16 Ekim 2019 Çarşamba

VAKIF


Mükellef kimsenin; kendi mülkü olan belli ve dayanıklı malının menfaatini bir şarta bağlamadan müslüman veya zımmî fakirlere bırakması. Vakıf; lügatte habs ve men etmek, alıkoymak mânâlarına gelir. Vakf yapanavâkıf, vakf edilen şeye mevkuf denir. Vakfı idare edene mütevellî,mütevellîyi kontrol edene nâzır, vakıf şartlarının yazılı olduğu belgeye devakfiye denir. Vakfedilen mal, sahibinin mülkünden çıkar. Satılmaz, bağışlanmaz, miras bırakılmaz. Vakıf, dünyâda insanlara ihsân ve ikrâm etmek gayesiyle kurulur. Vakıf, ibâdet değil kurbettir. Yâni sevâb kazanmak için yapılan bir iştir.
Vakıfların çok eski bir târihi olup, Peygamber efendimizden önceki peygamberler zamanlarında da vakıflar kurulmuştur. Önce dînî gayelere dayalı olarak kurulan vakıflar, zamanla sosyal gayelerle kurulmaya başlanmıştır. Dînî mânâda vakıf olmayıp cemiyeti ilgilendiren hususiyetlerinden dolayı vakıf adı verilmiş olan kuruluşlara, eski milletlerden Mısırlılar, Romalılar ve diğerlerinde de rastlanır.
İslâmiyet’in gelmesiyle hakîki hüviyetine kavuşan müesseseleri; müslümanları hayra, yardıma ve iyilik yapmaya teşvik eden âyet-ı kerîmeler, vakıf ile alâkalı hadîs-i şerifler, icmâ-i ümmet ve Sahâbe-i kiramın tatbikatı esaslarına göre kurulmuştur. İslâmiyet’te ilk vakıf Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâm tarafından Hicretin üçüncü senesinde Medîne-i münevverede kuruldu. Peygamber efendimiz kendi mülkü olan yedi hurmalığı müslümanlığı, koruma maksadıyla vakfetti. Peygamber efendimizin sünnetine tâbi olan Hulefâ-i râşidîn ve diğer Eshâb-ı kiram da (radıyallahü anhüm) vakıflar yaptılar. Emevîler zamanında vakıf müessesesinde büyük gelişmeler oldu. Abbasîler zamanında İmâm-ı Ebû Yûsuf hazretleri vakıf müessesesinin hukukî mâhiyetini tesbit etti. Orta Asya’dan Atlas okyanusuna kadar her tarafta câmiler, ribatlar, kervansaraylar, medreseler, tekkeler, mektebler, köprüler, yollar, hastahâneler, imâretler gibi pek çok hayırlar yapılarak vakf edildi. Büyük Selçuklular zamanında müslümanlar tarafından vakıf kurma işleri daha da hızlandı. Anadolu Selçukluları, Dânişmendliler, Gazneliler, Atabegler, Eyyûbîler ile Hindistan, Afganistan ve diğer müslüman ve Türk devletlerinde de vakıflar kuruldu. Mısır’daki Memlûklüler döneminde iyice gelişip yaygınlaştı.
Vakıflar, en büyük gelişmeyi Osmanlılar zamanında gösterdi. İnsanların en hayırlısı, insanlara faydalı olanıdır” hadîs-i şerifini rehber edinen Osmanlılar, her sahada olduğu gibi, bu sahada da muazzam ve kalıcı eserler meydana getirdiler. Vakıf yoluyla te’sis edilen bu sayısız eserler muazzam Osmanlı ülkesini bir baştan diğer başa ağ gibi ördü. 1530-1540 seneleri arasında yapılan vakıflarla ilgili tahrirlere göre; yalnız Anadolu eyâletinde vakıf yoluyla 45 İmaret, 342 câmi, 1.055 mescid, 110 medrese, 154 muallimhâne, 1 kalenderhâne, 1 mevlevîhâne, 2 dârülhuffâz, 75 büyük han ve kervansaray kuruldu. Bu müesseselerde vazife yapan 121 müderris, 3.756 hatîb, imâm ve müezzin ile 3.229 şeyh, şeyhzâde, kayyım, talebe veya mütevellînin iaşe giderleri ve maaşları vakıf gelirlerinden karşılandı.
Yine aynı târihlerde Karaman eyâletinde vakıf yoluyla 3 imâret, 75 câmi, 319 mescid, 45 medrese, 272, zaviye, 2 dârülhadîs, 31 dârülhuffâz, 4 muallimhâne, 2 dârüşşifâ, 14 kervansaray, Rûmi eyâletinde ise; 10 imâret, 93 câmi, 218 mescid, 35 medrese, 275 zâviye, 13 muallimhâne ve 17 kervansaray vakıf yoluyla te’sis edildi.
Te’sis edilen bu vakıflar gördükleri hizmetlere göre değişiklik arz ederdi. Yukarıda zikredilenlerden başka, su yolları, su kemerleri, çeşme ve sebiller, yollar, kaldırımlar, aşevleri, dul ve yetim evleri, çocuk emzirme ve büyütme yuvaları gibi vakıf eserleri te’sis edilmiştir. Bunlardan başka namazgah, kütüphâne, dükkân, misafirhane, kuyular, çamaşırhane, halâ, han, hamam, bedesten, türbe, iskele, deniz feneri, ok ve güreş meydanları, esir ve köle âzâd etmek, fakirlere yakacak te’min etmek, hizmetçilerin efendileri tarafından azarlanmaması için kırdıkları kâse ve kapların yerine yenilerini almak, gâzilere at yetiştirmek, ağaç dikmek, borçan hapse girenlerin borcunu ödemek, dağlara geçitler kurmak, öksüz kızlara çeyiz hazırlamak, borçluların borçlarını ödemek, dul kadınlara ve muhtaçlara yardım etmek, çocukları baharda açık havada gezdirmek, mekteb çocuklarına gıda ve yiyecek yardımı, fakirlerin ve kimsesizlerin cenazesini kaldırmak, bayramlarda çocukları ve kimsesizleri sevindirmek, kalelere, istihkâmlara veya donanmaya yardımda bulunmak, kış aylarında kuşların beslenmesi, hasta ve garîb leyleklerin bakımı ve tedavisi gibi pek çok maksadlarla çeşitli vakıflar kurulmuştur. Müslümanların iki mukaddes beldesi olan Mekke ve Medîne şehirlerine, İslâm dünyâsının her tarafında binlerce vakıf te’sis edilmiştir. Bilhassa Osmanlı sultanlarının, devlet adamlarının ve diğer hayır sever kimselerin meydana getirdikleri vakıflarla, her sene Osmanlı ülkesinden buralara ulaştırılan vakıf gelirleri bütün İslâm dünyâsının şükran hislerini kabartacak seviyeye ulaşmıştır.
Din ve ırk farkı gözetmeksizin bütün insanlığın hizmetine tahsis edilmiş olan, insanların bedenî ve ruhî hastalıklarını tedâvî etmek gayesiyle kurulmuş vakıf hastahâneler, dârüşşifâlar ve tımarhaneler de önemli vakıf müesseseleridir. Bu sağlık kuruluşları ile ilgili bâzı vakfiyelerde bir takım ilâçların formülleri bildirilmiş, bu formüllere göre yapılan ilâçların hastaların tedavisinde kullanılması istenilmiştir. Sosyal hizmetler yönünden pek önemli olan imâretler ise, seyahatin meşakkati altında yorgun düşen yolcuların istirâhatini te’min ederek, din ve kültür birliğinin kurulmasını sağlamış, açlık tehlikesiyle karşı karşıya bulunan ümidsiz kimselere bir sığınak vazifesi görmüş, dînî ve insanî vecîbeleri en iyi şekilde yerine getirmiştir, imâretler bünyesinde yer alan dârüşşifâlar, halkın poliklinik ve hastahâne hizmetlerini görmüştür. Bu hizmetler devrin en selâhiyetli tıp otoriteleri eliyle parasız olarak yapılırdı. İmarethaneler yüzlerce yetime maaş bağlamak, binlerce fakirin karnını doyurmak, dul kadınları himaye altına almak, yetim ve fakir çocuklarını okutmak üzere mektepler açmak gibi hizmetlerle gerçekten Türk hayırseverliğinin takdirle yâdedilecek birer şefkat âbidesi hüviyetinde idiler.
Şehirlerarası nakliyenin sağlanması için pek çok yol, köprü ve kalelerin inşâası önemli ticâret yolları üzerindeki konak yerlerinde kervansaraylar kurulması vakıflar sayesinde gerçekleşmiştir. Sokakların aydınlatılıp temizlenmesi ve bâzı şehirlerin muhtelif yerlerinde bahçeler açılması gibi hizmetler de vakıf yoluyla yaptırılmıştır.
Osmanlı iskân siyâsetini kolaylaştıran önemli unsurlardan biri olan ve Osmanlı Devleti’nin başlangıcından itibaren; ülkenin çeşitli yerlerinde kurulan tekkeler, ahî ocakları ve bunların masrafları vakıflar yoluyla karşılanmıştır. Ahiler, yerleştikleri yerlerde devlet politikasının propagandasını yaptıkları gibi, gelip gidenleri misafir etmişler, gerektiğinde harbe katılmış, halkı da bu işe teşvik etmişlerdir.
Kısaca; yüzyıllar boyunca İslâm ve Türk dünyâsında içtimâi nizâmın korunmasına fertler arasında yardımlaşma ve dayanışma yolu ile karşılıklı sevgi bağının kurulmasına, başka bir ifâde ile insanlığın dünyevî ve uhrevî saadetine hizmet eden birer sosyal kuruluş olarak önemli bir yer tutan vakıflar, Osmanlı devlet nizâmının kurulmasında ve devam etmesinde temel faktörlerden olmuştur.
Osmanlılar zamanında kurulan vakıf müesseseleri iki kısımda incelenmektedir. Birincisi; vakıf edilen şeyin bizzat kendisinden faydalanılan vakıflardır. Müessesât-i hayriye de denilen, câmiler, medreseler, mektebler, imâretler, zaviyeler, kütüphâneler, misafirhaneler, köprüler, hastahâneler, çeşmeler, sebiller ve kabristanlar bu kısma girer. İkincisi ise; vakfedilen şeyin bizzat kendisinden faydalanılmayan, fakat birincilerin sürekli ve düzenli bir şekilde işlenmesini te’min eden bina, arazi, nakit para v.s. gelir kaynaklarının teşkil ettiği vakıflardır. Bunlaraasl-ı vakf denilmektedir. Vakfedilen bu nesneler arasında bâzı köylerin tamâmı, her türlü zirâat işletmeleri, çiftlikler, tarlalar, üzüm bağları, bahçeler, mesken olarak kullanılan binalar, dükkânlar ve iktisadî gaye için yapılmış başka yapılar gibi gayr-i menkuller ve hayvan derisi, gemi, nakit para gibi menkuller görülmektedir. Mülkiyeti devlete ait olan ve arâzî-i mîrîye adı verilen toprakların da vakıf hâline getirildiği görülmektedir; buna vakf-ı irsâdî adı verilmektedir. Ancak vakfedilen şey bu arazilerin çıplak mülkiyeti değil, ya üzerinde çalışan kimselerin devlete ödemek zorunda oldukları vergiler veya arazinin tasarruf hakkı idi. Tahsis ve irsâd kabilinden evkâf adı da verilen bu vakıflarda esas olan, vakfedilen gelirlerin devlet bütçesinden karşılanması, gereken hizmetlere tahsis edilmesidir.
Osmanlılardaki toprak vakıfları da üç kısma ayrılmıştır:
Birincisi; sâhiblerinin, mülkü olan öşürlü ve haraclı toprakların vakfedilmesiyle meydana gelen toprak vakıflarıdır. Bunlar, mülkiyeti devlet tarafından satılmış veya imâr ve ihya maksadıyla kolonizatör Türk dervişlerine ve zaviye sahiplerine mülk olarak terk edilen boş toprakların vakıf hâline getirilmesiyle ortaya çıkmıştır. Bu toprakları vakıf sâhiblerinin kendileri veya adamları işlemektedir. Kiraya verildiği takdirde vakıf idarecisi toprağı işleyen köylülerden sâdece toprak kirası isteyebilmekte bunun dışında onlar üzerinde idâri ve inzibatî selâhiyetleri ve resmî sıfatları bulunmamaktadır.
İkincisi; mâlikâne-dîvânî sistemine bağlı toprakların vakfedilmesi hâlinde, vakfedilen şey, topraktan ve toprak üzerinde yaşayan köylülerden alınan her türlü vergiler olmayıp, sâdece toprağın kuru bir mülkiyet hakkıdır. Bu mülkiyet hakkına malikâne hissesi denilmekte olup, ümûmiyetle mahsûlün beşte biri, yedide biri veya onda biri olarak kabul edilmektedir. Vakfedilen bu haktır.
Üçüncü kısmı ise; bilcümle hukûk-ı şer’iye ve rüsûm-ı örf iyesi ile ve serbestiyât üzere vakfedilen topraklardır.
Burada söz konusu edilen vakıflardan birinci ve İkincisi vakf-ı sahih,üçüncüsü ise vakf-ı irsâdî’dir.
Vakıf, faydalanılması mübâh ve mümkün olan mülk ve maldan olur. Vakfedilen maldan yalnız veya en sonra bir mescidin veya fakirlerin faydalanmasını bildirmek şarttır. “Şu arazim fakirlere sadaka olarak ebedî bir vakıftır. Şu malım Allah için vakıftır” gibi vakfa mahsûs sözlerle vakıf yapılır. Âdete göre zenginler de istifâde edebilir. Vâkıfın yâni vakfedenin, vakfı idare için tâyin ettiği kimse nâzır ve mütevellî olur. Vâkıf, malını mütevellîye teslim eder. Nâzır ve mütevellî sonra ölürse, bunların vasiyet ettiği olur. Bunlar yoksa, kâdı yâni hâkim bir mütevellî tâyin eder. Bu tâyinde vâkıfın evlâd ve yakınlarından ehil olanların tercih hakları vardır. Vakıf sahibinin tâyin ettiği mütevellî, nâzırın bilgisi altında vakfı idare eder. Akd ve alış-veriş yapar. Malını vakfeden kimse bunu hâkime tescil ettirdikten, yâhud mutevellîye teslim ettikten sonra vaz geçemez. Mülkümü vakfettim diyen kimse, tescil ettirmeden önce vazgeçebilir.
Vakfın gelirinden, önce tamir, sonra hizmet edenlerin ve nâzırın ücretleri ödenir. Vakıf binaların tamirleri, içinde parasız oturmaya hakkı olanların malları ile yapılır. Yapamazlarsa kâdı (hâkim) bunları çıkarıp, kiraya yerip, ücretleri ile tamir ettirir, sonra bunlara teslim eder. Kiracı bulunmazsa hâkim tarafından harâb bina satılıp, parası ile başkası alınıp, mütevellîye teslim edilir. Başkasını satın alamazsa para fukaraya dağıtılır. Bu işi ancak kâdı yapar. Fakat kâdı vâkıfın şartlarına aykırı hüküm veremez. Herkesin bu şartlara uyması lâzımdır. Ancak kâdının hıyanet eden mütevellîyi ve nâzırı azletmesi vâcibdir.
Binâ, tarla, kuyu gibi nakledilmeyen şeyler sözbirliği ile vakfolunur. Nakledilmeyen şey ile birlikte buna lâzım olan naklolunan şey de İmâmeyne göre vakfolunur. Vakfedilmesi âdet olan menkûl mallar yâni taşınabilir şeyler İmâm-ı Muhammed’e göre yalnız olarak da vakfolunur. Bu imâma göre altın, gümüş, yâni para da vakf olunur. Hacm ve vezn (tartı) ile ölçülen şeylerin hepsi böyledir. Hacm ile, vezn ile ölçülen eşya satılıp bedelleri ve vakıf paraları fakirlere ödünç verilir ve müdârebe yolu ile sermâye olarak tüccara verilir ve kâra ortak olunur. Vakfın hissesine düşen kârlar fakirlere sadaka verilir. Vakfolunan paranın misli hep vakfın emrinde kalması lâzımdır. Bununla bir şey satın alınmaz ve borç ödenemez. Buğdaylar fakir olan köylüye tohumluk olarak ödünç verilip yeni mahsûlden ödenmek şartı ile vakfolunur. Sütü fakirlere verilmek üzere inek vakfolunur. Ev eşyası gibi vakfı âdet olmayan şeyleri vakfetmek caiz değildir.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; sh. 825
2) Rehber Ansiklopedisi; cild-17, sh. 325
3) Evkâf-ı Hümâyûn Nezâretinin Târihçe-i Teşkilâtı ve Nüzzârın Terâcimi ahvâli (Hüseyin Hüsâmeddîn Efendi ve İbnülemin Mahmûd Kemâl İnal, İstanbul-1336)
4) İstanbul Vakıflar Tahrir Defteri 953 (1546) Târihli (Ö.L. Barkan ve E.H. Ayverdi, İstanbul-1970)
5) Vakıflar (Ali Himmet Berki, İstanbul-1946)
6) On yedinci asır Türk Vakıflarının İktisâdi boyutu (Bahâeddîn Yediyıldız), Vakıflar Dergisi, sayı-18, sh. 5
7) İslâm Târihi Ansiklopedisi; cild-10, sh. 133
8) Vakıflar (İstanbul Vakıflar Başmüdürlüğü, İstanbul-1984)
9) Menşe’i ve Târihi Gelişimi Açısından Vakıflar (Nazif Öztürk, Ankara-1983)

VAKANÜVİS (Vekayinüvis)


Osmanlı merkez teşkilâtında vazîfeli devlet tarihçisine verilen ünvân. Vekâyinüvis de denilen bu kimseler; kendilerinden önce yazılan hâdiseleri toplayıp yazmakla beraber esâs olarak, hizmette bulundukları zamanın hâdiselerini kaydetmekle vazifeliydiler.
Arabça vak’a ile Farsça’daki yazan, kayd eden mânâlarına gelen nüvis kelimelerinin birleşmesinden meydana gelen vak’anüvis ünvânı, Osmanlı târihinde on sekizinci yüzyılın başlarından îtibâren yaygın şekilde kullanıldı. Osmanlı Devleti’nde vak’anüvislik ismiyle resmî bir me’mûriyet ihdas edilmeden önce, vak’aları yazan kimseler için şehnameci veya şehnâmenüvis ünvânı kullanıldı, Bu kimseler, pâdişâhların evsâfını, şân ve zafer günlerini kayd ederek şehname tarzında manzum eserler meydana, getirdiler. Meselâ Kanunî Sultan Süleymân’ın şehnâmenüvisi Fethullah Arif Çelebi idi. Şehnamenüvisler on altıncı asır sonlarında yaşayan Lokman zamanına kadar eserlerini manzum yazdılar. Şehnâmenüvis Lokman, sultan üçüncü Murâd Han zamanına kadar olan şehnameyi nazmedip, sultan üçüncü Mehmed Han zamanına âid vukuattan hiç birşey yazmadığı için vazifeden alındı. Şehnâmenüvis Lokman’dan sonra müteferrikalık ile dîvân-ı hümâyûn kâtiblerinden Tâlîkîzâde Kâtib Mehmed Çelebi, kısmen manzum ve kısmen mensur olarak sultan üçüncü Mehmed Han devrindeki hâdiseleri yazdı.
Resmî olarak ilk vak’anüvis, Halepli Mustafa Nâimâ Efendi olup, meşhur târihini sadrâzam Amcazade Hüseyin Paşa’nın emriyle yazmış ve eserineRavzat-ül-Hüseyn fî hülâsât-i ahbâr-il-hâfîkeyn adını vermiştir. Nâimâ Efendi bu târihine 1591 (H. 1000) senesinde başlamış ve kendinden evvel yazılmış husûsî târihlerden istifâde etmiş, ayrıca, bâzı hâdiselere şâhid olanların mütâlâalarını eserine kaydederek 1591-1659 yılları arasındaki hâdiseleri anlatmış, böylece târihî olayları mükemmel bir şekilde yazmıştır. Yavuz Sultan Selîm Han zamanına kadar olan hâdiselere yer veren ve Hoca Sâdeddîn Efendi tarafından yazılan Tâc-üt-tevârih,muhtelif târihlerden istifâde edilerek vücûda gelmiş ise de, resmî vak’anüvisin yazdığı bir târih değildir. Gerek Tâc-üt-tevârih’den evvelki, Âşıkpaşazâde, Oruç Bey, Bihişti gibi târihler; gerekse sonraki Alî, Peçevî, Selânikî gibi târihler de vak’anüvisler tarafından yazılmış değildir.
Nâimâ’dan sonra Rifat Efendi isminde bir zâtın vak’anüvis olduğu elde edilen vekâyinâme müsveddelerinden anlaşılmaktadır. Tarihçi ve vak’anüvis Râşid, Rifat Efendi’nin müsveddelerinden istifâde etmiş hattâ bâzı yerlerini aynen târihine almıştır. Şu hâlde vak’anüvis olan Rifat Efendi, Nâimâ’nın bıraktığı yerden yazmışsa da eseri müsvedde hâlinde kalmış ve Râşid’e devredilmiştir.
Râşid’den sonra devamlılık vasfı kazanmış olan vak’anüvislik, İbrâhim Müteferrika matbaasının kuruluşundan sonra, vak’anüvislerin kendilerinden önce yazılanlardan derleme ve te’lif suretiyle meydana getirdikleri ile, kendi hizmet zamanlarına âid zabt ve tedvîn ettikleri vekâyinâmelerinin sırasıyla basılması düşüncesi doğmuştur.
Nâimâ’dan ve Rifat Efendi’den sonra 1715’de vak’anüvisliğe, getirilen Râşid Mehmed Efendi, 1723’de Haleb kâdılığına tâyin edilinceye kadar, bu vazîfede kaldı ve sultan üçüncü Ahmed Han’ın pâdişâh oluşundan îtibâren vak’aları kaydetmeye başladı.
Bu târihten önceki hâdiseleri Zübdet-ül-vekâyiât’tan faydalanarak hazırladı ve eserinin birinci cildini meydana getirdi.
On sekiz ve on dokuzuncu yüzyılda değerli eserler bırakan vak’anüvisler görev yaptılar. Bunların eserleri günümüze kadar gelmiş olup, çok önemli bilgiler ihtiva etmektedir.
1909 Mayıs’ında, Defter-i Hâkânî ve Maârif nâzırlıklarında bulunmuş olup, darülfünûn Osmanlı ve devletler târihi muallimi son vak’anüvis Abdurrahmân Şeref bu vazifeye tâyin olundu. Kasım 1909’da kurulan Târih-i Osmânî encümeni reisliğine de getirilip, vefâtına kadar bu sıfatını da muhafaza eden Abdurrahmân Şeref Bey’in vak’anüvisliği, Osmanlı saltanatının ilgâsına kadar sürdü.
On sekizinci asır başlarında beylikçi, teşrifatçı, rüûs ve tahvil gibi Dîvân-ı hümâyûn kalemleri arasında yer alan, daha sonra Bâb-ı âlî’de sadâret mektubculuğu ve âmedî kalemleriyle irtibatlı olan vak’anüvislik, Osmanlı Devleti’nin sonuna kadar devam etmişse de, zaman zaman bilhassa Tanzîmât devrinde ihmâle uğradı.
Vak’anüvisler daha çok inşâ ve şiir san’atında mahir, umumiyetle hâcegânlık rütbesine ulaşan kâtibler arasından seçilmiş olup, edebî vasıfları daha ağır basmaktadır. Bununla beraber sayıları az, fakat eserleri ve şahsiyetleriyle daha çok itibâr gören ilmiye sınıfı mensubu vak’anüvislerin, edebî kudretleri yanında, ilmî tarihçilik anlayışına da sâhib oldukları söylenebilir. İlmî ve meslekî üstünlüğü yanında dindar ve güzel ahlâk sahibi kimseler arasından seçilen vak’anüvisler, hizmette bulundukları zamanın vak’alarını tesbit ve kaydetmek gibi aslî vazîfeleri yanında, kendilerinden önceki vak’anüvislerin eksik bıraktıkları devrin târihini de yazmakla vazifeliydiler.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Rehber Ansiklopedisi; cild-17, sh. 325
2) Osmanlı Devleti’nin Merkez ve Bahriye Teşkilâtı (Uzunçarşılı); sh. 64
3) Osmanlı Târih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü; cild-3. sh. 574

VAHİDEDDİN HAN



Babası.................... : Sultan Abdülmecîd
Annesi.................... : Gülistû Kadın efendi
Doğumu.................. : 2 Şubat 1861
Vefâtı..................... : 16 Mayıs 1926
Tahta Geçişi............ : 4 Temmuz 1918
Saltanat Müddeti..... : 4 sene 4 ay 25 gün
Halîfelik Sırası......... : 101
Son Osmanlı pâdişâhı, yüz birinci İslâm halîfesi. Sultan Abdülmecid Han’ın en küçük oğludur. 2 Şubat 1861’de doğdu. Annesi Gülistû Sultan’dır. Küçük yaşta anne ve babasını kaybettiğinden, ağabeyi İkinci Abdülhamîd Han’ın himayesinde yetişti. 4 Temmuz 1918’de büyük kardeşi sultan Reşâd’ın vefât ettiği gün pâdişâh ve halîfe oldu. Pâdişâh olduğunda Birinci Dünyâ Savaşı’nın korkunç neticeleri alınmak üzere idi. 30 Ekim 1918’de Mondros Mütârekesi imzalandı. Vahîdeddîn Han, bu mütârekeye imza koyan delegeleri kabûl etmedi. Mütârekeden hemen sonra Osmanlı Devleti’ni sebepsiz yere savaşa sokan, milyonlarca vatan evlâdını cephelerde eriten Talât, Enver ve Cemâl Paşalar yurt dışına kaçtılar.
16 Mart 1920’de İstanbul, İtilâf devletleri tarafından işgal edildi. 10 Ağustos 1920 târihinde Sevr andlaşması imzalandı. Mondros mütârekesine dayanarak Yunanlılar İzmir’i, İtalyanlar Güneybatı, Fransızlar da Güney Anadolu’yu işgal ettiler. Bunun üzerine Türk milleti bütün imkânlarını seferber ederek İstiklâl harbini başlattı. İstiklâl harbi zafer ile neticelendikten sonra, Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti 1 Kasım 1922’de saltanatı kaldırdığını ilân etti. Bunun üzerine Vahîdeddîn Han, önce Malta’ya sonra Mekke’ye gitti. Oradan İtalya’daki San Remo’ya giderek yerleşti. 16 Mayıs 1926 târihinde orada vefât etti. Cenazesi Şam’a getirilerek Sultan Selîm Câmii kabristanına defnedildi.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Îzâhlı Osmanlı Târihi Kronolojisi; cild-4, sh. 441
2) Eshâb-ı kiram; sh. 403
3) Rehber Ansiklopedisi; cild-17, sh. 320

ÜFTADE


Kânûnî Sultan Süleymân Han zamanında yaşıyan evliyânın büyüklerinden. 1490 (H. 895) senesinde Bursa’da doğdu. İsmi Muhammed olup, babası Manyaslı Mehmed Efendi’dir. Üftâde lakabıyla meşhur oldu. Bursa’nın çeşitli câmilerinde müezzin ve imâm olarak vazife yaptı.
Mehmed Efendi, oğlu Muhammed Üftâde’yi, daha küçük yaşta iken, ipek satan bir tüccarın yanına çatışmaya verdi. Fakat bir hafta gibi kısa bir süre içinde, ustası ve babası vefât edince, çocuk yaşta ailesinin geçim yükünü omuzuna aldı. Hem çalışıp, annesi ile kardeşlerinin kimseye muhtâc olmadan geçinmelerini sağlıyor, hem de boş zamanlarında Bursa’daki medreselere gidip gelerek, zahirî ilimleri öğrenmeye gayret ediyordu. Seneler sonra, zahirî ilimleri öğrenerek, Bursa Ulu Câmii’nde müezzinlik yapmaya başladı. Daha sonra Doğan Bey Câmii’nde imâm oldu.
Bir gün rüyada Seyyid Emir Buhârî hazretlerini gördü. “Bizim câmide vâz ve nasihat eyle” emri üzerine, sabahleyin Emir Buhârî Câmii’nde vâz ve nasihate başladı. Vakitlerini hep ibâdetle geçiren tasavvuf büyüklerinin yolunda bulunmayı ve bir velînin yanında yetişmeyi çok isteyen Muhammed Üftâde, bir gün Karacabeyli Hızır Dede isminde bir velînin Bursa’ya geldiğini ve Ulu Câmi’nin yanında ikâmet ettiğini öğrendi. Huzuruna vararak, talebesi olmak istediğini bildirdi. Hızır Dede onu talebeliğe kabûl ederek, yetiştirmeye başladı. Muhammed Üftâde hocası Hızır Dede’nin terbiyesinde sekiz yıl canla başla çalıştı. Onun vefâtından sonra da, Şeyh-i ekber Muhyiddîn Arabî hazretlerinin rûhâniyetinden istifâde ederek kalb gözü açıldı, kemâle gelip olgunlaştı. Her nefes alıp vermesinde Allahü teâlâya hamd eder, cenâb-ı Hakk’ı, bir an olsun hatırından çıkarmazdı. Lüzumsuz hiç konuşmaz, konuştuğu zaman da hikmetler saçar, dinleyenlerin her biri, kabiliyeti kadar istifâde ederdi. Onun bu konuşmalarını talebesi Aziz Mahmûd Hüdâî Vâkı’ât adlı eserinde topladı.
Osmanlı sultânı üçüncü Murâd Hân ile Üftâde, bir gün sohbet ediyorlardı. Bir ara Üftâde, görünüşte lüzumsuz bir takım el kol hareketleri yapmaya başladı. Mübarek yüzünün rengi, hâlden hâle giriyordu. Sonra eliyle bir yer sıvarmış gibi yapmaya başladı. Pâdişâh aniden yapılan bu hareketlere önce bir mânâ veremedi. Sonra Üftâde’nin elinin siyâhlaştığını görünce; “Efendi hazretleri! Niçin böyle hareketler yapmaya başladınız! Elinizin siyahlaşmasına sebeb nedir?” diye sordu. O da; “Sultânım! Tebeanızdan bir balıkçı tayfası Karadeniz’in sularında balık tutuyorlardı. Tekneleri su alacak şekilde delindi. Bizden yardım istediler. Biz de imdâdlarına yetişerek, teknelerinin deliğini tamir ettik. Bu sebeple elimiz karardı. Elhamdülillah müslümanların boğulmaktan kurtulmasına vesile olduk” buyurdu.
Bir gün Üftâde, talebeleriyle kıra çıkmıştı. Talebeler hocalarına takdim etmek üzere, çiçeklerden demet yaparak huzura getirdiler. Herkesin çiçeğini kabul eden Üftâde, Azîz Mahmûd Hüdâî’nin getirdiği kırık saplı bir çiçeği görünce; “Evlâdım! Bütün arkadaşların demet demet çiçek getirdikleri hâlde sen niçin kırık saplı bir çiçek getirdin?” diye sordu. Hüdâî de; “Efendim, zât-ı âlinize ne takdim etsem azdır. Fakat hangi çiçeği koparmak için eğilsem, o çiçeğin; “Allah! Allah!” diye zikrettiğini duydum. Ancak, bu gördüğünüz sapı kınlmış çiçeğin zikredemediğini görünce, onu size getirdim. Kusurumu bağışlamanızı istirham ederim” dedi. Bu cevap, Üftâde hazretlerinin çok hoşuna gitti ve Azîz Mahmûd Hüdâî’ye hayır duâlarda bulundu.
Muhammed Üftâde hazretleri, 1581 (H. 989) senesinde Bursa’da hastalandı. Talebelerini başına toplayıp, son nasihatlerini yaptıktan sonra, Kelîme-i şehâdet getirerek vefât etti. Sağlığında kendi yaptırdığı câminin bahçesine defnedildi.
Üftâde’nin Hutbe mecmuası ve Dîvân’ı olmak üzere iki eseri vardır. Üftâde hazretlerinin yazdığı ve halk arasında meşhur olan bir şiiri:
Hakk’a âşık olanlar,
Zikrullah’tan kaçar mı?
Ârif cevherlerini
Boş yerlere saçar mı?
Gelsin mârifet olan,
Yoktur sözümde yalan,
Emmâreye kul olan,
Hayr ü şerri seçer mi?
Gerçek bu söz yârenler,
Gördüm demez görenler.
Kerâmete erenler,
Gizli sırrın açar mı?
Üftâde yanıp tüter,
Bülbüller gibi öter,
Dervişlere taş atan,
İmân ile göçer mi?
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Menâkıb-ı Üftâde (Selîmağa Kütüphânesi, Hüdâyî bölümü No. 982)
2) Şakâyik-ı Nu’mâniyye zeyli (Atâî); sh. 357
3) Osmanlı Müellifleri; cild-1, sh. 22
4) Kitabı Silsile-i İsmâil Hakkı; sh. 79
5) Sefînet-ül-evliyâ; cild-2, sh. 362
6) Yâdigâr-ı Şemsî; sh. 27
7) Vâkı’ât
8) Lemezât; Vr. 187 b
9) Kâmûsül-a’lâm; cild-2, sh. 999
10) Güldestei riyâz-i irfan; sh. 109
11) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; sh. 1033
12) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; cild-15, sh. 12

TURGUT REİS


Büyük Türk denizcisi. Trablusgarb fâtihi. Osmanlı Devleti’nin Menteşe (Muğla) sancağında, Saravuloz bucağının bir köyünde 1485 yılında doğduğu tahmin edilmektedir. Veli isminde bir çiftçinin oğludur. Gençliğinde cirid, güreş, okçuluk gibi spor dallarında gösterdiği ustalık ve cesaretiyle çevrede tanınıp, Menteşe kıyılarından levend toplayan Hızır Reis’in (Barbaros Hayreddin Paşa) adamları tarafından seçilerek Cezâyir levendleri arasına katıldı. Yiğitliğiyle ün saldığından kısa sürede reis oldu.
Turgut Reis, 1538 Preveze deniz savaşında yedek donanmaya kumanda etti. Muhârebenin en şiddetti zamanında yerinde yaptığı çevirme ile Andrea Doria’nın bütün ümidlerini kırarak, onu geri çekilmeye mecbur etti. Zaferin kazanılmasından sonra geri çekilen düşmanı tâkibde üstün gayret ve cesaret göstererek, pek çok gemiyi zaptetti (Bkz. Preveze Zaferi).
1540’da Salih Reis ile beraber Akdeniz’deki hıristıyan korsanlarına karşı açtıkları mücâdele günlerinde Korsika’da gemisini yağlarken, âni bir baskın yapan Andrea Doria’nın oğlu Giovanni tarafından esir edildi ve forsaya vuruldu. Üç yıla yakın eziyet ve sıkıntı içinde kürek çekti. Daha sonra Ceneviz’e (Cenova) götürülüp hapsedildi. Ancak, bir süre sonra Barbaros Hayreddîn Paşa’nın Ceneviz’i kuşatarak; “Turgut Reis’i vermezseniz Ceneviz dâhil bütün köylerinizi yakar, taş üstünde taş bırakmam” şeklinde tehdîd etmesi üzerine serbest bırakıldı. Barbaros Hayreddin Paşa, dönüşte yedek gemisini Turgut Reis’e hediye etti.
Turgut Reis, kısa zamanda filosunu büyüttü ve 25 gemisi ile İslâm memleketlerini yakıp yıkan Avrupa donanmaları ve korsan filolarına karşı mücâdeleye girişti. 1548’de Napoli körfezi önlerinde bir İspanyol filosunu batırdı. Bundan sonra Fas’ın Mehdiye limanında üstlendi. Fakat büyük İspanyol donanmalarıyla yaptığı kanlı savaşlardan sonra Mehdiye’yi bırakmak zorunda kaldı ve Cerbe adasına yerleşti. Akdeniz’de kazandığı başarılarla nâmı İstanbul’a kadar ulaştı. Kânûnî Sultan Süleymân Han bu büyük denizciyi Osmanlı Devleti hizmetine almak için İstanbul’a davet etti. Filosundaki gözüpek, yiğit, kahraman silâh arkadaşlarından; Kılıç Ali, Gâzi Mustafa, Hasan Reis, Deli Cafer, Kara Kâdı, Mehmed Reis, Sancaktar Reis gibi kaptanlarla birlikte sekiz gemi ile İstanbul’a gelip Pâdişâh’a bağlılığını arzetti. Kânûnî Sultan Süleymân Han, Turgut Reis’e iltifatlarda bulunup Karlıeli sancakbeyliğini, diğerlerine de yetmişer-seksener akçe ulufe ile fener taşıma hakkını verdi. Bir Osmanlı kaptanı olarak tekrar denize açılan Turgut Reis’i, İspanyol donanması Cerbe adasında baskına uğrattıysa da, gemilerini bir dere yatağından geçirerek denize açılıp İspanyol donanmasını perişan etti.
Bundan sonra Malta baskını, Manya zaferi ve Selanik önündeki savaşlarda ünü iyice arttı. Kânûnî Sultan Süleymân Han’ın, bir Kur’ân-ı kerîm ve kılıçla beraber gönderdiği fermanla, Trablusgarb’ı fethetmesini emretmesi üzerine, şiddetli çarpışmalardan sonra, 15 Ağustos 1551’de burayı fethetti. 1552’de Andrea Doria’ya karşı Peştiye zaferini kazandıktan sonra, 1553’de Korsika adasının merkezi Bastia’yı zaptetti ve adanın yönetimini Osmanlı Devleti’nin müttefiki olan Fransızlara bıraktı. Bu başarıları neticesinde Trablusgarb beylerbeyliğine getirildi ve bundan sonra kapdân-ı derya Piyâle Paşa’nın yanında bir çok Akdeniz seferine katıldı. 1560’da Giovanni Doria’nın Cerbe’ye saldırması sırasında, Osmanlı donanmasının zafere ulaşmasında büyük yararlığı görüldü (Bkz. Cerbe Deniz Muhârebesi). 1565 Malta kuşatmasına katıldı. Seksen yaşını aşmış olup, vatan ve din sevgisinden başka hiç bir şeyi düşünmeyen Turgut Reis, 17 Haziran’da Elmo burcuna yapılan bir hücumda başından aldığı bir yara sebebiyle beş gün baygın yattıktan sonra 23 Haziran’da şehîd oldu.
Türk denizcileri arasında kahramanlığı, devlete hizmeti ile ayrı bir yeri olan ve Barbaros Hayreddîn Paşa’nın; “Turgut benden ileridir” diye övdüğü bu deryalar kurdunun naaşı, Trablusgarb’da kendisinin yaptırdığı câminin yanındaki türbesine defnedildi. Türbesi günümüzde de Libyalılar ve onu sevenlerin ziyâretgâhı halindedir.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Rehber Ansiklopedisi; cild-17, sh. 28
2) Ferah (Zekeriyazâde, Selimağa Kütübhânesi, No. 768)
3) Ferah, Cerbe Savaşı (Zekeriyâzade, hazırlayan Orhan Şâik Gökyay, İstanbul-1980)

4 Ekim 2019 Cuma

DEFTERDAR


Osmanlı Devleti’nde devletin bütün mâlî işlerine nezâret etlen memura verilen isim. Günümüzde mâliye bakanına karşılık olan me’muriyettir. Defter tutan mânâsına gelir. İslâm devletlerinde defterdârlık, ilk defa halîfe hazret-i Ömer devrinde ihdas olundu. Hazret-i Ömer, devletin gelir ve giderlerinin bir deftere kaydedilmesini isteyerek, defterdârlık müessesesini kurdu. Defterdârlığın ihdası bir rivayete göre 636’da, diğer rivayete göre de 642 de olmuştur. Daha sonraki İslâm devletlerinde de bu müessese devam etmiştir. Selçuklularda bu me’mura müstevfî ve mâlî işlerin görüldüğü yere de dîvân-ı müstevfi denilirdi. İlhanlı Devleti’nde de mâlî işleri idare eden me’mura müstevlî-i memâlik ismi verilmiştir.
Osmanlılarda, mâli teşkilât ilk defa sultan birinci Murâd zamanında kurulmuş ve zamanla geliştirilmiştir. Osmanlı Devleti’nde defterdâr tâbiri on dördüncü asrın sonlarından itibaren görülmektedir. Fâtih kanunnâmesinde defterdâr, pâdişâhın malının mutlak vekili ve temsilcisi olarak kaydedilmiştir. Kanunnâmeye göre defterdâra dirlik olarak has verilirse 600.000 akçelik tımar, eğer hazîneden maaş alacaksa 150.000 ile 240.000 akçe arasında ödeme yapılırdı. Ayrıca iltizâm ve emânet usûlü ile idare ettiği haslardan imza hakkı ismiyle 100.000 akçede bin akçe alırdı. Bundan başka hazîneye giren paradan binde yirmi ve pâdişâha gelen hediye ve harac ile agnâm gelirinden de hisse alırdı.
Başdefterdârın derecesi on beşinci asırda beylerbeyi ile aynı olup, vezirlerden bir rütbe aşağı idi. Bu dönemde dört vezir olduğu bilindiğine göre, defterdârın teşkilât içindeki önemi daha iyi anlaşılmaktadır. Sultan İkinci Bâyezîd’e kadar bir baş defterdâr ve maiyetinde hazîne ve mal defterdârları vardı. Osmanlı ülkesinin genişlemesi ile bu memuriyet Anadolu ve Rumeli defterdârlığı olmak üzere ikiye ayrıldı. Rumeli defterdârına başdefterdâr denilirdi.
Yavuz Sultan Selîm’in, devleti doğuya ve güneye genişletmesi, bu bölgedeki mâlî işleri idare edecek, merkezi Haleb’de olan Arap-Acem defterdârlığının te’sisini zârûrî kıldı. Böylelikle defterdâr sayısı üçe çıktı. Bunlar rütbelerine göre senede hazîneden, Rumeli defterdârı (şıkk-ı evvel defterdârı) 160.000 akçe, Anadolu defterdârı (şıkk-ı sâni defterdârı) 140.000 akçe, Arap-Acem defterdârı 130.000 akçe maaş alırlardı. Eyaletlerdeki kenar defterdârlarından gelen ve sorulan işler hakkında pâdişâha mâruzâtta bulunmak başdefterdâra âitdi. Bu yönüyle başdefterdâr mâlî işlerde müstakil olan defterdârların âmiri durumunda idi.
Sultan üçüncü Mehmed zamanında Tuna havzası haslarına bakmak üzere şıkk-ı sâlis adı altında Macaristan defterdârlığı kuruldu ise de, kısa süre sonra lağvedildi. On altıncı asrın sonlarına doğru merkezi Halep olan Arap-Acem defterdârlığı kaldırıldı ve yerine Diyâr-ı bekir, Şam, Erzurum, Trablus ve Halep eyâletleri için beş kenar defterdârlığı ihdas edildi. 1584 senesinde ise Anadolu defterdârlığı; Anadolu, Karaman ve Sivas kenar defterdârlığı olarak üç kaleme ayrıldı. Nizâm-ı cedidin kuruluşuyla, Sultan üçüncü Selim Han zamanında şıkk-ı sâni defterdârı, yeni kurulan ordunun hazînesine me’mur oldu ve idare ettiği irâd-ı cedîd hazînesinden dolayı irâd-ı cedîd defterdârı ismi verildi.
Her üç defterdâr da dîvân-ı hümâyûn âzâsıydı ve bütün toplantılara katılırlardı. Divanhanede kazaskerlerin altında ve sadrâzamın solunda otururlardı. Başdefterdâr, arz günlerinde vezirlerle beraber, tek olarak pâdişâhın yanına girer ve mâlî konularla ilgili mâruzâtta bulunurdu. Mâlî konularda, başdefterdâr, pâdişâhla görüşmeden önce sadrâzamın görüşünü almak zorundaydı. Başdefterdâr, her akşam aldığı hazîne muamelelerine dâir icmallere dayanarak, haftada iki-üç gün sadrâzama malûmat verirdi.
Fâtih kanunnâmesine göre, başdefterdârlığa sâdece mal veya hazîne defterdârı, şehremini ve üç yüz akçe yevmiyeli kâdılardan tâyin yapılırken, sonraki devirlerde ikinci defterdâr, başmuhâsib kalemi reisi, hattâ mâliye ile ilgisi olmayan devlet adamlarından tâyinler yapıldığı görüldü. Pâdişâh veya sadrâzam sefere çıktığında, mâliye ve hazîne defterdârı ile birlikte başdefterdâr da sefere gider, yerine merkezdeki işleri yürütmek üzere ikinci defterdâr veya muhâsib vekil olarak kalır ve bu vekile rikâb-ı hümâyûn defterdârı adı verilirdi.
İcrâat ve tahsîlâtta defterdârın icra memuru olarak maiyetinde beş görevli bulunurdu. Bunlardan biri baş bâkîkulu denilen devlet varidatının birinci tahsil me’murudur. Defterdârlıkta bunun bir dâiresi olup, emri altındabâkîkulu ismiyle altmış kadar mâliye müfettişi vardı. Bunlar, hazîneye borcu olup da vermeyenlerden hapis ve tazyik zoru ile tahsîlât yaparlardı. Mâliyenin ikinci me’muru cizye baş bâkîkulu idi. Bu da cizye dolayısı ile hazîneye borcu olanları tâkib eder ve iltizâma verilen cizyelerin mültezimlerinden borcunu vermeyen veya yatırmayanları tâkib ederdi. Mâliyenin üçüncü me’muru tahsîlât ve tediyâta nezâret edenveznedârbaşı idi. Bunun emrinde dört veznedar vardı.
Görevleri meskûkâtı muayene etmek, altın ve gümüşleri tartmaktı, icâbında bu sikkeleri eritirlerdi. Başdefterdârın memurlarından dördüncüsü sergi nâzırı ve beşincisi sergi halîfesi olup, her ikisi de hazîne muamelâtının defterini tutarlardı. Defterdârlığa âid kayıtlar, defterler, senetler, gelir ve gider cetvelleri mâliye hazînesinde saklanırdı.
Mâlî muameleler ve şikâyetler defterdâr kapısı (bâb-ı defterdârî) denilen defterdâr dîvânında halledilirdi. Bütün mâlî hükümler burada yazılır ve her defterdâr kendi dâiresinden çıkan hükmün arkasına imzasını atardı. Fakat on yedinci asrın ortasında mâliyeden çıkan bütün hükümlere yalnız başdefterdârın kuyruklu imzasının konulması ve defterdâr kapısında sâdece onun mukâtaa tevcîh etmesi kânun oldu. Mâliye kalemlerine me’mur alınması şıkk-ı evvel defterdârının pâdişâha arzı ile yapılırdı.
Defterdâr kapısına bir çok kalemler bağlı idi. Her kalemde hoca tâbir edilen kalem şefi, halîfe ve kâtiblerle şâkird denilen kâtip namzedleri vardı. Buralara alınacak kimseler kalem âmirleri tarafından imtihan edilirler ve defterdârın dîvân tezkiresi üzerine çekilen sadrâzamın buyruldusu ile kabul olunurlardı. Mâliye kalemleri kâtib ve şâkirdleri on altıncı asırda mahdut sayıda iken, sonraki târihlerde tedrîcen artmıştı. On altıncı asırda önemli olan mâliye dâireleri şunlardı:
Rûznâmçe-i evvel ve sânî kalemleri: Bu kalem; mukâtaalar, mevkûfat ve cizye gelirlerini her gün deftere kaydetmekte mükellefti. Müteferrikalar, çaşnigîrler ve erbâb-ı kalem denilen ulufe kâtiblerinin maaşları rûznâmeciler tarafından verilirdi. Hazîneye giren para, kumaş ve hazîneden çıkan altın, gümüş, kürk, kumaş v.s. mutlaka rûznâmecilerin onayından geçerdi. Bunların kalem müdürlerine rûznâmçe-i evvelverûznâmçe-i sânîdenirdi.
Rumeli muhasebe kalemi: Bu kalem; İstanbul ve Rumeli’nde bulunan pâdişâh ve vezir evkafı mütevellîlerinin hesaplarını ve bütün cizye defterlerini tedkîk ve kaydeder, bunları daha önceki hesaplarla karşılaştırarak gerekli kayıtları yaptıktan sonra, rûz-nâme kalemine gönderirdi. Kalemin müdürüne Rumeli muhasebecisi denirdi.
Anadolu muhasebe kalemi: Bu kalem ise, Anadolu’da pâdişâh ve vezirlere âid bulunan vakıf hesaplarını tedkîk ederdi. Tımar tezkerelerinin araştırılması, Anadolu kalelerine âid masraflar, kale muhafızlarının maaş ve beratlarına âid kayıtlar bu kalemde tutulurdu. Kalemin müdürüne Anadolu muhasebecisi denirdi.
Mukabele kalemi: Kapıkulu efradının matbah-ı âmire, hasahır ve benzerlerinin maaş defterlerini hazırlar, bunu hazînedeki esas defterle karşılaştırarak hazîneden ulufe için çıkacak akçe mikdârını tesbit eder ve hazırladığı defter suretini rûznâmecilere verirdi.
Mukâtaacı-i evvel kalemi: Başdefterdâra bağlı kalemlerdendi. Bu kalem; İbrâil, Isakçı, Tulça, Maçin, Akyolu ve bütün Tuna nehri kenarındaki iskelelerin işlerine ve gümrük muamelelerine bakardı. Rumeli defterinde kayıtlı eminlerin vs. hizmet sahiplerinin berâatleri, hükümleri ve tezkereleri buradaki ahkâm kâtipleri tarafından yazılırdı.
Mukâtaael-i sâni kalemi: Mâdenlere âid işlere bakardı. Bunlarla ilgili berat ve hükümler buradan çıkardı.
Bunlardan başka; tezkireci, mevkûfatcı, varidatçı, kili tezkirecisi, mevcûdâtçı, teslimâtçı ve divitdâr gibi kalemler vardı.
Defterdârlık 1838’de kaldırıldı ve bu me’muriyetin vazifesini görmek üzere mâliye nezâreti kuruldu. İlk mâliye nâzırı olarak Nafiz Paşa tâyin edildi.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Târih-i mâlî (Mâliye nâzırı Abdurrahmân Bey); sh. 179
 2) Medeniyeti İslâmiye; cild-1, sh. 99
 3) Kânunnâme-i Ali Osman (TOEM; sayı: 13-19); sh. 10
 4) Tekâlif kavâidi (Abdurrahmân Bey, İstanbul-1327); cild-1. sh. 157
 5) Rehber Ansiklopedisi; cild-4, sh. 473
 6) Târih Deyimleri ve Terimleri sözlüğü, cild-1, sh. 411
 7) Osmanlı Merkez ve Bahriye Teşkilâtı