19 Nisan 2019 Cuma

AKÇE


Osmanlı Devleti’nin ilk zamanlarından itibaren bastırılan ve kullanılan gümüş para birimi. İlk sikkesi gümüşten îmâl edildiği için Ak (beyaz, temiz, parlak) para mânâsında akçe denilmiştir. Ayrıca ak kelimesi müsbet yönde bir mânâya sahiptir. “Alnı ak” gibi. Nitekim renginden dolayı altına kızıl ve sarı denildiği bilinmektedir. “Ak akçe kara gün içindir” atasözü de bu paranın beyaz gümüşten îmâl edildiğini ifâde ettiği gibi, geçerliliğini de belirtmektedir. İlk zamanlar gümüş para mânâsında kullanılan akçe, on beşinci yüzyıldan sonra umûmî mânâda Osmanlı parası karşılığı olarak kullanılmıştır. Osmanlı para birimi olan Akçe-i Osmânî adıyla kullanıldığı gibi, pâdişâhların zamanlarına göre değişik isimler almıştır. Bu para Osmanlılara mahsus olup, Selçuklu ve diğer İslâm devletlerinin paralarıyla ilgisi yoktur. İlk akçe, doksan ayar gümüşten olup, altı kırat 1,154 gram ağırlığında idi. Zamanla ayarı düşük ve değişik ağırlıkta akçeler de basılmıştır. Umûmî olarak bir yüzünde “Lâ ilâhe illallah Muhammedün resûlullah” ibaresiyle bu ibarenin dört tarafında Peygamber efendimizin dört halîfesinin ismi, diğer yüzünde de parayı bastıran pâdişâhın ismi, basılış yeri, târihi ve Osmanlıların mensûb oldukları Kayı boyunun damgası bulunurdu. Onbeşinci asırdan itibaren para mânâsında kullanılan akçeye;Lala Yürgûç akçesi, avârız akçesi, geçer akçe, kalp akçe gibi çeşitli adlar verilmiştir. Ayrıca değer düşüşü neticesinde; züyûf akçe, kırpık akçe, kızıl akçe, çil akçe adlarını da almıştır. Çürük akçe deyimi ile kullanılan para ise bakır sikkeyi ifâde etmektedir.
Osmanlı Devleti’nin kuruluş yıllarında Selçuklular veya diğer devletler tarafından bastırılan çeşitli paralar kullanılıyordu. İlk Osmanlı sikkesini Osman Gâzi bastırdı. Bu gümüş para, 15 mm. çapında ve 0,68 gr. ağırlığındaydı. Basıldığı yer ve târih belli olmayan bu paranın yüzünde “Darebe Osman bin Ertuğrul” ibaresi yazılıydı. Elde mevcûd en eski Osmanlı akçesi, ikinci Osmanlı pâdişâhı Orhan Gâzi tarafından bastırılmıştır. Orhan Gâzi devrine âit en eski akçe 1327 (H. 727) târihinde Bursa’da bastırıldı. Bu Osmanlı akçesinin bir tarafında “Lâ ilâhe illallah Muhammedün resûlullah” ibaresiyle, etrafında; Ebû Bekr, Ömer, Osman, Ali’nin (radıyallahü anhüm) isimleri; diğer tarafında ise, Orhan bin Osman ve basıldığı yeri gösteren Bursa ismi, altında ise Orhan Gâzi’nin beyliğe geçişinin üçüncü senesini işaret eden siyâkat rakamı ile üç sayısı ve kenarlarında da paranın basıldığı yıl 727 ile Osmanlıların mensûb oldukları Kayı boyunun damgası vardı. Orhan Bey zamanında, tarihsiz ve üzerindeki yazılar geometrik motiflerden müteşekkil bir çerçeve içine alınmış İlhanlı paralarına benzer paralar da basılmıştır. Çerçevesiz olup üzerinde, “Orhan halledallahü mülkehû” ibaresi yazılı bulunan akçeler daha sâde idi. Basıldığı yer ve târih belli olmayan bu akçelerin Orhan Gâzi’nin beyliğin idaresini ele aldığı ilk senelere âid olduğu kuvvetle muhtemeldir.
Orhan Gâzi’den sonra pâdişâh olan Murâd Hüdâvendigâr zamanında gümüş akçeler bastırıldığı gibi, üzerlerinde basılış yeri bulunmayan pul, fels ve mangır özelliğinde bakır paralar da basıldı.
Yıldırım Bâyezîd zamanında basılan gümüş ve bakır paralar üzerinde darb yeri yok ise de, târih mevcuddu. Basılan bu gümüş paraların ayarı % 90 idi. Bu pâdişâh zamanında devletin altın parası bulunmadığı için, Venediklilerin altın dukası kullanılıyordu. Bir Venedik dukası, kırk akçe değerinde idi.
Fetret devrinde Mûsâ Çelebi, Edirne’de kendi adına para bastırdı. Yıldırım Bâyezîd’in büyük oğlu Süleymân Çelebi de kendi adına bastırdığı paranın üzerine tuğra koydurdu.
Çelebi Mehmed Han zamanında Amasya, Ayaslug (Selçuk), Bursa, Edirne ve Serez şehirlerinde basılmış akçeler vardı.
Tîmûr Han’ın Osmanlılar üzerinde hâkimiyet kurmasından sonra, Çelebi Mehmed Han 1404 (H. 806)’da Bursa’da bastırdığı paralara kendi adıyla birlikte Tîmûr Han’ın da adını bastırmış ve hâkimiyetini tanımıştı. Vezin ve ayar yönünden diğer Osmanlı paralarıyla aynı olan bu paranın bir yüzünde “Lâ ilâhe illallah Muhammedün resûlullah, Duribe Bursa 806”, diğer yüzünde ise; “Demûr (Tîmûr) Han Gürgân, Muhammed ibni Bâyezîd Hân halledallahü mülkehû” yazılıydı. On sene sonra Osmanlı birliğini yeniden kurup, istiklâlini kazanınca paralardan Tîmûr Han’ın ismini kaldırdı. Çelebi Mehmed Han’ın zamanına kadar Osmanlı paralarında hiç bir lakab ve ünvân yazılmadığı hâlde o, ilk defa “Sultan” ve “Han” ünvânlarını kullandı. Bastırdığı akçelerin üzerine “Sultân ibni Sultân Muhammed ibni Bâyezîd Han” İbaresini yazdırdı. Ayrıca “Halledallahü mülkehû” ibaresini kaldırıp, son Osmanlı paralarına kadar devam eden “Azze nasruhü” ibaresini koydu.
İkinci Murâd Han zamanında da Edirne, Bursa, Ayaslug, Bolu, Engüriye (Ankara), Karahisar, Serez, Tire ve Amasya şehirlerinde akçe bastırıldı. Bursa’da bastırılan ve mangır adı verilen paranın üzerinde ikinci Murâd Han’ın isminin altında Osmanlıların Kayı boyundan geldiğini gösteren bir damga vardı. Bu damga sâdece Bursa ve Edirne’de basılan paralar üzerinde idi.
Sultan İkinci Murâd Han’ın sağlığında pâdişâh olan sultan İkinci Mehmed Han (Fâtih) tarafından bastırılan akçenin ölçüsü 6 kırattan 5,25 kırata indirildi. İkinci Murâd Han, ikinci defa tahta geçmek mecburiyetinde kalınca kendi adına 100 dirhem gümüşten 375,5 akçe kestirdi. Fâtih Sultan Mehmed Han babasının vefâtından sonra 1451 (H. 855)’de tekrar Osmanlı pâdişâhı olunca, babası zamanında basılan akçeleri tedavülden kaldırarak; Edirne, Ayaslug, Bursa, Serez, İstanbul, Üsküp, Amasya, Tire ve Novar gibi şehirlerde 5,25 kırat ağırlığında yeni akçeler kestirdi: 1460 (H. 865)’de 4,75 kırat, 1470 (H. 875)’de 4,25 kırat, 1481 (H. 886)’da ise 3,25 kırat ağırlığında akçeler bastırdı. Bütün bu akçelerin ayarı % 90 idi. İstanbul ve Novar’da on akçelik paralar bastırdı. Bu akçelerin ön yüzünde “Sultân’ül-Berreyn ve Hâkân-ül-Bahreyn es-Sultân İbn-is-Sultân” ibaresi, diğer yüzünde ise “Muhammed ibni Murâd Han halledallahü mülkehû duribe fî Kostantiniyye sene 875” yazılıydı. Ayrıca Fâtih Sultan Mehmed Han zamanına kadar hiç altın para basılmamıştı, 1478 (H. 883)’de sultanîadı verilen altın paralar bastırıldı. Basılan ilk altın paranın bir adedi 3,510 gram ağırlığında olup, 23,5 ayar idi. Fâtih Sultan Mehmed Han zamanında, Osmanlı akçesi’nin küsuratı olarak mangır veya pul denilen bakır paralar da basılmıştı. Bir dirhem bakırdan bir mangır kesilerek sekizi bir akçe kabul ediliyordu. Bu mangırlardan yarım dirhem ağırlığında olanlara yarım mangır; rub’iye (1/4) dirhem ağırlığında olanlara cırık mangırdeniliyordu. Fâtih Sultan Mehmed’in vefâtından sonra oğlu sultan Cem, 1481 (H. 886)’da Bursa’ya girdiği zaman, 18 günlük hâkimiyeti sırasında kendi adına para bastırdı. İkinci Bâyezîd Han devrinde, babasının zamânındakilerden daha noksan olarak 4 kırat, hattâ 3,5 kırat ağırlığında akçeler bastırıldı. Bu zamana kadar akçelerin ayarı 90 olduğu hâlde, onun zamanında 85 ayara düşürüldü. Bu paralar; İstanbul, Amasya, Bursa, Edirne, Gelibolu, Kratova, Kastamonu, Konya, Novar, Serez, Tire, Trabzon ve Üsküp’de bastırıldı. İkinci Bâyezîd Han zamanında çıkarılan bir emirle has altının miskalinin 57 akçe, sultânı ve frengi florisinin 47 akçe, eşrefi (Mısır altını) ve engürüsün (Macar parası) ise 45 akçe üzerinden muamele görmesi kararlaştırıldı. Saltanatının son senelerine doğru ise, akçenin değeri düşürülüp, bir altını 60 akçe değerinde muamele gördürüldü. Aynı devirde on akçelikler de bastırıldı.
Yavuz Sultan Selîm zamanında da İstanbul, Amasya, Edirne, Amid, Bursa, Cezîre, Dımaşk, Harput, Mardin, Musul, Mısır, Urfa, Serez, Siirt ve Tire’de para bastırıldı. Yavuz Sultan Selîm’in bastırdığı akçelerin en ağırı 3,5 kırat olup, bir dirhem gümüş 4,5 akçe ve bir altın da 13 akçe değerinde idi. Yavuz Sultan Selîm, Mısır’da altın ve gümüş paralardan başka bakır paralar da bastırdı. Yavuz Sultan Selîm’in, Mısır’da bastırdığı paralar üzerinde sâdece Sultan ünvânı olup, bu paralara sultanî veya eşrefi adı verilirdi. Böylece Osmanlı altınları da eşrefi, şerifi adlarıyla anılmaya başlandı.
Kânûnî Sultan Süleymân zamanında, Yavuz Sultan Selîm zamanındaki yerlere ilâveten Bağdâd, Belgrad, Canca, Cezâyir, Haleb, Koçaniye, Maraş, Modova, Rûha (Urfa), Serborniçe, Siroz, Trablus, Zebit gibi yerlerde para basıldı. Bu devirde basılan akçeler 3,75, 3,50, 2,75, 2,50 kırata kadar düşdü. Sonunda yüz dirhem gümüşten beş yüz akçe kesilerek değişmez bir hâle sokuldu. Sultan İkinci Selîm Han zamanında ilk önce 85 ayarında 100 dirhem gümüşten 525 akçe kesildi. Daha sonra gümüşün ayarı giderek düşürüldü. Her tarafta basılan akçelerin resim ve nakışları aynen korunmuş olup, ölçüleri noksanlaştırılmıştır. Bu devirde hemen hemen evvelkilerin aynı veya iki-üç habbe eksik ağırlıkta altın paralar da bastırıldı. Ayrıca Mısır’da Medîni adlı bir altın para da bastırıldı. Bir Sultanî altını, 41 Medînî altını değerindeydi. İkinci Selîm Han zamanında ticâretle uğraşan bâzı yahûdîler, akçeleri kırparak paraların bozulmasına sebeb oldular. Netîcede Sokullu Mehmed Paşa, bunun, önüne geçmek için, bâzı tedbirler aldı. Aynı devirde Selîmî adıyla yeni paralar basıldı. İkinci Selîm Han zamanında bir altın, 60 akçe ve beş akçe bir dirhem gümüş değerindeydi. Altınların ayarı ise, milim hesabı ile binde 993 idi.
Üçüncü Murâd Han zamanında hat ve nakışları ikinci Selîm zamanındakilerin aynısı olmakla birlikte, ağırlığı daha düşük akçeler bastırıldı. Para düzenindeki ve ekonomik durumdaki bozulmalar sebebiyle daha önce yüz dirhem gümüşten 500 akçe basılırken 800 akçe kesildi. Böylece bir akçe, 3 veya 2,5 kırata kadar düştü ve bir dirhem gümüş, sekiz-on akçe karşılığı muamele gördü. Üçüncü Murâd Han’dan îtibârenmağşuş akçelerin ortaya çıkması, devletin para sisteminde değer ölçüsü olan akçenin kıymetini iyice kararsız hâle getirdi. Hattâ yüz dirhemden 2.000 züyûf akçe kesildi. Bir dirhem gümüş 12 akçe, bir altın 120 akçe, 45 akçe olan kuruş 80 akçeye çıktı. Bu devirde Haleb ve Bağdâd’da ilk defa olarak tuğralı dirhemler basıldı. Paranın değerinin kararsız hâle gelmesi sebebiyle daha sonra bâzı tedbirler alınıp, bir dirhem gümüşten 8 akçe kesilmesi kararlaştırıldı. Bu akçeler ilk çıkan akçelerin yarısı kadardı.
Üçüncü Mehmed Han zamanında bir dirhem gümüşten 8 akçe kesilmesine devam edildi. Bozuk ve züyûf akçeler toplatılıp, akçe değerinin yükseltilmesine çalışıldı. Bu sayede bir altın, 220 akçe değerinden muamele görürken 180 akçe değerinden muamele görmeye başladı. 1600 (H. 1009)’da para sisteminde yapılan bâzı düzenlemelerle bir altın 120 akçeye indirildi. Bu devirde altın paraların ağırlık ve ayarında bir değişiklik olmadığı gibi, resim ve nakışlarına da dokunulmadı.
Birinci Ahmed Han devrinde 1,5 kırat ağırlığında ve ayarı 80 olan akçeler bastırıldı. Birinci Mustafa Han zamanında Amid, Haleb ve Mısır’da para basıldı. Sultan Genç Osman zamanında da çeşitli yerlerde para bastırıldı. Bu zamanda basılan akçenin ağırlığı 1,5 kırat olup ayarı 80 idi. Birinci Mustafa Han’ın tahttan indirilip yerine ikinci sultan Osman’ın (Genç Osman) getirildiği sırada noksan ve ayarı düşük züyûf paralar çoğaldığından akçenin değeri düşmüştü. Sultan İkinci Osman’ın cülûsunu müteâkib basılı paraların ıslâhına ihtiyaç duyulduğundan, noksan ölçülü ve düşük ayarlı paralar toplatılıp, yeni 1,5 kıratlık akçeler basıldı. Hattâ büyük alışverişlerde kolaylık olmak üzere mevcûd akçelerin on adedine müsavi olarak bir dirhem ağırlığında onluk Osmânî paralar bastırıldı.
Birinci Mustafa Han’ın ikinci defa tahta geçmesinden sonra sultan İkinci Osman’ın bastırdığı onluklar, ağırlığı noksan olarak bastırıldı. Bu sırada bir altın 150 akçeye yükseldi.
Dördüncü Murâd Han zamanında İstanbul, Bağdâd, Bursa, Mısır, San’a, Trablus ve Yenişehir gibi yerlerde çeşitli paralar basıldı. Bu devirde basılan akçelerin ağırlığı 1,25 kırat, ayarları 75 idi. Yine İstanbul’da basılan altınlar da öncekilerden bir kırat eksik idi. Dördüncü Murâd Han zamanında zuhur eden harpler ve dört defa cülûs bahşişi ödenmesi yüzünden akçenin değeri kalmadığı için, altın 250 akçe değerinden muamele gördü. Buna bir çâre olmak üzere, sadrâzam Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’nın tedbir ve teşebbüsüyle beş kırattan biraz daha ağır olan gerçek ayarlı para isimli yeni bir sikke kestirildi. Böylece altının değerinin 120, kuruşun da 80 akçeye düşürülmesi sağlandı. Bu devirde akçenin ağırlığı 1,5 kırat ve on tanesi bir dirhem itibâr olunan yeni kesilen paranın ağırlığı ise İki akçeye eşit şekilde ayarlandı. Sultan İbrâhim zamanında da çeşitli merkezlerde para bastırıldı. Ayarı iyi olan 1,5 veya 2 kırat noksan altın paralar bastırıldı. Bu devirden itibaren paraların üzerine basılan tuğralarda “El-Muzaffer dâimâ” ibaresi konulmaya başlandı. Bu devirde basılan akçeler, züyûf ve mağşuş olduğu için, kuruş 125, altın 250 akçeye çıktı. Bu yüzden piyasada büyük sıkıntılar başgösterdi. Sadrâzam Merzifonlu Kara Mustafa Paşa tarafından basılı paraların yeniden ıslâhı için bâzı tedbirler alındı. 1,25 kırat ağırlığında akçe, bir dirhem ağırlığında onluk ve yarım dirhem ağırlığında 5 akçelik ve para denilen üç akçelik sikkeler basılmak suretiyle kuruş 80, altın 160 akçeye indi. Esedî denilen ecnebî kuruşlar 60 akçeye, evvelce 4 akçeye geçen Mısır parası da 2 akçeye düşürüldü.
Dördüncü Mehmed Han devrinde de İstanbul, Cezâyir, Haleb, Mısır, Trablusgarb ve Tunus gibi şehirlerde paralar bastırıldı. Bu devirde de mâlî sıkıntılar devam ettiği için kuruş 120, esedî 110 akçeye yükseltildi. Piyasadaki mevcûd paralar bâzı menfâatçı ve hîlekâr kişilerce kırpılarak eksiltildi. Bu paralar esnaf ve sarraflar tarafından tartılarak alınmaya başlandı. Sadrâzam Merzifonlu Kara Mustafa Paşa, kuruşu 120 akçe, esedîyi 110, parayı 3 akçe değerlerinde sabit tutup diğer kızıl ve kırpık paraları tedavülden kaldırdı. Akçelerin ağırlığı bir kırata ve ayarı da yüzde 50’ye düşürüldü. İkinci Süleymân Han zamanında da mâlî sıkıntıların giderilmesi için bâzı tedbirlerin alınması düşünüldü. Piyasada İbrâhim Çelebi diye anılan ayarı düşük yaldız altını vardı. Bunlar arasında ayarı yüksek olanlar da görüldü. Ayarı yüksek olanlara çift; düşüklere ise tek damga vuruldu. Damgasız paraların geçerli olmayacağı îlân edildi. 1687 (H. 1099)’da Osmanlı para sistemindeki akçe birimi kaldırılıp paralar, kuruş usûlüne göre basıldı. Bu târihten sonra akçe adıyla para basılmayıp, sâdece hesaplarda kullanılan bir birim hâline geldi. Bu kuruşun küsuratı olarak da mangır denilen bakır para bastırıldı. İki mangır bir akçeye geçmek üzere, bir kıyye hâlis bakırdan 800 mangır para basıldı.
Bu devirde büyük para olarak altın para da bastırıldı. Kuruş 120, şerîfî altını 270, yaldız altını da 300 akçe değer üzerinden muamele gördü. Daha sonra harp hâlinin zuhur etmesi sebebiyle savaş masraflarını karşılamak için kuruş 160, şerîfî altın 360, yaldız altını 400 ve paranın da 4 akçe değerinde muamele görmesi emredildi.
İkinci Ahmed Han, 1691 (H. 1102)’de pâdişâh olunca, İstanbul, Hanca, Mısır gibi yerlerde para bastırdı. Bu sırada mangır denilen bakır paralar geçmez oldu ve piyasadan kaldırıldı. Bu sene içinde esedî 150, altın 335, frengi altını 375 mangıra çıktı. Yine altın ve kuruşa yeni değer konuldu.
İkinci Ahmed Han zamanında basılan kuruş ve altınların ağırlığı ve ayarı, kardeşi ikinci Süleymân Han zamânındakinin aynı idi.
İkinci Mustafa Han, 1695 (H. 1106)’da pâdişâh olunca İstanbul, Edirne, Erzurum, İzmir, Mısır, Trablusgarb gibi yerlerde para bastırdı. 1696 (H. 1107)’de sefer masraflarının çokluğu ve sefer müddetinin uzaması sebebiyle, o zamana kadar 3 akçeye geçen paranın 4 akçeye geçmesi kararlaştırıldı. Ayrıca piyasadaki yabancı devlet paralarını ortadan kaldırmak için ecnebi kuruş ve zoltalar toplatılıp üzerlerindeki latin harf ve ibâreler silinerek, bir yüzlerine “Sultân-ül-Berreyn” ve diğer yüzüne de kesim yeri ve târihi yazıldı. Üçüncü Ahmed Han zamanında da İstanbul’da 70, Mısır’da 60 ayarında ve ağırlığı eksik gümüş paralar bastırıldı. Bâzıları bu farklı durumdan istifâde ederek Mısır parasıyla İstanbul parasını değiştirmeye başladılar. Bunun üzerine hükümet, halkın elinde bulunan paraları toplattı. 1715 (H. 1128)’de Cedîd Zer-i İstanbul adlı para basıldı. Bunların yüz tanesi 110 dirhem olup, kenarı zincirli ve dâiresinin etrafı nakışlı idi. Bir yüzüne tuğra, diğer yüzüne de “Duribe fî İslâmbol” yazılı idi. Üç kuruşa râyic olan bu paralar, Mısır’da funduk diye anıldı. Üçüncü Ahmed Han zamanında İstanbul ve Mısır”‘da basılan tuğralı eşrefî altınları, ikinci Mustafa Han devrindeki altınların tarzında idi.
Ayrıca bu devirde ikinci Mustafa Han devrinde iki altınlık eşrefî altınlarına ilâveten üçlük, dörtlük, beşlik, onluk altınlar da basıldı. 1725 (H. 1138)’de Tebriz, Tiflis ve Revan gibi şehirlerde darbhâneler açılarak para basıldı. Birinci Mahmûd Han tarafından çeşitli merkezlerde 970 ayarında cedîd İstanbulî veya funduk ve 952 ayarında zer-i mahbûb denilen şekil ve ağırlıkları eskileriyle aynı olan altın paraların yanında cedîd İstanbulî altınlarının yarısı olan nufîye ve 1, 5, 2, 3 ve 5 altınlık sikkeler de basılmıştır.
Üçüncü Osman Han devrinde, birinci Mahmûd Han’ın zamanındaki gibi paralar basıldı. Üzerinde İstanbul, Cezâyir, Mısır v.s. şehir adları bulunan bu paralardan büyük beşibirlikler çıkarıldı. Üçüncü Mustafa Han devrinde basılan altın ve gümüş paralar ayrı bir hususiyet taşır. Bu paralarda basıldığı seneler yazılıdır. Ayrıca 1760 (H. 1174)’de bu paraların üzerinden Kostantiniyye ibaresi kaldırılıp islâmbol yazıldı. 1770 (H. 1184) senesinde altın piyasadan çekilince, fiyatlarda bir yükselme görüldü. Altınların piyasaya çıkarılması gayesi ile diğer paralara zam yapıldı. Böylece daha önce 110 para değerinden muamele gören zer-i mahbûb 120 paraya, 155 para kıymetindeki zer-i funduk 165 paraya yükseltildi. Yine bu devirde ilk olarak 60 para değerinde çifte zolta basıldı. Birinci Abdülhamîd Han zamanında da üzerinde; İslâmbol, Dâr-üs-saltanat el-âliyye, Cezâyir, Mısır, Trablusgarb, Tunus gibi yer adları bulunan altın paralar basıldı. Bu devirde 9 dirhem ağırlığında 60’lık yâni çifte zolta ve 30 paralık tek zolta, bir kuruşluk, ikilikler (çifte kuruş) 20, 10 ve 1 paralık sikkeler, ayrıca 36 mm. çapında büyük bakır paralar basıldı.
Üçüncü Selîm Han devrinde de belli merkezlerde çeşitli paralar basıldı. Dördüncü Mustafa Han’ın kısa süren saltanatı sırasında İstanbul, Cezâyir ve Mısır gibi yerlerde ayarları düşük ve ağırlıkları noksan olan çeşitli paralar basıldı. İkinci Mahmûd-i Adlî Han devrinde de üzerlerinde; tekrar Kostantiniyye, Dâr-ül-hilâfet-ül-âliyye, Dâr-ül-hilâfet-is-sâniye, Edirne, Bağdâd, Cezâyir, Mısır, Trablusgarb, Tunus gibi yer adları bulunan paralar bastırıldı. 1809 (H. 1224)’de piyasada altının kıymeti diğer paralara göre biraz arttığı için, darbhânede altın eski fiyattan muamele görünce, devlet zarara uğradı. Bu sebeple, mevcûd paralara yeni kıymetler konuldu. Ayrıca altın fiyatları çeşitli rayiçlere göre değerlendi. İkinci Mahmûd Han’ın cülûsunun on, yedinci senesinde 60 paralık yeni sikkeler bastırıldı. 1833 (H. 1249)’da 240 para kıymetinde 6’lık yâni 6 kuruş ve kısımları çıkarıldı.
Birinci Abdülmecîd Han zamanında da çeşitli merkezlerde sikke kesildi. Bu pâdişâh zamanında para sisteminde ıslâhat yapılıp, altında, İngilizlerin 22 ayarı esas kabul edildi. Sikke ayarlarında yeni değişiklikler yapıldı ve ilk defa kâğıt para çıkarıldı ise de sonra vazgeçildi. 1843 (H. 1259)’da 100 kuruşluk yeni bir liralıklar basıldı. 1844 (H. 1260)’da on kuruş kıymetindeki mecidiye ve 5 kuruş kıymetinde yarım mecidiye bastırıldı. 1845 (H. 1261)’de 1 kuruş, 1847 (H. 1264)’de gümüş 20 paralık basılarak piyasaya çıkarıldı ve 50 kuruş kıymetinde yarım liralıklar bastırıldı. 1851 (H. 1268)’de ikinci defa kâğıt para çıkarıldı. İlk zamanlar 50 kuruşluklardan küçük altın para bastırılmamaya karar verildiyse de, 1854 (H. 1271)’de 25 kuruşluk çeyrek altın liralar basıldı. 1855 (H. 1272)’de 500 kuruşluklar (beşibirlik) ile 250 kuruşluklar yâni 2,5’luk altın basıldı. Ayrıca bakırdan 40, 20, 10, 5 paralıklar çıkarıldı. Sultan Abdülazîz Han zamanında çeşitli merkezlerde 500, 250’lik 100, 50, 25 kuruşluk altın, ayrıca gümüş paralar basılırken, 1862 (H. 1279) senesinde Osmanlı târihinde üçüncü defa kâğıt paralar bastırıldı. Ayrıca kâime denilen 10, 20, 50 ve 100 kuruşluk paralar bastırıldı. Bu durum kâğıt paranın büyük ölçüde değer kaybetmesine sebeb oldu. Altın fiyatları yükseldi. Bir müddet sonra kâğıt para kullanımından vaz geçildi. Para istikrarının te’mini için İngiltere’den 8 milyon sterlin borç alındı.
Beşinci Murâd Han’ın kısa süren saltanatı döneminde de çeşitli merkezlerde para bastırıldı. İstanbul’da basılan altınlarda tuğranın biraz yukarısında ayyıldız, Mısır’da basılan altınların tuğrasının yanında ise bir çiçek dalı vardı. Onun zamanında 100, 50, 25 kuruşluk altın paralar bastırıldı. Aynı zamanda 20, 5 ve 1 kuruşluk gümüş paralar da bastırıldı.
Sultan İkinci Abdülhamîd Han devrinde de, mecîdiye, 10, 5, 2, 1 kuruşluk ve 20’lik basıldı. 1877 (H. 1294)’de Osmanlı Bankası hesabına dördüncü defa kâğıt para bastırıldı. 1879 (H. 1296) senesinden sonra ise, mecîdiye bastırılmadı. 22 ayarda 500, 250, 100, 50 ve 25’lik altın paralar bastırıldı. Ayrıca 500, 250, 100, 50, 25 ve 12,5’luk ziynet altınları çıkarıldı. 1898 (H. 1316) senesinde, terkibinde % 10 gümüş ve bakırla karışık 10 ve 5 paralık ile halk arasında metelik denilen mağşuş paralar basıldı.
Sultan Beşinci Mehmed Reşad zamanında İstanbul, Bursa, Edirne, Kosova, Manastır, Selanik gibi şehirlerde çeşitli paralar basıldı. Osmanlı parasının ıslâhı için bâzı çalışmalar yapıldı 1913 (H. 26 Mart 1332) târihinde Tevhîd-i meskukât kânunu çıkarıldı. Bu kânuna göre bütün paraların temel ölçüsünün altın olması ve para biriminin kuruş olması kararlaştırıldı. Para birimi olan ve altın makamına geçen ve 40 para îtibâr olunan kâime denilen nikel kuruşlar basıldı. Kuruşun parçaları olan 20, 10 ve 5 paralıklar nikelden; 2, 5, 10 ve 20 kuruşluk paralar gümüşten; 25, 50, 250, 500 kuruşluk paralar altından bastırıldı. Bu devirde basılan gümüş paralar üzerine de, altın paralar üzerinde olduğu gibi pâdişâhın tuğrasının sağ tarafında cülûsunun yedinci senesine kadar Reşad ve ondan sonrakilerde El-Gâzî ünvânı vardı. Bu devirde 10, 40, 5 para olmak üzere nikel meskukât bastırıldı.
Sultan altıncı Mehmed Vahideddîn zamanında 22 ayar altından, Sultan Reşâd devrinde basılan paralara benzeyen, tuğranın sağ tarafında herhangi bir yazı veya çiçek bulunmayan paralar basıldı. Bu uygulama, gümüş paralar için de aynı idi. Bu devirde 500, 250, 50, 25 kuruşluk altın paralar basıldı. 500, 250, 100, 50, 25 ve 12,5’luk zînet altınları; ayrıca yine bu devirde 20, 10, 5, 2 kuruşluklar da basıldı. % 75 bakır ve % 25 nikel karışımından 40 paralıklar basıldı. Osmanlı Devleti zamanında basılan altın ve gümüş paralar, cumhuriyet döneminde bir müddet yeni çıkan paralarla birlikte kullanıldı. Altın paralar ise, hâlen tedavülde bulunmaktadır.
Akçe ile ilgili bâzı tâbir ve deyimler şunlardır:

Âkçe-i Osmanî

Kuruştan evvel Osmanlı para birimi olarak kullanılan para Osmanlı Devleti târihinde ilk defa basılan akçelere bu devletin kurucusunun adına izafetenOsmanî ismi verilirdi. Bu paranın millî ve husûsî bir ünvânla anılması aynı zamanda saltanat hükûmetinin teşekkül ettiğine dâir bir işaretti. Yavuz Selîm Han’ın saltanatının sonuna kadar Osmânî adı kullanıldı. Fakat devlet me’mûrlarına verilecek maaşların tâyin ve tahsisinde akçe tâbiri kullanılınca, bu isim kullanılmaz oldu. Fakat Akçe-i Osmânî tâbiri çok yaygın kullanıldı. Bir müddet sâdece akçe tâbiri kullanıldıysa da, İkinci Osman Han devrinde yeniden on akçelik Osmânî paralar bastırıldığı için tekrar kullanılmaya başlandı. Eski akçe, dirhemin dörtte biri olduğu hâlde, on akçelik para bir dirhem idi. Bundan sonraki devirlerde de, Osmanlı altınına husûsî olarak Osmânî denildi.

Akçe tahtası

Sarrafların ve resmî dairelerdeki veznedarların üzerinde para saydıkları tahta. Bu tahta ucu açık, kenarlı ve ucuna doğru darlaşıp oluk hâlinde uzun bir tahtadır. Geniş tarafında sayılan para oluk kısmından dökülürdü. Bâzı akçe tahtaları üzerinde sayılan paraların, sayılmayan paralarla karışmaması için ayrı bir kısım bulunurdu.

Akçe farkı

Çeşitli devletlerin paralarını veya bir devletin çeşitli paralarını değiştiren sarrafların, iki paranın değişimi neticesinde hâsıl olan farka verilen isim. Ayrıca, devlet tarafından iki paranın değişimi neticesinde hazîneye gelir kayd edilmek üzere alınan farka da bu ad verilirdi. Devlet hazînesi vaktiyle bir altın, yüz; mecidiye, on dokuz kuruştan alınır; altın, yüz iki buçuk; mecidiye de yirmi kuruşa satılırdı. Alışla satış arasında görülen fark, devlet kayıtlarında akçe farkı adıyla gelir olarak gösterilirdi.

Akçe başı

Tanzîmâttan evvel belli vergi ve resimlerden başka sulh zamanında devlet harcamalarındaki açıkları kapatmak için, imâdiyye-i hazâriyye ve harp zamanında harbin îcab ettirdiği paraları bulmak için imâdiyye-i seferiyye ve iâne-i cihâdiyye adı altında umûmî olarak tekâlif-i örfîyye denilen bir takım vergiler alınırdı. Bâzan da bunların yetmeyeceği dikkate alınarak iç borçlanma yoluna gidilirdi. Bu şekildeki borçlanma karşılığı olarak re’sül-mâl, güzeşte ve akçe başı adıyla akçe farkına benzer bir fark ödenirdi. Buna akçe başı adı verilirdi.
Akçe târihiyle yakından ilgili olduğu için; sikke tecdîdi, sikke tağşişi, sikke tashîhi tâbirlerini de yazmak faydalı olacaktır.

Sikke tecdidi

Osmanlı pâdişâhları tahta geçer geçmez ilk iş olarak kendi adlarına hutbe okuturlar ve para bastırırlardı. Sultan, kendi adına bastırdığı yeni akçeleri tedavüle çıkardığında, selefine âit paraların tedavülünü yasaklardı. Bunun üzerine tedavülde bulunan eski paralar ya hurda gümüş olarak veya devletçe tesbit edilen bir nisbette yeni akçeyle değiştirilirdi. Ancak yasak uygulaması bâzan pek katı olmazdı. Eski akçe sahiplerine değeri kadar yeni akçe verilirdi. Sikke tecdîdi ve eski akçe yasağı hazîneye darb hakkı ve darb ücretinden ileri gelen bir gelir sağlardı. Darbhâneler ne kadar fazla gümüş işlerse, bu gelir o kadar artardı. Bâzan sikke tecdîdiyle birlikte paranın ağırlığı da düşürülerek tağşiş ediliyor, böylece küçük çapta bir devalüasyon yapılıyordu. Bâzan sikke tecdîdi sebebiyle yeniçeriler ayaklanırlardı.

Sikke tağşîşî

Akçenin ayar ve ağırlığını düşürmek demektir. Hükümetin kararıyla yapılan sikke tağşîşi, sikke tecdidinin bir kısmıdır. Bâzan darbhânelerin emirsiz ve izinsiz olarak da sikke tağşişine gittikleri ve paraların ağırlıklarından çaldıkları görülürdü. Bu yüzden pâdişâhın emriyle pek çok darbhâne kapatılırdı.

Sikke tashihi

Resmî veya gayr-i resmî akçe tağşişleri, piyasada sıkıntıya sebeb olduğu, savaş veya başka bir sebeple acele tedbir alınmadığı zamanlarda akçe kırpıcılığı zuhur ederdi. Bunu çoğu zaman sarraflıkla uğraşan gayr-i müslimler, özellikle yahûdîler paraların kenarını kırparak gümüşünü çalarlardı. Bu kargaşalığa son vermek için pâdişâhlar, sikke tecdidinde yaptıklarını sikke tashîhi adıyla yaparlardı. Sikke tashihinde yeni akçeler ya eski ayar ve ağırlıkta veya bir mikdâr ağırlığı düşürülerek tedavüle çıkarılırdı.
Gerek sikke tecdidi, gerek sikke tağşîşi ve gerekse sikke tashîhi suretiyle yapılan akçe ayarlamaları neticesinde eşya fiyatları arttığı gibi, altın paraların rayiçleri de yükselirdi. Bu sebeble önemli para ayarlamaları yapıldığında eşya fiyatları yeniden tesbit edilir ve umûmî narh cetvelleri yayınlanırdı.
1584 ayarlamasından sonra Koca Sinân Paşa, böyle bir narh listesi çıkartmıştı. 1600’de bu liste üzerinde değişiklik yapılmış, 1641 sikke tashihinde yeni bir narh listesi düzenlenmişti.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Kânunnâme-i Sultanî Ber Mûceb-i örf-i Osmânî (Neşr. radıyallahü anhegger. H. İnalcık, Ankara-1956); Belge No: 15
 2) Osmanlı Narh Müessesesi ve 1640 Tarihli Narh Defteri (M. Kütükoğlu, İstanbul-1983)
 3) Takvîm-i Meskükât-ı Osmâniye (İsmâil Gâlib, İstanbul-1297)
 4) Meskâkât-ı Osmâniyye (Halil Edhem, İstanbul-1297)
 5) Kuruluştan XVII. Asrın sonlarına kadar Osmanlı Para Târihi Üzerinde Bir Deneme (H. Sahillioğlu, İstanbul-1958)
 6) Bir Asırlık Para Târihi 1640-1740 (H. Sahillioğlu, İstanbul-1974)
 7) Osmanlı Beyliği’nin Kurucusu Osman Gâzİ’ye Âit Sikke (İ. Artuk, Türkiye’nin Sosyal ve Ekonomik Târihi, Ankara-1980); sh. 27, 31
 8) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; sh. 724
 9) Rehber Ansiklopedisi; cild-1, sh. 148

13 Nisan 2019 Cumartesi

NİĞBOLU MEYDAN MUHAREBESİ


Niğbolu önünde Osmanlı ve haçlı orduları arasında 25 Eylül 1396 târihinde yapılan meydan muhârebesi. Osmanlı Devleti’nin Avrupa kıt’asındaki fetihleri, başta Papa olmak üzere bütün hıristiyan devletlerini telaşlandırıyordu. Osmanlı Devleti, Bulgaristan ve Sırbistan’ı fethederek, Tuna boylarına ve Macar krallığı hudutlarına dayanmıştı, Doğu (Hıristiyanlığının temsilcisi Bizans kayserliği küçültülüp, İstanbul ve çevresi surların içine sıkıştırılarak, Anadolu ve Trakya’dan kuşatılmış vaziyette idi. Osmanlı akıncıların, Bosna ve Arnavutluk’a yaptıkları akınlarla fethedilen bölgelere yerleşmeleri, Boyana nehri ve Drac limanına doğru yayılmaları, Latinleri ve buralarda nüfuz sahibi Venediklileri de telaşlandırdı. Bundan başka, Ege denizi sahilindeki beylikleri elde ettikten sonra bu beyliklere mensup korsan gemilerinin faaliyetleri de bu telaşlarını artırıyordu. Ancak asıl tehlikeyi hisseden Macarlardı. Kralları Sigismund ile Bizans kayseri İkinci Manuel’in Avrupa’dan yardım isteyerek Papa dokuzuncu Bonifacius’u bir haçlı seferine davet etmeleri, tahtlarını tehlikede gören kralları, şato, malikâne sahibi derebeyleri, hıristiyan keşiş, papaz ve İslâm hilâlinin haçlı salîbini ezeceği kuşkusuna kapılanları harekete geçirdi.
Bunları gozönünde bulunduran Macar kralı Sigismund, Avrupa’nın muhtelif memleketlerine elçiler yollayarak, kurulacak haçlı ordusu teşkili için konuşmalar yaptı. Sigismund’un talebine karşı bilhassa Fransa’dan geniş çapta ilgi gösterilmesi haçlı ordusunun bir an önce hazırlanmasında hayli müessir oldu. Bütün Avrupa milletleri silâha sarıldı ve İngiltere ile Fransa arasındaki harbe son verildi. Fransa, İngiltere, İskoçya, Almanya, Polonya, Bohemya, Avusturya, Macaristan, İtalya, İsviçre, Belçika ve diğer Avrupa memleketlerinden ve Venediklilerle Rodos şövalyelerinden meydana gelen yüz binin üzerinde büyük bir ehl-i salîb (haçlı) ordusu toplandı.
Fransız kuvvetleri Bourgogue dukası Philippe’nin büyük oğlu Nevers kontu (Jean san Peu = Korkusuz Jean)’ın kumandasında toplandılar. On bin kişiyi bulan Fransız kuvvetlerinin binini prensler ve asilzadeler meydana getiriyordu. Fransız kuvvetleri Fransa’dan hareketle Bavyera-Viyana yoluyla Budin’e geldi. Almanya’dan geçerken Alman prensleri idaresindeki Alman kuvvetleri de onlara katıldı. Rodos şövalyeleri ve diğer haçlı kuvvetleri ise daha önce Budin’e gelmişlerdi. Bunlara İngiliz, Flaman, Leh, Çekler de katıldılar. Osmanlı himayesinden kurtulmak için fırsat kollayan Eflak voyvodası Mirça da on bin kişilik kuvvetleriyle iştirak edince, haçlı ordusu harekete geçebilir hâle geldi. Haçlılar Macaristan’dan itibaren iki kola ayrıldı. Macar kralı Sigismund’un idaresindeki asıl büyük kol, önce Sırbistan istikâmetinde yürüyerek Tuna vadisine ulaştı ve nehrin sol sahilini tâkib ederek Osmanlı toprağına girdi. Sonra Tuna’yı geçerek Vidin, Orsava ve Rahova şehirlerini zaptederek buralardaki Türkleri kılıçtan geçirdiler. Sonra da Niğbolu önüne geldiler.
Nevers kontu Jan’ın idaresindeki Fransızlar, Budin’den sonra Erdel üzerinden Eflak’a geçerek, Eflak voyvodası ile birlikte Niğbolu’da diğer kuvvetlerle birleşti.
Haçlılar ilerlerken, katoliklik taassubuyla, Balkanların ortodoks hıristiyanlarını da öldürüp mallarını yağma ettiler. Osmanlıların müsamahalı idaresine bağlanan Balkanların yerli hıristiyan ahâlisi; can, mal, ırz tecâvüzüne uğrayarak, çok zarar gördü.
Niğbolu’ya gelen haçlılar, Osmanlı kumandanlarından Doğan Bey’in muhâfızlığındaki Niğbolu kalesini karadan ve nehirden kuşattılar. Niğbolu kuşatmasının on altıncı gününe kadar sultan Bâyezîd Han ve Osmanlı ordusunun görünmemesi, haçlıları ümitlendirdi.
Macar kralı Sigismund burada ünlü şövalyeler, prensler ve seçme askerlerine verdiği zafer ziyafetinde, Suriye’nin işgaliyle Kudüs’ün alınmasından bahseden şu konuşmayı yaptı: “Sultan Bâyezîd ister gelsin, ister gelmesin. Biz gelecek yaz Suriye’ye girecek, Yafa ve Beyrut’u Araplardan alacağız. Suriye’ye inmek için başka şehirlerle Kudüs’ü ve bütün arz-ı mukaddesi zaptedeceğiz.” O sırada Sigismund, sultan Bâyezîd Han’ın Asya içlerine giderek muhtelif müslüman kavimlerden kuvvet toplamakta olduğunu zannediyordu.
Avrupa’daki haçlı hazırlıklarını öğrenip ordularının Osmanlı hududunu geçtiklerini haber alan sultan Bâyezîd Han ise, İstanbul kuşatmasını te’hir ederek, kuvvetlerini Edirne’de topladı. Kara Tîmûrtaş Paşa ile şehzâdelerinin kumandasındaki Anadolu askerleri sür’atle toplanarak Boğazlardan geçip, Edirne’de Pâdişâh’a yetiştiler. Rumeli askerleri de Edirne’de Bâyezîd Han’a katılmışlardı. Yıldırım Bâyezîd Han, adına yakışan bir sür’atle Tuna boylarına doğru yürüdü. Osmanlı ordusu Filibe-Şıpka geçidi yoluyla Niğbolu’ya ilerlerken, Tırnova’da gıda maddeleri tedârik eden haçlılar ile karşılaştı. Bunları esir alıp, kaçanlar Osmanlı ordusunun sür’atle geldiği haberini ulaştırdılar. Bu beklenmeyen bir hâldi. Mareşal Bubiko, Bâyezîd Han’ın Tırnova’ya gelebileceğine bir türlü ihtimâl veremiyordu. Türklerin harp kabiliyetlerini iyi bilen kral Sigismund haberin doğruluğunu tetkîk için ileriye keşif kuvvetlerigönderdi. Bâyezîd Han’ın Gâzi Evranos kumandasındaki öncüleri, Sigismund’un keşif kollarını te’sirsiz hâle getirdiler. Osmanlı ordusu Niğbolu’nun on kilometre kadar güneyine sokuldu. Cephesini kuzeye vererek ordugâh kurdu.
Niğbolu’ya yaklaşan Osmanlı ordusu, keşif kollarıyla ovaya yayılmaya başlamıştı.
Birdenbire Osmanlı ordusunu karşılarında gören haçlılar silâhbaşı ettiler. Kral Sigismund derhâl bir harb dîvânı toplayıp muhârebe nizâmını tesbit etti. Osmanlıların harb nizâmını iyi bilen Macar kralı, Eflak prensi kuvvetlerini ileri sürerek, asıl ordunun Osmanlı merkezindeki yeniçerilere karşı kullanılmasını, böylece Fransızların geride bulunarak Osmanlı merkezine yüklenmeleriyle büyük haçlı zaferinin kazanılmasını istedi. Türkleri tanımayan ve Osmanlı ordusunu ancak Fransız kuvvetlerinin yenebileceğini iddia eden Fransız Korkusuz Jean, krala zafer şerefini almak için harp nizâmını tesbit ettiğini söyleyince, Sigismund bu teklifi kabul etmek zorunda kaldı.
25 Eylül 1396 sabahı Avrupa’nın dört köşesinden toplanmış 120.000 kişilik haçlı ordusu ile bunun yarısı mikdârındaki Osmanlı ordusu karşı karşıya geldikleri zaman, Osmanlı ordusunun harb nizâmı şöyleydi:
Birinci hatta Saruca Paşa kumandasında hafif piyadeleri teşkil eden azap askerleri, solda şehzâde Süleymân Çelebi kumandasında Rumeli askeri, sağda şehzâde Mustafa Çelebi ve Anadolu beylerbeyi Kara Tîmûrtaş Paşa kumandasında Anadolu askeri, ortada yeniçeriler vardı. Tımarlı sipâhîler sağ ve sol yanlara yerleştirilmişti. Sadrâzam Ali Paşa, Rumeli beylerbeyi Fîrûz Bey, Malkoç Bey, sol kanattaki kuvvetlerin arasında bulunuyordu. Ön hatlara piyadeleri koyup kat’î neticeyi atlı askere bırakan Osmanlı harp nizâmına mukabil, netîceyi yaya askere yükleyen haçlı ordusu ise, öndebirinci hatta atlı şövalyeler, ikinci hatta Macar kralı, sağ yanda Stefan Laskoviç kumandasında Hırvatlar, solda voyvoda Mirça kumandasında Ulahlar olmak üzere tertibat almıştı. Ayrıca gerisini Tuna nehrine ve kuşatmakta olduğu Niğbolu şehrine dayamıştı.
İki ordu bu harb düzeninde karşılaştılar. Fransız süvarileri muzaffer olmak hissiyle taarruz ettiler. İlk taarruz sultan Bâyezîd Han’ın kumanda ettiği merkez kuvvetlerine yapıldı. Merkez kuvvetlerinin önündeki hafif yaya askeri olan azapları geçtiler. Yeniçeri askeriyle karşılaştılar. Yeniçerilerin ok yağmuruna tuttuğu Fransız süvarilerinin büyük bir kısmı imha edildi. Sol koldan şehzâde Mustafa ve Anadolu kuvvetlerinin yandan taarruzuna uğradılarsa da, plân gereğince Osmanlı merkez kuvvetleri bir mikdâr geri alındı. Osmanlı ordusunun geri çekilişi Fransızların kaybını daha da artırıp, kurulan kıskacın içine girdiler. Osmanlı harb taktiğini bilen Sigismund’un tavsiyelerini dinlemeyip, daha da ilerlediler. Plân gereğince, üçüncü muhârebe hattı da iki kola ayrıldı. Fransızlar, Osmanlıların çekildiği tepeyi işgal edince, zafer kazandıklarını zannettikleri anda, sultan Bâyezîd Han’ın kumandasında olan pusudaki kuvvetlerle karşılaşınca şaşırdılar. Zafer sarhoşluğu ile yaya olanlar atlarına tekrar binmek istedilerse de, hilâlin kıskacı kapandığından geri dönemediler.
Macar kralı Sigismund’un, müttefiki Fransızları kurtarmak için gönderdiği kuvvetler de kayıp vererek geri çekilmek mecburiyetinde kaldı. Kıskacın içindeki haçlı kuvvetlerinin karşı koyanları imha edilip, kalanlar esir alındı. Üç saat içinde bütünüyle perişan edilen haçlıların, en gözde birliklerine sahip Fransızların mağlûbiyeti, diğerlerinin taarruzuna imkân vermedi. Eflak prensi Mirça, muhârebe neticesinin haçlılar için hüsran olacağını tahmin ederek, memleketine çekildi.
Karşı taarruza geçen Osmanlı ordusu, sür’atle Sigismund’un üzerine hücum etti. İhtiyat kuvvetlerini bile muhârebeye sokan Macar kralı, Osmanlılar karşısında hiç bir başarı sağlayamıyordu. Sultan Bâyezîd Han, kesin neticeyi almak için Osmanlı kuvvetlerinin hepsine taarruz emri verdi. Haçlılar paniğe kapılıp dağıldılar. Kalabalık haçlı ordusu ile Niğbolu’ya gelmekte iken, ordusunun muazzam sayısına bakarak; “Gök çökecek olsa mızraklarımızla tutarız” diyerek böbürlenen ve Osmanlıya atıp tutan Sigismund, Venedik kadırgasına binerek İstanbul boğazı-Marmara ve Ege denizi yoluyla Mora’daki Modon limanına, sonra da Dalmaçya’da karaya ayak bastı. Oradan memleketine geçti. Haçlılardan, muhârebeye katılmayanlar ve kaçanlar, kendilerini Tuna nehrine atıp boğuldular. Muhârebede pek çok asilzade, kumandan ve şövalye esir alındı.
Thvvorocz adlı Avrupalı tarihçi, kral Sigismund’un kaçışını şöyle anlatmaktadır: “Eğer kral kurtuluşunu bir gemiye sığınmakta bulmamış olsaydı, yıkılan göğün tazyiki altında değil, Türk kılıçlarının uçları ile öldürülecekti.”
Yine muhârebe şahidi bir hıristiyan Dlugosz, Türk korkusunun haçlılar üzerindeki te’sirini şöyle anlatmaktadır: “Swantos Laus adında Polonyalı bir şövalye de suda idi. Sigismund’un bindiği gemiye çıkmaya çalıştı. Fakat geminin yükü artar korkusuyla gemiciler onun ellerini kestiler.”
Başta Papalık ve Bizans olmak üzere, bütün hıristiyan âleminin Osmanlıları Avrupa kıt’asından atmak için olanca imkânlarını seferber ederek hazırladıkları büyük haçlı ordusu, sultan Bâyezîd Han’ın karşısında mukavemet bile edememişti. 25 Eylül 1396 târihinde Niğbolu’da kazanılan zaferle, Osmanlı himayesindeki Vidin-Bulgar krallığına son verildi. Macaristan’a büyük bir akın yapılarak çok mikdârda esir alındı. Haçlılardan alınan pek çok ganimetle ülkede îmâr faaliyetleri, sosyal yardım müesseseleri ve san’at eserleri yapıldı. Esirleri önce Edirne’ye, oradan Gelibolu’ya gönderen, sonra da Bursa’ya gelince yanına getirten sultan Bâyezîd Han, Fransız hânedânından henüz yirmi iki yaşındaki Korkusuz Jean’a şöyle dedi: “Jean, haber aldık ki sen memleketinde önemli bir kimsenin oğlu imişsin. Şimdi seni serbest bırakıyorum. Gidiyorsun, bir çok yıllar ileriye bakamıyacaksın ve ilk silâh tecrübendeki başarısızlıktan dolayı takbih edilebilirsin (ayıplanabilirsin). Bu lekeyi silmek ve şerefini tekrar kazanmak için belki bana karşı sevketmek ve benimle harbetmek için kuvvetli bir ordu toplarsın. Eğer senden korkmuş olsam seni ve arkadaşlarını bana karşı kat’iyyen silâh kaldırmamanız için dîniniz ve şerefiniz üzerine yemîn ettirebilirim. Fakat hayır, böyle bir şey düşünmüyorum. Bilakis memleketinize döndüğünüz zaman da bir ordu toplayarak buraya sevk edersen memnum olacağım. Beni dâima hazır ve harp meydanında seni karşılayacak vaziyette bulacaksın. Şimdi bu söylediklerimi istediklerine de tekrar et.”
Sultan Bâyezîd Han, esir edilen Korkusuz Jean ve diğer prensleri ve kumandanları fidye karşılığında serbest bıraktı.
Niğbolu zaferi, gönderilen fetihnamelerle memleketin her tarafına, Asya’daki hükümdarlara, Mısır sultânına, Irak ve Acem beylerine, Tatar hânına, Bursa kâdısına müjdelendi. Mısır’da bulunan Abbasî halîfesine gönderilen zafernâmeye verdiği cevapta, Abbasî halîfesi Bâyezîd Han’a; “Sultan-ı İklim-i Rûm” ünvânı ile hitâb etti. O günden îtibâren Osmanlı hükümdarlarına sultân denilmesi âdet oldu.

BRE DOĞAN, BRE DOĞAN…

Yıldırım Bâyezîd Han, Niğbolu kalesi ve Doğan Bey’den haber alamamıştı. Kendisi yetişmeden kalenin düşüp teslim olmasından endişe ediyordu. Alman esirlerinden, çok kalabalık bir haçlı ordusunun Niğbolu kalesini dört yandan kuşattığı öğrenildi.
Kale erzakı, mühimmatı ve Doğan Bey’in mukavemetini öğrenmek için kaleye birisini gönderip haber almak lâzımdı. Bütün bunları düşünen Yıldırım Bâyezîd Han hiç kimseye haber vermeden bu vazifeyi kendi yapmaya karar verdi ve karanlık bir gecede atına binerek sarp vadilere sürdü. İçkili haçlı devriyeleri arasından geçerek, kale duvarının altına geldi. Korkunç bir sükûnetin hâkim olduğu bu karanlık gecede, kaleye doğru (Bre Doğan! Bre Doğan!..” diye haykırdı.
Gece-gündüz kale duvarlarının üstünde tetikte duran, düşmanı kollayan kale kumandanı Doğan Bey, bu sesi duydu. Ama bir mânâ veremedi. Bu ses Sultân’ın sesine benziyordu. Ama yüz binden fazla haçlı ordusu ile muhasara edilmiş bir kalenin yanına nasıl gelinebilirdi. Hayâl olduğunu sandı, kulaklarına inanamadı. Fakat aynı ses, daha hâkim, daha vakur bir kerre daha tekrarlanınca, Doğan Bey ne yapacağını şaşırdı. Kaleden aşağıya baktı. Karanlıkta hünkârın atı üstünde dikildiğini gördü. Göğsünde hıçkırıklar düğümlendi. Böyle bir hünkâra nice hizmet edilmezdi. Yıldırım Bâyezîd Han gereken talimatı verdikden sonra, karanlıklar arasına süzülüp kayboldu. Yıldırım Bâyezîd ile Doğan Bey arasındaki konuşmayı düşman devriyeleri de duymuş, fakat bir mânâ verememişlerdi. Müfrezedekiler vakit geçirmeden durumu komutanlarına anlattılar. Nihayet hâdiseyi mareşal Bubiko ve kral Sigismund öğrendi. Muhafızlar sorguya çekildi. İçkili oldukları anlaşılınca, orduda yalan yanlış haber yayarak moral bozmaya sebebiyet vermekten ve nöbette içki içerek hayâl görmekten elli kırbaç, üç gün de katıksız hapis cezası verildi. Askerler kırbaçları yerken doğru söylediklerine yemin ediyor, fakat trampetler seslerini boğuyordu...
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Kitâb-ı Cihân-nümâ; sh. 70
2) Tevârîh-i Al-i Osman (Âşıkpaşazâde)
3) Tâc-üt-tevârih; cild-1, sh. 143
4) Devlet-i Osmâniyye Târihi (Hammer); cild-1, sh. 283
5) The Crusade in the later Middle Ages (A.S. Atıya, London-1938); sh. 435
6) Osmanlı Devletinin Kuruluşu (Gibbous); sh. 184
7) Osmanlı Târihi (Uzunçarşılı); cild-1, sh. 279
8) Îzahlı Osmanlı Kronolojisi; cild-1, sh. 101
9) Rehber Ansiklopedisi; cild-13, sh. 101
10) Bizans Târihi (Ducas); sh. 31

NEVŞEHİRLİ DAMAT İBRAHİM PAŞA


Sultan üçüncü Ahmed Han ve Lâle devrinin meşhur sadrâzamı. Enderûn-ı hümâyûndan yâni Osmanlı saray üniversitesinden yetişen sadrâzamların on üçüncüsü ve bütün sadrâzamların yüz otuzuncusudur. İzdin (Zeytin) voyvodası Ali Ağanın oğlu olarak Nevşehir’de doğdu. İş bulmak için İstanbul’a geldiğinde, eski saray masraf kâtibi Mustafa Efendi’nin tavsiyesi ile 1689’da önce sarayın helvacı, daha sonra eski saray baltacı ocağına kaydoldu.
İbrâhim Efendi, hizmetleri ile yükselip Dârüsseâde ağası yazıcı halîfesi olarak pâdişâhın bulunduğu Edirne’ye gitti. Şehzâde Ahmed’in pâdişâh olmasından sonra 1703’de Dârüsseâde ağası yazıcılığına tâyin edildi. Bu vazîfede iken pâdişâhın îtimâd ve teveccühünü kazandı. Ancak o sırada sadrâzam olan Çorlulu Ali Efendi, bir sebeple onu Edirne’ye gönderdi. 1715’de Mora seferine çıkan sadrâzam Şehîd Ali Paşa, İbrâhim Efendi’yi mevkufatçı olarak beraberinde götürdü. Buranın alınmasından sonra da tahrîr (kâtiplik) işi ile vazifelendirildi.
1716 senesinde Avusturyalılar ile yapılan Varadin muhârebesinde bulunan İbrâhim Efendi, Osmanlı ordusunun mağlûb olması üzerine durumu pâdişâha arzetmek üzere bir arîza ile Edirne’ye geldi. Sultan üçüncü Ahmed çok güvendiği İbrâhim Efendi’yi geri göndermeyerek, mîrahorlukla yanında bıraktı. Kısa bir süre sonra da 3 Ekim 1716’da vezirlik rütbesi ile sadâret kaymakamlığına tâyin edildi.
İbrâhim Paşa, 1717’de Şehîd Ali Paşa’nın ölümüyle dul kalmış olan üçüncü Ahmed Han’ın kızı Fâtımâ Sultan ile evlenerek, dâmâd oldu. İbrâhim Paşa, Avusturya ile sulh tarafdârı olduğu için, bu kanâatini pâdişâha bildirdi. Nişancı Mehmed Paşa’dan sonra sadâret makamına getirildi. Avusturyalılarla Pasarofça muahedesini imzaladı. Aynı sene Venediklilerle de sulh yapıldı.
Nevşehirli İbrâhim Paşa, tabiatı itibariyle harpten, mücâdeleden nefret eden, memleketin sulh ve sükûn içinde ilerlemesini istiyen bir kişi idi. Sadrâzam olduktan sonra da Pâdişâh’ın teveccühünü kazanmaya devam etti ve bütün devlet işlerini elinde topladı. Sadâretinin ilk beş senesi tam bir sulh içinde geçti. Çırağan, Sâdâbâd ve diğer mesire yerlerinde lâle yetiştirilmesi, helva sohbetleri düzenlenmesi bu dönemde başladı. Bu yüzden İbrâhim Paşa’nın 1718’de sadrâzam olmasından 1730 senesinde ölümüne kadar olan zamana daha sonra Lâle devri denilmiştir (Bkz. Lâle Devri).
1722 senesinde İran Safevî hânedânı son zamanlarını yaşıyordu. Afgan Üveysî hânedânı İsfehan dâhil İran’ın büyük kısmına hâkim olmuştu. Aynı sene Dağıstan, İran tâbiyetinden çıkarak, resmen Osmanlı tâbiyetine geçmişti. Böylece Osmanlı hâkimiyeti bir defa daha Hazar kıyılarına ve Kuma ırmağına dayandı. Sulh tarafdârı olan sadrâzam İbrâhim Paşa, Osmanlı Ordusunu İran topraklarına sokup fütûhat yapmak istemiyordu. Fakat, Rus çarı büyük Petro’nun İran’a müdâhalesi, Osmanlı Devleti’nin doğu siyâsetinin temelden değişmesine ve İran’la aralıklı olarak devam eden uzun bir savaşın çıkmasına sebeb oldu.
Erzurum beylerbeyi vezir silâhdâr İbrâhim Paşa, Kafkas serdârı oldu ve 1723 yazı başında Gürcistan’a girdi. Diğer taraftan Van beylerbeyi vezir Köprülüzâde Abdullah Paşa Güney Âzerbaycana’a girerken, güneyde Bağdâd beylerbeyi vezir Hasan Paşa da; Luristân, Ardelân, Kirmanşâh ve Hemedan eyâletlerini aldı. Kısa bir süre sonra İran’ın büyük kısmını ele geçiren Osmanlı kuvvetleri, 3 Ağustos 1727’de Tebriz’e girdi. Böylece Güney Azerbaycan’ın büyük kısmı ile Kuzey Azerbaycan’ın Gence kesimi, Ermenistan, Nahcivan ve Hemedân’ı ele geçiren Osmanlı Devleti, sultan üçüncü Murâd devrindeki sınırlarına yeniden ulaştı. 4 Ekim 1727 Hemedân muahedesi ile Eşref Şâh tarafından Osmanlı Devleti’nin fütûhatı kabul edildi ise de İran’ın bir kısmında hâlâ Safevî hânedânı hüküm sürdüğü için Eşref Şâh tek başına muahede imzalamaya selâhiyetli değildi. Bu yüzden Osmanlı fütûhatı sağlam temele dayanmıyordu. Nitekim safevîleri desteklemek bahanesiyle ortaya çıkan Nâdir Han Avşar, Eşref Şâh’ı yenip İran’ın büyük kısmını ele geçirdi ve 2 Temmuz 1730’da Osmanlıların elinde bulunanNihâvend’i alıp Hemedan üzerine yürüdü. Hemedan beylerbeyi Abdurrahmân Paşa, Nâdir Han’a karşı koymaksızın geri çekildi.
Bu durum İstanbul’da siyâsî krizin başlamasına sebeb oldu. Sadrâzam İbrâhim Paşa’nın muhalif ve düşmanları baş kaldırmak için fırsat bekliyorlardı. İhtilâl hazırlayıcıları, sadrâzamın İran fütûhatını sattığından ve sefere çıkmak istemediğinden bahsediyorlardı. 3 Ağustos 1730 günü pâdişâh tuğları Üsküdar’a dikildi. Hareket biraz gecikince aynı senenin Eylül ayında Patrona Halîl ismindeki devşirme, etrafına topladığı bir grup ile isyân etti. İsyancılar sadrâzam İbrâhim Paşa ve bâzı devlet adamlarının başını istiyorlardı. 1Ekim 1730 günü isyânın bastırılması için İbrâhim Paşa bâzı devlet adamları ile beraber öldürüldü. İsyancılar saray içlerine girerek her türlü zorbalığa baş vurdular. İbrâhim Paşa ve diğer devlet adamlarının naaşları istekleri üzerine âsîlere teslim edildi. Bunlar da, İstanbul sokaklarında dolaştırarak, her türlü hakareti yaptılar (Bkz. Patrona Halîl isyânı).
İbrâhim Paşa, devlet işlerine vâkıf, düşünceli, mutedil, kadirşinas, kabiliyetli, insanların kadrini bilen bir devlet adamı idi. Kendisine fenalık yapanlara dahi iyilikte bulunurdu. İbrâhim Paşa’nın hayır eserleri oldukça fazladır. Bunların başında hanımı Fâtımâ Sultan’la beraber İstanbul’da Şehzâde Câmii yakınında yaptırdıkları Dârülhadîs, talebeye mahsûs odalar, sebil ve kütüphâne gelir. İstanbul’un muhtelif yerlerinde çeşme, sebil ve mesire yerleri yaptırmıştır. Ayrıca doğum yeri olan ve o târihde Niğde’ye bağlı bulunan Muşkara köyüne başka yerlerden ahâlî getirtip, iskan ile burayı kaza yaptı ve kasabayı sur ile genişletti. Muşkara adını kaldırıp Nevşehir diye adlandırdığı bu yerde iki câmi, bir medrese ve medrese talebesiyle fakir halk için imâret yaptırdı.
Dâmâd İbrâhim Paşa, iyi bir tahsil görmüş, mütâalayı sever, ilmî sohbetlere düşkün bir zât olup, muhtelif ilimlerde, şiir ve edebiyâtda şöhreti olan şahsiyetleri etrafına toplamıştı. Meclisine devam eden ilim ve fikir adamlarıyla sohbet edip herhangi bir mevzuda onlara münazara ettirir ve icâbında kendisi de bu münazaralara iştirak ederek, kanâatini söylerdi. Teşkil ettiği ilmî bir encümen ile umûmî târihe ve İslâm târihine ait bir hayli kıymetli eserleri Türkçe’ye çevirtmiştir.
İstanbul’da kitap satan esnafta bulunan nadide kitapların, ucuz fiyatla satın alınarak Avrupa’ya gönderildiğini öğrenen İbrâhim Paşa, bu eserlerin yurt dışına çıkışını yasaklayıp, kütüphâneler te’sis etti. Ayrıca İstanbul’da ilk matbaa, çini fabrikası ve çuha fabrikasının yanında, Hatayi ismi verilen kumaş fabrikasının te’sisi İbrâhim Paşa’nın gayret ve çalışmalarıyla olmuştur. İbrâhim Paşa, Avrupa’yı tanımanın Osmanlı dış politikası için önemli olduğuna inanan sadrâzamlardan idi. Bunun için İstanbul’daki yabancı devlet elçileri ile düzenli bir ilişki kurdu. İik defa yurt dışına Osmanlı elçileri göndermeye başladı.
İbrâhim Paşa, askerî alanda ve devlet idaresinde bâzı yenilikler yaptı. Devrinde disiplin ve verimliliği sağlamak ve hazîneye olan yükleri hafifletmek için yeniçeri, bürokrat ve me’murların sayısı azaltıldı. Şehirlerde ve kırsal kesimde gelir kaynaklarının kadastro sayımları yapıldı.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Osmanlı Târihi (İ. H. Uzunçarşılı); cild-4. bölüm-1, sh. 147
2) Osmanlı İmparatorluğu ve Modern Türkiye; sh. 318
3) Rehber Ansiklopedisi; cild-3, sh. 49
4) Râşid Târihi; cild-3, sh. 261
5) Hadîkat-ül-Vüzerâ; sh. 29
6) Büyük Türkiye Târihi (Y. Öztuna) cild-6, sh. 290

NEŞRİ


Osmanlı tarihçilerinin meşhurlarından. Cihân-nümâ adlı eseriyle tanınan Neşrî’nin hayâtı hakkında kaynaklarda geniş bilgi yoktur. Doğum târihi bilinmemektedir. Karaman’da, Germiyan veya Edirne’de doğduğu rivayet edilmektedir. 1512 veya 1519 (H. 918-926)’da vefât etmiştir. Gençliğinde Bursa’da bulunduğu ve orada tahsîl gördüğü rivayet edilmiştir.
Neşrî, sultan ikinci Murâd, Fâtih Sultan Mehmed ve ikinci Bâyezîd Han devirlerini yaşamış ve hâdiselere şâhid olmuştur. Sultan ikinci Bâyezîd Han’ın pâdişâhlığının son senelerinde Bursa Sultaniye’sinde müderrislik yapmıştır. Yazdığı Cihân-nümâ adlı târih, sekiz kısımdan meydana gelen bir dünyâ târihidir. Ancak bu eserinin sâdece Osmanlı hânedânı ile ilgili olan altıncı kısmı zamanımıza kadar intikâl etmiştir. Bu bölümü de Târih-i Âl-i Osman adı ile meşhurdur. Bu altıncı kısım üç bölüm hâlinde olup, Evlâd-ı Oğuz Han, Rum Selçukluları ve Osmanlı Hânedânı şeklindedir. Osmanlı hânedânı ile ilgili kısım, sultan İkinci Bâyezîd Han devrine kadar vuku bulan târihî hâdiseleri ihtiva etmektedir. İkinci Bâyezîd Han’ın başardığı büyük işlerden, inşâ ettirdiği binalardan, uzak diyarlara gönderdiği elçilerden, vezirlerden, âlimlerden, velîlerden ve dervişlerden bahsetmiştir. Kendinden sonra gelen tarihçilere büyük ölçüde faydalı ve te’sirli olan Neşrî, bu meşhur eserini, sultan İkinci Bâyezîd Han’ın saltanatının ortalarına kadar vuku bulan hâdiseleri anlatarak bitirmiş ve Bâyezîd Han’ı medheden bir kasîde de eklemiştir.
Umûmî bir Türk târihi olarak yazılan Cihân-nümâ’nın bulunmayan kısımlarında Oğuz Han ve çocuklarından, Türk devletlerinden, Büyük Selçuklu ve Anadolu Selçuklularından bahsedildiği tahmin edilmektedir. Neşrî’nin bu eseri yazıldığı zamandan îtibâren muteber tutulmuştur. İdrîs-i Bitlîsî, Hoca Sa’deddîn Efendi, Solakzâde, Rüstem Paşa, Âlî ve Müneccimbaşı gibi meşhur tarihçiler onun eserinden çok faydalanmışlardır.
Neşrî eserinin mukaddimesinde, Türkçe bir târih kitabı yazmayı arzu ederek bu işe başladığını kaydetmiştir. Hâdiseleri anlatırken ihtiyatlı davranmış ve sâde bir dil kullanmış olup, ifâdeleri sâde Anadolu Türkçesi’dir. Hâdiseleri tarafsız, ağırbaşlı ve îtimâd edilir bir üslûbla anlatmıştır. Yer yer yazdığı latifelere rağmen ciddî târih üslûbundan ayrılmamıştır.
Neşrî eserinde Osmanlı sultanlarını, inanmış mücâhidler olarak, büyük bir gazâ ruhu ile savaşan, vazifesini yerine getirmiş sultanlar olarak vasfeden nâdir tarihçilerdendir. Osmanlı sultanlarının, İslâmiyet’i tanımayan ülkeleri bu din ile şereflendirmek için çalıştıklarını ve bu uğurda gâzi veya şehîd olmayı arzu eden kıymetli sultanlar olduklarını anlatmıştır. Fethedilen yerleri derhâl îmâra başladıklarını, ahâlinin refahını te’min için, çalıştıklarını zikretmiştir. Bu iş için derhâl câmiler, medreseler, imâretler, hanlar, hamamlar ve kervansaraylar yaptırdıklarını anlatmıştır. İslâm medeniyetinin yayılıp kökleşmesi için verdikleri hizmetleri dikkatle tâkib edip, yazmıştır.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Kâmus-ül-a’lâm; cild-8, sh. 4577
2) Büyük Türk Klasikleri; cild-2, sh. 325
3) Kitâb-ı Cihân-nümâ (Neşr: F. R. Unat, M. A. Köymen; Ankara 1987)
4) Neşrî’nin Hayâtı ve Eserleri (Fahriye Arık, İstanbul 1936)
5) Neşri Târihi Üzerine Yapılan Çalışmalara Toplu Bir Bakış (Faik Reşit Unat Ankara-1943)

NEF’İ


On yedinci yüzyıl dîvân şâirlerinin önde gelenlerinden. 1572 senesinde Erzurum’un Hasankale ilçesinde doğan şâirin asıl adı Ömer’dir. Babası Kırım hânının nedimi, şâir Mehmed Bey, dedesi Ali Paşa’dır.
Nef’î iyi bir tahsîl görüp Arabça ve Farsça’yı öğrendi. Genç yaşta şiir yazmaya başladı ve büyük istidadı ile dikkati çekti. Kırım hânı Canibey Giray’ın tavsiyesiyle, birinci Ahmed Han devrinde, Kuyucu Murâd Paşa’nın himayesinde İstanbul’a geldi.
Kısa zamanda tanınan şâir, sunduğu kasîdeler sayesinde birinci Ahmed Han’dan iltifat gördü ve onun maiyyetinde Edirne’ye gitti. Daha sonra Muradiye mütevellîliğine tâyin edilip bir müddet bu görevde kaldı.
Birinci Ahmed Han ve sultan Genç Osman’a, Kuyucu Murâd, Nasûh, Dâmâd Mehmed ve Halil paşalara müteaddid kasîdeler yazan Nefî, şöhretinin zirvesine dördüncü Murâd Han zamanında ulaştı. Sultan Murâd Han; Nefî’yi sever, onu has meclislerine çağırır, sohbetlerine dâhil ederek şiirlerini büyük ihsânlar ve pek değerli hediyelerle mükâfâtlandırırdı.
Sevdiği ve büyük bildiği kimselere kasîde söylemekte üstâd olan Nef’î, hicivlerıyle de meşhurdur. Devrin en nüfuzlu devlet adamlarını da hicvetmekten geri durmadı. Nitekim söylediği bu hicviyelerden dolayı 1632’de boğdurularak öldürüldü.
Nefî, Osmanlı şiir dilinde kuvvetli bir ahenk vermeye, onu kulaklarda devamlı yankılar bırakan bir ses san’atı hâline getirmeye çalışmıştır. Şiirlerini bir takım gür sesli mısra’larla söylemiş ve bu mısra’larda kuvvetli bir ses ve söz anlaşması sağlamıştır. Nefî’ye göre şiirin, estetik zevki yükselmiş kişiler tarafından beğenilmesi ve mânâ bakımından olduğu kadar söz bakımından da kusursuz olması gerekir. Şiirlerinde İran etkisinde bir söyleyiş, fakat ısrarlı bir açıklık vardır. Yabancı kelimelerle ördüğü mısra’larında bile, cümle yapısının sağlam ve doğru bir Türkçe ile kurulduğu görülür. Yabancı kelimeler yerine Türkçe karşılıkları konunca bu şiirler kolaylıkla anlaşılır.
Nef’î dîvân edebiyatında İran şiirini çok yakından kavramış şâirlerden biridir. Bu sebeple üslûbunda İran çeşnisi görülür. Fakat bu çeşni, taklid derecesinde değildir. Nefî, İran’ın belli başlı kasîde ve gazel üstâdlarına hayran olmakla beraber, kendisinin de onlar derecesinde hattâ daha üstün olduğuna inanır.
Nefî’nin asıl san’atkârlığı, kasîdelerinde ve bu kasîdelerin tasvir bölümlerinde görülür. Kasidelerinde bir harp tasviri yapıyorsa; kelimeler, o çağlardaki savaşların kılıç şakırtılarını verir gibidir. Bahardan söz ediyorsa şiirinde İstanbul’un zengin bahar âlemlerinin ses, koku ve çiçekleri ile esen serin rüzgârını yaşatır.
Şâir, dîvân edebiyatında bir kasîde üstadı olarak tanınmıştır. Kasidelerinde yaşanılan âlemden çok, yaşamak istenen zengin; güzel, iyi bir âlemin hayâli vardır. Bu âlem bir doğu şâirinin aşırı hayalciliği ile ve doğu efsâneleriyle süslenmiştir. Kasidelerinde övdüğü insanların parlak şahsiyetleri karşısında, güneşi bir zerre gibi gösterecek kadar mübalağalı, dar görüşlüleri şaşırtacak ölçüdedir. Şâir hemen her methiyesinde, bir devlet adamını, görmek istediği ideâl bir büyük adam olarak düşünmüş, yeryüzünde gördüğü insanlardan ziyâde kendi hayâlinde yaşattığı kahramanları övmüştür.
Şâirin, kasîdeciliği ölçüsünde kuvvetli bir tarafı da, hicviyeciliğidir. Asrının büyüklerinde bir yükseklik görmek isteyerek onları övmüş, hayâlindekileri bulamayıp, şahsiyetlerinde hayâl kırıklığına uğradığı insanları isekötülemiştir. Hicviyeleri bâzan kaba ve çirkin denecek kadar san’attan, hele şâirin kendi san’at anlayışından uzak söyleyişleridir. Bâzı güzel hicivleri ise, keskin zekâsının eseri kuvvetli birer hiciv örneği olarak zamanımıza kadar gelmiştir.
Eserleri: 1- Türkçe Dîvânı: Sözüm redifli meşhur na’tla başlar. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hazretlerini medheden bir kasîde ile devam eder. Bundan sonra elli yedi kasîde vardır. Bunlardan on ikisi dördüncü Murâd, sekizi birinci Ahmed, beşi şeyhülislâm Mehmed Efendi, dördü genç Osman, dördü ise Nasûh Paşa hakkında olup, diğerleri yine mühim şahsiyetler için yazılmıştır. Bu manzumeleri terkîb-i bend şeklinde yazılmış bir Sakînâme ile pâdişâhın ok atışı, Kandilli kasrı, şeyhülislâm Yahyâ Efendi, musâhib Mûsâ Çelebi vb. için kaleme alınmış olan dokuz manzume tâkib eder. Yüz on dokuz gazel, bir müseddes-i mütekerrir, kıt’alar, matla, on beş rubâî ile dîvân tamamlanır. Dîvân’ın umûmî kütüphânelerde pek çok nüshası vardır. Biri Bulak matbaasında 1836’da, diğeri İstanbul’da 1852’de olmak üzere iki defa basılmıştır.
2- Farsça Dîvân: Türkçe dîvânına nisbetle daha az şiirden meydana gelir. Dîvân’da, sekiz na’t, sekiz kasîde, bir sakînâme, bir fahriyye, yirmi bir gazel, yüz yetmiş bir rubâî bulunmaktadır. Türkiye ve Avrupa kütüphânelerinde bir çok yazma nüshası mevcuttur. Türkçe’si 1944’de İstanbul’da neşredilmiştir.
3- Sihâm-ı Kazâ:Hicivlerini bir araya toplayan mecmua henüz basılmamıştır. Yazma nüshaları birbirinden farklıdır. Hicviyelerinden bâzıları nezîh ve nükteli olmakla beraber, bâzıları kaba, çirkin ve edeb dışıdır.
4- Tuhfet-ül-Uşşâk: Doksan yedi beytlik Farsça bir kasîdedir.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Büyük Türk Klasikleri; cild-5, sh. 105
2) Rehber Ansiklopedisi; cild-13, sh. 68
3) Resimli Türk Edebiyatı Târihi; cild-2, sh. 653
4) Kâmûs-ül-a’lâm; cild-6, sh. 4596
5) Edebiyat Târihi Dersleri (A. Sırrı Levend, İstanbul-1938); sh. 238
6) Nefî (Prof. Dr. Abdülkâdir Karahan, KTB)
7) İslâm Meşhurları Ansiklopedisi; cild-3, sh. 1622