, Kâmil Paşa’nın Âyân reisi Saîd Paşa’ya cevapları ve bir cildlikHâtırât’ı bulunan Kâmil Paşa, fırtınalı bir dönemin siyâsî cereyanları arasında yetişmiş, bir kaç lisan bilen, zekî bir devlet adamı idi. Avrupa siyâset âleminde tanınmış bir şahsiyet olup, İngiltere dış siyâsetinin etkisi altındaydı. Târihler onun büyük işler adamı olmadığını ve vazîfe başındayken sâdece günlük işleri pürüzsüz yürütmeye çalıştığını yazarlar. İngiliz dostu ve taraflısı olduğu meşhurdur.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Son Sadrâzamlar; cild-2, sh. 1347-1472
 2) Osmanlı Târihi Kronolojisi; cild-5, sh. 95, 96, 97, 101
 3) Hâtırât-ı Kâmil Paşa
 4) Hürriyet ve istiklâl Mücâdeleleri Târihi; cild-16, sh. 8934
 5) Osmanlı İmparatorluğu Târihi (Zuhuri Danışman); cild-13, sh. 352

KAFKASYA VE HARPLERİ


Karadeniz ve Hazar denizi arasındaki bölge ve burada vuku bulan harbler. İslâmiyet Kafkasya’ya ilk defa hazret-i Ömer zamanında girdi (642). İslâm devletinin İran orduları serdârı olan Sürâka bin Ömer, Azerbaycan’ı fethedip, Dağıstan’a girdi. Sonraki kumandan Abdurrahman bin Râbia da Dağıstan ve Gürcistan’ın bir çok yerlerini alıp İslâmiyet’i yaymaya başladılar. Halîfe Hişâm bin Abdülmelik zamanında (724) Kafkasya tamamen fethedilerek İslâm ülkesine katıldı.
796 yılında henüz müslümanlığı kabul etmemiş olan Hazarların hücumlarıyla müslümanların yoğun olarak yaşadıkları Derbend düşünce, bu hâkimiyet sona erdi. Neticede iki yüz yıl devam edecek olan İslâm ve diğer kavimler arasındaki mücâdele başlamış oldu.
Sultan Melikşâh zamanında bölgeye akınlarda bulunan Selçuklular, bir kısım Türk kabîlelerini Dağtstan taraflarına yerleştirdiler. Sonraları Selçuklu Devleti’ni yıkan Moğollar buraya da hâkim oldular.
Moğol te’sirinin azalmasından sonra bölgede idareyi ele geçiren Şirvanşahlar, 1335 yılına kadar Dağıstan yöresinde hüküm sürdükten sonra, İran şahı Tahmasb bu devleti yıkıp topraklarını ele geçirdi.
1548’de Kânûnî Sultan Süleymân Han İran seferinden dönerken ikinci vezir Ahmed Paşa’yı Gürcistan taraflarına yolladı. Osmanlı Devleti’nin Kafkasya’ya ilk fiilî hareketi olan bu seferde, bir buçuk ayda başta Tortum ve Akçakale olmak üzere yirmi mühim kale alındı. Daha sonra fethedilen yerler bir sancak yapılarak, ümerâdan biri sancakbeyi olarak tâyin edildi (1555).
On beşinci asrın ikinci yarısında, Orta Asya ticâretinin mühim iskelelerinden olan Azak ve Kefe’nin Osmanlıların eline geçmesi, siyâsî ve ticarî sahada önemli idi. Osmanlı Devleti kudret ve nüfuzunu Orta Asya’ya kadar sokmak ve şiî olan İran’ı, Osmanlılarla Orta Asya sünnî hanlıkları arasında sıkışık vaziyette bırakmak, İran’ın bâzı Avrupa devletleri ve Papalık ile ittifakına karşılık Orta Asya’daki sünnî devletlerle anlaşmak istiyordu. Ancak bunun için evvelâ bu devletlerle sınır birliği sağlamak gerekiyordu. Bu sayede Osmanlı hükûmeti’nin îcâbında Gürcistan, İran ve Kuzey Kafkasya üzerine yapacağı bir seferde, askerin zahire ve sâir levazımının kolayca nakli için emin ve kestirme bir yol bulması îcâb ediyordu.
Bunu sağlamak için Azak denizine akan Volga nehri ile Don nehrinin birbirine en yakın noktasından bir kanal açılarak, bu iki nehrin birleştirilmesi düşünüldü. Böylece İstanbul’dan çıkan Osmanlı donanması, Karadeniz’den Azak denizine, oradan da Don ve Volga nehirlerinden geçerek Hazar, denizine ulaşabilecekti. Bu sayede de doğudaki bir askerî hareket için kısa sürede asker ve mühimmat nakli mümkün olabilecek, Rusların Orta Asya’ya yayılması ve Karadeniz’e açılma siyâsetlerinin önüne kuvvetli bir duvar çekilebilecekti.
1568 yılında Kefe beyi Kâsım Paşa bu işle vazifelendirilerek bölgeye gönderildi. Hem iki nehir arasında kanal açacak hem de Ejderhan’ı zaptederek Osmanlı Devletiyle sünnî Orta Asya hanlıkları arasında bağlantı kuracaktı. Fakat Kırım hânı Devlet Giray’ın ve Rus çarının entrikaları sonunda başarı sağlanamadı (Bkz. Astırhan seferi).
1576’da İran şahı Tahmasb’ın ölümünden sonra yerine geçen ikinci İsmâil ve ondan sonraki Hüdâbende zamanında İran kuvvetleri Osmanlı idaresindeki Gürcistan’a saldırdılar. Bu hareketler karşısında İran’a harb açıldı. Lala Mustafa Paşa serdârlıkla vazifelendirilerek Kuzey İran taraflarına gönderildi. Ardahan’dan Gürcistan’a giren Lala Mustafa Paşa, 1578’de Çıldır’da Tokmak Han idaresindeki İran kuvvetlerini yenerek, Gürcistan’da ilerlemeye başladı. Tiflis’i alarak eyâlet merkezi yaptı ve Mehmed Paşa’yı beylerbeyi nasbetti. Sonra Şirvan taraflarına giderek Derbend’i merkez yaptı, beylerbeyliğine Özdemiroğlu Osman Paşa’yı getirdi. Kış yaklaştığından Lala Mustafa Paşa Erzurum’a döndü. Özdemiroğlu Osman Paşa ise harekâta devam ederek Kuzey Kafkasya’nın büyük bir kısmını fethetti (Bkz, Özdemiroğlu). Bu fetihlerin sonunda İranlılarla İstanbul andlaşması yapıldı (1590) ve alınan yerler merkezi Ahıska olan Çıldır beylerbeyliğine bağlandı.
1603 yılında Şâh Abbâs, Avrupa devletleri ve Papalık’la ittifak kurduktan sonra harb îlân etmeksizin ânî bir baskınla Tebriz’i ele geçirdi. Aileleri ve silâhlarıyla beraber serbestçe çıkıp gitmek şartıyla teslim olan askerleri katletti. Şâh bundan sonra Selmas, Hoy, Meraga ve Nahcivan gibi yerleri kolaylıkla ele geçirip Erivan üzerine yürüdü. 1604 Kasım ayı başlarında Erivan’a girip, kaleyi kuşattı. Şâh’ın teslim teklifine kale müdafii Şerîf Mehmed Paşa; “Kalenin her taşı için bir baş vermedikçe ve sizin gibi ayak takımı olan din düşmanlarının kellelerinden kule yapmadıkça mümkün değildir” cevâbını verdi. Sık sık tekrarladığı hurûc hareketleriyle şiî ordusuna büyük kayıplar verdirdi. Yaklaşık yedi ay boyunca az bir kuvvetle büyük bir orduya karşı kahramanca müdâfaa savaşı veren Şerif Mehmed Paşa’nın elinde 500 kadar asker kalmıştı. Dışardan da yardım alamayınca vire ile teslim oldu (28 Mayıs 1604). Tebriz’den sonra Nahcivan ve Erivan’ın da Safevî hâkimiyetine geçmesi üzerine, Karabağ ve Şirvan’daki Türkmen oymaklarıyla Gürcistan prensleri Şâh Abbâs’a tâbi olduklarını bildirdiler. Osmanlı vâlisi olan Gürcü hükümdarları birer Safevî vâlisi durumuna geldiler. Şâh Abbâs ise Karadağ ve Şirvan taraflarına akıncılar göndererek yağma ettirdi. Kars ve kalesindeki sünnî câmilerini yakıp yıkarak viraneye çevirdi.
Bu târihlerde Anadolu’da celâlî isyânlarının büyümesi ve Avusturya ile yapılan harb gibi sebeplerle Kafkasya ile ilgilenilememiş, fethedilen yerler hemen tamamen elden çıkmış; Seki, Gence, Lori, Tumanis, Tiflis, Derbend (Demirkapı), Bakü, Şamahı ve hattâ Kars bile Safevî hâkimiyetine geçmişti (Bkz. İran Harpleri).
Bu sırada Rus çarı Büyük Petro da fırsattan istifâde için Hazar sahillerinden Bakü’ye doğru ilerleyip Gîlân’la Mâzenderân ve Esterâbâd’ı tehdîd etmeye başladı. Bu ise, Osmanlı sınırlarının Rus çenberine girmesi ve Rusların Hazar’dan sonra Karadeniz’e inmesinin kolaylaşması demekti. Bu günlerde İran şahı birinci Hüseyin, isyân eden Afganlı Mahmûd Han’a esir olup, oğlu Tahmasb da İran’dan koğulunca, durumu dikkatle tâkib eden sadrâzam Dâmâd İbrâhim Paşa, İran’la 94 sene evvel akdedilmiş olan Kasr-ı şîrîn andlaşmasının, son durumlar sebebiyle, hükümsüz olduğunu açıkladı. Şark cephesinin emniyetini te’min etmek için de derhâl tedbirler alarak, Erzurum vâlisi silâhdar İbrâhim Paşa’yı Cenubî Kafkasya, Van vâlisi Köprülüzâde Abdullah Paşa’yı Azerbaycan ve Bağdâd vâlisi Hasan Paşa’yı da Hemedan ve Kirmanşah taraflarına serdâr tâyin etti. Gürcistan’ın Safevî hâkimiyetinde bulunan Karthli krallığına karşı derhâl harekete me’mûr olan silâhdar İbrâhim Paşa, bu krallığın payitahtı Tiflis ve en mühim şehri Gori kalelerini teslim alıp, kale anahtarlarını İstanbul’a gönderdi. Silâhdar İbrâhim Paşa’nın en mühim vazifesi, Rus çarı Büyük Petro’dan evvel Bakü’yü elde etmek idi. Fakat Tiflis’i ele geçirdikten sonra 132 gün boş vakit geçiren Paşa, Bakü’nün Ruslar tarafından işgaline sebeb olduğu için azledildi. Diyarbakır beylerbeyi Ârifî Ahmed Paşa serdâr oldu.
Bu günlerde Hazar boylarını işgal eden Büyük Petro, Afganlılara esir olan Şâh Hüseyin’in oğlu Tahmasb’ı himayesine almış, o da Gîlân, Mâzenderân ve Esterâbâd havalisinin Ruslara terkini kabul etmişti. Bu durum, Osmanlı-Rus münâsebetlerinin çok gergin bir şekle gelmesine sebeb oldu. Rusya’ya savaş açılması tartışıldıysa da, Nevşehirli Dâmâd İbrâhim Paşa orduya güvenmediğinden, Ruslarla sulhe karar verdi. Rus elçisi Nepluyef’le akdedilen altı maddelik andlaşma gereğince, Hazar boylarıyla Tahmasb’ın Ruslara terketmiş olduğu eyâletler Rusya’da kaldı. Buna karşılık, Rus çarı da Osmanlıların istediği Şirvan, Gence, Erivan, Mogan, Karabağ, Azerbaycan’ı verdi ve kısmen Irak-ı acem’in Osmanlı’ya ilhakında yardım taahhüd etti (1724).
Bu andlaşmadan sonra harekete geçen yeni serdâr Ârifî Ahmed Paşa, Nahcivan’ı zaptedip Revan (Erivan) üzerine yürüdü. Üç ay süren şiddetli muhasara ve muhârebeden sonra kale muhafızı Ali Kulu Han 28 Eylül 1724’de teslim oldu. Revan muhafızlığına Anadolu vâlisi Osman Paşa getirildi (Bkz. İran Harpleri).
1733’de kış sebebiyle kuvvetleri terhis edilmiş olan Topal Osman Paşa, Kerkük’de Nâdir Şâh’a yenilince, Osmanlı hükümeti Kafkasya’daki Osmanlı nüfuzunu güçlendirmek için Kırım hanı Kaplan Giray’a, Kafkasya’ya geçmesini emretti. Ayrıca Kalmukların reisi Mehmed Bey’e beylerbeyilik vererek Osmanlı Devleti’ne bağlanmasını sağladı. Buna rağmen Nâdirşâh, Osmanlı ordusunu Arpaçay meydan muhârebesinde yendikten sonra, Osmanlı Devleti’nin elinde bulunan Şamahı, Gence, Kuri, Ordubâd ve Yezd şehirlerini ele geçirdi. Bu sırada Hindistan’ı fethe hazırlanan Nâdir Şâh’ın Gence vâlisi Genç Ali Paşa vasıtasıyla yaptığı andlaşma teklifi, Osmanlılar tarafından kabul edildi. Bu andlaşma ile Kasr-ı şîrîn muâhedesindeki hudud esas alındı. Ancak Sünnîliğe mütemayil olduğu hâlde şiî bir ülkede görüşünü belli edemeyen Nâdir Şâh’ın, Câferî mezhebinin beşinci mezheb olarak tasdik edilmesi hususundaki teklifini Osmanlı ulemâsı şiddetle reddetti.
Bu andlaşmadan sonra Hindistan tarafına dönerek Gürgâniye topraklarını işgal ve yağma eden Nâdir Şâh, geri döndüğünde Osmanlı Devleti’ne bağlı Dağıstan beylerine fermanlar gönderip kendisine itaat etmelerini istedi. Bu isteklerinin kabul edilmemesi üzerine de Şamahı taraflarına tecâvüz ederek sık sık yağma etmeye kalkıştı, fakat her defasında şiddetli mukabeleyle karşılaştı.
Bunun üzerine Nâdir Şâh, asker gönderip, Kerkük havalisinin henüz hasad edilmemiş mahsûllerini talan ettirdikten sonra kaleyi kuşattırdı. Teslim teklifini reddeden kale müdâfîleri İran askerine ağır kayıplar verdirerek geri çekilmeye mecbur ettiler. Bunu öğrenen Şâh, bir kaç yüz top ve büyük bir kuvvetle Kerkük’e gelip kaleyi kuşattı. Kale ancak üç-dört gün mukavemet edebildi. Nihayet canlarına dokunulmamak kaydıyla teslim olan kale müdâfîleri ve halkdan büyük bir kısmı katledildi.
13 Eylül 1743’de de Musul önlerine gelen Şâh, siperler kazdırıp kaleyi muhasaraya başladı. Uzun süre şehri topa tuttu. Kale müdâfiî Abdülcelîlzâde Hüseyin Paşa bütün gayretiyle çalışıp düşman saldırılarına mukabele ettiğinden, Şâh bu kaleyi alamadı.
1744 yılında tekrar harekete geçip Kars’ı kuşatan Şâh, bir ay süren kuşatmasında, şiddetli müdâfaaya dayanamayarak geri çekildi.
Bu tecâvüzler sonunda sefere karar veren Osmanlı hükümeti, Yeğen Mehmed Paşa’yı Anadolu vâliliğine getirip Şark serdârı yaptı. Emrindeki orduyla harekete geçen Yeğen Mehmed Paşa, Revan’ın kuzeyindeki Yagorvat sahrasına indi. Burada siperlenmiş olan Nâdir Şâh’ın kuvvetlerine karşı çarpışmaya başladı. Nâdir Şâh’ın kuvvetlerini ordugâhlarına, siperlerinin içine kadar sürüp ertesi gün siper alarak İran metrisleri üzerine yürüdü. Üç gün süren muhârebe sonunda İran ordusu iyice sıkıştırıldı. Fakat kat’î hücum karârı verildiği gün, Yeğen Mehmed Paşa’nın vefât etmesi her şeyi alt-üst etti. Muhârebenin şiddetlendiği sırada askerin bir kısmının geri çekilmesi sonunda, ordu yirmi bin kayıp vererek Kars’a çekildi. Bundan sonra eski sınırlar esas alınarak İran’la yeniden andlaşma yapıldı (4 Eylül 1746). İran, câferî mezhebinin beşinci hak mezheb olarak kabulü isteklerinden vaz geçti. Bir müddet sonra Nâdir Şâh’ın ölmesi ve İran’da uzun süre devam edecek olan iç karışıklıklar sebebiyle Kafkasya’daki mücâdeleler bundan sonra genellikle Rusya ile oldu.
1739’da Belgrad andlaşmasıyla Azak’ı alan Rusya, Osmanlı Devleti nezdinde harekete geçerek Kabartaylara, devletler arasında anlaşmazlığa sebeb oluyor diye, bu bölgenin işlerine her iki devlet tarafından müdâhale olunmamasını da kabul ettirmişti. Sonradan bu andlaşmaya uymayarak Küçük Kabartay’ı ilhak edip, Büyük Kabartay’ı da tazyike başlamıştı. Osmanlı Devleti bir yandan bu ilhaka mâni olmak, bir yandan da Azak kalesini geri almak isterken 1768-1774 Osmanlı-Rus harbi başladı. Uzun süren savaşlar sonunda Osmanlı Devleti yenilerek Küçük Kaynarca andlaşmasını imzalamak zorunda kaldı. Andlaşmanın Kafkasya’yı ilgilendiren yirmi birinci maddesine göre Orta Kafkasya’nın kuzeyinde bulunan Küçük ve Büyük Kabartaylar Rusya’ya bırakıldı. Yirmi üçüncü maddeye göre de Kafkasya’da Ruslar tarafından alınan Gürcistan taraflarındaki Kutayis ve Şehriban’ın Osmanlı Devleti’ne, diğerlerinin ise, Gürcistan’a verilmesi kararlaştırıldı.
Bu andlaşma üzerine Kırım’ın da elden çıkmış olması, İstanbul’da büyük bir tepki ve infiale sebeb oldu. Fransa ve İngiltere hükümetleri de el altından Bâb-ı âlî’yî Rusya’ya karşı savaş için kışkırttılar. Nihayet İsveç’le ittifak kuran Bâb-ı âlî 13 Ağustos 1787’de Rusya’ya harb îlân etti.
Kafkas taraflarından da Rusları vurmak isteyen Osmanlı hükümeti, Çıldır vâlisi Süleymân Paşa vasıtasıyla Dağıstan ve Azerbaycan hanlarını ittifaka almaya teşebbüs etti ve Dağıstan hanlarının en kuvvetlisi olan Amme Han’dan istifâdeyi düşündü. Kabartay ümerâsı ve Buhârâ hanına da, Rusya’ya karşı akın düzenlemeleri için emir gönderdi.
Dağıstan ve Azerbaycan hanları, Osmanlı Devleti’ne sâdık kalacaklarına dâir yemin etmelerine rağmen, kendi aralarındaki mücâdelelere devam ettiklerinden bunlardan yeterince faydalanılamadı. Amme Han’ın Osmanlı emrine verdiği otuz bin kişilik kuvvetleri ise, asıl hedef olan Rusya’ya bağlı Gürcü prensi Ereğli Han’ın üzerine gönderilmesi gerekirken başka tarafa sevkedilerek hedeften uzaklaşıldı. Kafkas dağları, Türkiye ile Rusya arasında tabiî bir set iken, Rusların Gürcistan’a girmeleri Anadolu tarafındaki emniyeti ortadan kaldırdı. Bu arada Avusturya’nın da Rusya’nın yanında savaşa girmesiyle, muhârebe tamamen Osmanlılar aleyhine döndü. Netîcede Osmanlı Devleti ile Rusya arasında 1791’de Yaş andlaşması imzalandı. Bu andlaşmaya göre Osmanlılarla Rusya arasında Kafkasya’da, Kuban ırmağı sınır kabul edildi.
On dokuzuncu yüzyıl başlarında Gürcistan, birbiriyle savaşan bir kaç büyük beylik yüzünden çeşitli târihlerde Ruslar tarafından zaptedilerek, bölündü. Bu durum karşısında Gürcü Beylerinden on ikinci Gorg, Gürcistan’ı tamamen Ruslara bağlamak istedi. Rus çarı bu teklifi kabul ederek, önce bir Rus generali başkanlığında Gürcü hükümeti kurdu. 1801’de ise Gürcistan’ı ilhak etmek istedi. Bunun üzerine Mingrelya ve İmeretya beyi Salaman, Osmanlı Devleti’ne sığındı. 1804 ve 1805 yıllarında ise, Revan ve Bakü hanlıkları da Rus hâkimiyetini tanıdılar. Fakat bu bölgeleri Rus hâkimiyetine alan Tsitsianu, Bakü’de öldürüldü. Bunu bahâene eden Ruslar, Kafkasya’ya asker göndererek Dağıstan ve Kafkasya’nın büyük bir kısmını işgal edip Doğu Anadolu sınırına dayandılar.
Birinci Nikola başa geçip Rusya’da mutlak bir hâkimiyet kurduktan sonra kendisinden önceki Rus çarlarının geleneklerine sâdık kalarak Kafkasya’daki Rüs nüfuzunu arttırdı. Azerbaycan’ı işgal etti. Öte yandan Navarin’de Osmanlı donanmasını yakan Ruslar, Osmanlı Devleti’nin protesto ve tazmînât talebine savaş açmakla cevap verdiler. Rus ordusu Avrupa’da Tuna nehrini geçtiği sırada, diğer bir ordu da Kafkas cephesinde hücuma geçti. Kars, Erzurum gibi yerleri aldı. Trabzon’a doğru ilerlemeye başladı. Bu fecî durum karşısında Bâb-ı âlî âcil olarak andlaşma taleb etmek zorunda kaldı. 1829’da Edirne’de imzalanan andlaşmayla Kafkasya ve Anadolu tarafında Anapa, Pati, Ahıska ve Ahılkelek kaleleri Rusya’ya bırakılıp, Rusya’nın Gürcistan hâkimiyeti de kabul edildi. Fakat buna rağmen Kuzey Kafkasya ve Dağıstan halkı tamamen Rus hâkimiyeti altına girmedi. Arazinin dağlık ve zaptı güç olması, Rusların buralara girmesine engel oldu.
Ruslar Kuzey Kafkasya’yı itaatleri altına almak için büyük kuvvetlerle bölgeye saldırdılar. Fakat bu devirde bölgede yetişmiş büyük âlimlerden İmâm Gâzi Muhammed, Nakşibendî şeyhi Kuralı Muhammed ile irtibat kurarak Ruslara karşı açacağı cihâd için fikirlerini aldı. Onun da teşvîkiyle 1829 yılında bir beyanname neşrederek Ruslara ve onlara bağlı olan Kafkas kavimlerine karşı fiilî mücâdeleyi başlattı. Bundan sonra Dağıstanlılar Rusya’ya karşı daha sistemli bir şekilde savaşmaya başladılar. Fakat Osmanlı Devleti Rusya ile Edirne’de imzaladığı andlaşmayla Kuzey Kafkasya dâhil bu bölgedeki haklarından vazgeçtiğinden, te’sirli bir siyâset gütmesi ve asker yollaması imkânı yoktu. Bununla beraber bütün Osmanlı ülkesinde bu hareketlerin başarısı için duâ edilmiş, en ufak bir başarı bile İstanbul’da şenliklere sebeb olmuştur. İmam, Gâzi Muhammed’in 1832’de şehîd edilmesinden sonra İmam olan Gamzat Bey, Ruslara bağlı Avar hanlığını ortadan kaldırdı. Fakat bir müddet sonra o da şehîd oldu. Yerine Şeyh Şâmil geçti.
Dağıstan’ın Gimri köyünden olan Şeyh Şâmil, çok iyi bir medrese tahsîli görmüş, İslâmî ilimlerde ileri derecede bir âlim idi. Meşhur velî Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî’nin sohbetlerinde bulunarak tasavvuf yolunda da yetişmişti. Kabiliyetli ve teşkilâtçı bir lider olarak tanındı. Yirmi beş yıl boyunca topuyla tüfeğiyle tam teşkilâtlı büyük Rus ordularına karşı Dağıstan’ı kurtarmak için savaştı. Bir avuç askeriyle muazzam Rus ordularını bozup büyük kayıplar verdirdi. Onların ilerleyişini durdurdu. Fakat sonunda teslim olmak zorunda kaldı (1869), Ailesi rehin bırakılarak kendisi hac için serbest bırakıldı. İstanbul’a geldi. Abdülazîz Han bizzat karşılayarak izzet ikrâmda bulundu. Hac için gittiği Medine’de vefât etti.
Şeyh Şâmil’den sonra yerine geçen Muhammed Emîn, bir süre daha Kafkasların batı bölgesinde mücâdelesini sürdürdü. Fakat o da mağlûb olup bölge Ruslar tarafından ele geçirilince, on binlerce Türk Anadolu’ya göç etti.
Birinci Dünyâ savaşı sırasında Kafkas cephesinde ilk tecâvüz Ruslar tarafından vâki oldu (31 Ekim 1914). Doğu Bâyezîd’in kuzey tarafından tecâvüze başlayan Ruslar, Kars’dan hareketle 1 Kasım’da hududu geçerek, Pasin ve Eleşkird’e doğru ilerlediler. İki ordu arasındaki ilk mühim vak’a 6 Kasım’da başlayıp altı gün süren Köprüköy muhârebesi idi.” Bu muhârebe neticesinde Ruslar geri atıldı. 11 Kasım’dan 19 Kasım’a kadar süren karşı Türk taarruzları ile Ruslar, Azap koyu muhârebesinde mağlûb edildi. Fakat iyi keşif yapılamayıp düşman tâkib olunamadığından nihâî netice elde edilemedi.
22 Aralık 1914’de Enver Paşa’nın sırf şan ve şöhret uğruna girişmiş olduğu Sarıkamış harekâtı, Osmanlı târihinin en büyük felâketlerinden biri oldu. Büyük bölümü daha düşmanı görmeden soğuktan donmak suretiyle ve bir kısmı da düşmanın karşısında olmak üzere yaklaşık 90 bin kişinin şehîd düşmesi neticesinde; Osmanlıların değil Kafkasya, Doğu Anadolu’yu dahi koruyacak gücü kalmadı (Bkz. Sarıkamış Harekâtı).
Nitekim 1916 yılı başlarında karşı taarruza geçen Ruslar, 16 Şubat’ta Erzurum’a, sonra da Muş ve Bitlis’e girdiler. Aynı zamanda Karadeniz kıyısı boyunca da gelişen Rus taarruzu sonucunda 19 Nisan’da Trabzon, 25 Temmuz’da ise Erzincan düştü.
1917 yılında Rusya’da bolşevik ihtilâli oldu. İhtilâl sebebiyle muharip bir kuvvet olma vasfını kaybeden Rus ordusu harbden çekilince, Lehistan’ın Brest-Litovsk şehrinde Almanya ve müttefikleriyle Rusya arasında andlaşma imzalandı. Osmanlı Devleti’ni, sadrâzam Talat Paşa’nın temsil ettiği bu andlaşmayla Türk-Rus hududunu alâkadar eden yerlerin halk oylaması sonucu belirlenmesi kararlaştırıldı. Fakat bu sırada Kafkasya’da Azerî, Türk, Ermeni ve Gürcü unsurlardan meydana gelen Cenubî Kafkasya devleti kurulduğu için, Osmanlı Devleti bir ültimatom vererek; Batum, Ardahan ve Kars’ı bu devletten istedi. O sırada ordusu henüz teşkilâtlanmamış olan Rusya, bunu kabul etmek zorunda kaldı.
30 Ekim 1918 Mondros mütârekesinden sonra, Osmanlı Devleti Batum ve Ardahan’dan çekildi ve buraları İngilizler işgal etti. Temmuz 1920’de ise, İngilizlerin çekilmesi üzerine Gürcistan hükümeti bölgeyi işgal etti. Türkiye Büyük Millet Meclisi hükümetinin protestosundan ve askerî harekâta geçmesinden sonra; Batum, Ardahan ve Artvin Türk ordusu tarafından alındı. Fakat 16 Mart 1921’de Moskova’da imzalanan Türkiye-Rusya andlaşmasıyla Batum Gürcistan Sovyet Cumhuriyetine bırakıldı.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Osmanlı Târihi (Uzunçarşılı); cild-2, 3/1, 3/2, 4/1, 4/2
2) Büyük Türkiye Târihi (Y. Öztuna)
3) Rusya Tarihi (A.N. Kuran); sh. 331, 417, 420
4) Kafkasya ve Osmanlı İmparatorluğu’nun Kafkasya Siyâseti (Dr. Cemâl Gökçe)
5) Belgelerle Türk Târihi Dergisi; sayı-3-24
6) Îzâhlı Osmanlı Târihi Kronolojisi (Danişmend); cild-3, 4
7) Osmanlıların Kafkas İllerini Fethi (Prof. Dr. Fahrettin Kırzıoğlu)

KADIZADE-İ RUMİ


Matematik, astronomi ve Hanefî mezhebî fıkıh âlimi. İsmi, Mûsâ Paşa bin Mehmed bin Kâdı Mahmûd Efendi’dir. Dedesi Mahmûd Efendi, uzun zaman Bursa kâdılığı yapması sebebiyle Koca Kâdı adıyla tanınmıştı. Babası Mehmed Efendi de genç yaşta Bursa kâdılığına getirildi. Fakat kısa bir süre sonra vefât etti. Ailenin büyük oğlu olması hasebiyle, adının sonuna paşa kelimesi eklenerek, Mûsâ Paşa denilen Kâdızâde’ye, Selâhaddîn lakabı verildi. Dede ve babasına nisbetle Kâdızâde, Anadolu’dan Semerkand’a gittiği için de Rûmî denildi. Muhtemelen 1337 senesinde Bursa’da doğan Kâdızâde-i Rûmî’nin doğum yeri ve târihi ihtilaflıdır.
Kâdızâde, babası Mehmed Efendi’nin vefâtından sonra dedesi Kâdı Mahmûd’un himayesinde büyüdü. Dedesinden ve talebelerinden ilim öğrendi. Molla Fenârî’den fıkıh, matematik ve astronomi ilimlerini tahsîl etti. Bursa’daki tahsîlini tamamladıktan sonra, Seyyid Şerîf Cürcânî’nin nâmını duyunca, ilim öğrenmek için yirmi beş yaşlarında iken, 1362’de Horasan taraflarına gitti. Seyyid Şerîf Cürcânî’den kelâm ve fen ilimlerini öğrendi. Astronomi ve matematikte söz sahibi oldu. Mâverâünnehr taraflarına gitti. Semerkand’da Tîmûr Han’ın oğlu Şahruh’tan büyük itibâr gördü. Şahruh’un büyük oğlu Uluğ Bey’in hocalığına tâyin edildi. Uluğ Bey’e Türkistan ve Mâverâünnehr bölgesinin idaresi verilince, Semerkand’ı kendisine merkez yaptı. Hocası, Kâdızâde’ye büyük ihtimam gösterip, onun için bir medrese ve rasadhâne inşâ ettirdi. Her talebe için bir dershâne yaptırdı. Medreseye müderrisler ve müderrislerin başına Kâdızâde’yi tâyin etti.
Uluğ Bey Medresesi’ne başmüderris olan Kâdızâde, medresesinin ortasında bulunan kare şeklindeki sahaya müderrisleri toplar, ders verirdi. Bu müderrisler de kendi dershânelerinde talebelerine anlatarak îzâhta bulunurlardı. Hatta Uluğ Bey de Kâdızâde’nin derslerini dinlerdi. Bu sırada, Uluğ Bey’in sebebsîz yere bir müderrisi azletmesi, Kâdızâdenin evine kapanarak derse gitmemesine sebeb oldu. Onun bu davranışı üzerine Uluğ Bey hatâ işlediğini anladı ve bizzat Kâdızâde’nin ziyaretine giderek niçin ilimden el çektiğini sordu. Kâdızâde de; “Biz ilmi mukaddes biliriz. Onu şahıslar üstü bir değer olarak takdir ederiz, ilmin, insanların merhametine muhtaç duruma düşmesine üzüldük. Bir sultânın sözüyle âlimler ilimden alıkonuluyor. Bunun üzerine ilimden el çekmeyi tercih ettik. İlme hürmetimiz sebebiyle, ona leke kondurmamak için böyle yaptık” deyince, sultan Uluğ Bey özür dilemekten başka çâre bulamadı. Görevden aldığı müderrisi tekrar vazifesine tâyin ederek, bir daha ilme ve âlimlere müdâhalede bulunmayacağına dâir söz verdi.
Uluğ Bey Medresesi’nde yüksek din bilgileri ile matematik ve astronomi ilminin incelikleri öğretilirdi. Uluğ Bey, medresenin yanında yaptırdığı rasadhânede de Kâdızâde’ye vazîfe verdi. Rasadhâne’nin müdürü olan astronomi âlimi Gıyâseddîn Cemşid’in ölümü üzerine, müdürlüğe Kâdızâde-i Rûmî getirildi. Kâdızâde-i Rûmî, rasadhânede yaptığı gözlemler neticesinde eski Yunan bilginlerinden intikal eden bir çok bilgilerin hatalı olduğunu ortaya koydu. Astronomik cedvel ve tabloların yeniden tanzim edilerek, hatâların düzeltilmesi için Uluğ Bey Ziyc’ini hazırlamaya başladı. Ancak ömrü vefâ etmeyip, ziyci tamamlayamadan 1421 senesinde Semerkand’da vefât etti.
Kâdızâde’nin yetiştirdiği Ali Kuşçu ve Fethullah Şirvânî isimli iki meşhur talebesi sayesinde yüksek matematik ilmi, batı Türkleri arasında (Anadolu’da) da yayıldı. Kâdızâde ve talebeleri, gök cisimlerinin kendi etrafındaki hareketlerini incelerken, zamanında bilinen yüksek matematiğin en son geliştirilen kaidelerini daha da geliştirip uyguladılar. Astronomi ile ilgili fizik kurallarını da, astronomiye ilk olarak tatbik ettiler.
Kâdızâde-i Rûmî’nin yazmış olduğu eserlerden bâzıları şunlardır: 1-Muhtasar fil-Hisâb: Muhtasar bir aritmetik kitabıdır ve allâme Selâhaddîn Mûsâ imzasını taşımaktadır. 2- Câmi-il-Mahmûd: Harezmî’ninEl-Mülahhas fil-hey’e adlı astronomiye dâir eserinin şerhi olup, Osmanlı medreselerinin temel kitaplarındandır. Çeşitli kütüphânelerde bir çok yazma nüshası olan eser, üç-dört defa basılmıştır 3- Şerhu Eşkâl-it-Te’sis fil-Hendese: Muhammed bin Eşref Semerkandî tarafından Oklid’inKitâb-ül-usûl’ünde bahsedilen mevzulara dâir yazılan ilk geometri çizimleri ve üçgenlerin niteliklerine dâir Eşkâl-i Te’sis adlı eserin şerhidir. Bu eser de Osmanlılarda çok meşhur olup, pek çok yazmaları mevcuttur ve baskısı da yapılmıştır. 4- Risale fî istihrâc-il-ceyb derece vahide:Gıyâseddîn Cemşid’in bir eserinin şerhidir. Bu eserde, bir derecelik yayın sinüsünü bulma usûlünü, kitabın aslından daha iyi ve basit bir şekilde, devrinde bilinen matematik kaidelerinden daha ileri bir seviyede hesap şeklini ortaya koyarak açıklamıştır. Bu kıymetli eserde, bir derecelik yayın sinüs değerinin, yarıçap bir birim alındığında; 0,017452406437 olduğu gösterilmiştir ki, bugünkü ile aynıdır. 5- Şerhu kitabi mulahhas fîl-hendese, 6- Şerh-ut-tezkire, 7- Haşiye alâ-şerh-il-Hidâye, 8- Şerh-ul-mulahhas fîl-hey’e.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Şakâyık-ı Nu’mâniyye Tercümesi (Mecdî Efendi); sh. 196
 2) Osmanlı Müellifleri; cild-3, sh. 291
 3) Tâc-üt-tevârih; cild-2, sh. 407
 4) Âsâr-ı bakıyye; cild-1, sh. 190
 5) Târih-ül-ulûm indel Arab; sh. 175
 6) Ulûm-ül-bahte; sh. 425
 7) Mu’cem-ül-müellifîn; cild-11, sh. 319
 8) Rehber Ansiklopedisi; cild-3, sh. 118
 9) Osmanlı Türklerinde İlim; sh. 14
10) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; cild-12, sh. 230

NİZAM-I CEDİD


Sultan üçüncü Selîm Han devrinde kurulan talimli asker ocağına verilen ad. Nizâm-ı cedîd, geniş ve dar mânâda olmak üzere iki şekilde tarif edilmiştir. Dar mânâda; sultan üçüncü Selîm Han zamanında Avrupai tarzda yetiştirilmek istenen asker. Geniş mânâda ise; yine aynı Pâdişâh devrinde devlet teşkilâtının bütününde yapılmak istenilen yeniliklerdir. Nizâm-ı cedîd; yeni düzen ve nizâm demektir.
Osmanlı Devleti’nde on sekizinci yüzyıldan itibaren bâzı ıslâhat hareketlerine başlandı. Gaye, Yavuz ve Kânûnî dönemine dönmek, aksayan idâri düzeni eski hâline kavuşturmaktı. Sultan İkinci Osman ile başlayan ıslâhat hareketleri sultan dördüncü Murâd, Köprülü ailesi ve sultan üçüncü Mustafa ile devam etti. Köprülüzâde Fâzıl Mustafa Paşa, sadrâzamlığı sırasında gayr-i müslimlerden alınan cizyenin bir elden toplanması için yaptığı yeniliklere Nizâm-ı cedîd adı vermiştir. İlim adamları ile istişare ederek bu yenilikleri tatbîkat sahasına koymuştu. Bu yenilikler sultan üçüncü Selîm Han devrinde daha geniş bir plân ve programla sürdürüldü. Bu pâdişâh, şehzâdeliği ve velîahdlığı esnasında yapılan ıslâhat teşebbüslerini yakından tâkib etmişti. Bu devirde eski usûl ve teşkilât için Nizâm-ı kadîm denilmeye başlanmıştı.
Nizâm-ı cedîd hareketi, sultan üçüncü Selîm’in tahta çıkışıyla beraber belli bir tertib içinde uygulanmaya başlandı. Böyle yeni bir sistemin konulması için, öncelikle bâzı yönlerden örnek alınacak Avrupalıların ilerlemesinin sebeplerinin incelenmesi ve devlet adamlarıyla âlimlerden teşekkül edilecek bir danışma meclisinin kurulması îcâb ediyordu. Pâdişâh, meşveret (danışma) meclisi teşkîliyle, yeni fikrin, bir şahsın değil, devletin malı olması gayesini güdüyordu. Islâhat için ikisi Avrupalı olan yirmi iki devlet adamından, bu konudaki düşüncelerini açıklayan birer rapor istedi. Osmanlı ordusunda çalışan bir subay olan Bertrauf ile, İsveç konsolosluğunda çalışan D’Ohosson ve Türk devlet adamlarının belli başlılarından olan sadrâzam Koca Yûsuf Paşa, Velî Efendizâde Emin, Defterdâr Şerif Efendi, Tatarcık Abdullah Efendi, Çavuşbaşı Efendi ve tarihçi Enver Efendi bunlar arasında idi.
Diğer taraftan Ebû Bekir Râtib Efendi, o devir için Avrupa’nın güçlü devletlerinden olan Avusturya’nın başşehri Viyana’ya sefaret vazifesiyle gönderildi. Gönderilen bu elçiden, Avusturya’nın bütün müesseselerini incelemesi ve rapor etmesi istendi. Sekiz aylık bir seyahat neticesinde yazılan bu sefâretnâmede, alınması gereken başlıca tedbirler şöyle sıralandı: 1- Hazînenin dolu ve düzenli olması, 2- Askerin itaatli olması, 3- Devlet adamlarının doğru ve sâdık kimseler olması, 4- Halkın refah ve himayesinin te’mini, 5- Bâzı devletlerle ittifak andlaşmalarının yapılması.
Ebû Bekr Râtib Efendi’ye göre, örnek seçilecek bir devletin askerî kânunları ve nizamları iktibas edilerek, kendi bünyemize uydurup, ihtiyâcımıza cevap verecek bir Nizâm-ı cedîd ordusunun kurulması gerekiyordu. Pâdişâh’ın düşüncelerine te’sir eden bu sefâretnâme, Nizâm-ı cedîd programının hazırlanmasının bir safhasını teşkil ediyordu.
Kendisinden önceki pâdişâhların, ıslâhat hareketleri düşüncelerinden faydalanmasını bilen sultan üçüncü Selîm Han, sultan üçüncü Ahmed Han devrinde yapılmak istenilen ıslâhatın, devlet adamlarından gizli olmasının zararlarını gördüğünden, devlet adamları ve âlimleri yanına çağırarak, onların düşüncelerinden faydalanma ve memleketlerin durumunu daha iyi tahlil etme imkânını ele geçirmek istedi. Ancak lâyihaları kaleme alan kimselerin askerlik sahasında tecrübe sahibi kişiler olmaması, köklü tekliflerin gelmesine mâni oldu.
Verilen lâyihalar, başlıca üç görüş üzerinde toplanıyordu: 1- Ordunun, Kânûnî Sultan Süleymân kânunlarına göre ıslâh edilmesi, 2- Sultan Süleymân kânunlarına, Avrupa nizamlarını tatbik ederek yeniden ordu teşkili, 3- Yeniçeri ocağı tamamen kaldırılarak, Avrupa usûllerine göre yeni bir ordunun kurulması. Üçüncü düşüncede olanlara göre, devletin eski kânunları ihtiyâca cevap veremez hâle gelmiş, yeniçeriye fesâd karışmış, bu da ordunun bozulmasına sebeb olmuştu. Bu sebeplerden dolayı yeniçeri ocağını bir tarafa bırakarak, tamamen Avrupa usulleriyle yeni bir ordu kurulmalıydı.
Sultan üçüncü Selim Han, bunlardan üçüncüyü seçti. Programın uygulanması için tertîb edilen hey’etin başına, İbrâhim İsmet Bey gibi dirayetli bir şahsı getirdi. Bu zât, işin başlangıcında olabilecek tehlikeleri dile getirmişti. Islâhat hey’etinin hazırladığı program, yetmiş iki maddeden meydana geliyordu, öncelikle askerlikle ilgili maddelerin tatbikatına geçildi.
Yeniçeri ocağının birdenbire kaldırılmasının devlete vereceği zarar ortada olduğundan, bu ocağın ıslâh edilmesi sırasında yeni ordunun kurulması çalışmalarına başlandı. Yeniçeri ocağına haftada bir kaç gün mecburî tâlim konuldu. Humbaracı, topçu, lağımcı ve top arabacı ocaklarının yeni kanunnâmeleri hazırlandı. Bunlar, ordunun teknik sınıflarını teşkil edeceklerdi.
Yeni ordunun teşkili ise, sadrâzam Koca Yûsuf Paşa’nın Ziştovi ve Yaş andlaşmalarından sonra cepheden İstanbul’a dönmesi ile başladı. Sadrâzamın Avrupa’dan subay da getirmesi, talimli piyade askerinin teşkilini hızlandırdı. Pâdişâh bu ordunun yeniçerilerden bağımsız olmasın ve genç yeniçerilerin buraya alınmasını istiyordu. Ancak bunun mahzurları düşünüldüğünden yeni ordunun bostancı ocağına bağlı, on iki bin mevcûdlu ve örnek bir ordu gibi teşkili yoluna gidildi. Levend çiftliği kanunnâmesi ile yeni ordunun kadroları ve diğer mes’eleleri açıklanmış oluyordu.
Nizâm-ı cedîd ordusunun kuruluşunda ortaya çıkan diğer bir problem ise; yeniçeri taraftarlarının çıkaracağı taşkınlıktı. Bunun için halk arasında muteber bilinen devlet adamlarından faydalanma yoluna gidildi. Yapılan propagandada, yeni ordunun İstanbul’da Rus tehlikesine karşı muhafaza için kurulduğunu, İstanbul’a karşı bir tehlike esnasında Anadolu ve Rumeli’ne dağılmış olan, çiftçilikle uğraşan askerin geç gelmesinin doğuracağı tehlikeler anlatıldı. Pek te’sirli olmamakla beraber yapılan propaganda neticesi, ilk andaki tepkiler önlenmiş oldu. Sessizlikten istifâde etmek isteyen devlet, Anadolu’da asker yetiştirme hareketine girişti. Bu harekette, Karaman vâlisi Kâdı Abdurrahmân Paşa ile Amasya sancakbeyi Cabbarzâde Süleymân Bey’in gayretleri semeresini verdi.
Ancak yeniçeri ocağına tâlim mecbûriyeti konması, hâriçten Esamî satın alarak ulufeye kaydolanların işine gelmedi. Ocak içinde usulsüz âidât toplıyanların, kanunnâme ile engellenmesi, çıkarcıları zor duruma soktu. Yapılan karşı propaganda neticesi önce yeniçeriler tâlime çıkmamaya başladı, sonra da Nizâm-ı cedîde kaydolanların dağılmaları, devlet adamlarına Nizâm-ı cedîdin asker kaynağının sâdece ordu olduğunu anlatmış oldu. Bu esnada Levend’den başka Üsküdar’da Kâdı Abdurrahmân Paşa’nın askerlerinden teşekkül eden yeni bir ordu te’sis edildi.
Nizâm-ı cedîd ordusunun kurulmasının yanı sıra; Tophane, Tersane ve Mühendishâne’nin de yeniden organizasyonuna başlandı. Tophane mensupları elenerek yenilendi. Avrupa’dan top döküm ustaları getirilerek yeni top imalâtına başlanıldı. Çok ihmâl edilmiş olan donanma ve tersanenin ıslâhatına girişildi ve bu konu, Küçük Hüseyin Paşa’ya verildi. Alınan tedbirler neticesinde donanma her yönden güçlendi. Fennî eğitimde tahsîl ve terbiyenin ilerlemesi için, 1773’de açılan Mühendishâne-i Bahr-i hümâyûn genişletilerek, 1794’de Teknik üniversite mahiyetindeki Mühendishâne-i Bahr-i hümâyûn kuruldu. Bu okullarda, geniş ölçüde yabancı öğretmenlerden faydalanıldı. Okulların kitap ihtiyâcını karşılamak için de Üsküdar matbaası yeniden tesîs edildi.
Yapılan değişiklikler, devlet bütçesine ağır yük getiriyordu. Yükün kaldırılması için, sâdece Nizâm-ı cedidin giderlerini karşılayacak İrâd-ı cedîd denilen yeni bir hazîne kuruldu. Ayrıca İrâd-ı cedîd, ilerde meydana gelebilecek harplerin giderlerini de karşılayacaktı. İki yüz bin kese değerinde olacak bu hazînenin gelir kaynaklarını, Rüsûm-ı Zecriye denilen tütün, kahve ve benzeri emtiadan yeni mültezime verilen mukâtaalardan ve her sene yenilenen beratlardan alınan vergiler teşkil ediyordu. Hazînenin hesaplarını görmek için de talimli asker nâzırı, İrâd-ı cedîd defterdârı tâyin edildi.
Nizâm-ı cedîd hareketi, askerî sahadaki yeniliklerin yanı sıra idarî, siyâsî ve ticarî sahalarda aynı istikâmette bir takım teşebbüsleri beraberinde getirdi. İdarî sahada Anadolu ve Rumeli, yirmi sekiz vilâyete bölündü ve vezir sayısı buna uygun hâle getirildi. Menfî ve ehliyetsiz kişilere vezirlik ve idarecilik verilmemesine dâir kanunnâme çıkarıldı ve tâyinlerin yapılması hakkı, pâdişâh ve sadrâzama verildi. Vezirlerin me’muriyet süresi, en az üç, en çok beş yıl arasında sınırlandırıldı. Kâdıların durumu tımar nizâmnâmesi düzenlenerek, yapılacak muamelelerin kanunnâmeye uygun olmasına dikkat edildi.
Osmanlı Devleti’nin iktisadî, idarî, siyâsî sahalarında yapılan yenilik ve ıslâhatlar, yapılan menfî propaganda, içteki ve dıştaki başarısızlıklar sebebiyle istenilen neticeyi veremedi. Islâhatları tatbik edenler arasında, pâdişâha tam olarak itaat edenlerin sayısının az olması da bunda rol oynadı. Hârici düşmanlar, yapılan savaşlar, Arabistan’da Vehhâbî, Mora’da Rum, Balkanlarda Sırp isyânları ile diğer küçük çaptaki isyânları bastırmakta güçlükle karşılanılmasının suçu, devamlı Nizâm-ı cedîd askerine yüklendi. Yeniçeri ocağı mensublarının da Nizâm-ı cedîd askerinin çoğalmasıyla kendi maaşlarının ellerinden gideceği korkusu, karşı çıkmalarına sebeb oldu. Fransa’nın Osmanlı Devleti aleyhine cephe alıp, İstanbul’daki Fransız sefirinin el altından yeniçerileri, “Maaşlarınız alınıp, devlet ileri gelenlerine dağıtılacaktır” şeklindeki tahrikleri de etkili oldu. Bu hareketin başarısızlığında bâzı kötü tesadüflerin, korkak ve ehliyetsiz devlet adamlarının da rolü vardı. Devlet bütçesinden yapılan masrafların artması, hîleli sikke kesilmesi veya yeni yeni vergilerin konulmasına bağlı olarak, eşya fiyatları arttı. Taşradakivergi tahsildarlarının suistimalleri, halka büyük sıkıntı getirdi. Bu sebeblerden, yeniliğe karşı olanlar Nizâm-ı cedîdî yıkmak için fırsat arar hâle geldiler.
Napolyon’un Mısır seferi sırasında Akka kalesinin önündeki savaşta başarı kazanan Nizâm-ı cedîd ordusundan, Sırp isyânlarına ve Rusya ile savaş tehlikesine karşı faydalanılmak istendi ve ordu Rumeli’ne geçirildi. Ancak bu durumdan şüphelenen Rumeli âyânına, ordunun Sırp isyânını bastırmakla vazîfelî olduğu ilân edildi. Fakat, sadrâzam İsmâil Paşa’nın, yeniliğe muhalif olanların Rumeli âyânı ve yeniçerileri tahriki, olayların başlangıcı oldu. İlk hâdise Tekirdağ’da meydana geldi. Burada kurulacak Nizâm-ı cedîd ordusuna dâir fermanı okuyan kişiyi, yeniçeriler öldürdüler. Askeri Edirne’ye götüren Kâdı Abdurrahmân Paşa’ya mukavemet edilmesi, iç harp tehlikesi derecesine ulaştı. İngiliz donanmasının İstanbul’u yakmakla tehdîd ettiği ve düşmanın sınırlara asker yığdığı sırada böyle bir isyânın başlaması devletin selâmeti açısından kötü netîceler doğuracağı aşikârdı. Bu sebeble üçüncü sultan Selim Han, Abdurrahmân Paşa’yı geri çağırdı. Arzu edilen neticenin aksine, muhaliflerin taşkınlıklarını artırmaktan başka bir işe yaramadı ve yenilik düşmanlarının şımarmalarına sebebiyet verildi. İstanbul’da Boğaz yamakları isyân etti.
Edirne’deki hâdiseden sonra merkezde yapılan değişiklikler, fayda yerine zarar getirdi. Yeni tâyinlerde, Nizâm-ı cedîdi ister görünen muhalifler makam sahibi oldular. Bunların da kışkırtmasıyla ordunun İstanbul’da bulunmayışını fırsat bilen yeniçeri ve yenilik muhalifleri, Nizâm-ı cedidi ortadan kaldırmaya karar verdiler. Bundan habersiz olan pâdişâh, Boğaz yamaklarını Nizâm-ı cedîde dâhil etmeye çalışıyordu. Köse Mûsâ Paşa ise el altından haber göndererek, bu askerleri; “Eğer, Nizâm-ı cedîd elbisesi giymezseniz ocaktan atılırsınız. Belki de Nizâm-ı cedîd sizi öldürecektir” diye tahrik ediyordu. Tahrikler sonucu yeniçeriler 26 Mayıs 1807 târihinde Büyükdere çayırında toplanarak isyânı başlattılar. Başlarına reis olarak seçtikleri Kabakçı Mustafa denilen serkeş de İstanbul halkına, yaptıkları işin mukaddes bir hareket olduğu yolunda propaganda yaptı.
Bu esnada kaymakam Köse Murâd Paşa, bir taraftan pâdişâha isyânı önemsiz gibi gösterirken, diğer yandan, isyâncıları bastırmaya hazırlanan topçu ocağına, karşı gelmemeleri için emir gönderiyordu. Neticede isyân programı düzenli olarak tatbik edilmeye başlandı. İsyancılar Etmeydanında (Aksaray semti) toplandıktan sonra, devlet adamlarının içinde bulunan Nizâm-ı cedîd muhalifleriyle anlaştılar. Pâdişâh durumdan haberdâr olduğunda iş işten geçmişti. İsyanın bastırılması için Nizâm-ı cedîdin kaldırıldığına dâir bir ferman yayınladıysa da, âsîler bu defa, Pâdişâh’dan on bir kişinin kendilerine teslimini istediler.
Kendisine on bir kişinin isimlerinin listesi verildiğinde çok üzülen Pâdişâh, bütün bunlara sebep, kendi yumuşak huyluluğu olduğunu söylemiştir. Kan dökülmemesi için âsîlerin istekleri kabul edildi. Âsîler verdikleri listede olan kişileri katlettikten sonra daha da ileri giderek, yeni bir istekle ortaya çıktılar. Sıra nihayet Nizâm-ı cedidin mîmârı olan sultan üçüncü Selîm’e gelmişti. Neticede Pâdişâh iyi huyluluğu, şefkati ve temiz ahlâkı yüzünden şehîd edildi. İsyanın neticesinde de memleket, Avrupa’ya yetişmek yolunda uzun bir süre geri bırakıldı (Bkz. Kabakçı Mustafa, Alemdâr Mustafa Paşa).
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Târih-i Râşid; cild-2, sh. 148
2) Târih-i Cevdet; cild-3, sh. 51
3) III. Selîm’in Hattı Hümâyûnları ve Nizâm-ı Cedîd (E.Z. Karal, Ankara-1946)
4) Osmanlı Târih Deyimleri; cild-2, sh. 704
5) Osmanlı İmparatorluğu ve Modern Türkiye; cild-1, sh. 351
6) Silahlı Kuvvetler Dergisi (Sene, 1985, sayı-299); sh. 68
7) Rehber Ansiklopedisi; cild-13, sh. 141
8) Osmanlı Târihi (E. Z. Karal); cild-5, sh. 63.
9) Büyük Türkiye Târihi; cild-9, sh. 441