11 Temmuz 2019 Perşembe

AŞIK ÇELEBİ


On altıncı asır Osmanlı âlim ve şâirlerinden. İsmi Pîr Mehmed’dir. Şiirlerinde Aşık mahlasını kullandığından bu adla meşhurdur. Babası Seyyid Natta lakabıyla anılan, zamanın meşhûr âlim ve şâirlerinden Ali Çelebi’dir. Soyca Peygamber efendimize dayanır. Bursa’da doğduğu da rivayet edilen Âşık Çelebi, 1520 (H. 926) yılında Üsküb’e bağlı Prizren kasabasında doğmuştur. 1572 senesinde Üsküb’de vefât etti. Kabri oradadır. Vefâtına Bursalı şâir Cenânî; “Aşık sefer eyledi cihândan (976)” mısra’ını târih düşürmüştür.
Dedesi Seyyid Muhammed Natta, aslen Bağdâdlı olup, Seyyid Emîr Buhârî ile görüşmüş ve beraber sefere çıkıp Bursa’ya yerleşmiştir. Emîr Buhârî, Sultan Yıldırım Bâyezîd Han’ın kızıyla evlendiğinde, Seyyid Muhammed Natta da vezir İshâk Paşa’nın kızını aldı. Bu evlilikten Âşık Çelebi’nin babası olan Seyyid Ali dünyâya geldi. Seyyid Ali, iyi bir tahsil gördükten sonra, 1512 (H. 918) târihinde İnegöl’e kâdı oldu. Daha sonra sırasıyla Karatuva, Üsküb ve Sofya kâdılıklarında bulundu. Seyyid Ali’nin Müeyyidzâde Abdurrahmân Çelebi’nin kızıyla olan evliliğinden, beşi erkek biri kız olmak üzere, altı çocuğu oldu. Bunlardan biri de Âşık Çelebi’dir.
Çocukluğu Rumeli’de geçen Âşık Çelebi, 1535 (H. 942) târihinde İstanbul’a geldi. Gençlik devresini İstanbul’da geçirdi. Pîr Mehmed, Kasımpaşa müderrisi Sürûrî Çelebi, Kalenderhâne müderrisi Taşköprüzâde Efendi, Mahmûd Paşa müderrisi Arabzâde Âbdulbâki Efendi, Sahn müderrisi Saçlı Emîr Efendi Balıkesir Karasılı Hasen Çelebi ve Ebüssü’ûd Efendi gibi zamanının büyük âlimlerinden okuyarak iyi bir medrese tahsili gördü. Fenârî Muhyiddîn Efendi’den mülâzim oldu. (Asistan olarak bir müddet onun yanında çalıştı.) Bir taraftan dînî ilimleri tahsil eden Âşık Çelebi diğer yandan zamanın; Zatî, Taşlıcalı Yahyâ ve Hayalî gibi mühim şâirleri ile tanıştı ve edebî bilgilerini arttırdı. Genç yaşta İstanbul şâirleri arasında önemli bir mevki kazandı.
Tahsilini tamamladıktan sonra 1541 (H. 948) târihinde Bursa’ya yerleşerek Emîr Buhârî evkafının mütevellîliği vazifesinde bulundu. Bir ara mahkeme kâtipliği yaptı ve 1546 (H. 953) târihinde İstanbul’a döndü. İstanbul kâdısı olan eski medrese hocası Saçlı Emîr Efendi’nin himayesiyle mahkeme kâtibi oldu. Daha sonra kâdı oldu. Sırasıyla 1547 (H. 957) târihinde Silivri, Priştine, Serfiçe, Narda ve nihayet 1562 (H. 970) târihinde Alâiye kâdılığında bulundu.
Âşık Çelebi bu vazife esnasında Kânûnî Sultan Süleymân Han’ın;
“Halk içinde mu’teber bir nesne yok devlet gibi,
Olmaya devlet cihânda bir nefes sıhhat gibi.”
mısra’ıyla başlayan meşhur gazelini beşleyerek (tahmis ederek) pâdişâha takdîm etti. Bu tahmis Sultân’ın çok hoşuna gitti. Niğbolu kâdılığı oradan da Rusçuk kâdılığına terfi ettirildi.
Âşık Çelebi, Kânûnî Sultan Süleymân Han’ın vefâtından sonra yerine geçen oğlu sultan İkinci Selîm Han’a da Belgrad’dan İstanbul’a dönerken, yeni bir gazelini takdîm ederek iltifatına kavuştu. Karatûva kazası kâdılığı verildi. 1568 (H. 976) târihinde meşhur tezkiresini Pâdişâh’a, Arabî yazdığı Şakâik Zeyli’ni de Sadrâzam Sokullu Mehmed Paşa’ya ithaf etti. Mesâisi (İlmî çalışmaları) takdir görüp, mükâfat olarak kayd-ı hayât şartıyla (vefâtına kadar) Üsküb kâdılığı verildi.
Osmanlı ilim ve edebiyat hayâtının en parlak zamanında yaşayan Âşık Çelebi, doğru, neş’eli, vefâkâr bir zât idi. Edebî kültürü kuvvetli, medrese tahsili mükemmeldi.
Âşık Celebi’nin te’lif ve tercüme suretiyle yazdığı eserlerin sayısı ondan fazladır. Onun en mühim ve en çok şöhret kazanan eseri Meşâir-üş-şuarâ adlı şâirler tezkiresidir. Tezkire’de, diğer tezkirelerde olduğu gibi isimlerde hurûf-u hece tertibi tâkib edilmeyip, şâirler, ebced tertibi esas tutularak sıralanmıştı. Muasırı (aynı anda yaşadığı) şâirlerden İki yüz seksen iki zâtın terceme-i haliyle şiirlerinden seçilmiş parçaları ihtiva eden bu tezkirenin bir çok yazma nüshaları vardır. En mükemmel nüshası Millet (Ali Emîrî) Kütüphânesindeki yazmadır. Mısır ve Avrupa kütüphânelerinde de muhtelif yazmaları vardır.
Âşık Çelebi Tezkire’sinde en önemli taraf, doğru olarak yazdığı şâirlerin hayâtı yanında, şâirlerin hâlet-i rûhiyelerini de tahlil ve tasvir etmesidir.
Âşık Çelebi, Dîvân’ını Serfice kâdısı iken tertib etmeye başlamıştır. Dîvân, Kânûnî Sultan Süleymân Han, Muhyiddîn Efendi, Hoca Çelebi, Müftüzâde Efendi, Şerîfzâde, İznikli Ali Çelebi hakkında on dokuz kasîde, ile sultan İkinci Selîm Han için yazılmış bir murabbayı terci’ ve terkib-i bendlerle, murabba’, tahmis ve gazelleri ihtiva etmektedir.
Ayrıca; Hüseyn Vâiz-i Kâşifî’nin Ravdat-üş-şühedâ, İmâm-ı Gazâli’nin (rahmetullahi aleyh) Et-Tıbr-ul-Mesbûk fî Nesâyih-il-mülûk, Hatip Kasımoğlunun Ravdat-ül-Ahyâr, Taşköprüzâde’nin Eş-Şakâik-i Nu’mâniyye fî ulemâ-iddevlet-il-Osmâniyye olmak üzere Farsça, Arabça tercümeleriyle iki Hadîs-i Erbain tercümesi, Sokullu Mehmed Paşa’ya takdim ettiği Zeyl-i Şakâik, Kânûnî Sultan Süleymân Han’ın Zigetvâr seferini anlatan Zigetvârnâme, Bursa’da Emîr Sultan vakıfları mütevellîsi iken yazdığı, Bursa’nın güzelliğini anlatan Şehrengîz-i Bursave edebî yazılmış mahkeme ilânlarını ihtiva eden Mecmûa-i Sülûk gibi kıymetli eserleri vardır.
Tezkiresi G. M. Meredith Owens tarafından Meşâir-üş-şuarâ or Tezkire of Âşık Çelebi (London-1971) isim ve târihiyle neşredilmiştir.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Tezkire (Latîfî); sh. 237
 2) Esâmi; sh. 203
 3) Şakâyık’i Nu’mâniyye Zeyli (Atâî); sh. 161
 4) Tezkiret-uş-şuarâ (Kınalızâde Hasan Çelebi); cild-2, sh. 589
 5) Güldeste-i Riyazi İrfân; sh. 488
 6) Osmanlı Müellifleri; cild-2, sh. 19
 7) Kâmûs-ül-a’lâm; cild-4, sh. 1314
 8) Türk Klasikleri; cild-3, sh. 418
 9) Resimli Türk Edebiyatı Târihi; cild-1, sh. 616
10) Rehber Ansiklopedisi; cild-2, sh. 43

10 Temmuz 2019 Çarşamba

MÜNİF PAŞA


Osmanlı Devleti’nin son devirlerinde yaşamış devlet adamı, şâir ve yazar. Babası Antep ulemâsından Abdünnâfî Efendi’dir. 1828’de Antep’de doğdu. Tahsilini Antep Nûruosmânî Medresesi’nde yaptı. Arapça ve Farsça öğrendi. Babasıyla birlikte Mısır’a gitti. Kahire Kasr-ı âlî ve Şam Emevîye medreselerinde yüksek tahsilini tamamladı. Arapça ve Farsçasını, dînî ilimlerle birlikte husûsî dersler alarak ilerletti. 1851’de Şam (Suriye) eyâleti Meclis-i kebîr kâtipliği ile me’mûriyet hayâtı başladı. 1852’de İstanbul’a gelip, Bâb-ı âlî tercüme odasında Arapça ve Farsça mütercimi oldu. Mühtedî Emîn Efendi’den Fransızca öğrendi. 1854’de Gelibolu Asâkîr-i muavine komisyonu başkâtibi, ertesi sene de Berlin sefareti ikinci kâtipliğine tâyin edildi. Berlin’de üç yıl kaldı. Almanca öğrendi ve üniversiteye devam etti. Burada bulunduğu sırada Avrupaî fikirlerin te’sirinde kaldı. Berlin sefiri Kemâl Paşa’nın vazifeden alınması üzerine İstanbul’a döndü. Tercüme odasına girerek, bu defa İngilizce öğrenmeye çalıştı. 1858’de Karadağ sınırı için çalışan hey’ette başkâtiplik yaptı. 1860’da İstanbul ticâret mahkemesi reis muavini oldu. Cerîde-i havâdis’de yazılar yazdı. Tercümân-ı Ahvâl gazetesinin rekabeti üzerine bu gazeteye Rûznâme-i Cerîde-i havadis adı ile her gün iki sayfa ilâve etti. 1862’de Bâb-ı âlî’de başmütercim oldu. Avrupa’da tahsîl görmüş bâzı kimseleri etrafında toplayarak İngiltere’deki Royal Society ile 1859’da İskenderiye’de açılan Mısır Enstitüsü’nü örnek alarak Cemiyet-i İlmiye-i Osmaniye adıyla bir cemiyet kurdu. Mecmûa-ı fünûn dergisini çıkardı.
Cemiyet-i İlmiye-i Osmaniye’nin yayın organı olarak çıkarılan Mecmûa-ı fünûn Türkçe basılan ilk dergi olup, ilk sayısı Temmuz 1862’de çıktı. Dergi, birinci ve ikinci yıllar on ikişer sayı olarak yayınlandı. 1864’de çıkan büyük kolera salgını yüzünden yayını durdurdu. 1866’da yeniden yayına başladıysa da 14 sayı çıktıktan sonra, 1867 Haziran’ında yayımına son verildi. Münif Paşa, 1883 yılında yeniden yayınlamaya başladı ise de, kısa bir müddet içinde tekrar kapandı.
Cemiyet-i İlmiye-i Osmaniye’de yaptığı bir konuşmada alfabede reform mes’elesini ortaya atan Münif Efendi, ıslâh edilmiş bir Arapça matbaa yazısı kullanılmasını teklif etti. Bu faaliyetleri ile şöhreti fazlalaştı. O yıllarda sadrâzam olan Avrupa hayranı Âlî, Keçecizâde Fuâd ve Mütercim Rüşdî paşalar tarafından destek gördü. 1867’de zaptiye müsteşarlığına, bir yıl sonra Dîvân-ı temyiz reisliğine getirildi. 1869’da vazifeden alındı. Aynı yıl Meclis-i maârif reisi oldu. Eğitimde köklü değişiklikler yapmak istedi, fakat meclisi ikna edemedi. Kendi tâbiri ile maârifi değil, maârif meclisi resmî kâğıtlarının başlığını bile değiştirmeye muvaffak olamadan 1872’de Tahran sefaretine tâyin edildi. 1877’de Maârif nâzırı oldu. Bu sırada Dans mektebi açılmasını teklif etti. Daha sonra Ticâret nâzırlığına geçti. Üç ay sonra da vazifeden azledildi. 1878’de ikinci defa Maârif nâzırı oldu. 1879’da vezirlik rütbesi verildi. 1880’de nâzırlıktan ayrıldı. Bir müddet açıkta kaldıktan sonra, Meclis-i sıhhiye reisliğine getirildi. 1884’de üçüncü defa Maârif nâzırı oldu. 1892’de azledildi. 1896’da İran şahı Nâsırüddîn’in ellinci cülûs yılını tebrik için Tahran’a gönderildi. Az sonra ikinci defa Tahran büyükelçisi oldu. Kızının ölümü üzerine emekliliğini isteyerek İstanbul’a döndü. Mekteb-i hukûk’da; Hikmet-i hukuk, Edebiyat, İlm-i Servet gibi dersler okuttu. 1910 yılında İstanbul Erenköy’de öldü. Sahrâ-yı Cedîd mezarlığına defnedildi.
Tanzîmât sadrâzamlarından Alî Paşa ile yakın münâsebeti bulunan Münif Paşa, bu sebeple, Alî Paşa’nın hasımlarının hücumuna mâruz kalmıştır. Kendisi mason olup, devamlı olarak Avrupaî tarzda yenileşme fikirlerini savunmuştur. Filozof tabiatlı, eskileri ve kendi devrindeki ricalden kimseyi beğenmeyen, kendisine ve bilgisine fazla güvenen Münif Paşa, maârifle ilgili birtakım yenilikler yapmak istemiş, bâzılarını gerçekleştirmiş ise de, millî bünyemize uymadığı için pek çoğunu tahakkuk ettirememiştir. Zamanın siyâsî hareketlerine doğrudan katılmamış, rejim değişikliğinden ziyâde; gazete, mecmua, kitap, mektep yolu ile Avrupalılaşmak gerektiğini savunmuştur. Maârifdeki vazifeleri sırasında kitap yayımını ve mecmuaları himaye etmiştir. Bâyezîd Kütüphânesi’nin açılışında ve dârülmualimînin gelişmesinde gayret sarf etti. Batı kültürünün memlekete sokulmasında teşvîk olması için, batı dillerinin yaygınlık kazanmasına çalıştı. Bildiği batı dilleri ile batıdan öğrendiği bilgileri memlekette yaymak için yazıp çizdi. Zamanına göre sâde bir üslûbla yazılar yazmış olan Münif Paşa, şiirle de uğraşmasına rağmen, şâir olarak tanınmamıştır. Şairliği pek çekici değildir. Gazelleri, nazireleri kuvvetli sayılmaz. Münif Paşa, gerek gazete ve mecmualarda neşr edilen yazılarında, gerekse Osmanlı Devleti’nin kuruluşunun 600. yıl dönümü sebebiyle söylediği Dâsıtân-ı âl-i Osmanadlı eserinde çok sâde ve tabiî bir Türkçe kullanmıştır. Halk destanlarının klasik on birli vezni yerine halk şiirinde az kullanılan on’lu vezinle yazdığıDâsıtân-ı âl-i Osman’da her dörtlük sonunda kullanılan kâfiye, son asırlarda halk destanlarına intikal eden ve halk söyleşilerinde sıkça rastlanan dîvân kâfiyesini kullanmıştır. Her pâdişâh için bir dörtlük ayrılan destanda, zamanının pâdişâhı olan sultan İkinci Abdulhamîd Han için söylenen kısım daha fazladır.
Münif Paşa’nın hukuk, iktisâd, târih, edebiyat ve başka sahalara âid 27 eseri vardır. Bunlardan bâzıları yayınlanmamıştır. Fenellon, Fontelle, Volter gibi kimselerden topladığı diyaloglardan meydana gelen Muhâverât-ı Hikemiye adlı eserinde; insan, şöhret, ferdî ihtiras, vatan sevgisi, cemiyet ahlâkı, kadın terbiyesi gibi konularda, o zamana kadar gelen kendi târih ve kültürümüzden kaynaklanan hâkim görüşler dışında yeni Avrupaî görüşler ortaya koymuştur.
Basılmış olan eserleri; Dâsitân-ı âl-i Osman, Telhis-i Hikem-i Hukuk, Târih-i Hükemâ-yı Yunan, İlm-i Sarf ve Nahiv, Medhal-ı ilm-i Hukuk, Ilm-i Servet, Hikmet-i Hukûk’dur. Basılmayan eserleri ise,Mecmûa-yı eş’âr, İlm-i Belagat, İran’a giden Ricâl-i Osmaniye hakkında Ma’Iûmat, İran Rûz-nâmesi’dir. Münif Paşa’ya âid olduğu söylenen ancak ele geçmeyen 22 adet eser, Osmanlı Müellifleri eserinde sayılmaktadır. Son asır Türk Şâirleri adlı eserde bâzı fıkraları ile şiirlerinden örneklere yer verilmiştir.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Osmanlı Müellifleri; cild-2, sh. 240
2) Resimli Türk Edebiyatı; cild-2, sh. 956
3) XIX. Asır Türk Edebiyatı Târihi; sh. 150
4) Modern Türkiye’nin Doğuşu; sh. 422
5) Son Asır Türk Şâirleri; sh. 996
6) Münif Paşa (Hayat Târih Mecmuası, sene-1980, sayı-1); sh. 18

ZENBİLLİ ALİ EFENDİ


Osmanlı âlimlerinin meşhurlarından. Sekizinci Osmanlı şeyhülislâmıdır. İsmi, Ali bin Ahmed bin Cemâleddîn Muhammed’dir. Lakabı, Alâeddîn el-Hanefî er-Rûmî’dir. Evliyânın ve âlimlerin meşhurlarından olan Cemâleddîn Aksarâyî’nin torunudur. Dedesine nisbetle Cemâlî denilmiş ve Ali Cemâlî ismiyle tanınmıştır. Evinin penceresinden bir zenbil sarkıtır, suâl sormak isteyenler, suâllerini kâğıda yazıp zenbile koyardı. O da çekip suâllerin cevâbını yazar, zenbili tekrar sarkıtırdı. Bu sebeble, Zenbilli Ali Efendi ismiyle meşhur olmuştur. Doğum târihi bilinmemekte olup, 1526 (H. 932) senesinde İstanbul’da vefât etti. Türbesi Zeyrek yokuşundadır. Aslen Aksaraylıdır. O zaman Aksaray, Karaman eyâletine bağlı olduğu için, kendisine Karamanî nisbeti de verilmiştir.
Zenbilli Ali Efendi, ilim tahsiline memleketinde başlayıp, Alâeddîn Ali bin Hamza Karamanî’den ders aldı. Kudûrî muhtasar’ını ve Nesefî manzumesi’ni ezberledi. Bu ilk tahsilinden sonra İstanbul’a gitti. Orada, zamanın en meşhur âlimlerinden olan Molla Hüsrev’in derslerine devam edip, ondan ilim öğrendi. Daha sonra Molla Hüsrev, onu Bursa’ya gönderip. Sultan Medresesi müderrisi Hüsâmzâde Mevlânâ Muslihüddîn’den ders almasını tavsiye etti. Bu zâtın derslerine devam edip, ondan aklî ve nakli ilimleri öğrendi. İlimde yetiştikten sonra hocası Mevlânâ Muslihüddîn, onu kendisine muîd (yardımcı müderris) seçti. Mevlânâ Muslihüddîn’in kızı ile evlenip damadı oldu. Çeşitli medreselerde müderrislik yaptı.
Fâtih Sultan Mehmed Han devrinde, Edirne’de Taşlık Ali Bey Medresesi’ne müderris olarak tâyin edildi. Fakir olduğu öğrenilince, pâdişâh tarafından kendisine, bir mikdâr kıymetli elbise ile beş bin akçe ihsân olundu. 1477 (H. 882)’de Edirne’de Beylerbeyi, sonra da Sirâciyye Medresesi’ne geçti. Bu sırada kendisini çekemeyenlerin tutumları karşısında, müderrislikten istifa edip, bir rivayete göre Şeyh Muslihüddîn Ebü’l-Vefâ’ya, diğer bir rivayete göre de, Halvetiyye büyüklerinden Şeyh Mes’ûdî Edirnevî’ye talebe olup, tasavvufta kemâle geldi.
Fâtih Sultan Mehmed Han’ın vefâtından sonra, ikinci Bâyezîd Han tarafından, Bursa Kaplıca Medresesi’ne müderris tâyin edildi. İznik’deki Orhan Gâzi, Bursa’daki Murâd Gâzi medreselerinde de müderrislik yaptı. Daha sonra, ikinci Bâyezîd Medresesi müderrisliği ve Amasya müftîliği vazifeleri verilerek Amasya’ya gönderildi. Bir müddet bu hizmetlerde bulunduktan sonra, hacca gitmek üzere Amasya’dan ayrıldı. O sene Hicaz’da bâzı karışıklıkların çıkması sebebiyle, bir sene Mısır’da kalıp ertesi sene hac yaptı. Mısır’da kaldığı sırada oranın âlimleriyle görüşüp, ilmî incelemeler ve müzâkereler yaptı. Ertesi yıl hacca gitti. Hacda iken, Efdalzâde Hamîdüddîn Efendi vefât edince, 1497 (H. 903)’de şeyhülislâmlığa tâyin edildi. İkinci Bâyezîd Han, Zenbilli Ali Cemâlî Efendi gelinceye kadar, fetva işlerinin Sahn-ı semân Medresesi müderrisleri tarafından yürütülmesini emretti. Zenbilli Ali Efendi’ye ayrıca yeni yapılmış olan Bâyezîd Medresesi müderrisliğinde de vazife verildi. Bundan sonra, şeyhülislâmların, Bâyezîd Medresesi’nde müderrislik yapmaları da âdet hâline geldi.
Yavuz Sultan Selîm Han’ın tahta çıkmasından sonra da vazifesine devam eden Zenbilli Ali Efendi, hak severliği ve doğruluğu ile dikkati çekmiştir. Pâdişâh’ın her hareketinde, İslâmiyet’e uymasında yardımcı olmuştur. 1516 (H. 922)’de yapılan Mısır seferi için fetva vermiştir.
Zühdü, takvası, istikâmeti ve doğruluğu ile meşhur olan Zenbilli Ali Efendi, dîne uymayan her çeşit hükme ve karara şiddetle karşı çıkardı. Celalli olmasıyla tanınan Yavuz Sultan Selîm Han’ın, şiddetli hareketlerini bile teskîne muvaffak olurdu. Bir defasında Yavuz Sultan Selîm Han, Topkapı Sarayı hazîne görevlilerinden yüz elli kişinin sorumsuz davranışlarından dolayı îdâmını emretmişti. Zenbilli Ali Efendi, bu karârı duyunca derhâl dîvân-ı hümâyûna koştu. Vezirler ayağa kalkıp saygı ile karşıladılar ve baş köşeye oturttular. Şeyhülislâmın dîvâna gelmesi âdet olmadığından, niçin geldiğini sordular. Pâdişâh’la görüşmek istediğini söyledi. Durum Pâdişâh’a arzedildi. Yavuz Sultan Selîm Han, huzura girmesine izin verdi. Arz odasına girip selâm verdi. Pâdişâh’ın hürmet göstermesinden sonra, gösterilen yere oturdu. Sonra Pâdişâh’a; “Fetva vazifesinde (şeyhülislâmlıkta) bulunanların bir işi de, pâdişâhın âhiretini korumak, onları dînen hatâ olan şeylerden sakındırmaktır. Duyuldu ki, yüz elli kişinin îdâm edilmesine pâdişâh fermanı çıkmış. Fakat onların öldürülmeleri için, dînen bir sebeb tesbit edilmiş değildir. Recâ olunur ki, af buyrula!” dedi. Zenbilli Ali Efendi’nin bu sözlerine kızan Pâdişâh; “Bu iş saltanatın gereğidir. Âlimler böyle işlere karışırsa, devlet idaresi kargaşaya uğrar. Sorumsuzluklara göz yummak, beğenilecek tutum değildir. Bu işlere karışmak sizin vazîfeniz değildir” deyince; “Bu karar âhiretiniz ile ilgilidir ve buna karışmak da bizim vazifemizdir. Eğer affederseniz ne iyi, ne güzeldir. Yoksa âhirette cezaya müstehak olursunuz” cevâbını verdi. Bu sözler Pâdişâh’ın kızgınlığını yatıştırdı. “Affettik” diyerek lütuf gösterip, neş’e ile sohbete başladı. Konuşma bittikten sonra, gitmek üzere ayağa kalkan Zenbilli Ali Efendi, Yavuz Sultan Selîm Han’a; “Âhiretiniz ile ilgili olan hizmeti yerine getirdim. Mürüvvet ile ilgili bir sözüm daha var” dedi. Pâdişâh; “Onu da söyle” deyince; “O sözüm de şudur ki, Pâdişâh’ın affına uğrayan o kişilerin, islerinden el çektirilip, el açarak sokaklarda dolaşmaları, Pâdişâh’ın şânına lâyık mıdır?” dedi. Pâdişâh, bu isteği de kabûl etmekle beraber, vazîfelerinde kusur ettikleri için, bunları tâzir edeceğini belirtti. Zenbilli Ali buna karşı da; “Tâzir (azarlama) pâdişâhın re’yine kalmıştır. Orasını siz bilirsiniz. Bizim arzumuzu kabul etmeniz bize yeter” dedi ve teşekkür ederek, Pâdişâh’ın huzurundan ayrıldı. Yavuz Sultan Selîm Han da onu medhederek uğurladı.
Zenbilli Ali Efendi, Kânûnî Sultan Süleymân Han devrinde de vazifesinde kalıp, Rodos seferine katıldı. Rodos’un fethinden sonra orada imâmlık ve hatiblik yapıp, İslâm müesseseleri kurdu.
Zenbilli Ali Efendi; ikinci Bâyezîd Han, Yavuz Sultan Selîm Han ve Kânûnî Sultan Süleymân Han devrinde olmak üzere, yirmi dört sene şeyhülislâmlık yaptı. Ömrünü; ilme, talebe yetiştirmeye ve İslâm’a hizmete harcamıştır. Üstün hâlleri, ahlâkı, başarılı hizmetleriyle meşhur olup, tasavvufta da kemâle ermiştir. Kendisine “Mevlânâ Sûfî Ali Cemâlî” de denilmiştir.
Şakayık müellifi şöyle kaydetmiştir: “Zenbilli Ali Efendi ölüm döşeğinde iken, babamla birlikte ziyaretine gittik. Babamla gizli bir şeyler konuştular. Babam ağlamaya başladı. Ziyaretinden ayrıldıktan sonra babama, ağlamasının sebebini sordum; “Vefât edeceğini, Mûsâ aleyhisselâmın rûhâniyetinin sabahleyin gelip, kendisini âhirete davet ettiğini söyledi” dedi. Babam böyle deyince, ben de dayanamayıp, gayr-i ihtiyarî ağladım.
Zenbilli Ali Efendi’nin El-Muhtarât adlı eseri bir fıkıh kitabı olup, çok kıymetlidir. Bundan başka; Muhtasar-ul-hidâye, Âdab-ül-evsiyâ veRisale fî hakk-ıddeveran adlı eserleri vardır.

Karıncanın Hakkı

Nakledilir ki: Kanunî Sultan Süleymân Han, meyve ağaçlarını karıncaların sarması üzerine, karıncaları kırmak için mes’eleyi Zenbilli Ali Efendi’ye güzel bir beytle sorar ve şöyle der;
“Dırahtı (ağacı) sarmış olsa eğer karınca,
Zarar var mı karıncayı kırınca.”
Zenbilli Ali Efendi zarif bir ifâde ile sorulan bu suâlin altına şu beyti yazarak cevab vermiştir:
“Yarın dîvânına Hakk’ın varınca
Süleymân’dan alır hakkın karınca.”
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; sh. 1087
2) Şakâyık’i Nu’mâniyye tercümesi (Mecdî Efendi); sh. 302
3) Mu’cem-ül-müellifîn; cild-7, sh. 25
4) Devhat-ül-meşâyıh; sh. 15
5) Kâmûs-ül-a’lâm; cild-4, sh. 3178
6) Esmâ-ül-müellifîn; cild-1, sh. 742
7) Keşf-üz-zünûn; sh. 1624
8) Tâc-üt-tevârih; cild-2, sh. 549
9) Rehber Ansiklopedisi; cild-18, sh. 289
10) Osmanlı Müellifleri; cild-1, sh. 320
11) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; cild-15, sh. 106

YUNAN HARBLERİ



Osmanlı Devleti ile Yunanlılar arasında yapılan savaşlar.
Bugünkü Yunanistan topraklarına ilk Türk akınları Anadolu beylikleri zamanında başladı. Aydınoğlu Gâzi Umur Bey’in Ege’deki adalara yaptığı seferler, haçlı işbirliği ile durdurulabildi. Menteşe ve Saruhan beylikleri, zamanın denizci devletleri Venedik ve Cenevizlilerle ticâret yaptıkları gibi zaman zaman da savaştılar. Kara tarafından da Bizans’la mücâdele ettiler. Sultan birinci Murâd ve Yıldırım Bâyezîd Han zamanında başarıyla yürütülen Rumeli fütûhatı, Selanik şehrini hedef alarak devam etti. 1383’te Serez, 1387’de Selanik fethedildi, 1394’de Teselya, Osmanlı toprağı oldu. Fetret devrinde elden çıkan Selanik, 1430’da tekrar alındı. Arnavutluk tarafları ve Yanya da fethedilince, buralara Anadolu’dan getirilen müslüman ahâli yerleştirildi. 1446’da Mora’nın büyük bir kısmı ile 1458’de Atina alındı. Fakat bir müddet sonra çıkan huzursuzluk üzerine, 1460’da Fâtih Sultan Mehmed Han ikinci Mora seferini gerçekleştirdi. Osmanlı idaresine girmek istemeyen bâzı fanatik hıristiyanlar ise, Venedik ve Papalık topraklarına gittiler. Yerlerine Anadolu’dan getirilen müslüman ahâli iskân edildi. 1537’deki Preveze zaferi sonrasında 1540 yılında Venedikle yapılan andlaşma neticesinde, Mora’nın tamâmı Osmanlı toprağı oldu. 1522’de Rodos, 1566’da Sakız adası, 1654’de Girid fethedildi (Bkz. Girid Seferleri, Rodos Seferleri). 1684’de Venedikliler, Osmanlıların diğer Avrupa devletleri ile harb hâlinde olmasından faydalanarak, Atina dâhil Mora yarımadasının büyük kısmını ele geçirdiler. Fakat Ortodoks olan yerli Rumlar, katolik olan Venediklilerin idaresini reddettiler. Diğer devletlerle durumunu düzelten Osmanlı Devleti, 1714’de Venedik Cumhûriyeti’ne harb îlân etti. 1718’de imzalanan Pasarofça andlaşmasına kadar süren savaş sonunda, Mora tamamen Osmanlı toprağı oldu. Yerli halk, müslüman Türkleri kurtarıcı olarak karşıladı. Osmanlılar, bölge ahâlisinin bu haklı davranışlarını boşa çıkarmadı. Onlardan az bir vergi aldılar. Liman koruma, gözetme, balık avlama, gemi onarma ve yol bekleme gibi vazifeler verdiklerini vergiden muaf tuttular. Bölgede üretilen malların kolayca satılmasını sağladılar. Hele Selanik, Balkanların ikinci İstanbul’u oldu. Câmileri, medreseleri, han, hamam ve çarşıları ile bölgeye Türk damgası vuruldu. Din ve inanışında, mal ve mülkünün tasarrufunda, adalet sınırlarını aşmamak şartıyla serbest bırakılan ahâli, komşu devletlerin gayr-i müslim ahâlisini imrendirecek bir huzur ve refaha kavuştu.
On sekizinci asrın sonlarına doğru Osmanlı Devleti’nin merkezîliğini yavaş yavaş kaybetmesi ve 1789 Fransız İhtilâli neticesinde ortaya çıkan milliyetçilik fikirleri, Osmanlı topraklarında da yayılmaya başladı. İngiltere, Fransa, Avusturya ve Rusya gibi emperyalist devletler, tâvizler koparabilmek için Osmanlı hâkimiyetinde yaşayan hıristiyan tebeayı istismar ettiler ve sömürgeci menfaatleri uğruna huzurlarını kaçırdılar. Hele Ruslar, kendileri gibi Ortodoks mezhebine mensup olan Bulgar ve Rumları kullanarak Akdeniz’e inme yollarını arıyorlardı. Bulgar, İskit, Hun, Avar, Kuman, Peçenek, Hazar, Sırp, Slav, Arnavut ve İlliryalı gibi çeşitli kavimlerin karışımından meydana gelen, çobanlık ve balıkçılıkla geçinen, yüzyıllar boyu Roma esaretinde kaldıkları için Rumca konuşan hıristiyan Ortodoks Mora ve Makedonya ahâlisi, Osmanlı Devleti’ne karşı isyâna teşvik edildi. Çeşitli kavimlerin karışmasından meydana gelen bu topluluğa eski Yunanlıların soyundan geldikleri iddiası ile Yunanlı dediler. Avrupa’da Yunan lehine kamuoyu meydana getirmek için eski Yunan filozoflarının torunları Helenler olarak takdîm ettiler.
Çeşitli entrikalarla Rus tahtını eline geçiren ikinci Katherina, 1768 Osmanlı-Rus muhârebesi öncesinde, Osmanlı Devleti’ni içerden yıpratmak istedi. Mora’daki Manyotlar arasına gönderdiği casuslarla, onları isyâna teşvik etti. Bu teşvikler, kısa zamanda meyvesini verdi. Manyotlar isyâna destek için gönderilecek Rus filosunun Akdeniz’e gelmesiyle faaliyete geçeceklerini bildirdiler (1770). İngiliz desteği ile Cebelitarık boğazından geçip Mora kıyılarına gelen Rus filosu, Mora isyânına destek verdi. Kara savaşları ile meşgul olan Osmanlı Devleti’nin beklemediği bir anda 1770 Mart’ında Mora isyânı başladı. Mayıs sonlarına kadar devam etti. Osmanlı donanmasının gelmesi üzerine Ruslar, Moralıları yüzüstü bırakıp çekildiler. Âsîler tamamen temizlendi. Ruslarla savaş denizde devam etti.
Mora’daki isyânlar, emperyalist devletleri bir hayli ümitlendirdi. 1787’de Rus çariçesi ikinci Katherina ile Avusturya imparatoru ikinci Joseph, Bizans imparatorluğunun yeniden kurulmasını öngören Rum projesini ortaya attılar. Bu gayelerinin tahakkuku için Osmanlı sınırları dahilindeki Rumları kullanacaklardı. Kasası Münih’te, kafası Petersburg’da ve merkezi İstanbul’da olmak üzere, kültür ve edebiyat cemiyeti olarak Hetairiaton Philikon; gizli bir ihtilâl cemiyeti olarak da Etniki Hetairia (Etniki Eterya) kuruldu. 1798’de dağılan Etniki Eterya, 1814’de Odesa’da İkisi Rum, biri Bulgar olmak üzere üç tüccar tarafından kuruldu. Teşkilâtın genel başkanlığını da Rus çarının aslen Rum olan yaveri general Alexandre Ypsilanti yapıyordu. İstanbul’da bulunan Rum Ortodoks patriği Grigorios ve Rum ileri gelenlerinin (Fener beyleri) çoğu, Etniki Eterya’ya katıldılar. Eterya üyeleri, bütün mallarını derneğin emrine vermeye, bu uğurda canlarını fedaya hazır olmaya ve cemiyetin sırlarını muhafazaya yemîn ettiler. 1818’de İzmir, Sisam, Peşte, Moskova, Bükreş gibi şehirlerde şubeler açtılar. Mora’daki Manyotları, adaların armatör ve tüccarlarını, Ege’nin denizcilerini, İstanbul ve diğer Osmanlı vilâyetlerinin zengin ve okumuş Rumlarını cemiyetin bünyesine aldılar. Dînî bağlarla olan yakınlıkları yanında Rumları kendi menfâatleri için kullanmak isteyen Avrupa devletleri tarafından desteklendiler. Avrupalı devlet adamları, kendi kamuoylarını da Rumların desteklenmesi yolunda teşvik ettiler. Bu durum Avrupa’da Panhelenizm cereyanını doğurdu. Avrupa’daki okumuşlar, Helenlere yardımı kendilerine görev bildiler ve kitaplar yazdılar, öteden beri mevcut olan haçlı ruhu ile Türk düşmanı olan bu rumperest Avrupalılar, bir Yunan devleti kurulması için propagandaya başladılar. Nihayet Tepedelenli’nin isyânının peşinden Mora rumları da 1821 yılında isyân ettiler ve buldukları müslüman ahâliyi çekinmeden öldürdüler. Osmanlı hükümeti, isyâncıların bâzı elebaşılarını yakalayıp astı. Rumların silâhlarını toplattı. Asılanlar arasında Fener Rum patriği Grigorios da vardı. Fakat yeterli tedbir alınamadığından 13 Ocak 1822’de Yunanistan’da istiklâl îlân edildi. Mora, Sisam ve Sakız’da isyân başladı. Müslüman ahâli muhasara altına alındı. Pâdişâh ikinci Mahmûd Han, başıbozuk bir güruh hâline gelen yeniçerileri bu işte kullanamadığı için, Yunan isyânını bastırma vazifesini Mısır vâlisi Mehmed Ali Paşa’ya verdi. Mehmed Ali Paşa, oğlu İbrâhim Paşa’yı me’mur etti. Tam yetki ile Mora vâlisi tâyin edilen İbrâhim Paşa, 1824 Temmuz’unda yola çıktı. Yaklaşık üç sene sonunda 1827 yılı Haziran’ında Yunan isyânını bastırdı. Fakat Rus ve İngilizler bir araya gelip, Yunanlılara muhtariyet verdirmek için Osmanlı Devleti’ni zorlamaya karar verdiler. Fakat Osmanlı Devleti’ne söz geçiremeyeceklerini anlayınca, 1827’de Fransızların da katılmasıyla Londra’da bir protokol imzalayıp, Osmanlı’ya karşı kuvvet kullanmaya karar verdiler. Rus, İngiliz ve Fransız filolarından mürekkep müttefik donanması, Navarin’de Mısır-Osmanlı ortak donanmasını yok ettiler (20 Ekim 1827). Fransız ordusu Mora’yı işgal etti. Mısırlı İbrâhim Paşa, adayı tahliye etti. 15 Ağustos 1829’da Mora ve Kiklâd adalarındaki Yunan ihtilâl idaresini Osmanlı Devleti resmen tanımak mecburiyetinde kaldı. Bu sırada yeniçeri ocağını kaldıran Osmanlı Devleti, yeni bir ordu kurmakla meşguldü. Aynı zamanda Osmanlının bütün düşmanları bir araya gelmiş, Yunan istiklâli için ellerinden geleni yapıyorlardı. Rusya, Osmanlının Yunan istiklâline îtirâzını bahane edip, savaş açtı. 1828 Osmanlı-Rus harbi başladı. Henüz düzenli bir ordu kuramamış olan Osmanlı Devleti çok zor durumda kaldı. Rus ordusu, Tekirdağ, İpsala, Enez önlerine kadar geldi. Doğuda Kars ve Erzurum işgal edildi. 1829 yılı Eylül ortalarında yapılan Edirne muahedesiyle savaş sona erdi. Osmanlı Devleti de Yunan istiklâlini tanımak mecburiyetinde kaldı (24 Nisan 1830).
İstiklâlini elde eden Yunanistan, kuzeye doğru genişlemeye ve adalarda isyânlar çıkartmaya başladı. 1832’de Sisam adasına yarı muhtariyet verildi. 1853-1856 yılları arasında Epir ve Teselya isyânları oldu. 1864’de İngiltere’nin baskısıyla Yedi Adalar Yunanistan’a bırakıldı. 1866’da Girid adasında Yunanistan’a ilhak için isyânlar başladı. Tenkîl hareketleri sonunda ıslâhatlar yapıldı. Diğer Avrupa devletlerinin de müdâhalesi ile Yunanistan’ın kışkırtmaları durduruldu. Fakat bu kışkırtmalar çok geçmeden yine başladı. 1877-1878 Osmanlı Rus (Doksanüç) harbinden sonra Teselya ve Narda’yı ele geçiren Yunanistan, Rum nüfûsunun çoğunluk olduğu her yeri karıştırmaya devam etti. 1890’dan îtibâren kanlı isyânlar çıkardığı Girid’i 1897 Şubat’ında işgale başladı. Yapılacak bir savaşta Osmanlı galip gelse de, Avrupa devletlerinin rahat bırakmayacağını bilen İkinci Abdülhamîd Han, işi sulhla halletmek istedi. Fakat dindaşlarının kışkırtmaları ile iyice şımaran Yunanistan gittikçe hırçınlaşıyordu. 17 Nisan 1897’de Yunanistan’a savaş îlân edildi. Edhem Paşa kumandanlığa tâyin edildi. 18 Nisan 1897’de başlayan savaş, 24 Nisan’da neticesini verdi. Yunanlılar kaçmaya başladılar. 17 Mayıs günü Termopil geçidi kolayca aşıldı. Atina yolu açıldı (Bkz. Edhem İbrâhim Paşa). Girid’i isteyen Yunanlılar, Atina ile Pire’nin telâşına düştüler. Yunan hükümeti, istifa ederek mukadderatını Avrupa devletlerine bıraktı. Rus çarının, bizzat Abdülhamîd Han’a müracaatı üzerine, 19 Mayıs’da harekât durduruldu. Ertesi gün de, Türk ordusunun girdiği yerler elinde kalmak şartıyle mütâreke mukavelesi imza edildi, Osmanlının zaferi ile sonuçlanan savaş, Avrupa devletlerinin müdâhalesi ile yine Yunan menfaatine sonuçlandı. Girid’e muhtariyet verildi. 1908’de Girid, Yunanistan’a katıldı. Balkan harbi ve peşinden gelen Birinci Dünyâ harbi ile Yunanistan sınırlarını genişletme imkânını buldu. Lozan andlaşmasıyla Türkiye ile Yunanistan arasında hudut çizildi.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Osmanlı Târihi Kronolojisi; cild-4, sh. 47, 104, 115, 342
2) 1897 Osmanlı-Yunan Harbi; sh. 3
3) Osmanlı Devleti Târihi (Y. Öztuna); cild-1, sh. 483
4) Rehber Ansiklopedisi; cild-18, sh. 219

YILDIZ SARAYI



Meşhur Osmanlı saraylarından. İstanbul’da, Beşiktaş ile Ortaköy arasındaki tepededir. Burada Yıldız Sarayı’ndan başka pek çok köşk ve kasır vardır. Bütün bu yapılar Beşiktaş’a oradan da Ortaköy’e kadar uzanan beş yüz bin metre karelik bir sahayı kaplar. Kânûnî Sultan Süleymân Han zamanında bir av yeri olan bu saha üzerinde ilk inşâ edilen saray, sultan üçüncü Selîm Han zamanında annesi Mihrimâh Vâlide Sultan için yapıldı. Babası için de bir çeşme inşâ edilmişti.
Sultan İkinci Mahmûd Han bilhassa yaz aylarında Yıldız tepelerine giderek Asâkir-i Mansûre-i Muhammediye ordusunun orada yaptığı tâlimleri tâkib ederdi. 1834-1835 senelerinde bu tepede bir köşk inşâ ettirdi. Sultan Abdülmecîd Han ise, 1842’de annesi Bezmiâlem Vâlide Sultan için Kasr-ı Dilküşâ adıyla yeni bir köşk yaptırdı.
Sultan Abdülazîz Han devrinde ise, Büyük Mâbeyn Köşkü, Çit Kasrı, Malta ve Çadır Köşkleri inşâ edildi. Bu köşklerle Yıldız’ı Çırağan Sarayı’na bağlayan köprü yaptırıldı. Sultan Abdülazîz Han, Yıldız Sarayı’nı devamlı merkez olarak kullanan ilk pâdişâh oldu.
Yıldız Sarayı ve çevresine en çok ehemmiyeti sultan İkinci Abdülhamîd Han gösterdi ve burayı büyük bir site hâline getirdi. Etrafı duvarla çevrilen arazi içine mesken olarak kullanılan binalardan başka, müze, kitaplık, eczâhâne, hayvanat bahçesi, mescid, hamam, tamirhane, marangozhane, bıçkıhane, kilithâne, demirhane, ayar atölyesi ve çini atölyesi inşâ edildi. Sarayın en hareketli günlerinde on iki bin kişinin barındığı olurdu. Yine bu devrede Bâb-ı âlî Yıldız’a taşındı, hükûmet kelimesi ile Yıldız aynı şeyi, ifâde eder oldu.
Yıldız Sarayı sitesindeki en büyük bina, sultan Abdülazîz Han’ın emriyle dinlenme köşkü olarak inşâ edilen Büyük Mâbeyn’dir. Büyük târihî olaylara sahne olan Büyük Mâbeyn’de elçilerin yanısıra Avusturya-Macaristan veliahdı arşidük Rudolf, Almanya imparatoru Wilhelm misafir edilmiştir.
İkinci büyük bina Çit Kasrı’dır. Sultan Abdülazîz Han zamanında yaptırılan bu binada da Büyük Mâbeyn’den ayrı olarak elçiler kabul edilirdi. Küçük Mâbeyn ise, sultan İkinci Abdülhamîd Han tarafından dinlenme ve çalışma dâiresi olarak inşâ ettirildi. İki kattı ve kâgir olan bina, sultan Vahideddîn Han’a kadar aynı maksatta kullanıldı. Bu binanın en mühim hususiyeti, sultan Abdülhamîd’in tahttan indirildiğine dâir karârın tebliğ edildiği yer olmasıdır (Bkz. Abdülhamîd Han-ll).
Asıl saray kısmında yukarıda sayılan binalardan başka, müze, kütüphâne, silâhhâne ve Kaskat Köşkü gibi yapılar da mevcuttur.
İç bahçe ise tabiî güzelliklerin hâkim olduğu bir korudur. Her çeşit ağacın ve renk renk çiçeklerin bulunduğu bahçedeki havuz, buraya ayrı bir güzellik vermektedir, iç bahçede bulunan Cihânnümâ Köşkü, üç katlı olup, bütün Marmara’ya ve Boğaziçi’ne hâkim bir görüş açısı vardır.
Dış bahçe bugün Yıldız Parkı olarak isimlendirilen arazidir. Osmanlı Devleti zamanında sarayda yaşayan hanımların dinlenmek, gezmek için kullandıktan bu koruda, bir çok köşk bulunmaktaydı. Bunların en önemlileri olan; Bahçıvanbaşı Köşkü, Tâlimhâne Köşkü, Acem Köşkü mâlesef yıkıldı. Çadır, Malta ve Şâle köşkleri ayakta kaldı.
Yıldız Parkı’nda köşklerden başka, çini atölyesi, marangozhane, tamirhane, bıçkıhane, dökümhane ve ayar atölyeleri vardı. Bunlardan bugün ayakta kalabilen ve 1896’da kurulmuş olan Yıldız çini atölyesi memleketimizde kurulan ilk fabrikasyon porselen imâlâthânesidir. İmâl ettiği kıymetli porselenlerle dünyâca meşhur bu fabrika, Birinci Dünya savaşı sırasında kapatılmıştır.
Abdülhamîd Han’ı tahttan indirmek için İstanbul’a Bulgar çeteleri ile birlikte gelen Hareket ordusu tarafından Yıldız Sarayı ve çevresi 1909 yılında yağma edildi. Bu esnada pek çok târihî eser çalındı. Saltanat arabası dâhil, çok kıymetli pek çok eşya parçalanıp taksim edildi (Bkz. Otuzbir Mart Vak’ası).
Yağma ve tahribden arta kalan taşınabilir eserler, Cumhuriyet’ten sonra diğer saraylara dağılmış, kütübhânede bulunan eserler de, İstanbul Üniversitesi kütübhânesine nakledilmiştir.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Câmilerimiz, Müzelerimiz ve Saraylarımız (Ahmet Ağın, İstanbul, 1964-65)
2) Yıldız Sarayı Tarihçesi (Fuad Ezgü, İstanbul-1962)
3) Yıldız Çini Fabrikası (Önder Küçükerman, İstanbul-1987)
4) Yıldız Sarayı (Suat Kesili) Türkiye Turing ve Otomobil Kurumu Belleteni, İstanbul 1982, sayı-347
5) Babam Abdülhamîd (Ayşe Osmanağlu, İstanbul-1960)
6) Geçmişte Yıldız Sarayı (Bülent Bilgin, İstanbul-1988)
7) Rehber Ansiklopedisi; cild-18, sh. 185

TULUMBACILAR


Yangın çıkınca, süratle etrafa yayılmadan söndürmek ve mahsur kalanları kurtarmak için kurulan teşkilât. On altıncı asırda İstanbul’da nüfûsun artması, birçok sıkıntıları da peşinden getirdi. Birbirlerine yakın yapılan evlerin birinde yangın çıkınca, diğerlerine de yayılıyordu. Bu evler daha ziyâde zelzeleden az zayiatla kurtulmak için ahşaptan inşâ edildikleri için, ateş aldığı zaman kurtarma imkânı olmuyordu. Sultan üçüncü Murâd Han zamanında çıkan büyük İstanbul yangını üzerine 1572 yılında bir ferman çıkarıldı. Bu fermanla, her evde bir küp su, merdiven, kazma ve kürek bulundurma mecburiyeti getirildi. Yangın ânında komşular bir araya gelip hemen ateşi kontrol altına alacaklardı.
On sekizinci asrın başlarında müslüman olup, Dâvûd adını alan bir Fransız teknisyen, yangın söndürmek için tulumba yaptı. 1714 Tüfekhâne ve Tophane yangınlarında denenen bu tulumbanın yerine daha kullanışlı ve hafifleri yapıldı. Yeniçeri ocağının bir şubesi ve yeniçeri usûl ve nizâmına uygun olarak Dergâh-ı âlî tulumba ocağı kuruldu (1719). Başına da Fransız mühtedî Dâvûd Gerçek Ağa getirüdi. Yeniçeriliğin 1826’da kaldırılması ile bu ocak da lağvedildi. 1827 yılında yarı askerî bir itfaiye teşkilâtı kuruldu. 1869’da belediye dâire ve merkezlerine, mahallelere tulumbalar verilerek semt tulumbacı ocakları kuruldu. Bu yıllarda çıkan İstanbul yangınından sonra Macaristan’dan getirtilen Kont Secini’ye askerî itfaiye teşkilâtı kurduruldu (1874). 1923’ten sonra itfaiye teşkilâtı belediyelere devredildi.
Tulumbacılar, şehrin yüksek yerlerinde inşâ edilen yangın kulelerindeki gözcüleri vasıtasıyla yangınları haber alırlar, başta reisleri, omuzlarında su tulumbaları ve yangın söndürme âletleri ile yangın yerine koşarlardı. Her semtin tulumbacıları, kendi ekibinin daha faydalı olması, daha önce varıp hizmete ulaşması için yarışır, zamanın imkânları nisbetinde yangını söndürmeye çalışırdı. Tulumbacılar, daha çok mahallenin gençlerinden meydana gelirdi. Devlet dâirelerinde de ocak adıyla tulumbacı teşkîlâtı kurulmuştu. Yangın ânında, genç me’murlar, zaman kaybetmeden vazifeye hazır olarak gelirler, yangın âletlerini alıp koştururlardı. Kalabalık yerlerden geçerken, hangi semtin tulumbacıları olduklarını belli eden naralar atarlar, gençleri teşvik ederlerdi.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Rehber Ansiklopedisi; cild-9, sh.19, cild-17, sh. 9
2) Osmanlı Târih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü cild-3, sh. 532
3) Kartpostallarda Tulumbacılar (Uğur Göktaş), ilgi, sayı-51, sh. 30
4) İstanbul Tulumbacıları (R. E. Koçu, İstanbul-1981)
5) Bir zamanlar İstanbul (Balıkhane Nâzırı Ali Rızâ Bey)