13 Şubat 2020 Perşembe

BERAT


Yazılı kâğıt ve mektûb. Osmanlı Devlet teşkilâtında bâzı vazife, hizmet ve me’muriyetlere tâyin edilenlere; vazifelerini yerine getirme salâhiyetini bildirmek üzere pâdişâhın tuğrası ile verilen me’zûniyet veya tâyin emirlerine berat denilmiştir. Bu bakımdan Osmanlı Devleti’nde; beratlı (müsâdeli ve imtiyazlı), eli beratlı (salahiyetli) ve beratlı tüccar (Osmanlı topraklarında ticâretle meşgul olmasına müsâde edilen yabancı veya tebeadan tacirler) mânâsında kullanılmıştır. Pâdişâhın tuğrası bulunan bu çeşit vesikalara berat-ı şerîf, nişan, nişân-ı şerîf ve hüküm denilmiştir.
Berat kelimesi; nişan, rütbe, me’mûriyet, maaş ve çeşitli imtiyazlar, salâhiyetler için devlet tarafından yazılıp verilen resmî kâğıt, fermannâme mânâsına da kullanılmıştır. Yine havale pusulası, poliçe, hüccet, beratlı imtiyaz emrine nail, patentalı, berat gecesi, leylet-ül-berat şeklinde kullanılmıştır.
Osmanlı’da Berat, âdî bir emir veya tezkire gibi değildi. Dîvânî yazı ile yazılır, ayrıca tuğra çekilirdi. Beratlar da fermanlar gibi; “Nişân-ı âlişân-ı sâmi mekân-ı sultanî ve tuğra-yı gîtîsitân-ı hâkânî oldur ki...” şeklinde başlardı. Beratlarda verilen hizmetin adı, yeri, geliri veya maaşı, beratın verildiği kimsenin ismi, niçin verildiği ve kendisinden ne istenildiği, kumandanlık, seraskerlik veya diğer mühim bir vazîfe ise, berat alanın salâhiyet derecesi açıkça belirtilirdi.
Osmanlı Devleti’nde tanzîmâttan önce hiçbir vazîfe ve me’muriyet, Dîvân-ı hümâyûn kalemlerinden berat verilmedikçe mu’teber tutulmazdı. Tanzîmâttan evvel beratların ve menşurların yazılması, önce sadrâzam tezkiresi ile reîsülküttâba emredilirdi. Reîsülküttâblar ve bir zamanlar onların muavini olan beylikçiler beratların ikinci ve üçüncü derecede olanlarını kalemdeki halîfe denilen me’murlardan birine yazdırırlar ve gerektiğinde teshîh ederlerdi. Sadrâzama gönderip beğenildikten sonra, tuğra çekilen bir kâğıt üzerine beyaza geçirirler yâni yeniden yazarlardı. Kendileri de arkasına işaret koyduktan sonra sâhiblerine yollatırlardı. Fakat birinci derede olan beratlar ve siyâsî-idârî talimatı bildiren menşurlar, beylikçi ve reîsülküttâb tarafından yazılıp sadrâzama arzedildikten sonra tuğra çekilerek beyaza geçirilirdi. Tanzîmâttan sonra beratlar ve menşurlar, beyiikçilik kalemindeki hattatlar tarafından yazılır ve evvelki gibi tasdîk muamelesi görürdü.
Beratların muhtelif çeşitleri vardı ki bunlar; tımar, iltizâm beratı, muafiyet beratı, mülakat beratı, malikâne beratı, imtiyaz beratı, beylerbeylik, nişancılık, defterdârlık, vezirlik gibi me’muriyet beratları, imâmet, hitabet, feraset ve tababet izni verildiğini belirten beratlar ile serdârlık beratları gibi. Rütbe ile nişan verildikten sonra bunların verildiğine dâir yazılan kâğıtlara da berat denilirdi. Berat verilen kimseden, “Berat resmi” denilen bir vergi alınırdı. Timâr beratı bir şahsa verildiğinde, beratda tımar sahibinin hüviyeti, tımarın sancağı, kazası, köyü, tımarın mikdârı, verilme sebebi, ilk mî, tahvilinden veya mahlûlünden mi verildiği, senelik gelir ve istenilen hizmet kayıtlı olurdu, iltizâm beratlarında; berat verilenin ismi, iltizâmın verilme sebebi, geçerli olduğu târihler, iltizâm bedeli ve taksitleri, iltizâmın ne şekilde idare edileceği mutlaka belirtilirdi.
Beratlarda verilen şahsın itibârına, rütbesine ve verilen şeyin önemine göre sâde veya ağdalı bir lisan kullanılırdı. Verilen beratlar, veren pâdişâhın hayatıyla kayıtlı idi. Pâdişâhlar değiştikçe, yeni pâdişâhın tuğrası bulunan yeni berat verilir, bu beratlardan yarım resim (vergi) alınır ve yapılan muameleye Tecdîd-i berat yâni beratın yenilenmesi denilirdi.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Saray Teşkilâtı; sh. 284
 2) Târih-i Peçevî, cild-2, sh. 79
 3) Kâmûs-ül-a’lâm; cild-2, sh. 1250
 4) Osmanlı Târih Deyimleri; cild-1, sh. 205
 5) Rehber Ansiklopedisi; cild-2, sh. 322

BELGRAD


Avrupa’nın bir çok yerlerini Viyana ve Budapeşte üzerinden İstanbul’a ve Önasya’ya bağlayan ana yollar üzerinde bulunan şehir. Macaristan ovasına giden yollara hâkim bir yerde kurulan şehir, Sava nehrinin Tuna’ya karıştığı yerde ve tahkim edilebilecek stratejik bir noktada bulunmaktadır. Târih boyunca pek çok savaşın yapıldığı bu yere Türkler, Balkanlara yerleştikten sonra Dârülcihâd adını vermişlerdir. Avrupa’nın kilidi sayılan bu şehre, Osmanlılar tarafından üç sefer düzenlenmiştir.
İlk Belgrad seferi, sultan İkinci Murâd devrinde 1441 senesinde yapıldı ve Evrenosoğlu Ali Bey altı ay Belgrad’ı muhasara etti. O devirde top tekniği tam gelişmediği için, toplar kale surlarında büyük gedikler açmıyordu. Kuşatma kuvvetlerinin sayısı da son derece müstahkem olan kaleyi düşürmeye yeterli değildi. Salgın hastalığın artması ve zayiatın fazlalığı yüzünden kuşatma kaldırılmıştı.
Belgrad İkinci defa, Fâtih Sultan Mehmed Han tarafından kuşatıldı. Fâtih Sultan Mehmed, Macarlardan Belgrad’ı almak ve şehrin güney varoşlarından başlayan Sırbistan prensliğini Osmanlı topraklarına katmak gayesi ile 1456 senesinde üçüncü Sırbistan seferine çıktı. Fâtih bu sefere 150.000 kişi, 300 top ve Tuna’dan 200 parçalık ince bir filo ile hareket etti. Durum Avrupa’da hemen öğrenildi. Fâtih’in nereye sefere çıktığı bilinmemekle beraber, bu kadar büyük bir kuvvetin Balkanlarda ancak Macaristan’ın üzerine yürüyebileceğini kestiren Avrupa devletlerinden Almanya ve İtalya, Belgrad’a altmış bin gönüllü asker gönderdi. Gönüllüler papa üçüncü Calixtus’un teşvîki ile toplandı. Ayrıca Macar millî kahramanı, Hunyadi Yanoş da büyük Macar kuvveti ile Belgrad’a geldi. Osmanlı ordusu bu muhasara sırasında üç büyük hücum yaptı, özellikle 22 Temmuz gününe tesadüf eden son hücumda, ilk önce varoşlara, daha sonra şehrin içine kadar girmeye muvaffak olundu. Fakat kale içindeki tedbirsiz hareketler sonunda, Osmanlı askeri geri çekilmek zorunda kaldı. Bu sırada Azabların bozulmaya yüz tuttuğunu gören Sultan, ümerâ ve ulemânın engellemelerine rağmen en ön saflara atılarak kahramanca savaşıp, ordugâha kadar saldıran düşman kuvvetlerini geri püskürttü. Fakat Fâtih’in dizinden yaralanması ve askerin yorgunluğu, Belgrad muhasarasının kaldırılıp, ordunun geri çekilmesine sebeb oldu.
Muhasarada Rumeli beylerbeyi Dâmâd Dayı Karaca Paşa ve Yeniçeri Ağası Hasan Ağa şehîd düşmüştü. Karşı taraftan ise, Hunyadi Yanoş ile Papa’nın temsilcisi Giovanni Capistrano çok ağır yaralandılar ve bu yaralarının te’siriyle biri 11 Ağustos’da, diğeri 23 Ekim’de öldü. Bu İki kişinin hıristiyanlığa son hizmetleri; Avrupa’nın kilidi olan bu şehrin Osmanlılar tarafından fethini 65 sene geciktirmesi dir. Ancak Osmanlılar, Belgrad’ı feth etmek için fırsat kollamaya başladılar.
Kânûnî Sultan Süleymân Han tahta geçtikten sonra, bütün yabancı devletler elçiler göndererek kendisini tebrik ettiler. Macaristan bunu yapmadığı gibi, ödediği senelik vergiyi de göndermedi. Kânûnî’nin gönderdiği elçiye kötü davranan Macaristan kralı ikinci Layoş, vergi ödemeği reddettiği gibi, Behrâm Çavuş’u da öldürttü. Bunun üzerine Sultan ilk seferine çıktı. Hedef Belgrad kalesi idi. Macar kralı ordusuna çok güvendiği için vergi ödemeyi reddetmişti. Diğer taraftan vergi gönderirse Osmanlı Pâdişâhı’nı tanımış olacaktı. Bu târihlerde Belgrad, Macaristan krallığının Türk topraklarına doğru uzanmış bir kalesi durumunda idi. Osmanlı sınırlarının şehre uzaklığı ise yirmi kilometre kadardı. Şehrin güneydoğusunda Rumeli beylerbeyine bağlı bir sancak olan Sırbistan krallığının eski merkezi Semendire bulunuyordu.
Sefer hazırlıklarını büyük bir hızla tamamlayan Kânûnî Sultan Süleymân, ordunun başında 18 Mayıs 1521 günü İstanbul’dan ayrıldı ve iki günde Edirne’ye vardı. Sefer hazırlıkları içinde bir donanmanın hazırlanması da vardı. Bu donanma Tuna nehri yoluyla Belgrad önlerine gelerek, kara ordusuna yardımcı olacak, Belgrad kalesi alındıktan sonra, Viyana ve Budapeşte yolu Osmanlı ordularına açılacaktı. Ordu-yu hümâyûn, 16 Haziran’da Sofya’ya vardı. Üçüncü vezir Dâmâd Ferhad Paşa kuvvetleriyle orduya katıldı. Yanında üç yüz deve yükü barut ve kurşun getirmişti. Ordu-yu hümâyûnun Sofya’da kaldığı zaman zarfında, ordunun ihtiyâçlarını karşılamak için bir ferman çıkarıldı. Ordunun yiyecek maddelerinin çevre köy ve kasabalardan karşılanacağı, bedellerinin devlet hazînesinden ödeneceği bildirildi. 22 Haziran’da Sofya’dan hareket eden ordu, tam bir disiplin altında ilerliyordu, özel mülkiyete verilen zarar derhâl karşılanıyor, alınan her şeyin parası ânında ödeniyordu.
Osmanlı ordusu 27 Haziran günü Niş’e vardı. Bu sırada Semendire sancakbeyi Sultanzade Gâzi Hüsrev Bey, Belgrad şehrine giden bütün yolları tutmuştu. Hüsrev Bey’in akıncı ve sipahilerini takviye için 1000 yeniçeri gönderildi. Rumeli beylerbeyi Ahmed Paşa, Türklerin Böğürdelen dedikleri Sabcz önlerine geldi. Mihaloğlu Mehmed Bey, Erdel ve Sultanzâde Bali Bey de Hırvatistan’a akınlar düzenlediler. Bu akınlar; Macar kuvvetlerinin Belgrad’a yardımlarını engellemek ve düşmanı çeşitli cephelerde oyalamak için yapılmıştı. Ordu-yu hümâyûna, Mor sancakbeyi Turhanoğlu Hasan Bey öncülük ediyordu. Sadrâzam Pîrî Mehmed Paşa ise, Sultân’ın kumanda ettiği asıl ordudan bir kaç gün önde gidiyordu. Pîrî Mehmed Paşa, Gâzi Hüsrev Bey’i Belgrad ablukasını sıkıştırmak ve Zemlin’t almakta vazîfelendirdi. Zemlin, Belgrad’ın Tuna’nın öbür yakasında bulunan banliyösü idi. 7 Temmuz’da Kânûnî Sultan Süleymân’ın komuta ettiği Türk ordusu, Böğürdelen kalesini fethetti. Bu kale, Kânûnî’nin ilk fethettiği kaledir. 9 Temmuz’da Sava nehri üzerinden geçişi te’min için büyük bir köprü inşâsına başlandı ve inşâata bizzat Sultan nezâret etti. 12 Temmuz günü Gâzi Hüsrev Bey, Zemlin kalesini fethetti. Böylece Belgrad’ın kuzeyde Macaristan ile alâkası kesilmiş oldu. 9 gün içinde Sava köprüsünün inşâası tamamlandı ve 18 Temmuz’da ordunun esas kısmı öteki yakaya geçmeye başladı. 26 Temmuz’da Kânûnî Sultan Süleymân da karşıya geçti. Pîrî Mehmed Paşa daha önceden hisarı dövecek topları gereken yerlere yerleştirmişti. Kalenin çevresinde savunma amacıyla yapılmış çok derin hendekler vardı. Kânûnî Sultan Süleymân Belgrad önlerine gelince, yapılan hazırlıklara ek olarak, ordunun önemli kollarından olan Anadolu, Rumeli askerlerini ve akıncıları kalenin üç yanına gönderdi. Kendi de merkezde Kapıkulu askerleriyle birlikte bulundu. Hazırlıklar tamamlanınca toplar bütün güçleriyle kaleyi dövmeye başladı. 8 Ağustos günü Belgrad şehri teslim oldu ise de kale müdâfaaya devam etti. Kaleyi Çepeçevre kuşatmak için Sava nehri üzerinde ikinci bir köprü inşâsına başlandı ve Karaca Paşa’nın nezâret ve kumandasında kısa zamanda tamamlandı. Muhasaranın bütün gücüyle devam ettiği günlerde, lağımcıların kalenin en büyük kulelerinden birini ortadan kaldırmaları üzerine, artık dayanmanın bir işe yaramıyacağını gören kale muhafızları, kaleyi teslim etmek mecburiyetinde kaldılar (29 Ağustos 1521).
Fethin ertesi günü Kânûnî Sultan Süleymân, büyük bir merasimle şehre girdi. O gün Cuma olduğu için büyük kilise câmiye çevrilerek namaz kılındı ve Sultan adına hutbe okundu. 19 gün Belgrad’da kalan Sultan, kaleyi iki yüz topla tahkim ettikten ve Macarlar tarafından alınmaz hâle getirdikten sonra, 18 Eylül günü İstanbul’a dönmek üzere şehirden ayrıldı. Belgrad muhafızlığına Sultanzâde Gâzi Bali Bey tâyin edildi ve kaleye muhafız olarak da 3.000 Yeniçeri verildi.
Tuna ile Sava’nın birleşme noktası olan Belgrad’ın Osmanlıların eline geçmesi ile, Macar ovası Türklere açılmış oluyordu. Belgrad’ın düşmesi ile etrafındaki bütün kale, palanka ve kasabalar teslim olup, Osmanlı Devleti’ne katıldılar. Belgrad’ın fethi, Avrupa’da büyük yankılar yaptı. Çünkü burası hırîstiyanlık âleminde ele geçirilemez kalelerden biri kabul ediliyordu. Hıristiyanlığı koruyan set olarak kabul edilen Belgrad’ın düşüşü, Avrupa ülkelerini gelecek konusunda kaygı ve endişelere sevk etti. Birinci Ferdinand’ın elçisi Busberg, bu fetihten otuz sene sonra şunları yazmıştır: “Belgrad’ın alınışı, Macaristan’ın daha sonra içine düştüğü acı durumun başlangıcı olmuştur.” Gerçekten de bir kaç sene sonra Kânûnî yeniden Macaristan üzerine yürüdü. Hıristiyanlar bir defa daha yenildiler ve Macaristan ortadan kalktı. Budin eyâletinin kurulmasından sonra, Belgrad bir sancak olarak oraya bağlandı. Vidin’den Budin’e kadar Tuna ve Sava nehirlerindeki gemileri kumanda eden Tuna kapdanı da Belgrad’da otururdu. Belgrad, Osmanlı Devleti’nin en kuvvetli zamanlarında Avrupa’ya düzenlenen seferler için büyük bir üs vazîfesi gördü. Böylelikle çok büyüdü ve gelişti. Kânûnî devrinde Orta Avrupa’ya seferler düzenleyen ordu, son hazırlıklarını Belgrad şehrinde yapardı. Kânûnî Sultan Süleymân, Zigetvar’ın fethi sırasında vefât edince, cenazesi Belgrad’a getirilerek Hünkâr tepesi denilen yerde namazı kılındı ve devlet erkânı İstanbul’da sultan İkinci Selîm’e bîat etti. Daha sonra Avusturya ve Macaristan’a sefer yapan Osmanlı sultan ve vezîriâzamları Belgrad’a uğrayarak kaldılar. Merzifonlu Kara Mustafa Paşa, 1683 senesinde Viyana’yı kuşattığı sırada sultan dördüncü Mehmed şehzâdeleri ile birlikte Belgrad’a gelerek, buradan sadrâzam Merzifonlu’ya Livâ-yı şerîf gönderdi. Osmanlı ordusunun Viyana önlerinde mağlûb olması üzerine, Kara Mustafa Paşa Belgrad’da îdâm edildi. Bu târihten sonra Osmanlıların Belgrad’daki ihtişamlı günleri sona erdi.
Viyana bozgunundan sonra, Avusturya ordusu Zemlin ovasını geçerek, Belgrad önüne geldi. Bunun üzerine serasker Yeğen Osman Paşa, Belgrad muhafızlığına İbrâhim Paşa’yı, serdarlığa da Öküzöldüren Ahmed Paşa’yı tâyin ederek Niş’e çekildi. Belgrad’daki müslümanlar şehirden ayrıldılar. Kalanlar, şehrin varoşlarında Avusturyalılar tarafından öldürüldü. Kale, yirmi dokuz gün süren kuşatma sonunda Ahmed Paşa’nın yaralanması üzerine düştü, şehre giren Avusturyalılar iç kaleye sığıan askerleri kılıçtan geçirdikten sonra, Ahmed Paşa’yı esir aldılar (8 Ağustos 1688). Avusturya orduları Belgrad’ı aldıktan sonra, Sırbistan içlerine kadar ilerlediler. Sadrâzam Köprülüzâde Fâzıl Mustafa Paşa düşmanı durdurdu ve Belgrad’a kadar geri püskürttü. Mustafa Paşa, 1 Ekim 1690’da Belgrad’ı kuşattı. Kuşatmanın sekizinci günü Halil Paşa kolundan atılan bir humbaranın, Sava tarafında bulunan ve kalenin yanındaki cephanelikte yangın çıkarması üzerine iç kalenin cephaneliği de havaya uçtu. Bunu fırsat bilen Mustafa Paşa şiddetli bir hücumla şehri ele geçirdi. Fâzıl Mustafa Paşa burada bir ay kalarak şehri tamir ettirdi.
Avusturya kumandanı Duc de Cray, 30 Temmuz 1693 günü ordusuyla tekrar Belgrad önlerine geldi. Çingene adasına köprü kurarak asker geçirdi ve Kaya Burnu’na kadar hendekler ve tabyalar kazdırdı. Hazırlıklarını tamamladıktan sonra şehri topa tuttu. Açılan gediklerden, kale müdâfîlennin şiddetle karşı koyması yüzünden kaleye giremedi. Bu sırada Tuna kapdanı Ali Paşa, Avusturya donanmasının müdâhalesine engel oldu. Sadrâzam Bozoklu Mustafa Paşa şehrin yardımına gelirken, Duc de Cray 8 Eylül’de büyük bir taarruza geçti. Kırım hanı Saadet Giray’ın, Havele tepesine gelmesi ve Sadrâzam’ın ordu ile yaklaşması üzerine 12 Eylül günü Avusturya ordusu kuşatmayı kaldırdı. Köprüleri yıkarak, ağırlıkları nehre atıp Belgrad önünden çekildiler. Bütün bu muhârebeler sırasında Belgrad büyük tahribe uğradı. Zahire anbarlarında çıkan yangınla daha da harâb oldu. Dîvân-ı hümâyûnda alınan kararla 1699 senesinde bu sancaktan alınan vergiler kaldırıldı.
Sultan üçüncü Ahmed devrinde Osmanlı ordusunun Varadin önlerinde Avusturya ordusuna mağlûb olması üzerine Prens Eugene kuvvetli bir ordu ile Belgrad önlerine geldi. Avusturya ordusu, Belgrad’ın doğusundaki Vişnica köyü civarında Tuna üzerine yaptıkları köprüden karşıya geçti. Yemeklik Çeşmesi’nde, Tuna ve Sava’ya doğru Belgrad’ı dışarıdan kuşatan ve orduyu içine alan müstahkem bir kale yaptılar. Belgrad istihkamlarının kuvvetli olması ve muhafızların sık sık çıkış hareketinde bulunmalarından dolayı düşman şehre yaklaşmadı. Düşman kuvvetleri Sava’nın öbür yakasında büyük tabyalar yaparak şehri topa tuttu. 30 Temmuz günü kale burçlarından sadrâzam Halil Paşa’nın ordusu göründü. Satır Ali Paşa ile Tuna kapdanı İbrâhim Paşanın gemiler ile Sava’nın diğer yakasındaki tabyalara yaptıkları hücumlar neticesiz kaldı. İbrâhim Paşa’nın şehîd olması üzerine, kale müdafileri huruç hareketinden vazgeçerek müdâfaada kaldılar Halil Paşa 150.000 kişilik ordusu ile Hisarcık, Kırım hanı Saadet Giray da Sava sahillerine geldiler. Halil Paşa, Avusturya istihkamları karşısında metris kazdırıp orduyu emniyete aldı. Osmanlı ordusu derhâl hücuma geçmedi. Görüşmeler on beş gün kadar sürdü. Taarruza uğramaktan çekinen Prens Eugene, 16 Ağustos 1717 günü güneş doğmadan Osmanlı ordusuna karşı âni bir hücuma geçti. Güneşin doğması ile ortalığı kaplayan sis, Osmanlı ordusunun durumunu zorlaştırdı. Kırım askeri de yardıma gelemedi. Mağlûb olan Halil Paşa, ağırlıklarını bırakarak Niş’e çekildi. Bu yenilgiden iki gün sonra, Belgrad kalesi üç günde tahliye olmak şartı ile teslim oldu. Müslüman halk şehirden hicret etti.
Prens Eugene 22 Ağustos’da şehre girdi. Bu muhârebeden sonra yapılan Pasarofça andlaşması ile Belgrad Avusturyalılara bırakıldı.
Avusturya idaresinde yaklaşık yirmi sene kafan Belgrad, sultan birinci Mahmûd devrinde Osmanlı-Rus ve Avusturya ile yapılan muhârebelerde Abdîpaşazâde Ali, Yeğen Mehmed ve İvaz Mehmed paşalar tarafından kuşatıldı. Şehri kurtarmak isteyen Avusturyalılar arka arkaya mağlûb edildi. 22 Temmuz günü, Ali Paşa büyük bir gayretle Avusturyalıları hezimete uğrattı. Düşman bütün ağırlıklarını bırakarak Vişnica’ya kaçtı. Avusturya donanması, Türk topçu ateşi karşısında çekilmek ve bâzı gemilerini terketmek mecburiyetinde kaldı. 26 Temmuz günü harekete geçen İvaz Mehmed Paşa Belgrad’ı kuşattı. Bosna vâlisi Ali Paşa’nın da katılması ile kuvvetlenen Osmanlı ordusu karşısında, kale komutanı Wollis kaleyi müdâfaa edemiyeceğini anladı. Muhârebe devam ederken Fransa’nın aracılığı ile Osmanlılarla Avusturyalılar arasında sulh görüşmeleri başladı. Avusturyalılar kendilerinin yaptırdıkları istihkâmların yıkılması şartı ile şehri teslim etmeyi kabul ettiler. 1 Eylül 1739’da sulh andlaşması imzalandı. Andlaşmadan yedi gün sonra Ali Paşa Belgrad’a girdi. 18 Eylül günü İvaz Mehmed Paşa ile general Neipperg arasında yirmi yedi senelik bir andlaşa imzalandı. Yirmi üç maddelik bu andlaşma ile Tuna ve Sava nehirleri iki devlet arasında hudud sayıldı.
Bu andlaşma ile Osmanlılara geçen Belgrad, sultan birinci Abdülhamîd devrinde başlayan Osmanlı-Rus ve Osmanlı-Avusturya savaşları sırasında, Avusturyalılar tarafından tekrar ele geçirildi (1789). Savaşın sonunda yapılan Ziştovi andlaşması ile Belgrad Osmanlılara geri verildi (1791). Belgrad bu târihten sonra bir sınır kalesi hâline getirildi. Kale, Yamakdenilen sınır muhafızı yeniçerilerle dolduruldu. Bunların müslümanlara ve hıristiyanlara kötü muamele etmeleri, 1804’de başlayan Sırp isyânının sebeblerinden biri oldu. Sultan üçüncü Selîm zamanında yamakların tekrar ayaklanmaları ve Vidin âyânının, Kara Ömer kumandasında bir orduyu kovmaları, nizâm-ı cedîd varidatını toplayan Şenikli Mustafa Paşa’yı öldürmeleri durumu vahim bir hâle getirdi. Bu sırada nizâm-ı cedîd yeni kurulduğundan bölgeye asker gönderilmedi ve âsîlerin bir kısmı affedildi. Yamaklar arasında sivrilen dayıların, tımar ve zeametle idare edilen köylerin ve çiftliklerin gelirlerine el koymaları üzerine, bu durumdan bıkan halk, Kara Yogi adında bir Sırplının idaresinde ayaklandı. Kara Yogi’nin esas gayesi, Sırp istiklâlini sağlamak idi. Kara Yogi’nin Belgrad’ı kuşatması üzerine, İstanbul hükümetinin bir ordu göndererek âsî dayıları îdâm ettirmesine rağmen, Sırp kuvvetleri dağılmadı. Bir ara Osmanlı ordusunu pusuya düşüren ve Ruslardan aldığı yardım ile Belgrad’da bulunan müslümanları öldüren Kara Yogi, Sirbistan’ın istiklâlinin tanınmadığı müddetçe mücâdeleyi bırakmıyacağını îlân etti. 1812’de yapılan Bükreş andlaşması ile Osmanlı Devleti, Sırbistan’ın muhtariyetini tanımak mecburiyetinde kaldı. Bir sene sonra Osmanlı Devleti, Rus-Fransız harbinden faydalanarak Kara Yogi üzerine bir ordu gönderdi. Kara Yogi, Belgrad’ı Osmanlılara bırakarak Macaristan’a kaçtı.
Daha sonraları muhtariyetle yönetilen Sırbistan; Akkerman (1826) ve Edirne (1829) andlaşmaları ile imtiyazlarını arttırdı. 1830 fermanı ile de kalelerden başka yerlerde müslümanların oturması yasaklandığından, bu hükme tâbi olmayan Belgrad’daki müslümanlar da göç etmeye başladılar. 1839’da kurulan Sırp hükümeti, Belgrad’da oturduğu için, şehir, Sırbistan’ın merkezi hâline geldi. Belgrad’da bulunan Osmanlı kuvvetlerinin çekilmesi ve Sırbistan’ın tam bağımsızlığa kavuşması için Fransa ile Rusya, Sırblara yardım ederken; İngiltere ve Avusturya Osmanlı tarafını tutuyordu. 1878 Berlin andlaşması ile sona eren Osmanlı-Rus harbine katılan Sırbistan, bu andlaşma ile tam bir istiklâle kavuştu. Belgrad, yeni kurulan devletin merkezi oldu.
Belgrad, Osmanlılar zamanında; câmileri, medreseleri, imâretleri ve şühedâ ziyâretgahları, müslüman ahâlisi ve binalarının inşâ tarzı ile bir Türk şehri hâline geldi. Türk idaresinde bulunduğu 357 sene içinde sâdece bir üs olarak kalmamış, uzak ülkelerle alışveriş yapan bir ticâret merkezi olmuştu. Evliyâ Çelebi’nın bildirdiğine göre; on yedinci asırda Belgrad’da 217 câmi, 7 mescid, 8 medrese, 6 kervansaray, 21 han, 3700 dükkan, bir çok pazaryeri ve bedesten, 600 de sebilhâne vardı. Daha sonra şehrin uğradığı istilâlar ve isyânlar, bu mîmârî eserlerin bir çoğunun yıkılmasına ve harâb olmasına sebeb olmuştur.

BİR SALKIM ÜZÜM

Avrupa hıristiyanları, Papa’nın kışkırtması ile bir araya gelip Osmanlı topraklarına saldırmaya teşebbüs edince, yeryüzünün sultânı Kânûnî Sultan Süleymân Han, ordusu ile sefere çıktı. Târihlere şan veren ordu ağır ağır ilerliyor, hedefine bir an önce ulaşmak için gayret sarf ediyordu. Havalar da iyice ısınmıştı. Bir Hıristiyan beldesinden geçerken, yolun dar olması sebebiyle, askerlerden kimisi üzüm bağlarından yürümek mecburiyetinde kaldı. Olgunlaşan üzümler susuzluktan dudağı çatlamış askerlere; “Al beni, ye beni” dercesine duruyordu. Askerlerden biri dayanamayıp, sahibinin haberi olmadan bir salkım üzüm kopardı. Yerine de bir keseye koyduğu parayı bağladı. Üzümü de yedi. Çok geçmeden mola verildi. Ordunun arkasından, kan-ter içinde Hıristiyan bir köylünün geldiği görüldü. Köylüyü komutana götürdüler. Çok heyecanlı olan köylü, komutanın eline mi, ayağına mı kapanacağını bilemedi. Bir asker, kendi bağından kopardığı üzümün yerine para bırakmıştı. Bağında başka bir zarar yoktu. Böyle bir askere ve komutanına, elbette teşekkür etmeliydi. Ama komutan bu habere hiç sevinmedi. Bir askerinin başkasının malını izinsiz almasını bir türlü kabul edemiyordu. Tellâllar çağırtılıp, o asker bulundu. Bu arada Sultan da hâdiseyi öğrenmişti. Hemen o askerin ordudan atılmasını emretti ve; “Kursağında haram lokma bulunan bir askerin bulunduğu ordu ile zafer ve nusret müyesser olmaz” demekten kendini alamadı, Hıristiyan köylü, üzümü alan askeri taltif ettirmek için geldiğini, hâlbuki işin tersine döndüğünü arz edince, komutan; “Eğer o asker parayı bağlamamış olsaydı, bu ordunun adı zâlimler ordusu olurdu. İşte o zaman, kellesi de giderdi. Parayı asmaya bağlamakla kellesini kurtardı. Ama sahibinden izinsiz mal almakla da, seferden men cezasına çarptırıldı” dedi ve kahraman ordu yoluna devam etti.
Orduya Belgrad yakınlarında bir yerde konaklama emri verildi. Askerler, çevredeki su ve çeşmelerden istifâde edip, abdest tazelemeye, susuzluklarını gidermeye çalışıyorlardı. Çeşmelerden birinin yakınlarında bir manastır vardı. Manastırın rahibi, Osmanlı askerinin durumunu öğrenip, haçlı askerlerini haberdâr etmek için, manastırdaki rahibelerden birkaçını süsleyip, ellerine verdiği testilerle çeşmeye gönderdi. Rahibelerin geldiğini gören Osmanlı askerleri, hemen çeşme başından ayrılıp, rahibelere sırtlarını döndüler. Rahibeler testilerini doldurup gidinceye kadar kimse dönüp bakmadı. Rahibeler gelip durumu anlatınca; koparılan üzümlerin yerlerine para bırakıldığını duyan Rahip, bu kadarını beklemiyordu. Bunlar ne biçim insanlardı. Malda-mülkte gözleri yoktu, kadına-kıza iltifat etmiyorlar, memleketlerinden günlerce uzak yerlere kadar geliyorlar, korkmadan ve endişe etmeden canlarını veriyorlardı. Hemen kâğıt kalem istedi. Osmanlı askerlerinin karşısına çıkmak için hazırlanan haçlı orduları komutanına şunları yazdı; “Ey haçlı kumandanları!..Siz bu ordu ile nasıl başa çıkabilirsiniz? Bu insanlar canlarını düşünmeden Allah yolunda komutanları emrinde çekinmeden can veriyorlar. Biliyorlar ki, gidecekleri yer Cennet’tir. Kadına-kıza ehemmiyet vermiyorlar, yanlarına gönderdiğim, rahibelere sırtını döndüler. Mala-mülke de önem vermiyorlar. Bütün mal ve mülklerini terkederek cihâda çıkıyorlar. Herkese karşı iyi davranıp, kimseye zulmetmiyorlar. Ey haçlı kumandanları!.. Siz, onlardaki bu hasletleri ortadan kaldırmadan karşılarına çıkıp savaşmaya kalkışırsanız elinize binlerce askerinizin canına mal olacak acı bir tecrübeden başka bir şey geçmez. Buna rağmen haçlı kumandanları, kahraman Türk askerlerinin kılıçlarına yem olmak için âdeta birbirleriyle yarış ettiler. Türk askerine yeni yeni zaferler kazandırdılar. Avrupalılar, kendi kötü hasletlerini Osmanlılara aşıladıkları zaman, onları yenebileceklerini yıllar sonra anladılar ve faaliyetlerini bu yönde yoğunlaştırdılar.

BELGRAD’DA İKİ ŞEHÎD!

Fâtih Sultan Mehmed, Avrupa’nın kapısı olan Belgrad’ı fethetmek için 13 Haziran 1456 günü kuşatmıştı. Belgrad kalesi yarımada vaziyetinde, Tuna ve Sava nehirlerinin birleştikleri yerde olup, çok iyi bir şekilde tahkim edilmişti. Hıristiyanlar orta Avrupa’nın kapısı ve kilit noktası olan Belgrad’ın müdâfaası için büyük hazırlıklar yapmışlardı. Muhasara sâdece kara tarafından başlamıştı. Bu yeterli değildi, zîrâ kalenin nehir yolu ile iritibâtı devam ediyordu. Macarların kendisine millî bir kahraman olarak baktıkları Hunyad gelmeden önce kaleye girmek lâzımdı. Yapılacak şey, Macaristan tarafına geçilerek Hunyad’ın yolunun kesilmesiydi. Fakat bâzı vezir ve beyler, Belgrad’ın uzun müddet dayanacağına inanmadıkları için bu hareketi lüzumsuz buluyorlardı. Harp usûllerine vâkıf olan ve bir çok tecrübesi olan Rumeli beylerbeyi Karaca Paşa aynı fikirde değildi. Muhasaranın üçüncü gününde toplanan dîvânda fikirlerini söyledi. Bir kısım kuvvetle Macaristan tarafına geçerek kaleye yardıma gelecek Hunyad’ın karşılanmasını teklif ederek; “Pâdişâh’ım! Ben kulunuza destur ver. Tuna’nın öte yakasına geçeyim. Hisar karşısında durarak, gelecek küffârın önüne çıkayım” dedi. Rumeli akıncıları ve sancak beyleri bu fikre katılmadılar. Karaca Paşa, her ne kadar; “Paşalar, beyler etmen tedbîr budur” dedi ise de sözünü dinletemedi. Muhasaranın devamına karar alınan dîvândan çıkıldığında, Karaca Paşa adetâ ağlamaklı olmuştu. Beraberinde bulunan yeniçeri ağası Hasan Ağa’ya; “Ağa, kişi dostunu böyle mi destekler?” diye serzenişte bulundu. Hasan Ağa da dertli idi. Dîvânda kendisine söz düşmemişti. Diğer taraftan sancak beylerinin; “Karaca, cenkten uzak kalmak için böyle söyler” dedikleri kulağına gelmişti. Vaziyeti anlatınca Karaca Paşa kıpkırmızı oldu ve; “Pâdişâhımız bilir. Biz Bizans’ın surları önünde cenk ederken bu beyler neredeydi? Karaca ölümden korkmaz. Ben bu canı devletim ve pâdişâhım için tende saklarım” diye bağırdı. Yeniçeri ağası onu teselli ederek; “Hiddetlenme Paşa kardeş! Ben sizi bilirim. Git efendimize durumu tekrar arz eyle” deyince, Karaca Paşa; “Yok ağa yok. Olan oldu” dedi.
Muhasara bütün şiddetiyle devam ediyordu. Vidin’de toplanan Osmanlı donanması Segedin’den gelecek yardıma engel olmak için Belgrad önüne geldi ise de, Hunyad’ın donanmasına mağlûb oldu. Şiddetli bir hücuma geçileceği sırada Hunyad kaleye yardıma geldi. Bu durum savaşın şiddetini bir kat daha arttırmıştı. Pâdişâh o zaman Karaca Paşa’ya hak verdi.
13 Haziran ile 20 Temmuz arasında devam eden muhârebeler çoh kanlı olmuştu. Hunyad’ın kumandayı ele alması ile morali düzelen düşman, inatla bütün hücumlara karşı koyuyordu. Sultan 20 Temmuz günü Karaca Paşa’yı huzuruna kabul ederek, ertesi gün için umûmî bir taarruzun yapılacağını, kendisinin de ordunun başında bulunacağını söyledikten sonra; “Karaca, senden her zamankinden fazla gayret beklerim. Mâruzâtın sem’-i itibâra alınmadı diye neden gam çekersin?” diye sordu. Karaca gözleri dolu olarak; “Pâdişâhım! Sen hemen emret, billah Allah yolunda şehîd olmaktan gayri düşüncem yoktur. Canın ne kıymeti vardır devletlüm!” cevâbını verdi.
Ertesi gün, sabahın erken saatlerinde mehter cenk havası vururken, umûmî hücum başladı. Karaca Paşa en öndeydi. Yanında yeniçeri ağası Hasan Ağa vardı. “Hey Gâziler yürüyün!” naraları ile ileri atıldılar. Muhârebe bütün şiddeti ile devam ediyordu. Türklerin zaferi ile neticelenmek üzere seyir takibe başladığı sırada, önce Karaca, arkasından Hasan Ağa şehîd düştü. Osmanlı ordusundan beş bin kişi kaleye girmişti. Başlarında Karaca Paşa ve Hasan Ağa’nın olmadığını fark eden Hunyad, karşı taarruza geçti. Şehre girenleri çıkarttıktan sonra, bütün gücüyle ordugâha saldırdı. Bunun üzerine Sultan, ordugâha giren düşmanı karşıladı ve; “Kullarım ne duruyorsunuz?” narası ile ileri atıldı. Bu durumu gören yeniçeri, yeniden parlamış ve bir alev olmuştu. Akşam olduğu zaman, düşman on binden fazla ölü bırakarak Belgrad’a geri çekildi.
Fâtih, Karaca Paşa ve Hasan Ağa’nın niçin huzuruna gelmediğini sorunca, paşalardan biri; ikisinin de kaleye girerken arka arkaya şehîd düştükleri haberini getirdi. Karaca Paşa son nefesini verirken; “Pâdişâhıma söyleyin! Allahü teâlânın emrine uyarak bu canı devletim ve onun için veriyorum” demişti. Koca Fâtih, hiç bir zor karşısında eğilmeyen başını elleri arasına alarak; “Vah Karaca paşam! Vah Hasan’ım!” diye göz yaşı dökmüştü.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Tâc-üt-terârîh; cild-2, sh. 195 cild-3, sh. 272
 2) Târih-i Peçevî, cild-1, sh. 53, 178
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Şakayık-ı Nu’mâniyye zeyli (Ataî); sh. 218
 4) Seyahatnâme: cild-7. sh. 688
 5) Solak zâde Târihi; sh. 580
 6) Târıh-i Cevdet, cild-6, sh. 294
 7) Osmanlı Devleti Târihi (Hammer); cild-3, sh. 666, cild-5, sh.1288, cild-14 sh. 275
 8) Fâtih’in Askerî re Siyâsî. faaliyetleri; sh.117
 9) Osmanlı Târihi (Uzunçarşılı); cild-2, sh. 310
10) Îzahlı Osmanlı Târihi Kronolojisi; cild-2, sh. 72, cild-3, sh. 131, 466
11) Büyük Türkiye Târihi; cild-3, sh. 11, 331 cild-6, sh.114, cild-13, sh. 468
12) Târihi Nâimâ; cild-1, sh.81
13) Rehber Ansildopetlisı; cild-2, sh. 312

ABDURRAHMAN KUTUB


Osmanlılar zamanında Anadolu’da yaşayan âlim ve evliyânın en büyüklerinden. Seyyid olup; Alim-i Arvâsî, Kutb-i Arvâsî lakabları ile meşhur oldu. Zamanının kutbu idi. Hicrî on üçüncü asrın ilk yarısında vefât etti. Hoşâb (Güzelsu)’da medfûndur. Şeceresi şöyledir: Seyyid Abdurrahmân bin Abdullah bin Muhammed bin Muhammed Şehâbeddîn bin İbrâhim bin âlim-i Rabbânî Cemâleddîn bin Kemâleddîn bin Kutb Muhammed bin Kâsım Bağdâdî’dir.
Seyyid Abdurrahmân Arvâsî’nin büyük dedesi olan Seyyid Kasım Bağdadî, Hülâgu’nun Bağdâd katliâmı esnasında, Bağdâd’dan çıkıp, Anadolu’nun çeşitli yerlerinde aile fertleri ile birlikte uzun yıllar kaldı. Kemâl derecesine erişen oğlu Muhammed Velî hazretlerini doğu Anadolu’ya gönderdi. Kendisi Mısır’a gidip Ezher Medresesi müderrislerine reislik yaptı. Daha sonra Medîne’de vefât etti. Anadolu’da kalan oğlu Muhammed Velî, Hakkâri beyi İbrâhim Han’ın kızı Fâtımâ Hanım’la evlenerek yüksek dağlar arasında geçidi zor bir yere, bir dergâhla, iki katlı bir câmi yaptırdı. Arvas (Van’ın Bahçesaray İlçesine bağlı Doğanyayla) köyünü kurdu. Burada nadide eserlerden bir kütüphâne teşkil ederek ilim ve feyz neşretti. Soyundan gelenler, onun yolunu tâkib ettiler. Seyyid Muhammed’in torunlarından Seyyid Abdullah genç yaşta ölünce, oğlu Abdurrahmân daha doğmamıştı. Annesi küçük yaşta babasız kalan bu oğlunun üzerine titredi; okuyup büyük âlim olması için çok îtinâ gösterdi. Daha küçük yaşta âlimlerin huzuruna gönderip, ilim öğrenmesini sağladı. Abdurrahmân, yedi-sekiz yaşlarında Arabî ilimleri öğrenmeye başladı. Kısa zamanda; tefsîr, hadîs, fıkıh gibi zahirî ilimlerde ve zamanın fen ilimlerinde büyük bir âlim oldu. Bulûğ çağına gelince, Arvas’da seyyidlerin çoğalması için, annesi onu zorla evlendirdi. Her çocuğu dünyâya geldikçe, kendisinden çok annesi seviniyordu. Seyyid Fehîm-i Arvâsî ve Abdülhakîm-i Arvâsî, Abdurrahmân Arvâsî’nin torunlarıdır.
Seyyid Abdurrahmân hazretleri, tasavvuf yolunda da yetişerek büyük bir velî oldu. Zamanın mürşid-i kâmili idi. Medresesinde talebe yetiştirmeye başladığında, her taraftan akın akın yüzlerce Hak âşığı huzuruna koştular. Sohbetleriyle şereflenip bereketli feyzlerine kavuştular. Seyyid Abdurrahmân’ın ömrü, zahir ve bâtın ilimlerini yaymakla geçti. Arvas’taki medrese ve hankâhı; Hoşâb’da da (Güzelsu) bir medrese ve hankâhı vardı. İstanbul, Hicaz, Mısır, Irak gibi memleketlerde çözülemeyen mes’eleler Abdurrahmân hazretlerine getirilirdi. Çevredeki bütün bölgeler, onun irşâd nuruyla aydınlanmıştı. Bu sebeble sultan ikinci Mahmûd Han ona çok hürmet gösterir, duâsını istirham eder, husûsî hediyeler ve selâmlarını gönderirdi.
Seyyid Abdurrahmân, zamanın beylerine, paşalarına mektuplar yazarak nasihat eder, uzak memleketlere dahi mektuplar gönderirdi, İrisân beylerinden Emîr Şerefüddîn Abbasî’ye yazdığı Fârisî mektuplar çok kıymetlidir. Bu mektuplardan birinde Muhammed Kerîm Han, Mustafa ve Feyzullah beylere selâm ve duâ etmektedir. Şerefüddîn Han, Seyyid Abdurrahmân’dan gelen başka bir mektubun sonuna şu satırları eklemiştir: “Mevlânâ hazretleri, bu mektubu, bu fakire 1778 (H. 1192) senesinde göndermiştir. Musîbete sabretmek lâzım olduğu ve sabrın kıymetini bildirmiştir. Bir kaç ay sonra pederim Abdullah Han vefât etmiştir. Mevlânâ’nın kerâmetini buradan anlamalıdır.”
Torunlarından Muhammed Emin Efendi anlattı: “Van’da, yaz ayları çok kurak geçer. Halk yağmur yağmasını arzu edince dedem Seyyid Abdurrahmân hazretlerinin mezarı başındaki taşı alırlar, alt taraflarda akan derenin suyuna sokarlar. O zaman yağmur yağmaya başlar. Taş, zaman zaman alınıp suya sokulduğu için incelmiş durumdadır. Bu, dedemin Allahü teâlâ katında ne kadar makbûl olduğunu gösterir.”

KAN LEKELERİ!..

Seyyid Abdurrahmân, çok cömert ve ihsân sahibiydi. Mal ve canını Allahü teâlânın dînini yaymak için ortaya koyar, uzak yerlerde Allah yolunda cihâd edenlerin yardımına koşardı. Hanımı şöyle anlattı: “Efendim, arada-sırada silâhlarını kuşanır, evden çıkar, sabahtan önce yine eve gelirdi. Geldiğinde üstünde-başında kan lekeleri olurdu. Elbiselerini yıkar sesimi çıkarmazdım. Yine elbiseleri kan içinde geldiği bir gün kendisine; “Efendi! Sık sık gidip, sabaha bu vaziyette geliyorsun. Nereye gidiyorsun ve elbisen niçin kan içinde dönüyorsun?” diye sordum. O da; “Hanım, sağlığımda iken kimseye söylemez isen, bu sırrı sana söylerim” dedi. Ben de; “Söylemem” dedim. Bunun üzerine; “Biz vazifemiz icâbı, zaman zaman dünyânın neresinde müslümanlarla kâfirlerin harbi varsa oraya gideriz. Müslümanlara yardım eder, küffâr ile harbederiz. Ayrıca darda kalmış müslümanların da yardımına yetişiriz” buyurdu. Ben de, o yaşadıkça bu sırrı hiç kimseye söylemeyip sakladım.”
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; sh. 1023
 2) Menkıbelerle İslâm Meşhurları Ansiklopedisi; cild-1, sh. 194
 3) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; cild-17, Sh. 302
 4) Eshâb-ı Kiram; sh. 165, 333

ABDULLAH-İ İLAHİ


Anadolu’da yetişen evliyânın büyüklerinden. İsmi, Abdullah’dır. Molla İlâhî, Şeyh-i Simâvî lakablarıyla tanındı. O zamanki adıyla Germiyan vilâyetinin (Kütahya) Simav kasabasında doğdu. Doğum târihi bilinmemektedir. 1490 (H. 896) târihinde Rumeli Vardar Yenicesi’nde vefât etti. Kabr-i şerifi oradadır. Evliyâ Çelebi, seyahatnamesinde Molla İlahî’nin dîne hizmetlerinden ve kabrinin ziyaret edildiğinden bahsetmektedir.
İlk tahsîlini doğduğu yerde yapan Abdullah-i İlâhî, sonra ilim ve irfan merkezi İstanbul’a giderek Zeyrek Medresesi’ne kaydoldu. Aklî ve naklî ilimlerde yükseldi. Zamanın en meşhur âlimlerinden olan ders okuduğu hocası Alâaddîn Tûsî ile birlikte İran’a gitti. Kirman’da hocasının derslerine devam etti. Bundan sonra Semerkand’a gidip zamanın mürşîd-i kâmili ve evliyânın büyüğü, Ubeydullah-ı Ahrar hazretlerine talebe olup sohbetlerine kavuştu. Ondan feyz alıp, tasavvufda yetişti. İcazet aldıktan sonra hocasının işareti ile Buhârâ’ya geçip Şâh-ı Nakşibend hazretlerinin kabrini ziyaret ederek bir seneye yakın ibâdet ve tefekkürle meşgul oldu. Böylece Nakşibend hazretlerinin rûhâniyetlerinden de feyz alıp, olgunluğa erişti. Öyle ki, Behâeddin-i Buhârî (rahmetullahi aleyh) kabrinden çıkıp ona gözükür, o da hâlini, rüyalarını anlatır, tâbirini dinlerdi. Abdullah-ı İlâhî, bir müddet sonra Semerkand’a hocasının yanına döndü ve sohbetlerine devam etti. Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri ona icazet verdi ve Anadolu’da vazifelendirdi. Yolda zamanın evliyâsından Molla Abdurrahmân Câmî ile Herat’ta görüştü. Sonra memleketi olan Simav’a yerleşti. Simav’da bir dergâh kurup, burada insanın olgunlaşmasını, îmânın vicdânîleşmesini sağlayan Ahrâriyye yolunun edeblerini öğretti.
Osmanlı veziri ve kazasker Manisalı Çelebi Muhyiddîn Efendi’nin ısrarlı davetleri üzerine İstanbul’a gitmeye razı oldu. Vezir Muhyiddîn Efendi’nin kendisi ve talebeleri için hazırladığı yerlerde oturmayı kabul etmeyip, Zeyrek Câmii’nin boş ve viran hâldeki medresesine yerleşti. Kısa zamanda herkesin mürâcât kaynağı oldu. İstanbul’daki evliyânın büyüklerinden Şeyh Vefâ ile görüşüp sohbette bulundu. Bir müddet Zeyrek Câmii Medresesi’nde ilim ve feyz saçtıktan sonra Evrenoszâde Ahmed Bey, onu Rumeli’de Vardar Yenicesi’ne götürmek istediğini arzetti. Yerine Semerkand’dan Anadolu’ya getirdiği talebesi Seyyid Ahmed Buhârî’yi bırakarak, bu daveti kabul edip Vardar Yenicesi’ne gitti. Evrenoszâde’nin yaptırdığı hânekâha yerleşti.
Abdullah-i İlâhî, ömrünün sonuna kadar Rumeli Vardar Yenicesi’nde ikâmet edip, insanları manevî olgunluğa ulaştırmakla meşgul oldu. En meşhur talebeleri Emîr Ahmed Buhârî, Muslihiddîn Tavîl ve Âbid Çelebi’dir. Vardar Yenicesi’nde kıymetli eserler te’lif etti. Onun sebebiyle o belde îmâr gördü. Câmiler, hanlar, ziyâretgâhlar yapıldı. Abdullah-i İlâhî, mütevâzî, güzel ahlâk sahibi bir zât olup, çok kerâmetleri görüldü.
Âbid Çelebi anlatır: “Abdullah-i ilâhî’nin huzurunda bir müddet kalıp sohbetlerine devam ettim. Kalbim açılmadı. Şeyh Muhyiddîn-i İskilîbîye gitmeye karar verdim. Bir gün câmide namaz kılıyordum. Aklımda hep bu düşünce vardı. Hocam da yukarıda namaz kılıyordu. Namazdan sonra bana dönüp; “Seni, namaz kılarken Muhyiddîn-i İskilîbî’nin şeklinde gördüm” buyurdu, özür diledim. Elini öptüm ve hizmetini nîmet bilip ayrılmadım. Gün geçtikçe gönlüm aydınlandı. Ard arda gelen feyzlerine kavuştum.”
Abdullah-i İlâhî’nin en meşhur eserleri şunlardır: 1- Keşf-ül-Vâridât li tâlib-il-kemâlât ve gâyet-id-Derecât. 2- Meslek-üt-tâlibîn vel-vâsilîn: Tasavvufî bir eser olup, Türkçe yazılmıştır. Yazma bir nüshası Süleymâniye Kütüphânesi Lala İsmâil kısmı No: 140’da mevcuddur. 3-Zâd-ül-müştâkîn: Vardar Yenicesi’ne gittikten sonra kaleme aldığı tasavvufî bir eser olup, yüzden fazla tasavvuf ıstılahının açıklamasıdır. Süleymâniye Kütüphânesi İbrâhim Efendi kısmı No: 420’de bir nüshası vardır. 4-Esrârnâme: Süleymâniye Kütüphânesi Hâşim Paşa kısmı No: 203’de bir nüshası vardır. 5- Risâle-i Vücûd: Vahdet-i vücûd mevzuunu îzâh için kaleme alınmıştır. Arabça olup, Süleymâniye Kütüphânesi Mihrişah kısmı No: 203’de bir nüshası vardır. 6- Risâle-i Ehâdiyye: Fârisî dille yazılmıştır. Hadarât-ı hams, âlem-i ceberut, âlem-i lâhût, âlem-i hakâik, cem’ul-cem’, gayb-ul-meçhûl, mâhiyet-ül-mâhiyyât, hüviyyet-i gayb, ehadiyyet gibi terimler açıklanmıştır. Şehîd Ali Paşa Kütüphânesi No: 1390’da bir nüshası vardır. 7- Menâzil-ül-kulûb: Rûzbihân-ı Baklî’ninRisâle-i kuds adlı eserine Farsça yaptığı şerhtir. Bu şerh, Muhammed Takî’nin Rûzbihânnâme adlı eserinin içinde yayınlanmıştır Tahran-1968).
Kenz-ül-esrâr, Necât-ül-ervâh, Risâle-i Molla İlâhî veya Risâle-i Es’ile ve Ecvibe ve Mi’râciyye eserleri de Molla İlâhrye nisbet edilmektedir.
Molla İlâhî’nin Türkçe eserleri onbeşinci yüzyıl Türk nesri bakımından çok önemlidir.

ÖYLE BİR TÖVBE ETTİ Kİ!..

Abdullah-i İlâhî bir gün sohbet ederken, söz, çalışmak ve gayretten açılmıştı. “İnsan çalışıp, gayret göstermedikçe olgunlaşamaz ve bir mertebeye ulaşamaz” buyurmuşlardı. Bu sırada sohbetinde bulunan bir âlim, bu sözleri işitince, kendi kendine bu sözü kabûllenmeyip, at hırsızı kıssası diye bilinen bir hâdiseyi hatırladı. Peki onun hâli nasıl oldu diye düşündü. Abdullah-i İlâhî, o âlimin kalbinden geçen düşünceleri kerâmetiyle anlayıp, o ânda ona doğru dönüp şöyle dedi: “Söylediğim söze, at hırsızlığı yapan kimsenin hâli ile karşı çıkmak hâtıra geldi değil mi? Fakat ona da cevap vardır.” Sonra sohbetinde bulunanlara dönüp; “Hiç o hâdiseyi işiteniniz var mıdır?” diye sordu. Sohbette bulunanlar; “Duymadık” deyince anlatmaya başladı: “Parasız kalan bir hırsız, geceleri at çalıp satardı. Ömrünü böyle heba ederdi. Bir defasında da, bulunduğu şehrin en büyük âlimi ve evliyâsı olan bir zâtın atını çalmak üzere ahırına girmişti. Tam atı çözüp götüreceği sırada ahırın duvarlarından biri yarılıp içeriye bir nûr yayılmıştı. Bu nûr içinde, iki nûr yüzlü zât gözükmüş, hırsız bu hâl karşısında, kendini hemen at gübrelerinin arasına atıp gizlenmiş. Korku ve telaş içinde boğazına kadar gübre içine gömülmüş. Bu sırada ahırın duvarlarından biri daha yarılmış, daha parlak bir nûr gözükmüş. Bu nûr arasından da, o zamanın kutbu ve büyük bir evliyâsı olan ev sahibi (atların sahibi) çıkmıştır. Önce gözüken iki zât onu görünce, hürmet göstererek selâm vermişler. Atların sahibi zât, o iki kişiye niçin geldiklerini sorunca; “Falan evliyâ arkadaşımız vefât etti. Onun yerine kimi tâyin edeceğiz? Size arzetmek istedik” dediler. Atların sahibi olan zât; “Onun yerine” at hırsızlığı yapan kişiyi tâyin ettik” dedi. Soran iki zât da, evliyâ olup, ricâl-ül-gayb denilen velîlerden idiler. O at hırsızlığı yapmaya gelen kimsenin, at gübreleri arasına gömülüp saklandığını biliyorlardı. Hemen yanına vanp, onu gübreler arasından çıkardılar; gönlünü alıp, tebrik edip, kucakladılar. Atların sahibi ve zamanın kutbu evliyâ zâtın da yanına gelip, elini öptüler. Sonra hep birlikte vefât eden arkadaşları evliyâ zâtın cenazesini kaldırmaya gidip, cenaze namazını kıldılar ve defnettiler.”
Abdullah-i İlâhî, sohbetinde bulunanlara bunu anlattıktan sonra şöyle dedi; “Şimdi at hırsızlığı yapmaya giden kimse, nasıl bir çalışma yaptı da ricâl-ül-gayb denilen evliyânın üçler yoluna girip, onlardan oldu diye bir suâl hâtıra gelmesin. Çünkü o zavallının, o zâtlar yanına girdiklerinde, şaşkınlığından ve mahcubiyetinden gübreler arasına saklanıp, ne kadar zorluk ve ne kadar şiddetli pişmanlık duyduğu bellidir. Kurtuluş yolu kalmadığını kesinlikle anlayınca, at çalmak üzere harama yönelişinden dolayı bütün kalbiyle pişman olup, o zamana kadar yaptığı işlere öyle bir tövbe etti ki, işlediği kötü işlerden gönlü temizleniverdi. Allahü teâlâya yönetip riyazet çeken kimseler, onun o ânda yaptığı tövbeyi nice seneler yapamaz.” Abdullah-i ilâhî hazretlerinin bu güzel izahını ve tatlı sözlerini dinleyince, sohbetin başında kalbinde bâzı itirazlar bulunan o âlim kimsenin, içindeki şüphe ve yanlış düşünceleri temizlendi. Abdullah-i İlâhî’nin elini öpüp, özür diledi ve sevenlerinden oldu.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Nefehât-ül-üns tercümesi (Lâmii Çelebi, İstanbul-1289); sh. 460
 2) Şakâik-i Nu’mâniyye Tercümesi; sh. 262
 3) Seyehatnâme (Evliya Çelebi, İstanbul-1318); cild-8, sh. 175
 4) Tezkiret-i Latîfi; sh. 50
 5) Osmanlı Müellifleri; cild-1, sh. 91
 6) Sefînet-ül-evliyâ (Hüseyin Vassâf Halveti, Süleymâniye Kütüphânesi, Yazma bağışlar No: 2305); cild-1, sh. 29
 7) Güldeste-i Riyâz-ı İrfan (İsmâil Beliğ, Bursa-1302); sh. 140
 8) Tâc-üt-tevârih
 9) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; sh. 1079
10) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; cild-11, sh. 214
11) Kâmûs-ül-a’lâm; cild-4, sh. 3099
12) Fevâid-ülbehiyye; sh. 145
13) Şezerât-üz-zeheb; cild-7, sh. 358

BEDRETTİN MEHMET MARDİNİ


On beşinci asır astronomi âlimi. İsmi Mehmed Mardînî, lakabı Bedreddîn’dir. Sıbt Mardînî ismiyle meşhur oldu. Nisbetinden Mardinli olduğu anlaşılmaktadır. Doğum târihi belli değildir. Hayâtı hakkında kaynaklarda fazla bilgiye rastlanmamıştır, ömrünün sonuna doğru Mısır’a giderek Câmi-ul-Ezher’de muvakkit olarak (namaz vakitlerini ayarlayan) vazife yaptı. Astronomi sahasında yazdığı eserlerle meşhur oldu. 1498 senesinde vefât etti. Nerede vefât ettiği bilinmemektedir.
Bedreddîn Mardînî yirmiden fazla eser yazmıştır. Bunlardan bâzıları şunlardır; 1- Dekâik-ul-Hakâik fî Hisâb-id-Derci ved-dekâik: Bir mukaddime, on bölüm, hatimeden meydana gelen eser, Şehâbeddîn Ahmed bin Receb’in Keşf-ül-Hakâik fî Hisâb-id-Dderci ved-dekâikadlı eserinin muhtasarıdır (kısaltmasıdır). 2- Ed-Dürer-ül-Menşûr fil-Amel bir-Rub-id-Düstûr: Bir mukaddime ve altmış bölümden meydana gelmiştir. 3- El-Fethiyye, fil-Amel-il-Ceybiyye,4- El-Havl-il-Muhtasarât fil-Ameli bi Rub-il-mukantarât, 5- İzhâr-us-Sırr-il-Mûdî’ fil-Ameli bir-Rub’i, 6- Keş-ül-Gavâmiz fil-Ferâiz, 7- Kifâyet-ül-Kunû’ fii-Amel bir- Rub- iş-Şimâl-il-Maktu: İzhâr-us-sirr-il-Mûdî’ adlı eserin kısaltılmış şeklidir. 8- Kurret-ün-Nâzır fî Marifeti Vaz’i Hutûtı Fadl-id-Dâir, 9- Kurret-ül-Ayn fî Beyân-il-Mezhebîn: Ferâiz ilmine dâir olan bu eserini, 1495 senesinde yazmıştır. 10- El-Lem’u fil-Hisâb şerhi: Ebü’l-Abbâs Ahmed bin Mehmed Makdisî’nin el-Lem’u fil-Hisâb adlı eserinin şerhidir. 11- Lam’at-üş-Şemsiyye alet-tuhfet-il-Kudsiyye: Ferâiz ilmine dâir bir ta’liktir. 12- El-Leme’ât-ül-Mardîniyye fî şerh-il-Yâsemeniyye, 13- Lukât-ül-cevâhir fî Tahdîd-il-Hutût veddevâir, 14- Mekâsid-üt-Tullâb fî marifet-il-mesâil bilhisâb, 15- Nazm-ül-Cevher-il-Galî fil-Amel bir-Rub’iş-Şimâlî, 16- Hisâb-ül-Cebr vel-Mukâbele, 17- Risâlet-ül-Ceyb: Bu eser 1582 senesinde Ahmed bin Abdulhak Sinbatî tarafından şerh edilmiştir. 18- Risale fî Resm-il-Münharifât, 19- Tashîh-ul-Mesâha fî Taraf-il-Ceyb min er-Rub’ı, 20- Tedrib-ül-Âmil bir-Rub-il-Kâmil, 21- Et-Tırâz-ül-Mezheb fil-Amel bir-Rub-il-Müceyyib, 22- Tuhfet-ül-Ahbâb fî ilm-il-Hisâb, 23- Et-Turuk-us-Seniyye fil-Amel bin-Nisbet-is-Sittîniyye.
Bedreddîn Mardînî’nin yazmış olduğu eserlerden Kifâyet-ül-Kunû’, Tashîh-ul-Measâha ve Rub’u Müceyyib risaleleri bir arada olarak 1853 senesinde basılmıştır.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Osmanlı Müellifleri; cild-3, sh. 255
 2) Osmanlı İmparatorluğu’nda Fen İlimleri ve Yetişen Bilginler; sh. 267
 3) Keşf-üz-zünûn; cild-1, sh. 628
 4) Rub’u Tahtası (Faün Gökmen); sh. 5

BAYEZİD CAMİİ


İstanbul’un büyük câmilerinden biri. İstanbul’un yedi tepesinden biri üzerinde yapılan ve bulunduğu semte adını veren muhteşem bir câmidir. Sultan İkinci Bâyezîd Han tarafından yaptırıldı. Câminin temeli 1501 senesinde atılıp, yapımı beş sene sonra 1505’de tamamlandı. Câmi bir külliye hâlinde olup, yanına; mektep, medrese, imâret, kervansaray ve hamam yaptırılmıştır.
Türk câmi mimarisinin en güzel örneklerinden biri olan bu câminin mimarının; Mîmâr Kemâleddîn ve Üstâd Hayreddîn olduğu hakkında İhtilaf vardır. Ayrıca mimarının Yakub Şah ve bunun talebeleri Ali ve Yûsuf olduğu rivayet edilmektedir. Bunların herbirinin câminin inşâsında çalıştığı fakat hangisinin mîmâr başı olduğu bilinmediğini söyleyenler de vardır.
Bâyezîd Câmii’nin külliyesindeki medreseye, müderris olarak ancak şelhülislâm olanlar tâyin edilirdi. İlk müderrisi şeyhülislâm Zembilli Ali Efendi’dir.
Caminin kubbesi dört filayağı ve iki sütuna oturmaktadır. Merkezî kubbenin mihrab ve medhal tarafından iki yanlarında iki yarım, diğer yanlarında dört kubbe bulunmaktadır. Yanlar, biri merkezî olmak üzere, beşer kubbelidir.
Cami iki minareli, her minare de birer şerefelidir. Güneyde bulunan, câmi ile birlikte; diğeri ise bir hayli zaman sonra yapılmıştır. Her ikisi de gerek iç ve dış görünüşleri, gerekse süslemeleri bakımından çok güzeldir.
Caminin Bâyezîd meydanına bakan yüzünde, dışarıya üç kapı ile bağlanan revaklı bir avlu vardır. Avluyu ortadaki şadırvanla kenarlardaki 20 sütuna dayalı 25 kubbe süslemektedir. Avlu ve şadırvanda Osmanlı mimarisinin bütün inceliklerini görmek mümkündür.
Câmi’nin sağ tarafına, şeyhülislâm Veliyyüddîn Efendi tarafından 1736 yılında bir kütüphâne yaptırılmıştır. Mihrâb üzerindeki kapı ile, şadırvan avlusu kapılarında Hattat Şeyh Hamdullah’ın yazdığı levhalar mevcuddur.
Mihrabın ön tarafına Yavuz Sultan Selîm Han tarafından yapılan türbede, sultan İkinci Bâyezîd Han, yanındaki küçük türbede de kızı Selçuk Sultan medfundur. Ayrıca bahçede Osmanlı devrinde yaşamış büyük zâtların ve bâzı meşhur kimselerin kabirleri vardır.
Bâyezîd Câmii, 1509, 1797, 1870, 1940, 1958 yıllarında esaslı tamirler görmüştür.
Evliya Çelebi, Seyâhatnâme’sinde Bâyezîd Câmii hakkında bilgi verirken; “Caminin yapımına başlandığı zaman mîmârbaşı; “Pâdişâhım, mihrabı ne şekilde yapalım?” diye sordu. Sultan Bâyezîd Han; “Şu anda ayağıma bas” dedi. Mimarbaşı ayağına basınca hemen Kabe’yi gördü. Bunun üzerine sultân Bâyezîd-i Velî’nin ayaklarına kapandı. Sonra mihrabı yapmaya başladı...” demektedir.
İbâdete bir Cuma günü açılan câmide, ilk namazı ikinci Bâyezîd Han kıldırmıştır. Bu hâdiseyi Evliyâ Çelebi; “Caminin yapısı tamam oldukta, bir Cuma günü, büyük bir cemâat toplanıp açıldı. Bâyezîd-i Velî buyurdular ki: “Her kim ki ömründe ikindi ve akşam namazlarının sünnetini tamam kılmışsa şu mübarek vakitte o kimse imâm olsun.” Derya misâli cemâat içinden, bir kişi çıkmayınca, Bâyezîd Han; “Elhamdülillah! Seferde ve hazerde (barış zamanında) sünnetleri terk etmedik” diyerek kendisi imâm olup namazı kıldırdı” diye anlatmaktadır.
Sultan İkinci Bâyezîd Han, İstanbul’daki câmi ve külliyesinden başka Amasya ve Edirne’de de birer câmi ve külliye yaptırmıştır. Bunların adı da Bâyezîd Câmii’dir. Amasya’daki Bâyezîd Câmii 1481-1486 yılları arasında Yeşilırmak kıyısında inşâ edilmiştir. Mîmâr Hayreddîn’in eseri olduğu tahmin edilen külliye; câmi, medrese, imâret, tabhâne ve hattat mektebinden müteşekkil idi. Sonradan bir şadırvan bir muvakkithâne ve üç türbe ilâve edildi. Klâsik öncesi Osmanlı mimarlığının mühim örneklerinden olan külliyenin medresesi bugün İl Halk Kütüphânesi olarak kullanılmaktadır.
Sultan İkinci Bâyezîd Han tarafından Edirne’de yaptırılan Bâyezîd külliyesinin inşâsı 1488 yılında tamamlanmıştır. Yine mîmâr Hayreddîn’in eseri olduğu söylenen külliye, Tunca nehri kenânndadır. Câmi, tıp medresesi, şifâhâne, imâret, hamam, mutfak, depo, mumhâne gibi yapılar geniş bir alana yayılarak büyük bir külliye meydana getirmiştir. Avrupa’da akıl hastalarının kafalarına şiş sokularak şeytanların kovulmaya çalışıldığı bir dönemde, müzikle tedavi yollarının denendiği Osmanlı hastahânelerinden biri de bu şifâhânedir. Bugün Trakya Üniversitesi Tıp Fakültesi tarafından kullanılmaktadır.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Hadikat-ül-Cevâmi’; cild-1, sh. 13, cild-2, sh. 36, 37
 2) Rehber Ansiklopedisi; cild-2, sh. 286
 3) Eminönü Câmileri (T.D.V. Eminönü Şûbesi, İstanbul-1987); sh. 35

EMİR SULTAN


Osmanlıların kuruluş devrini yaşamış olan büyük âlim ve evliyâ. Yıldırım Bâyezîd Han’ın dâmâdı olup, seyyiddir. Nesebi (soyu) hazret-i Hüseyin’e dayanır. İsmi, Muhammed bin Ali, lakabı Şemsüddîn’dir. 1368 (H. 770) târihinde Buhârâ’da doğdu. 1430 (H. 833) târihinde Bursa’da tâûn hastalığından vefât etti. Kendi ismiyle anılan câmi yanındaki türbesinde medfûndur. Ziyaret edenler mübarek ruhundan feyz almaktadır.
Emir Sultan, âlim ve ilim menbaı olan Buhârâ’da yetişti. Mekke-i mükerreme ve Medîne-i münevverede ilim tahsil etti. Niyeti Medine’ye yerleşmekti. Ancak gördüğü bir rüya üzerine Bursa’ya geldi. Bursa’da Şemseddîn Fenârî’den ders aldı ve icazet yâni diploması hocası tarafından yazıldı. Başta Yıldırım Bâyezîd Han olmak üzere, Bursalıların sevgisini kazandı. Sultan Yıldırım Bâyezîd Han’ın kızı Hundi Hâtun’la evlendi. Sultan Yıldırım Bâyezîd Han’a Abbasi halîfesi tarafından Sultân-ı İklim-i rûm ünvânı verildiğinde, kılıcı Pâdişâh’a Emir Sultan kuşattı. Emir Sultan,Kerâmetler sultânı diye de anılmıştır. Zamanındaki Osmanlı sultanları kendisine hürmet eder, sefere çıkacaklarında huzuruna gelip, mübarek duâsını alırlardı. Onun eliyle kılıç kuşanırlardı. Emir Sultan hayâtı boyunca din ve vatan için yapılan gazâları teşvik etti. Talebelerine bu işlerin kudsiyetini devamlı anlatırdı. Vefâtından sonra bile mânevi yardımlarının serhat boylarındaki gâziler tarafından görüldüğü devamlı anlatıla gelmiştir.
Emir Sultan hazretleri çok gayret göstermesine rağmen, Tîmûr-Yıldırım çarpışmasının önüne geçemedi. İki müslüman-Türk ordusunun birbirleri ile savaşmasını istemiyen Emir Sultan, neticenin ne olacağını da çok iyi biliyordu. Ankara muhârebesinin başlamasına çok az bir zaman varken, eşi Hundi Hâtûn’un isteği üzerine cepheye vardı ve Yıldırım Bâyezîd Han ile görüştü. Buna rağmen savaştan vazgeçiremedi. Emir Sultan’ın îkâz ettiği şekilde muhârebe Yıldırım Bâyezîd Han’ın aleyhine neticelendi.
Ledünnî ilme sâhib olan Emir Sultan hazretlerinin çok kerâmeti görülmüştür. Bâzıları şöyledir:
Emîr Sultan hazretleri, Medîne-i münevvereye yerleşmek ve ömürlerinin sonuna kadar orada kalmak niyetinde iken, bir rüya gördü. Rüyasında Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem ile hazret-i Ali’yi yanyana oturmuş gordu. Yanlarına vardı ve diz çöküp oturdu. Hazret-i Ali ona; “Ey oğlum! Sana cenâb-ı Hak tarafından ceddin Muhammed’in (sallallahü aleyhi ve sellem) sünnetini, takva yoluyla öğretmen için rûm iline gitmen işaret olundu. Senin önünde, ilerleyen nurdan üç kandil belirecek, o kandiller nerede gözünden kaybolursa orada kalacaksın. Mezarın da orada olacak” dedi. Emir Sultan uykudan uyanınca; “Demek ki takdîr-i ilâhî böyle” diyerek yola çıktı. Hazret-i Ali’nin dediği gibi, üç kandil ona kılavuzluk etti. Bursa’ya geldiği zaman, önündeki nurdan üç kandil, pınar başında üç servi civarında fakirler için tahsis edilmiş eski bir kilisenin yanında kayboldular. Böylece Emir Sultan Bursa’ya yerleşti.
Yıldırım Bâyezîd Han, müslümanların ibâdet etmeleri için, Bursa’nın güzide bir yerinde câmi yaptırmak istedi. Bu durumdan vezirini de haberdâr etti. Bugünkü Ulu Câmi’nin yeri uygun görüldü ve arsa sahiplerine mülklerinin bedelleri verildi. Herkes gönül rızasıyla arsalarını verdi. Fakat câminin inşâ edileceği yerde ihtiyar bir kadının evi vardı. “Ben evimi satmam” diye diretiyordu. Ona; “Bize bu ev mutlaka lâzım” denildi ise de, hiç kimsenin sözünü dinlemedi. Sultan Yıldırım Bâyezîd Han kadının yanına gidip, durumu anlattı, fakat fikrinden döndüremedi. Sonra Sultan, dîvânı toplayarak bu hususu görüştü. Dîvânda, Emir Sultan’a durumun bildirilmesi ve ona göre hareket edilmesi kararına varıldı. Sultan Bâyezîd, Emir Sultan’ın yanına giderek durumu anlattı ve; “Sizin himmetinize muhtacız, yoksa câmi yapılamaz” dedi. O gece ihtiyar kadın rüyasında mahşer günündeki hâlini gördü. Herkes Muhammed aleyhisselâmdan şefâat umup Cennet tarafına gidiyorlardı. İhtiyar kadın da onlar gibi Cennet’e gitmek istedi. Fakat yürümeye gücü olmadığı için, Arasat meydanında yapayalnız kaldı. Bunun üzerine ihtiyar kadın feryâd etmeye başlayınca, zebânîler ona; “Niye ağlıyorsun?” diye sordular, ihtiyar kadın; “Müslüman taife Cennet’e gitti. Ben kaldım onun için ağlarım” dedi. O sırada gâibden bir ses; “Eğer sen de Cennet’e gitmek istersen, Yıldırım Bâyezîd Han’a evini sat, inad etme yoksa inatçılardan olup cehennemlik olursun” dediği anda uyandı. Evini bir nurun kapladığını gördü. “Elhamdülillah ben de Cennet ehli oldum” diyerek sabaha kadar ibâdetle meşgul oldu. Sonra gönül rızâsı ile evini satarak câminin yapılmasına vesîle oldu.
Emir Sultan hazretleri, devamlı olarak sazdan örülmüş hasır üzerinde otururdu. Mübarek dudakları devamlı hareket eder ve şu şiiri sık sık söylerdi:
“Eğer gönlün benimle olursa,
Yemen’de olsan bile yanımdasın.
Eğer gönlün benimle değilse,
Yanımda olsan bile uzaktasın.
Dinle bak Hak ne hoş söyledi.
Zebur’unda Davud’a buyurdu.
Düşman ol önce nefs belâsına,
Ondan, bana uymakla kurîulasın.
Gel şimdi sen de düşman ol nefsine,
Zayi eyle onu her ne dilerse,
Sen bu işte atarak riyâyı,
Kendine rehber kıl evliyâyı.
Eğer anlarsan budur sâna ol,
Nefsinin şerrinden halâs ol,
Nefsinin muradından uzak dur,
Düşersen eğer şeytana uzak dur”
Osmanlı edebiyatı içinde şiirleri ile mühim yer tutan meşhur şâir Ahmed Paşa onun için;
Ne akdı rûma bir ulu derya senin gibi,
Ne âleme getirdi Buhârâ senin gibi.
Can mülkünü muhabbetin ârâyiş eyledi,
Kimdir cihânda memleket-ârâ senin gibi.
diyerek, Anadolu’ya Emir Sultan hazretleri gibi başka bir büyüğün gelmediğini, Buhârâ’da onun gibi bir yüce zâtın doğmadığını, can ülkesinin onun sevgisi ile süslendiğini ve cihânda ülkeleri ondan başka kimsenin süsleyemeyeceğini dile getirmiştir.

ARANAN ASKER

Emir Sultan Bursa’ya geldiği zaman, Yıldırım Bâyezîd Han Macarlarla savaşıyordu. Düşman kuvvetleri Osmanlı ordusuna büyük zayiat verdiriyorlardı. Bu esnada bir genç, yaralıların yaralarını sarıyor, bâzan da ellerini açıp duâ ediyordu. Kolundan yaralanan Yıldırım Bâyezîd, bu genç askerin gayret ve maharetle yaraları sardığını görünce, ona karşı kalbinde bir yakınlık hâsıl oldu. Yanına kadar giderek; “Benim de kolumda yara var, yaramı sar” deyince. Emir Sultan cebinden bir mendil çıkarıp yarasını sardı. Sabah olunca, sarılan bütün yaraların iyi olduğunu, askerlerin ayağa kalktıklarını Yıldırım Bâyezîd Han’a haber verdiler. Yıldırım Bâyezîd merak edip kendi yarasını açarken, kolundaki mendilin, hanımının nişanlı iken kendisine hediye ettiği mendilinin yarısı olduğunu gördü. Akşam yaraları saran askerin, yanına getirilmesini emretti ise de bulamadılar.
Aylar sonra Bursa’ya dönen Osmanlı ordusunu ve sultânı karşılayanlar arasında Emir Sultan da vardı. Yıldırım Bâyezîd, onunla selâmlaşınca, harb meydanında yaralıların yaralarını ve kendi yarasını saranın bu genç olduğunu anladı. Sultan, ona şifreli olarak; “O el çabukluğu ne idi?” diye sordu. Emir Sultan; “Allah’ın kuvvet ve yardımı, o biât edenlerin vefâ ve sadâkatlerinin üzerindedir” (Feth sûresi: 10) mealindeki âyet-i kerîmeyi okudu. Yıldırım Bâyezîd; “Ya o mendilin yarısı ne oldu? diye sorunca, Emir Sultan; “Babacığım, o mendilin yarısı cebimdedir. Bendeniz damadınız Muhammed Şemseddîn” dedi. Yıldırım Bâyezîd Han atından inip onunla kucaklaştılar ve göz yaşlarını tutamıyarak ağlaştılar.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Şakâyık-ı Nu’mâniyye Tercümesi; sh. 76
 2) Vefeyâtnâme (Baldırzâde Muhammed, Es’ad Efendi Kısmı, No: 1381)
 3) Yâdigâr-ı Şemsi (Şemseddîn Mehmed, Bursa-1332)
 4) Menâkıb-ı Emir Sultan (Senâî Efendi, İstanbul-1290)
 5) Güldeste-i Rıyâz-ı İrfân; sh. 70
 6) Kâmûs-ül-a’lâm; cild-2. sh. 1041
 7) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; sh. 1004
 8) Rehber Ansiklopedisi; cild-5, sh. 109
 9) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; cild-11, sh. 356