14 Mart 2020 Cumartesi

MECLİS-İ UMUMİ


Osmanlı Devleti’nde birinci Meşrutiyet’in ilânından sonra kurulan Meclis-i âyân ile Meclis-i meb’ûsân’ın birleşmesiyle meydana gelen meclis, parlamento.
Birinci Meşrûtiyet’in ilânından sonra, daha önce hazırlanıp îlân edilen geçici bir talimata (Tâlimât-ı muvakkateye) göre ilk meb’ûs seçimleri 1877 yılının başında yapıldı. Bu talimata göre seçilen 69’u müslüman 46’sı gayr-i müslim 115 meb’ûs ile kırk üye yerine yirmi altısı tâyin edilen Âyân meclisinden meydana gelen ilk Meclis-i umûmî, 20 Mart 1877’de Dolmabahçe Sarayı’nın Dîvân-ı hümâyûn salonunda mâbeyn başkâtibi Mehmed Sa’îd Bey’in (Paşa) Pâdişâh’ın nutkunu okuduğu ve sultan İkinci Abdülhamîd Han’ın da hazır bulunduğu törenle açıldı.
Dîvân yeri denilen yerde, Topkapı Sarayı’ndan gelen taht kuruldu. Tahtın sağında bakanlar, meb’ûslar ve âyân meclisi üyeleri, Osmanlı birleşik milletleri rûhânî reisleri (Patrik ve hahambaşı), devlet şûrası ve Adliye erkânı yer aldı. Tahtın sol tarafında şeyhülislâm, kazaskerler ve diğer ilmiye erkânı, gerilerinde de ferikler yer almışlardı. Bunların hizasında, önlerinde İran elçisi bulunduğu hâlde, İstanbul’daki yabancı devlet elçileri ve maiyyetleri yer aldı.
Teşrifat nâzırı Kâmil Bey’in idare ettiği açılış merasimine, az bir müddet kala, sultan İkinci Abdülhamîd Han, sol tarafında velîahd Reşâd Efendi ve şehzâde Kemâleddîn Efendi olduğu hâlde, salondaki yerini aldı. Hazırlamış olduğu açılış konuşması metnini başkâtip Sa’îd Paşa’ya verdi. O da öpüp başına koyduktan sonra bu metni okudu.
Sultan İkinci Abdülhamîd Han, bu metinde, birinci defa toplanan Meclis-i umûmîyi açmaktan duyduğu memnuniyeti belirttikten sonra, devletin idaresinde aslolanın adalet olduğunu, Osmanlı tebeasının din ve mezhep hürlüğünü altı yüz yıldan beri bu sayede muhafaza ettiğini ifâde ediyordu.
Açılış töreninden sonra, âyân ve meb’ûsân meclisleri Ayasofya civarındaki eski Darülfünûn binasında, kendilerine ayrılan yerlerde çalışmaya başladılar. “Pâdişâhıma, vatanıma ve Kânûn-i esâsî hükümlerine, bana verilmiş olan vazifeye saygı gösterip, aksine hareket etmekten, sakınacağıma yemîn ederim” şeklinde üyelerinin Kur’ân-ı kerîm üzerine yemîn ettiği Meclis-i meb’ûsâna ilk başkan olarak Ahmed Vefik Paşa tâyin edildi.
Bu meclisde müslümanlardan başka azınlıklara mensûb ve gayr-i müslim olan çok sayıda üye mevcûddu. Müslüman olduğu hâlde, seçildiği bölgenin devlet aleyhine olan isteklerini savunanlar da vardı. Daha ilk toplantılardan itibaren meb’ûslar arasında memleket ve devlet işleriyle ilgili önemli görüş ayrılıkları ortaya çıktı. Meb’ûsân meclisi 28 Haziran 1877’de çalışmalarını tamamlayarak dağıldı.
Umûmî meclisin ikinci devre çalışması 13 Aralık 1877’de başladı ve 16 Şubat 1878’e kadar sürdü. Meclisin ikinci devre çalışması sırasında Doksanüç harbi diye bilinen Osmanlı-Rus harbi patlak verdi.
Ruslar, Tuna’yı aldılar ve Plevne’yi Gâzi Osman Paşa’nın şanlı müdâfaasına rağmen ele geçirdiler. Balkanlarda, Şıpka önlerine gelerek Sofya üzerine yürümeye hazırlandılar. Doğuda da Erzurum’u kuşattılar. Karadağlılar ise, çıkardıkları karışıklıklarla Bosna ve Hersek havalisini kana boğdular. Meclis-i umûmî yaptığı tartışmalı ve gürültülü toplantılarda, memleket faydasına olan kararlar almak şöyle dursun, memleketin durumunu daha çok tehlikeye sokacak tartışmalara girdi. İkinci devre çalışmaları daha hareketli ve çekişmeli geçmeye başladı. Memleket ve millet faydasına çıkacak kânun çalışmalarını ve harb ile ilgili olarak alınacak tedbirleri bir tarafa bırakan Meb’ûsân meclisi, hükûmet çalışmalarını tenkid etmekle ve seçildikleri bölgelerin bölücü isteklerini savunmakla meşgul oldular. Böylece asırlardır birlik ve beraberlik içinde yaşayan Osmanlı tebeasının birbirine düşmesine ve Osmanlı ülkesinin parçalanmasına hizmet ettiler. Azınlıkta kalan, vatanın bütünlüğü ve milletin birliğini savunan meb’ûsların sözleri de te’sirsiz hâle geldi. Bu şartlar karşısında sultan İkinci Abdülhamîd Han Kânûn-i esâsî’nin 43. maddesine dayanarak, 14 Şubat 1878’de Umûmî meclisin kapatılmasını emretti. Sultan İkinci Abdülhamîd Han’ın Meclis-i meb’ûsânı kapatma karârı, meclisin 14 Şubat 1878 tarihli toplantısında okundu. Meb’ûslar dağıldılar. Böylelikle Birinci Meşrûtiyet dönemini bitirmiş oldu.
Asırlardır Osmanlı Devleti’nin yıkılmasına çalışan Rusya ve hıristiyan Avrupa devletlerinin tahrikleri ve Avrupa’ya devlet parasıyla tahsile gönderilip, yabancı fikirlerin te’sirinde kalarak Pâdişâh’a, Osmanlı Devleti’ne ve Bâb-ı âlî hükümetlerine karşı çıkan, sözde aydınlardan meydana gelen İttihâd ve Terakkî komitesi, halkı, Pâdişâh ve hükümet aleyhine kışkırttı. Ordudaki subayların grublara ayrılması sebebiyle memlekette otorite boşluğu meydana geldi.
İleri görüşlü bir devlet adamı olan sultan İkinci Abdülhamîd Han, vuku bulacak tehlikeleri önlemek maksadıyla 30 sene, beş ay, dokuz gün sonra 23 Temmuz 1908’de, ikinci Meşrûtiyeti ilân etti. Kânûn-i esâsî hükümlerine göre Kasım ayı başında meb’ûs (milletvekili) seçimlerinin yapılacağını, ilgili makamlara ve vilâyetlere tebliğ etti. 1908 yılının Kasım ve Aralık aylarında yapılan meb’ûs seçimlerine İttihâd ve Terakkî fırkasıyla, Ahrâr fırkası katıldı. Ordu içindeki subaylardan destek alan İttihâd ve Terakkî fırkası, rakîbinin seçimlerde ekseriyeti kazanmaması için her türlü tedbîre baş vurdu. Hattâ etkisi altında bulundurduğu hükümet ve idare mekanizmalarından faydalanmak suretiyle, şiddet ve baskıya başvurmaktan da çekinmedi. Bu teşebbüslerinde de muvaffak olarak, İttihâd ve Terakkî fırkasının çoğunluğuna dayanan bir meb’ûslar meclisi teşekkül etti. Kânûn-i esâsî gereğince Pâdişâh tarafından seçilen Âyân meclisi ile Meb’ûslar meclisinden meydana gelen Meclis-i umûmî 4 Aralık 1908’de açıldı.
Meb’ûsân meclisinde çoğunluğa sâhib olan, İttihâd ve Terakkî ile hükümetin arası kısa bir müddet içinde açıldı. 31 Mart vak’asından sonra sultan İkinci Abdülhamîd Han tahttan indirilerek Selânik’e gönderildi. Yerine de beşinci Mehmed Reşâd getirildi. Ekseriyeti İttihâd ve Terakkî tarafdârı, gayr-i müslim ve Türk olmayan unsurlardan meydana gelen Meclis-i meb’ûsân, Mayıs 1909’da Kânûn-i esâsî üzerinde değişiklikler yaptı. Meclis-i âyân ve Pâdişâh tarafından da tasdik edilen değişikliklerin, Meclis-i meb’ûsânda görüşülmesi esnasında çok sert tartışmalar oldu. Bu değişikliklerle Pâdişâh’ın ve Âyân meclisinin yetkisi daraltılıyor, Meclis-i meb’ûsânın yetkileri fazlalaştırılıyordu.
1911 yılının Kasım ayında İstanbul’da yapılan ara seçimi, İttihâd ve Terakkî fırkası kaybetti. Bu seçimi kazanan Hürriyet ve îtilâf fırkası, mecliste, hükûmetin Trablusgarb’ı savunmadaki başarısızlığı ile ilgili bir genel soruşturma istedi. Bâzı İttihâdçı meb’ûslar da muhalefete katıldı. Meclisin kontrollerinden çıkmak üzere olduğunu gören İttihâd ve Terakkî fırkası ile gelenleri, sadrâzam Saîd Paşa’dan meclisi fesh etmesini istediler. Bunu yapmak için Kânûn-i esâsî’nin 7 ve 35. maddelerini değiştirerek; pâdişâha, meclisle kabîne arasında bir tartışma olmadan da meclisi fesh hakkı yeniden verilmek istendi. Hürriyet ve îtilâf fırkası, pâdişâhın yetkisini güçlendirmek için bu tedbîrin alınmasını daha önce kendisi istediğinden karşı çıkmadı. Buna rağmen değişiklik teklifi mecliste reddedildi. Böylece meclisle kabîne arasında görüş ayrılığı çıktı. Bu durum değiştirilmek istenen 35. madde ile çözüldü ve pâdişâh 18 Ocak 1912’de Meclis-i meb’ûsânı fesh etti.
Sopalı seçim olarak anılan yeni bir umûmî seçim yapılarak yeni Meclis-i meb’ûsân 18 Nisan 1912’de toplandı. Mayıs ayı içinde Kânûn-i esâsî’de yapılması istenen değişiklik tasarıları tekrar meclise getirildi. Bu tasanlar Meclis-i meb’ûsân dan geçtiyse de, Âyân meclisinin ve Pâdişâh’ın tasdikinden bâzı siyâsî olaylar sebebiyle geçmedi.
Memleket ve millet faydasına kânunlar çıkarmaktan uzak olan Meclis-i meb’ûsân, kısır tartışmaların uzaması ve netîce alınamaması üzerine, sadrâzam Gâzi Ahmed Muhtar Paşa tarafından 5 Ağustos 1912’de fesh ettirildi. Yeniden umûmî meb’ûs seçimlerinin yapılması kararlaştırıldı. Fakat bu sırada Balkan harbi patlak verdi. Bunun üzerine, genel seçimler tehir olunarak memlekette örfî idare (sıkıyönetim) îlân edildi. Balkan harbi sırasında, Hürriyet ve İtilâf ağırlıklı Kâmil Paşa hükümeti kuruldu. 23 Ocak 1913’de meydana gelen kanlı Bâb-ı âlî baskınından sonra iktidara gelen İttihâd ve Terakkî, 1914 seçimlerine tek parti olarak girdi. Dolayısıyla İttihâd ve Terakkî fırkası, Meclis-i meb’ûsânda tek parti olarak faaliyet gösterdi. Birinci Dünyâ savaşı boyunca faaliyetini sürdüren Meclis-i meb’ûsân, savaşın mağlûbiyetle bitmesinden sonra imzalanan Mondros mütarekesiyle birlikte 21 Aralık 1918’de sultan Vahideddîn Han tarafından yeniden seçim yapılmak üzere fesh edildi.
Yapılan seçimden sonra ilk toplantısını 12 Ocak 1920’de yapan son Meclis-i meb’ûsânın açılışına, sadrâzam Ali Rızâ Paşa katıldı. Bu toplantıya ancak 27 meb’ûs geldi. Ömrü kısa olan bu meclis, 16 Mart 1920 günü İstanbul’un İtilâf devletleri tarafından işgal edilmesi üzerine 11 Nisan 1920 târihinde Pâdişâh’ın irâde-i seniyyesi ile yeniden seçilmek üzere fesh edildi. Böylece Birinci Meşrûtiyetin ilânından îtibâren altı defa teşekkül etmiş olan Meclis-i meb’ûsân, târihe karışmış oldu. 1876 Kânûn-i esasisinde Meclis-i umûmî olarak bildirilen meclis, âyân ve meb’ûsân olmak üzere iki ayrı hey’etten meydana geliyordu.

1- Âyân Meclisi:

Hey’et-i âyân adı da verilen bu meclisin üyeleri, pâdişâh tarafından seçiliyordu. Bu hey’etin üye sayısı Meclis-i meb’ûsân’ın üçte birinden fazla olamaz ve Meclis-i meb’ûsânın hazırladığı bütçe ve tasarılarını görüşerek karâra bağlar, lüzumu hâlinde tekrar görüşülmek üzere geriye gönderirdi. Kabul ettiği kânun tasarılarını, tasdik ederek, icra (uygulama) için sadrâzama gönderirdi. Âyân meclisi üyeleri ömür boyu olmak şartıyla seçilirdi. Bu meclise üye olabilmek için; geçmişi ve görevi bakımından herkesin güvenini kazanmış, devlet hayâtında değerli hizmet ve eserler vermiş ve kırk yaşını doldurmuş olmak gerekliydi. Âyân meclisi üyeliğine; vekillik, vâlilik, mareşallik, kazaskerlik, elçilik, patriklik, hahambaşılık vazifelerinde bulunmuş olan kimselerle, kara ve deniz ferikleri (korgeneral ve orgeneral) ve gerekli sıfatlara sâhib kişiler seçiliyordu. Üyelerin aylık maaşı, on bin kuruş idi.
Âyân meclisi, Meb’ûsân meclisi toplanmadıkça toplanamazdı. Fevkalâde hâllerde, pâdişâhın isteği veya meb’ûsların salt çoğunluğunun yazılı isteği ile vaktinden önce toplanabilirdi.
Birinci Meşrûtiyetin îlânından sonra ilk olarak teşkil olunan Meclis-i umûmîde 40 kadar Âyân meclisi üyesinden ancak 26’sı tâyin edildi. Bunların 21’i müslüman, diğerleri ise başka dinlerden olan kimselerdi. İlk Âyân meclisi başkanlığına Server Paşa getirilmişti. Sultan İkinci Abdülhamîd Han’ın, Birinci Meşrûtiyet Meclis-i meb’ûsânını fesh etmesinden sonra, Âyân meclisi üyeleri hiç bir vazifeye tâyin edilmeyip normal maaşlarını aldılar. 1908’de İkinci Meşrûtiyet’in ilân edilmesi sırasında Âyân meclisi üyelerinden üç kişi hayâtta kalmıştı. Bu üyeler İkinci Meşrûtiyet’ten sonraki Âyân meclisinde de yer aldılar. Kadrosu zaman zaman değişen Âyân meclisinin vazifesi, mütâreke devrinden İstanbul’un îtilâf devletleri tarafından işgal edilmesine kadar devam etti. İşgal üzerine Meb’ûsân meclisi dağıldı ve vazife yapamaz duruma düştü. Âyân meclisi, 4 Kasım 1922’de Türkiye Büyük Millet Meclisi kurulunca tamamen hükümsüz hâle geldi.

2- Meb’ûsan Meclîsi:

Meclis-i umûmînin ikinci kısmını teşkil eden, Hey’et-i meb’ûsân adı da verilen bu meclisin üyeleri halk tarafından seçilirdi. Meb’ûsan meclisinin üye sayısı her 50.000 Osmanlı vatandaşına bir temsilci düşecek şekilde tesbit ediliyordu. Seçim gizli oyla yapılmaktaydı.
Osmanlı vatandaşı olmayan, özel bir durum gereğince geçici olarak yabancıların hizmetinde bulunan, Türkçe bilmeyen, 30 yaşını tamamlamamış, iflâs ile mahkûm olup da itibârı henüz iade edilmemiş olan, kötü hâli ile şöhret bulan, daha önce hacir altına alınmasına hükmedilmiş olup da hâlen hacir altında bulunan, medenî haklardan mahrum olan ve başka devletin vatandaşı olduğunu iddia eden kimseler, bu meclise üye seçilemezdi. Ayrıca yapılacak seçimlerde meb’ûs seçilebilmek için, Türkçe okumak ve mümkün olduğu ölçüde yazmak şartı aranıyordu.
Meb’ûs seçimi her dört senede bir yapılır; seçilen tekrar seçimlere katılabilirdi. Hey’et-i meb’ûsân üyeleri sâdece kendini seçen bölgenin vekili olmayıp, bütün Osmanlıların vekîli hükmündeydi. Hey’et-i meb’ûsânın başkanlığına hey’et tarafından çoğunlukla üç; ikinci ve üçüncü başkanlıklara üçer kişi olmak üzere dokuz kişi seçilerek pâdişâha sunulur, bunlardan biri başkanlığa ikisi de başkan vekilliklerine, pâdişâhın iradesiyle, tercih ve tâyin olunurlardı. Meb’ûslar meclisinin görüşmeleri alenî olup, bâzı hâllerde görüşmelerin gizli yapılmasına karar verilebilirdi.
Meb’ûs genel seçimine Hey’et-i meb’ûsânın toplantı târihinin başlangıcı olan Kasım ayından asgarî dört ay önce başlanacaktı. Seçmenler, meb’ûsları mensûb oldukları vilâyet ahâlisi içinden seçmek zorundaydı. Üyeliklerde herhangi bir sebeble (ölüm, meclise devamsızlık, istifa ve mahkûmiyet veya bir me’mûriyete tâyin edilmek gibi) boşalma durumunda, gelecek toplantıya katılabilmesi için, boşalan üyeliğe bir başkası usûlüne uygun olarak tâyin olunurdu. Boşalmış olan üyeliğe seçilecek üyenin görev müddeti bir sonraki genel seçime kadar sürerdi. Meb’ûslara toplantı için her yıl hazîneden 20.000 kuruş, aylık olarak da 5.000 kuruş maaş ödenirdi. Ayrıca maaşa, ek olarak seyahatler için harcırah da verilmekteydi. Bir kişi hem Âyân hem de Meb’ûsân meclisine aynı anda üye olamazdı.
Meclis-i umûmînin çalışma esasları: Kânûn-i esâsî hükümlerine göre; Meclis-i umûmîyi meydana getiren Âyân ve Meb’ûsân meclisleri her yıl Kasım ayı başında pâdişâhın irâde-i seniyyesi ile toplanır ve Mart ayı başında yine pâdişâhın irâde-i seniyyesi ile çalışmalarını tamamlardı.
Meclis-i umûmînin açılışında bizzat pâdişâh veya pâdişâhı temsîlen sadrâzam, Vekiller hey’eti ile Hey’et-i âyân ve Hey’et-i meb’ûsânın bütün üyeleri hazır bulunurdu. Resmî açılış töreni yapılır, gelecek yıl için devletin iç durumu, dış münâsebetleri ve bu hususlarda alınması gereken tedbirlerle ilgili pâdişâhın nutku okunurdu.
Hey’et-i meb’ûsânın toplantı müddeti boyunca üyelerinden hiç biri, hey’et tarafından suçlanmasına yeterli delil bulunduğuna dâir çoğunlukla karar verilmedikçe, tutuklanamaz ve mahkemeye verilemezdi. Meclis-i umûmî üyeleri görüş, oy ve beyânlarında tamamen serbest olup, hiç bir üye, gerek meclis görüşmeleri sırasında ileri sürdükleri görüşlerden, gerekse kullandıkları oylardan dolayı tamamen hür olup hiç bir şekilde itham edilemezlerdi. Yalnız bir üye, meclisin iç nizâmnâmesine aykırı hareket ederse, o takdirde söz konusu nizâmnâmenin hükümlerine göre hakkında muamele yapılırdı. Meclis-i umûmî üyelerinden birinin ihanet ve Kânûn-i esâsîyi ortadan kaldırmaya teşebbüs suçlarından biri ile suçlu olduğuna, mensubu olduğu hey’etin (meclis) üye tam sayısının üçte iki çoğunluğu ile karar verilirse, mahkûm olan bir üyenin üyelik sıfatı düşerdi.
Meclis-i umûmînin her iki hey’eti de üye tam sayılarının yarısından bir fazlası olmaksızın görüşmelere başlayamazdı. Üçte iki çoğunluk şartı aranmadığı her konuda, o sırada hey’ette hazır bulunan üye sayısının çoğunluğu ile karar verilir, oyların eşit olması hâlinde, hey’et başkanının oyu iki oy sayıldığından, başkanın oyunun bulunduğu taraf oylamayı kazanmış olurdu. Her hey’etin iç düzeni o hey’etin başkanı tarafından sağlanırdı.
Meclis-i Umûmînin yetkileri: Memleket ve millet faydasına olan kânunları çıkarmakla vazifeli olan meclis-i umûmîyi toplantıya çağırmaya ve tatil etmeye, gerektiği zaman Hey’et-i mebûsânı fesh etmeye pâdişâh yetkiliydi. Vekiller hey’eti (Bakanlar kurulu) Meclis-i umûmîden güven oyu istemediği gibi, yalnızca pâdişâha karşı sorumlu olup, meclis-i umûmîye karşı bir mes’ûliyeti yoktu. Ancak Hey’et-i meb’ûsânın vazife sahasına giren bir konudan dolayı, vekiller hey’etinden bir üyenin mes’ûliyet sahasıyla ilgili bir şikâyette bulunduğu takdirde, şikâyet konusu önce Hey’et-i meb’ûsân başkanlığına verilirdi. Başkan tarafından en geç üç gün içinde ilgili şubeye gönderilir, söz konusu şube tarafından gereken soruşturma yapılır, şikâyet edilen vekilin savunması alınırdı. Şikâyet konusunun görüşülmeye değer olduğuna çoğunlukça karar verildiği takdirde, düzenlenen kararname Hey’et-i meb’ûsânda okunur, gerekli görülürse şikâyet edilen vekil, Hey’ete davet edilerek konuyla ilgili açıklamaları dinlenirdi. Hey’etin üye tam sayısının üçte ikisi şikâyetin haklılığını kabul ederse, vekilin yargılanmasını taleb eden önerge sadârete sunulur ve ilgili vekil, pâdişâhın irâde-i seniyyesi ile Dîvân-ı âliye sevk edilirdi. Bu husus daha, sonra Kânûn-i esâsîde yapılan değişiklikle değiştirilmiştir.
Vekiller hey’eti ile Hey’et-i meb’ûsân arasında uyuşmazlık zuhur edince, uyuşmazlık konusu olan kânunun kabulünde Vekiller hey’eti israr ederse, konu Hey’et-i meb’ûsânda tekrar görüşülürdü. Kânun, Hey’et-i meb’ûsân tarafından çoğunlukla ve ayrıntılı biçimde gerekçesi ile belirtilerek, yeniden reddedilmesi hâlinde, vekiller hey’etinin değiştirilmesi veya zamanında yeniden seçilmek üzere, Hey’et-i meb’ûsânın fesh edilmesi pâdişâhın yetkisindeydi.
Meclis-i umûmî toplantıda olmadığı zamanda devleti bir zarardan veya umûmî emniyeti bozucu bir durumdan korumak gerektiği ve bu konuda çıkarılması gereken kânunun görüşülmesi için meclisin toplantıya çağırılmasına da zaman uygun olmadığı takdirde, Kânûn-i esâsîye aykırı olmamak üzere vekiller hey’eti tarafından alınan kararlar, Hey’et-i meb’ûsânın toplanıp da bu konuda alacağı karâra kadar, irâde-i seniyye ile geçici kânun hükmünde ve gücünde sayılırdı.
Vekillerden (bakan) her biri istediğinde Hey’et-i meb’ûsân ve Hey’et-i âyânın toplantılarında bulunabilir veya maiyyetinde bulunan yüksek dereceli bir me’muru temsilci olarak gönderebilir. Hey’etlerde konuşma yapabilir, konuşma sırasında hey’et üyelerinin önünde yer alırdı. Herhangi bir konuda vekillerden açıklama istenebilmesi için Hey’et-i meb’ûsânda çoğunlukla karar verilir ve vekil hey’ete davet edilirdi. Vekil ya bizzat kendisi katılır veya maiyyetindeki yüksek dereceli me’murlardan bir temsilci gönderir, o da sorulan sorulara cevap verirdi.
Yeni bir kânun veya mevcûd kânunlardan birinin değiştirilmesi için teklif verme yetkisi Vekiller hey’etine aitti. Hey’et-i âyân ile Hey’et-i meb’ûsân ise kendi vazîfe sahalarına giren konularda kânun yapmak ve mevcûd kânunlardan birinin değiştirilmesini teklif etmek için önce sadâret makamı aracılığıyla pâdişâhdan onay alınması, yâni pâdişâhın irâde-i seniyye yayınlaması gerekirdi. Bu takdirde, kânun konusunu ilgilendiren dâirelerden alınacak açıklamalar üzerine, kânun teklifi Şûrâ-yı devlet tarafından hazırlanırdı. Şûrâ-yı devlette görüşülerek hazırlanan kânun teklifi, önce Hey’et-i meb’ûsânda, daha sonra da Hey’et-i âyânda görüşüldükten sonra kabul edildiği takdirde, pâdişâhın tasdikiyle yâni irâde-i seniyyenin yayınlanmasıyla yürürlüğe girerdi. Söz konusu hey’etlerin herhangi birinde kesinlikle reddedilen bir kânun teklifi, o yılın toplantı müddetince bir daha görüşülemezdi. Hey’et-i âyân, Hey’et-i meb’ûsândan kendisine gelen kânun ve bütçe tekliflerini inceler, eğer bunlarda, dîne, pâdişâhın hukukuna, kânûn-i esâsî hükümlerine, devletin toprak bütünlüğüne, memleketin emniyetine, vatanın savunma ve korunmasına, umûmî ahlâka aykırı ve zararlı bir nokta olduğunu görürse, görüşünü de belirterek, teklifleri ya kesinlikle red veya değiştirilmek ve düzeltilmek üzere Hey’et-i meb’ûsâna iade eder, kabul ettiği kânun tasarılarını ise, onaylayarak sadârete sunardı.
Meclis-i meb’ûsânın kânun yapmak yetkisinde mevcûd olan bu şartlar 1909’da kaldırılarak, meclis normal kânun teklif etme yetkisine kavuştu. Keza, bakanların pâdişâha karşı değil, meclise karşı sorumlu olması kuralı benimsendi. Ayrıca meclisin pâdişâh tarafından feshi zorlaştırıcı (Bkz. Kânûn-i Esâsî).
Bu döneme âid tartışılan en önemli mes’ele Meclis-i meb’ûsânın İkinci Abdülhamîd tarafından tatil edilmiş olmasıdır. Esasen 1878 yılında kabul edilen meşrûtiyet, Osmanlı Devleti gerçeklerine hiç uygun değildi. O dönemde getirilmek istenen meşruti rejim, Avrupa ülkelerinde bile o düzeyde değildi. İngiltere, geniş anavatan dışı topraklarını tam bir sömürge gibi idare ediyordu. Örnek demokrasi olarak gösterilen İngiltere’de durum bu şekilde olduğu gibi, diğer batı devletlerinde de böyleydi. Alman İmparatorluğu gibi homojen bir devlette bile parlamentonun rolü oldukça zayıftı. Meselâ hükümeti düşürme yetkisi bile yoktu. İmparatorluğu devlet başkanı ve şansölye (başbakan) mutlak yetkilerle idare ediyordu. Rusya’da değil azınlıklara, henüz Ruslara bile seçim hakkı tanınmamıştı. İlk Rus parlamentosu ancak İkinci Meşrûtiyetten 3 yıl önce kurulabilmişti.
Birinci Meşrûtiyet parlamentosunda gayr-i müslimler ve azınlıklar daha etkili idi. Birinci Meşrûtiyet meclisi zabıtları Çırağan yangınında tamamen yok olduğu için, meclisin o günkü havası tam olarak bilinmemektedir. Fakat Hakkı Târık Us’un hazırladığı zabıtlar okunursa görülür ki, müzâkerelerde, yalnız rum, bulgar, ermeni, yahûdî, romen, makedon, sırp, mârûnî gibi gayr-i müslim milletvekilleri değil; arap, arnavud, çerkeş, abaza, boşnak gibi müslüman fakat Türk olmayan milletvekilleri de garip isteklerde bulunmuşlardır. Bunlardan rum, ermeni ve arnavutlar kendi dillerinin de Türkçe yanında resmî dil olmasını ileri sürerken, bir kısmı daha da ileri giderek, muhtariyet, bağımsızlık istemişlerdir. Hattâ bâzı rum milletvekilleri, Türkiye’nin Girid’i ve Tesalya’yı Yunanistan’a bırakmasını söylemekten çekinmemişlerdir. Nitekim ermeni patriği Narses, Grandük Nikola’yı Yeşilköy’deki umûmî karargâhında ziyaret ederek, Doğu Anadolu’da bağımsız bir Ermenistan Devleti’nin teşekkülü için Rusya’nın yardımını istemiştir. Bunu yapan kişi, bir Türk vatandaşı ve Pâdişâh’ın bir tebeasıdır. En liberal Avrupa devletlerinde böyle bir ihaneti işleyenlerin, idamdan başka bir cezaya çarptırılmadıkları bir zamanda, bu gibi şahıslar Osmanlı İmparatorluğu’nun sınırları içinde ellerini kollarını sallayarak gezmişler, devletin bütünlüğünü parçalamak için çalışmışlardır.
Bu manzara karşısında İkinci Abdülhamîd Han’ın birinci Meclis-i meb’ûsânı süresiz tatilini, yapmış olduğu en büyük hizmetlerden biri olarak kabul etmemek büyük hatâ olur. Zamanının en büyük devlet adamı ve politikacısı olan bu Pâdişâh, Meclis-i meb’ûsânı kapatmakla memlekete o gün yapılması gereken büyük ve en mühim hizmeti yapmıştır. Çünkü, Osmanlı İmparatorluğu’nu, Avrupa’da kızgın ve saldırgan bir emperyalizmin hüküm sürdüğü 1878’de tasfiye edilmekten kurtarmıştır. İmparatorluk o târihte parçalanmış olsaydı, 1922’de İstanbul’u ve İzmir’i değil, ancak Konya ve Sivas’ı savunmak durumunda kalınabilinirdi. Nitekim 30 yıl sonra, 1908’de kurulan İkinci Meşrûtiyet’i İttihâd ve Terakkî fırkası ancak 10 yıl yaşatabilmiştir. O da her türlü baskı, zulüm ve entrika ile geçmiştir. Tecrübesiz ve beceriksiz bir ekip, imparatorluğun da sonunu getirmiştir.
İkinci Abdülhamîd’in Meb’ûsân meclisini dağıtması teşebbüsünü Almanya şansölyesi ve devrin sayılı devlet adamlarından prens Bİsmark, müşir Ali Nizamî Paşa’ya; “Bir devlet, millî birliğe sâhib olmadıkça, parlamentosunun faydasından ziyâde zararı olur” diyerek, Osmanlı imparatorluğu’nda meclisin dağılmasını yerinde bulmuştur.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Türkiye’de Siyâsî Rejim ve Anayasa Prensipleri (A. Fuâd Başgil)
2) Amme Hukukunun Ana Hatları (Recâi Gâlip Okandan)
3) Mufassal Osmanlı Târihi; cild-4. sh. 3294
4) Îzâhlı Osmanlı Târihi Kronolojisi; cild-4, sh. 293
5) Meclis-i Meb’ûsân; 1293-1877 (H.T. Us - İstanbul-1939)
6) Mirat-ı Hakîkât; sh. 202

ESNAF


Osmanlı san’at ve ticâret hayâtını tanzîm eden ahilik müessesesi bünyesinde teşekkül eden kuruluş.
Osmanlı’ya has bir teşkîlât olarak ortaya çıkan ahiliğin ahlâki ve meslekî olmak üzere iki yönü vardı. Başlangıçta iş yerlerinde mesleğin inceliklerini öğretilirken, akşamları ahî meclislerinde ahlâk eğitimi yapılıyordu. Bu yolla yetiştirilen Türk esnaf ve san’atkârları aralarında kuvvetli bir yardımlaşma kurdukları gibi, yerli Bizans san’atkârları ile yarışabilecek san’at ve meslek kabiliyetine de erişiyorlardı.
Bu kuruluşun temelleri o kadar sağlam atılmış ve prensipleri Osmanlı cemiyetine o kadar ahenkli tatbîk edilmiştir ki, bu prensipler daha sonraları şehir ve kasabaların belediye hizmetleri ve bu hizmetlerin teftiş edilmesi için örnek alınmış, narh nizâmnâmeleri yahut narh kanunnâmeleri şeklinde resmileştirilmiştir. Ahiler, san’at veya meslekleri için lâzım olan maddelerin te’mininden onun işlenmesine kadar her hususu inceden inceye kaideye bağlamışlardı (Bkz. Ahîlik).
Ahîler önceleri sâdece debbağlık ve deri işçiliği ile uğraşırken, bu san’at kollarının sonradan teşkilâtın kurduğu sağlam meslekî ve ahlâkî düzen, birbirlerine bağlılık ve yardım, onların diğer esnaf ve san’atkârlar üzerinde de te’sir ve üstünlük kurmalarına yol açmış, gitgide Osmanlı ülkesindeki bütün müslüman-Türk san’atkârları bu teşkilâtın çatısı altında toplanmış, zamanla bugünkü esnaf ve san’atkârlar derneğine benzer müstakil bir hüviyet kazanmıştır.
Aynı san’at dalındakiler kendi özel işlerini görüşmek için Lonca denilen odalarda toplandıklarından bu isim bilâhere san’at birliklerine ad olmuştur.
Her loncanın altı kişilik bir yönetim kurulu vardı. Loncaya mensup en yaşlı, tecrübeli ve zengin kimselerden meydana gelen bir kurul, loncanın ustalarının reyiyle seçilirdi. Yönetim kurulu, hükümeti temsil eden kâdı veya onun me’muru durumunda olan muhtesibe karşı loncanın bütün işlerinden mes’ûl idi. Hükümet, mahllî kâdılar vasıtasıyle san’atkârlara yapacağı tebliğleri lonca yönetim kurulu vâsıtasiyle yapardı. Lonca başkanına şeyh, onun yardımcısına kethüda denirdi. İkinci yardımcısıyiğitbaşı olup, daha çok disiplin işleri ile uğraşırdı.
Esnafla alâkalı pek çok hizmetleri gören loncanın; satılacak malın kalitesini düşürmemek, standart istihsâli (üretimi) sağlamak, alışveriş ahlâkını muhafaza etmek, ihtikârı (karaborsayı) önlemek, istihlâk (tüketim) maddelerinin en kısa yoldan müşterinin eline geçmesini temin etmek, kaliteli ustalar yetiştirmek de vazîfeleri arasındaydı.
Loncanın kaliteli eleman yetiştirmekte kendine has bir usûlü vardı. San’at sahibi olmak “İsteyen önce çırak olarak çalışır ve lâzım gelen terbiyeyi alırdı. Çırak ilerde kalfâ ve usta olduğunda, ahlâkını muhafaza edebilmesi için saygılı, terbiyeli, dindâr ve tokgözlü yetiştirilirdi. İşin kolayına kaçmasına müsâade edilmez, mümkün olan en guzel şekliyle yapması öğretilirdi. Bunun içindir ki, Osmanlı esnâfının ahlâkından, nezâketinden, kaliteli işinden o zamanın batlı yazarları, eserlerinde medh ve sitayişle bahsetmişlerdir:
“Osmanlı tacirleri ve esnafı son derece namusludur. Rumlar ise son derece hîlekârdır (De la Metray).
“Türkler son derece kibar, zarif ve muhteşem bir şekilde nâzik insanlardır” (Ubicini).
“Paşasından sokak satıcısına kadar, istisnasız her müslüman-Türk’de; vekar, ağırbaşlılık, ihtişam vardır” (Edmondo da Amicis).
Uzun bir çıraklık devresinden sonra kalfa olan şanıs, sanatın bütün püf noktalarını kavrar ve ustası derecesinde iş yapabilirdi. Yine ustası tarafından ahlâkına ve ustalığına kanâat getirildikten sonra usta olmaya hak kazanır, kendi başına iş tutabilirdi. Usta olacak kalfaya bir çeşit ehliyet ve diploma töreni ile peştemal kuşatılırdı. Bu ise büyük törenle ve o iş kolunun loncası ile anlaşmaya varılarak olurdu.
Ustalık sırası geldiği hâlde, bu hakkı verilmeyen kalfaların mağdur olmamaları için lonca müdâhalede bulunurdu. Üyesi olan esnafın her şeyiyle ilgilenen lonca; onları orucundan, namazı ihmâl edip etmemesine kadar gözler, lüzumu hâlinde müdâhale ederdi. Loncaların üye aidatı, bağışlar ve vârissiz ölen lonca “mensuplarının serveti ile kurulu avârız sandıkları vardı. Bâzı loncaların sandıkları banka derecesinde zengin idi. Bunlar savaşta devlete nakdî yardım yapar, asker ve gemi teçhiz eder (donatır); câmi, mescid, medrese gibi hayır işleri yaparlardı. Felâkete uğrayan lonca mensuplarının bütün zararları da bu sandıktan ödenirdi. Yeni bir âlet edinmek, dükkan değiştirmek istiyorsa, bunu te’min ederdi. Hiçbir esnaf üyesi tefecinin insafına bırakılmazdı. Vefât eden lonca üyesinin çoluk-çocugu muhtaç ise, onlara bakıp yetiştirmek loncanın vazifesi idi.
Bütün bunların yanında san’at sahiplerinin hakları ve iş durumları korunur, bir san’at dalında çalışmaya izin verilenler ancak bu işi yapabilirler, başkasının o san’atı ve işi yapmasına ve onların yaptıklarını başkalarının yapıp satması için müsâde verilmezdi. Böyle bir durum ortaya çıktığında esnaf devlete şikâyette bulunabilirdi. Nitekim Osmanlılar zamanında bakkal, simitçi ve ekmekçilerin yaptığı bir şikâyet şöyledir:
“Devletîü lütuf sahibi, merhâmetlü sultânım hazretleri sağolsun. Bizler Manastır kasabasında, ekmekçi, simitçi ve bakkal esnafı olup, adı geçen kasaba halkının sıkıntılarını gidermek için, vaktinde ekmek, simitçi fırınlarında simit pişirip, bakkal dükkanlarında da halkın lüzumlu yiyecek ve içeceklerini satıp halk zahmet çekmezken; yakın zamanda başkaları da ekmekçi ve simitçi fırınları açıp, bakkalın satacağı yiyecek ve içecekleri de satıp ve demirciler de keza kendi san’atlarına kanâat etmeyip, onlar da bakkalların sattıkları yiyecek ve içecekleri sattıklarından, eskiden beri mevcûd olan fırınlar ve dükkanlar işlemez hâle geliyor. Bu sebeble her esnaf kendi san’atını işleyip, demirciler ve diğerlerinin bu şekildeki müdâhalelerinin yasaklanması babında ferman efendimizindir.” Bakkal, simitçi, ekmekçi kullar.
Bu şekilde esnafın san’at ve mesleğinin korunmasına tekel ve imtiyaz anlamına gelen gedik denirdi. Gedik kelimesi; müstekar (kararlaşmış) vehavaî olmak üzere iki kısma ayrılırdı. Muayyen ve belli bir iş yerine bağlı olarak san’atını icra etmesi mecburiyeti olanlara müstekâr gedik denirdi. Bunların alâmetleri tezgah ve âletleri idi. Havaî gedik ise; belli bir iş yerine bağlı olmayan san’atkârlardır. Bunlar san’atlarını istedikleri yerde ve serbestçe icra ederlerdi. Gedikli tâbiri (1703-1730) yıllarına rastlamakla beraber, tekelci karakteriyle daha önce de mevcuttu. 1727 yılında esnafın adedi, ustalık adıyla tahdîd edilmiş, sonraları gedik adını almıştır. Bu tarz esnaflık ve san’atkârlık 1860 yılma kadar sürmüştür.
Böyle bir teşkilâta sâhib olan esnaf, Osmanlı Devleti’nin en ücra köşelerine kadar yayılmış, memleketin içtimâi (sosyal) yapısında büyük güç, düzen, âsâyiş ve ahlâk unsuru olmuştur. Bu teşkîlât, kendi kendini murakabe ettiği gibi, devletin de kontrolü altındaydı. On yedinci yüzyılda, bin dokuz yüz loncaya bağlı yüz yirmi altı bin üye tesbit edilebilmişti.
Neticede bu muazzam ve millî teşkilât, 1838 yılında İngiliz tarafdârı Mustafa Reşîd Paşa’nın İngilizlerle imzâladığı Baltalimanı andlaşması ile bir daha düzelmemek üzere büyük bir darbe yemiştir.

OSMANLI DEVLETİ’NİN ESNAF VE SAN’ATKÂR NİZAMNAMESİ

“Ve ekmekçiler işlediği ekmeğin ve çöreklerin çiği ve karası olmaya. Gözlenip eksik ölçü ve dirhemine bir akçe cerime alalar.
Ve kasaplar koyunu geceden temizleye ve arı (pak, temiz) satalar. Ve semizini saklayıp, zaîfini boğazlamıyalar. Her zaman koyun tedârik edip keseler. Halka et yetiştireler. Ve kuzu ve sığır kasaplarına dahi kânun oluna ki dikkatlice ve temiz hizmet edeler.
Aşçısının pişirdiği et çiğ olmaya, tuzsuz olmaya ve pak kotaralar. Ve kâse ve bezi temiz ola. Ve kazanı kalaysız olmaya ve çanakları eski ve sırçasız olmaya. Ve hizmetkârları kâfir olmaya ve bellerindeki futaları (önlükleri) temiz ve yeni ola.
Başçıların pişirdiği baş ve başçısı görüle ki, temiz tutalar, temiz pişireler. Bayat, kirli vekilli olmaya.
İşkembeciler işkembeyi iyice temizleyip temiz su ile yıkayıp temiz su ile pişireler ve pişkin ola ve sirkesi ve sarımsağı tamam ola.
Börekçiler de gözlene. Hamurları arı undan ola. Meyanesi soğanlı ola. Koyun etinden başka et karışdırmayalar.
Yaş ve kuru meyveler ve başka yiyecekler; üzüm, incir ve benzeri meyveler on-onbir akçe üzerine (% 10 kâr ile) satıla. Bahçelerden yükle gelen yemiş yüzleme (yüzü iyi altı kötü) olmaya. Üstü nasılsa altı da öyle ola, Pazar yerlerinden başka yerde satılmaya. Yolda karşılayıp satın almak isteyeni muhtesib tutup siyâset ede (cezâlandıra).
Yoğurdçuların yoğurdu da gözlene. Nişasta ve su katmayalar. Kaymakçılar, peynirciler ve turşucular dahi gözlene. Turşu, sirke ile kurula, kepek ekşisi ile kurulmaya.
Helvacılar, pekmezciler, şerbetçiler dahi gözlene. Şerbet miski ve gülabî (kokulu) ola. Ekşi ve sulu olmaya. Hoşafçılar dahi gözlene. Hoşafları ekşi olmaya ve gayet temiz ola.
Terziler dahi gözlene. Her çeşit elbiseyi verilen narh üzerine dikeler. Dikmek için aldıkları kaftanları vaktinde vereler. Eğer bir kişinin kaftanı kısa veya dar ve yaramaz dikmiş olsa kâdı marifetiyle haklarından geline.
İpekçiler de gözlene. İpekleri düz ola. Ve gömlekçiler de gözlene, aldıklarına göre satalar, sağlam dikeler, yenleri normal ve bol ola.
Çuhacılar, takyeciler, atlasçılar ve bürüncekçiler de gözlene. Kusurlu, eksik ve kötü işlemeyeler. Her ne dikilirse yeni kumaşdan dikile ve mücevvezenin astarı çok çirişli olmaya, iyi dikile.
Çizmeciler ve ayakkabıcıların işledikleri kalp olmaya. Gayet iyi ola. Günü dolmadan delinirse ceza göre. Cezası akçe başına iki gün (hapis) hesâbıyladır. Lâkin gön veya sahtiyan delinirse suç debbağındır.
Ve mutaflar ve keçeciler dahi gözlene. Keçeyi çiy pişirmeyeler, âdet üzere yapalar.
Demirciler de gözlene. İşledikleri demiri kalp işlemeyeler ve illet (özürlü) etmiyeler. Ve kazancılar dahi gözlene. Kazanın ve haranın kulpunu demirden değil bakırdan yapalar. Ve kalaycılar kalayladıkları nesneyi gayet iyi kalaylayalar kalp ve illet etmeyeler.
Ve bıçakçılar dahi gözlene. Dımaşkî (Şam işi) diye Frengi (Avrupa işi) işlemeyeler ve satmayalar. Cinsi cinsiyle salalar. Ve iğneciler dahi işledikleri iğneyi iyi işleyeler. Demir iğneyi Dımaşkî diye satmayalar.
Ve nalbantlar dahi gözlene. Katırı dört akçeye, eşeği üç buçuk akçeye nallayalar. Mıh eğrilip atılsa nalbant üzerindedir. İnad ederse te’dip edeler.
Ve kuyumcular gözlene. Emin kimse ola. İşin sâdesini (düzünü) dirhemini bir akçeye; meyânekâr (süslü) işini ikiye işleye.
Yapı ustaları ve dülgerler günde yemekli on akçeye işleyeler. Gün doğarken gelip gün inmeden (batmadan) gitmeye. Kiremitçiler de gözlene, çiğ pişirmeyeler. Ve kerpiçciler kerpici sıkı ve kalın edeler.
Ve tahıl pazarında satılan buğday ve arpa ve hububat her ne ise, samanlı ve kesmüklü olmaya, temiz ola ve tamam ölçeler. Ve kile (ölçek) damgalı ola. Eksik ya da fazlası bulunursa şiddetle cezâlandıralar. Sabuncular ve mumcular dahi gözlene. Sabun iyi ola, pişmiş ola ve yarık olmaya. Mumlar ise çirkli ve kokar yağdan olmaya, fitili yoğun (katı) olmaya.
Ve oduncular dağda çok yükleyip şehre yakın gelince yükü eksütmeye, âdetçe normal ola. Hayvana fazla yük yüklemeyeler, nalsız gezdirmeyeler, semerleri eski olmaya.
Attarlar dahi gözlene. Sattıkları şeyler zağferanili ve yağlı olmaya. Baş şekerini üç kağıttan ziyâdeye sarmayalar. Frengi şekeri iyi şeker fiyatına satmayalar.
Bezzazlar dahi gözlene. İbrişimi iyisine karıştırmayalar ve arşınları eksik olmaya. Ve boyacılar her ne rengi boyarlarsa iyi edeler. Bezi taş üstünde döğüp zarar etmeyeler ve boyalı bezi yol üstünde asmayalar.
Ve hamamcılar hamamı pâk ve temiz tutalar. Peştemalleri delikli ve kısa olmaya. Kâfire ayrı ridâ (havlu) vereler ve kâfir yüzün sildiği ridâ ile müslüman yüzün silmeye. Velhasıl müslümanların her nesnesi ayrı ola. Eğer inad ederlerse muhkem ta’zir edip haklarından geline.
Ve değirmenciler dahi kimsenin buğdayını, arpasını değiştirmeyeler ve değirmeni başıboş bırakmayalar ve yabana gitmeyeler. Taşlarını vakti geldikçe dişeyeler. Haklarından artık tereke almayalar ve çalmayalar. Herkes nöbetle öğüde ve bir kişinin terekesini çıkarıp bir başkasınınkini koymayalar. Değirmende tavuk besleyip halkın ununa ve buğdayına zarar vermeyeler. Vakitlerini bilmek isterlerse ancak bir horoz besleyeler. Eğer inâd ederlerse muhkem haklarından geline.

SİFTAH ETTİM!

Fâtih Sultan Mehmed Han bir gün yiyecek maddelerinin kalitesini ve narh durumunu kontrol etmek gayesi ile kıyafet değiştirip çarşıya çıktı. Bir dükkâna girip selâm verdikten sonra; “Yarım batman, yağ, yarım batman bal ve yarım batman peynir veresiz” dedi. Dükkân sahibi yarım batman yağı tartıp parasını hesap ettikten sonra; “Ağam, sair isteklerinizi de karşı komşumdan alasız. Zîrâ kim hem onun malı daha yeğdir. Hem de komşum daha siftah etmedi” dedi. Pâdişâh ikinci dükkâna varıp oradan da yarım batman bal alınca, bu dükkan sahibi de; “Allah’a şükür olsun siftahımı ettim. Hem de çocuklarımın nafakasını çıkardım. Bundan sonrası kârdır. Diğer isteklerinizi komşumdan alınız. O daha siftah etmedi” deyince, Fâtih Sultan Mehmed Han; “Bu milletteki bu ahlâkî istikâmet yok mu, ona dünyâlar fethettirir. Milletin ahlâk-ı safiyetine halel getirenleri Allah kahretsin” dedi.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Büyük Türkiye Târihi (Y. Öztuna); cild-11, sh. 383, 390
 2) Osmanlı Târihi (İ. H. Uzunçarşılı); cild-2. sh. 684, 685
 3) 18. Yüzyılda Osmanlı Kurumları ve Osmanlı toplum Yaşantısı (Yücel Özkaya), Ankara-1985)
 4) 19. Yüzyılın İlk Yarısında Ankara (R. Özdemir) Ankara-1986; sh. 175, 177
 5) Ahi Birlikleri (S. Güllülü, İstanbul-1977
 6) Mecelle-i Umur-ı Belediye (O. N. Ergin); cild-1, sh. 407-409
 7) Ali Emîri Efendi kitapları, Kânunlar Kısmı No: 224 (İstanbul Millet Kitablığı)
 8) Rehber Ansiklopedisi; cild-11, sh. 105
 9) Osmanlı Târih Deyimleri

ERMENİLER


Nûh aleyhisselâmın oğlu Yâfes’in torunu Hayk’ın soyundan türeyen bir kavim. Frikyalıların, Hititlerin kolları olduğu söylendiği gibi, Turânî bir ırkdan olduklarını söyleyenler de vardır. Ancak dilleri Hind-Avrupa dil ailesine mensûbdur.
Ortaçağda Arap hâkimiyeti altında yaşayan ermeniler, Bizans’ın desteğiyle Bağratuni ailesine mensup Aşot’u kral îlân ettiler. Daha sonra da Bizans hâkimiyetine girdiler. Bizanslılardan zulüm gördükleri zaman müslüman-Türklerin yanında yer aldılar. Bâzı ermeni kaynaklarında geçen; “Allah, sapık Rumlaların fenalıklarını ortadan kaldırmak için, Türkleri Anadolu’nun fethine me’mur etti” sözü, bunun ifadesidir. Müslüman-Türklerin idaresi altındaki yerlerde din serbestliği ve adalet içinde yaşayan ermeniler, Selçuklular devrinde, Toroslar ile Malatya bölgelerinde prenslikler kurmaya çalıştılar. Bu sırada düşman oldukları Bizanslılardan faydalanmak için de Ortodoksluğu kabul ettiler. Haçlı seferleri sırasında hıristiyanlarla birlikte hareket ederek asliyetlerini ortaya koydular. Osmanlı Devleti’nin kuruluş yıllarında, Karamanoğulları ve Ramazanoğulları beyliklerinin hâkimiyeti altında azınlık olarak yaşadılar. 1375’den sonra Anadolu’da Türk birliğini kurmaya çalışan Osmanlılar idaresinde, o zamana kadar görmedikleri bir huzur ve güvene kavuştular. Tîmûr Han’ın Anadolu seferi sırasında Yıldırım Bâyezîd Han’ın ordusuna katıldılar. Sonraki pâdişâhlar devrinde de devletin zımmî reâyası olarak huzur ve dirlik içinde yaşadılar. Fâtih Sultan Mehmed’in İstanbul’u feth etmesinden sonra buraya gelen ermeniler, Fâtih’in izni ile bir patrikhâne kurdular. Ayrıca zanaatkar, mîmâr, tüccar olarak bağlılıklarına güvenilen ermeniler, İstanbul’un Samatya Topkapı, Kumkapı, Edirnekapı gibi önemli semtlerine yerleştirildi. Samatya’daki Sulumanastır kilisesi kendilerine verildi. Burasını patrikhâneye çevirip serbestçe ibâdet yaptılar.
Sultan İkinci Bâyezîd Han tarafından Sulumanastır kilisesinin ermeni cemâatine âid olduğuna dâir ferman verildi. Kânûnî Sultan Süleymân Han zamanında Van ve çevresi Osmanlı topraklarına katılınca, pek çok kuyumcu, taş ustası ve çeşitli zanaatkar ermeni İstanbul’a getirildi. İstanbul’da sayıları her geçen gün artan ermeniler, saraya işçi, usta, kalfa ve mîmâr gibi ünvânlarla girdiler. İstanbul’da yaptırılan saray, câmi, medrese ve çeşme gibi yapıların meydana getirilmesinde çalıştılar. Daha sonraki devirlerde de çeşitli yerlerden gelerek İstanbul’a yerleşen ermeniler, yerli ve taşralı olarak ikiye bölündüler. Ortodoks ve katolik kiliselerinin kendi saflarına çekme yarışları da ermenileri grublara ayırdı. 1830’da katolik ermeniler bir topluluk olarak tanındılar. 1859’da da protestan Ermeniler ayrı bir topluluk durumuna geldiler. Tanzîmât’ın ilânından sonra yapılan düzenlemelerle diğer azınlıklar gibi devlet idaresine karışmaya başladılar. Bu zamana kadar Osmanlı Devleti’nin himayesinde hür ve huzur içinde yaşayan ermeniler, dış güçlerin, özellikle Rusların ve İngilizlerin desteği ile Osmanlı Devleti’ne karşı isyânlara kalkıştılar. Rus-ermeni işbirliği Türkmençay andlaşmasıyla neticelenen İran-Rus savaşında başladı. 1828-1829 Osmanlı-Ruş ve 1853-1856 Kırım savaşında devam eden bu işbirliği, sonraki devirlerde daha da gelişti. 1870’den sonra Avrupa devletlerinin ilgisini çekme çabalarına girerek, patrikhâne tarafından teşkilâtlandırıldılar. Önceleri yardım cemiyetleri adıyla teşkilâtlanan ermeniler, çeteler kurarak bu teşkilâtlanmayı sürdürdüler. Osmanlı ülkesinde ermenilerin yoğun olduğu bölgelerde düzen ve emniyetin sağlanması için alınan tedbirleri, müslümanların hıristiyanlar üzerindeki baskısı diye çarpıtarak anlattılar ve Avrupa devletlerinden destek istediler. 1877-1878 Osmanlı-Rus savaşının ardından imzalanan Ayastefanos andlaşmasına, Doğu Anadolu’da ermenilerin de oturduğu vilâyetlerde ıslâhat yapılması hükmünü koydurttular. Bu hüküm Berlin andlaşmasında da yer aldı. Berlin kongresinden sonra Akdeniz’e inmek için Balkanların kendisine geçit olamıyacağını anlayan Rusya, bu gayesine ulaşabilmek için Doğu Anadolu’da bir ermeni devleti kurulmasını, basamak olarak kabul etti ve bu yolda çalışmalara girdi. Bağımsız bir devlet kurma hülyasına kapılan ermeniler; Armenikan, Hınçak ve Taşnaksutyun tedhiş komitelerini kurdular (Bkz. Cemiyetler). Rusya’nın sıcak denizlere inme plânı içindeki ermenilerin rolünü kavrayan İngiltere, onları kendi çıkarları doğrultusunda ve Rusya’ya karşı yönlendirdi. İngiltere’nin bu maksadını anlayan Rusya, bağımsız bir ermeni devleti kurulmasına karşı çıktı. Berlin andlaşmasında imzası bulunan İngiltere, Fransa, Almanya, İtalya, Avusturya ve Rusya, Osmanlı Devleti’ne bir nota vererek andlaşmanın gerektirdiği ermeniler lehine olacak ıslâhatın’yapılmasını istediler. Sultan Abdülhamîd Han’ın ileri görüşlülüğü ve dirayetli devlet adamlığıyla bu teşebbüs netîcesiz kaldı. Ancak bütün yıkıcı güçler gibi, ermeniler de, kurdukları tedhiş çeteleriyle Osmanlı Devleti’nin yıkılması ve sultan İkinci Abdülhamîd Han’ın tahttan indirilmesi için türlü yollara başvurdular. Yalnız propaganda ile yetinmeyen ermeniler, gayelerinin tahakkuku için yegâne engel gördükleri sultan Abdülhamîd’e olmadık iftiralar attılar. Canına kastedecek şekilde suikast düzenleyen ermeniyi affedebilecek kadar âlicenap ve hoşgörülü olan Türk’ün yüce hakanına “Kızıl Sultan” demek cür’etinde bulundular. Bu iftirayı ilk defa ermeni asıllı Fransız yazar Albert Vandal, “Le Sultan Rouge = Kızıl Sultan” şeklinde ortaya attı. Türk düşmanlarının bu gibi iftiraları atmaları tabiîdir. Fakat ermeni komitacılarına karşı Türk’ün hakkını koruduğu, ermenilerin hayâllerini suya düşürdüğü için, müteassıp Fransızın ortaya attığı Le Sultan Rouge lakabını bâzı gafiller Türkçeye aynıyla tercüme edip, ansiklopedi ve ders kitaplarına sultan Abdülhamîd’in Kızıl Sultan olduğunu yazıp, düşmanla aynı safta yer alarak genç ve körpe dimağlara düşmanı dost tanıttılar. Bugün içinde bulunduğumuz hâl ne yazık ki bu gafil ve hâinlerin hedefi şaşırtarak getirdikleri son nokta oldu.
Osmanlı ülkesinin çeşitli yerlerinde isyânlar çıkardılar. 20 Haziran 1890’da Erzurum isyânını, Temmuz 1890’da Kumkapı nümayişini, 1890’da Birinci Sason isyânını, 1892-1893 senelerinde Merzifon, Kayseri, Yozgat isyânlarını, 30 Ekim 1896’da İstanbul ermeni patırdısını, 26 Ağustos 1896’da Banka vak’asını, 1904’de İkinci Sason isyânını çıkardılar. Bu isyânlar sırasında kadın çocuk demeden pek çok müslüman Türk’ü şehîd ettiler. 21 Temmuz 1905 Cümâ günü Yıldız Câmii’nde pâdişâh sultan İkinci Abdülhamîd Han’a karşı sûikasd düzenlediler. Fakat bu emellerine erişemediler. 1908’de İkinci Meşrûtiyetin ilânından sonra açılan Meb’ûsân meclisine, bu tedhiş teşkilâtlarının elebaşıları milletvekili olarak katıldı.
İkinci Meşrûtiyet’in ve 31 Mart Vak’asının hemen ardından Adana’da bir ayaklanma çıkardılar. Balkan harbinden sonra ermeniler lehine ıslâhat konusunu büyük devletler yeniden ortaya attılar. İttihâd ve Terakkî’nin iktidarda bulunduğu Bâb-ı âlî hükümeti Rusya ile imzaladığı bir andlaşma ile ağır hükümler getiren bir ıslâhat projesini kabul etti. Ancak bu sırada Birinci Dünyâ harbinin başlaması üzerine ermeniler lehine yapılacak ıslâhat konusu tekrar kapandı.
Balkan harbi ve Birinci Dünyâ savaşında Avrupa devletlerinin güdümünde hareket eden ermeniler, kurdukları tedhiş çeteleriyle Osmanlı ordularını arkadan vurdular. Yurt dışındaki büro ve dernekler aracılığıyla gönüllü birlikleri meydana getirip, bunların Fransa ve Rusya saflarında cepheye sevklerini sağladılar. Rusya’nın Osmanlı sınırlarına girmesi üzerine, çetecilik ve isyân hareketleriyle düşmana yardımcı oldular. Osmanlı Meclis-i meb’ûsânındaki üç Ermeni meb’us (milletvekili) cepheye koşarak Türklere karşı savaşan çetelerin başına geçtiler. Mayıs 1915’de Van’da büyük bir isyân çıkarıp, pek çok müslüman-Türk’ü katlettiler ve şehrin Rus işgali altına girmesini sağladılar. Bu acıklı durumlar karşısında Osmanlı hükümeti 14 Mayıs 1915’de Sevk ve iskan (Tehcir) kânununu çıkararak ermenileri savaş bölgesinden uzaklaştırdı. Diyarbakır’ın güneyine, Fırat vadisine ve Urfa yöresine yerleştirildiler.
Doğu Anadolu’nun işgali sırasında Ruslar ile birlikte hareket eden ermeniler, Türklere karşı taarruza geçtiler. Yapılan arama ve tahkikatlarda, ele geçen; “Yedi yaşından yukarı kız ve erkek çocukları da dâhil bütün müslümanlar öldürülerek, şehir ve kasabalarda taarruz ve müdâfaa tertibatları, kumanda hey’etleri kurulacak, Ruslar biraz daha ilerleyebilirlerse, resmî dâireler ve şehir kapıları bomba ile havaya uçurulacak, vâli, polis müdürü ve jandarma komutanı gibi idare âmirleri öldürüldükten sonra, kaçmak isteyen müslüman ahâli katledilecektir” yazılı bildiriler, ermenilerin çirkin maksadlarını ortaya koymuşdur.
Diyarbakır, Van, Bitlis, Erzurum, Erzincan, Maraş, Trabzon, Adana, Sivas, Urfa ve diğer vilâyetlerde silâhlı isyânlar hazırladılar. Suriye ve Filistin bölgesine vâli tâyin edilen, İttihâd ve Terakkî’nin üç paşasından biri olan Cemâl Paşa’ya ayrı bir devlet kurdurma teşebbüsünde bulundular. Devletin güçlü anlarında, bütün azınlıklar gibi ermeniler de devlete sadâkat göstermişler, zayıf ânında ise, yerli ihanet ocakları ile birlikte arkadan vurmuşlardır.
Rusya’da 7 Kasım 1917’de bolşevik ihtilâli patlak verince, Rus birlikleri geri çekildi. Bu çekilme esnasında Doğu Anadolu’daki istilâ ettikleri yerlerin idaresini, Rus kumandan ve subaylarının idaresindeki ermeni intikam taburlarına bıraktılar. Bu durumdan faydalanan ermeniler, Doğu Anadolu’da insanlığın yüz karası vahşetlerle, silâhsız, masum müslüman-Türk halkını çoluk-çocuk demeden katlettiler. Böylece buraları ermenistan yapma hayâllerine kapıldılar. 12 Mart 1918’de Erzurum’un kurtuluşuyla ermenilerin bu hayâlleri suya düştü.
1918 Ekim’inde mütârekenin îlânıyla başlayan işgallerde, bulundukları vilâyetlerdeki işgal kuvvetleriyle işbirliği yaptılar. Onlardan aldıkları destekle müslüman-Türk halkına tekrar zulmettiler. Türk köylerine taarruz eden ermeni çeteleri, köylüleri soydular. Silâh, para ve eşyalarını aldılar. 21 Aralık 1918’de Adana’ya giren Fransız birlikleriyle ermeni gönüllü askerleri de geldi. Adana üzerinde hak sahibi olduklarını iddia eden ermeniler, derin bir kin ile Türklere saldırmaya başladılar. O sırada Adana vâlisi olan Nâzım Bey, işgâiden iki gün sonra hükümete çektiği telgrafta, sağlık durumu ve mahallin icâbından dolayı istifa ettiğini bildiriyor ve vilâyetin hâlini pek acıklı bir surette tasvir ediyordu. Fransızların maksadının, orada ermeni cumhuriyeti kurmak ve ermenilerin hâlen zayıf bir azınlıkta bulunmalarından dolayı şimdiki hâlde buna muvaffak olamazlarsa geçici müstakil bir hükümet teşkil etmek olduğunu ve işgal askerlerinin yüzde sekseninin ermeni gönüllülerden olmasının buna delîl olduğunu belirtiyordu. Bir müddet sonra Adana’da bir ermeni intikam alayı kuruldu ve her tarafta cinayetler başladı. Fransız işgal kumandanları ise, bulundukları yerlerde ermenilerin Türkler üzerine hâkimiyet kurması için elden gelen her şeyi yaptılar.
Antep, Maraş ve Urfa’nın işgal edilmesinde de aynı şekilde hareket eden ermeniler, müslüman-Türk halkına her türlü hakaretlerde bulundular. Türk kadınlarının kıyafetleriyle alay ettiler. 20 Ekim 1921’de imzalanan Ankara andlaşmasına kadar bu bölgedeki yerli halka zulmeden ermeniler, Avrupa devletlerinin Osmanlı Devleti’ni parçalayıp, yutmak için yaptıkları savaşın vâsıtalarından biri oldular. Sultan İkinci Abdülhamîd Han’ın; “Büyük devletlerin zavallı piyonları” dediği ermenileri ermeni yazarı Koçanznuni’nin; “Ermeniler sâdece hayâl peşinde koşturulmuşlar, sonunda ise terk edilmişlerdir” dediği gibi aldatıldılar.
Bir taraftan Osmanlı Devleti’ne karşı ermenileri kullanan Rusya, onları ezmekten ve zulmetmekten geri kalmadı. Kendi vatanlarında ezdiği, sürdüğü Kafkas ermenilerini müstakil ermenistan ideâli etrafında topladı ve Türkiye’yi hedef gösterdi. Bu kışkırtmalar neticesinde Haziran 1920’de Oltu ve Tuzla’yı işgâl ettiler. Türk köylerinin, kasabalarının sık sık ermeni baskınına uğraması üzerine şark cephesi kumandanı Kâzım Karabekir Paşa harekete geçti. 29 Eylül’de Sarıkamış, 30 Ekim’de Kars, 7 Kasım’da Gümrü zapt edildi. Ermenilerle 3 Aralık 1920’de Gümrü andlaşması imzalandı. “Osmanlı, Rus ve bütün cihân istatistiklerinin ve yerleşmiş olan içtimaî vaziyetin gösterdiği vechile Osmanlı hududu dâhilinde ermeni ekseriyetini hâvi bir arazi parçası mevcud değildir” hükmünün yer aldığı bu andlaşmayla ermeni mes’elesi son buldu, resmen imza ve taahhüd altına alındı.
Osmanlı Devleti’nin yıkılışını hazırlayan Mondros mütârekesinden sonra yurt dışına kaçan İttihâd ve Terakkî’nin ileri gelenleri, Talat Paşa, Cemâl Paşa, Sa’îd Halim Paşa ve Cemâl Azmi, ermeni çetecileri tarafından öldürüldü.
Günümüzde en çok ermeni Rusya’da bulunmaktadır. Ülkemizde ise, 80.000 civarında ermeni vardır. Türkiye’nin ermeni konusunda hiç bir mes’elesi yoktur. Türkiye’de gayet rahat ve huzur içinde yaşayan ermenilerin, tamamen serbest olan kiliseleri, çocuklarını okutmak için açtıkları okulları vardır. Çıkardıkları ermenice gazeteyi dünyânın dört yanına gönderebilmektedirler.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Osmanlı Diplomasisinde Ermeni Mes’elesinin Ortaya Çıkışı (Cevdet Küçük, İstanbul-1983)
 2) Ermeni Mes’elesi (M. Kemal Öke. İstanbul-1988)
 3) Türk-Ermeni Münâsebetlerinin Dünü Bugünü (Osman Karabıyık, İstanhul-1984)
 4) Îzahlı Osmanlı Târihi Kronolojisi; cild-4, sh. 286
 5) Rehber Ansiklopedisi; cild-5. sh. 169
 6) Belgelerle Ermeni Sorunu (Genel Kurmay Askerî Târih Yayını, Ankara-1983)
 7) Târihte Ermeni Mezâlimi ve Ermeniler (M. Hocaoğlu, İstanbul-1976)
 8) The Armenians in History and the Armenian Question (Esat Uran, İstanbul-1988)
 9) 31 Mart Vak’ası (İ. Hâmi Danişmend, İstanbul-1974); sh. 142
 10) Hâtırât-ı Cemâl Paşa; sh. 246
11) Hâtırât-ı Talat Paşa (İstanbul-1946); sh. 16.
12) Ruslara Göre Ermenilerin Türklere Yaptıkları Mezâlim (Azmi Süslü. Ankara-1987)
13) Ermeni Dosyası (K. Gürün, Ankara-1983)
14) Osmanlı Ermenileri (Bilâl N. Şimşir. Ankara-1983)
15) Türk Târihinde Ermeniler (Sempozyum, İzmir-1983)
16) History of the Ottoman Empire and Modern Turkey; cild-2, sh. 200
17) Târih Boyunca Türklerin Ermeni Toplumu ile İlişkileri Sempozyumu (Erzurum-1984)

ERDEL


Bugünkü Romanya’nın batısını meydana getiren bölgeye Osmanlı Devleti’nin verdiği isim. Asıl ismi, Macarca Erdely; Romence, Ardeal; Sırp, Yunan ve Bulgar dillerinde Erdel olarak geçen bölgenin ismi, daha sonraları Transilvanya olarak geçer. Erdel; doğuda Boğdan, güneyde Eflâk, güney batıda Demirkapı ile ayrıldığı Banat, batıda Macaristan ve kuzeyde bir kısmı Erdel’in olan Marmaroş eyâleti ile çevrilidir. Erdel arazisi ihtiva ettiği bölümler ile birlikte, ayrı bir grup teşkil eden ve üç taraftan Karpatlar ile Transilvanya Alpleri’nin çevrelediği bir havzadır.
Erdel’in en eski sakinleri M.Ö. 2000 sonlarında yaşıyan Traklar ve daha sonra bunların bir kolu olan Daklar idi. Daklar müstakil bir devlet kurdular. 102 ve 106 senelerinde Roma imparatoru Traianus, Daklar’ı yenerek, bölgeyi topraklarına kattı. Transilvanya, Roma İmparatorluğu’nun Dacia eyâletini meydana getirdi. Roma hâkimiyeti 271 senesine kadar sürdü. Üçüncü asırdan îtibâren Erdel’e bir çok kavimler yerleşti ise de, bunlardan hiç biri devamlı iz bırakmadı. Erdel, Gotlar’dan sonra, Hunların hâkimiyeti altına girdi. Beşinci asırda Hunlar bölgeden çekilince, Gepitlerin eline geçti. Daha sonraları bölgeye Avarlar, Slavlar hâkim oldular. 895’de Karpat havzasına gelerek yerleşen Macarlar Erdel’i yavaş yavaş işgal etmeye başladılar. Szent Istvan, Macar krallığını kurunca bir piskoposluk te’sis ederek kilise teşkilâtı ile krallık müesseselerini kurdu. Erdel, Macarların hâkimiyeti altında iken Sekel, Peçenek ve Kuman kabileleri bölgeye gelip yerleştiler. 1241 yılında Macaristan ile birlikte Moğol istilâsına uğrayan Erdel’e, Arpad sülâlesi hâkim oldu ve Macaristan kralına sıkı bir şekilde bağlandı. On üçüncü asrın sonlarına doğru Macar kralı beşinci İstvan kendisini aynı zamanda Erdel kralı îlân etti. On dördüncü asırda Arpadların yerine Erdel’e, Anjou hânedânından Karoly Robert, sonra oğlu Napy Loyos sâhib olunca, krala âid eyâletler kaldırılarak yerine, feodal eyâletler kuruldu. Kral 1365’de çıkardığı bir tamim ile serf yâni toprakla beraber alınıp satılan köylüleri kuvvetli bir şekilde arazi sahiplerine bağladı. Bu karar Erdel’de karışıklıklara sebeb oldu ve Macaristan’a bağlı Eflâk ile Boğdan voyvodaları, bölgeye akınlarda bulundular. Ayrıca Ulahları teşkîlâtlandırarak Erdel kralına karşı mücâdeleye sevk ettiler.
Osmanlı Devleti ile Erdel arasında ilk temas on dördüncü asrın ikinci yarısında başladı. İlk plânlı Osmanlı taarruzu Âşık Paşazade Târihi’nde 1391 senesinde olduğu yazılıdır. Yıldırım Bâyezîd Karaman seferinde iken Eflak prensi Marça’nın Osmanlı hudud köylerine saldırması üzerine Niğbolu tarafına geçerek akıncı kuvvetlerini Eflak tarafına sevketti. Sırmaya mıntıkasına kadar yayılan bu akınlara karşılık, Macar ve Bosnalılar hiç bir müdâhalede bulunmadı. Sultan Çelebi Mehmed devrinde Banat ve Demirkapı’dan geçilerek Erdel’e düzenlenen büyük sefere Erdel voyvodası karşı koydu ise de, Hotsek civarında mağlûb oldu. Erdel’e 1426 senesinde ikinci, 1432’de ise, Eflak beyi Vlad Drakul ile Evranoszâde Ali Bey kumandasında üçüncü Osmanlı akını düzenlendi. Bir süre sonra Erdel’deki Macar köylüsü ile Ulahlar, kötü sosyal ve iktisadî şartlar altında bulundukları için asilzadelere ve kiliseye karşı ayaklandılar. Bunun üzerine 1437’de imtiyazlı sınıflar tarafından kurulan bir meclis, Macar köylüsü ile Ulahları siyâsî hayâttan uzaklaştırdı ve Macar asilzadeleri Sakson ile Sekellerin birleşmeleri için karar aldı.
1437’de ilk defâ olarak bir Osmanlı pâdişâhı Erdel üzerine sefere çıktı. Sultan İkinci Murâd, Vidin yolu ile Tuna’yı geçerek Kızılkule’den Erdel’e girdi ve Sibin kalesine kadar ilerledi. Bu akın sırasında pek çok esir ve ganîmet ele geçirildi. 1439 yılında Belgrad kalesini muhasara eden ikinci Murâd, akıncı kuvvetlerinin başına geçirdiği Mezid Bey’i Macaristan topraklarına akınlara gönderdi. Sultan Murâd’ın muhasarayı kaldırarak İstanbul’a dönmesinden sonra da bu akınlar devam etti. Bu sırada Macar orduları başkomutanlığına getirilen Hunyadi Yanoş, Transilvanya’ya giren Mezid Bey kumandasındaki akıncıları mağlûbiyete uğrattı. Mezid Bey ve oğlu bu muhârebede şehîd düştüler. 1445’de Hadım Şehâbeddîn Paşa kumandasındaki bir Osmanlı kuvvetine karşı da kısmî bir başarı elde eden Hunyadi Yanoş’un Avrupa’deki şöhreti arttı. Bu zaferler üzerine Türkleri Avrupa’dan atabileceklerini zanneden Papa dördüncü Öjen; Macar, Leh, Eflak, Sırp, Alman kuvvetlerinden oluşan büyük haçlı ordusunu Osmanlılar üzerine gönderdi. Ancak sultan İkinci Murâd Macaristan kralı üçüncü Ladislas ve başkomutan Hunyadi Yanoş’un da bulunduğu bu orduyu Varna’da imha etti. Kral Ladislas ölüler arasında bulunurken, Hunyadi Yanoş kaçarak zor kurtuldu.
Fâtih Sultan Mehmed Han tahta geçince Erdel’e yeniden seferler düzenledi. İlk sefer 1474’de Hunyad’ın oğlu Matyas’ın Macaristan krallığı sırasında yapıldı. Matyas, Türklerin Macar hududuna yakın mühim şehirlerinden olan Sırbistan’ın eski başkenti Semendire’yi muhasara ederek, Böğürdelen kalesi karşısına ahşaptan üç kale yaptırdı. Bunun üzerine Fâtih, Semendire muhasarasını kaldırmak için Hırvatistan ile Dalmaçya’ya akıncı kuvvetleri yolladı. Bunların müthiş akınları karşısında Matyas bozguna uğradı. Semendire sancak beyi Bâli Bey bu seferde Varad’a kadar ilerledi. Mihaloğlu Ali Bey’in 1493’de yaptığı sefer dışında ikinci Bâyezîd ve Yavuz Sultan Selîm devrinde Erdel’e sefer yapılmadı.
Erdel voyvodası J. Zapolya, Kanunî Sultan Süleymân devrinde Mohaç meydan muhârebesine katılmıyarak, muhârebeden sonra kendini İstolni Belgrad’da Macar kralı îlân ettirmeyi başardı. Bu olaydan bir kaç ay sonra Macar tacını giyen rakibi Habsburg hânedânından Ferdinand, J. Zopalya’yı iki defâ mağlûb edince, Lehistan’a kaçan voyvoda Zapolya, Osmanlı pâdişâhının hâkimiyetini kabul etmeye mecbur kaldı. İstanbul’a gönderdiği elçi ile Pâdişâh’ın himayesini te’min etti. Daha sonra Viyana seferi sırasında, Mohaç sahrasında bizzat orduya gelerek, pâdişâha tabiiyyet ve sadâkatini arz etti. 1533 senesinde Silistre sancakbeyi Mehmed paşa, Braşov’u zapt ederek Zapolya’ya teslim etti. Böylece Erdel’de Habsburg hânedânının siyâset ve nüfuzu kırıldı. Kral Zapolya, Erdel’e, Bashory İstvan’ı voyvoda tâyin etti. Bu sırada pâdişâhın ve Osmanlı devlet adamlarının itimâdını kazanan Venedikli Aluisio Gritti, Macaristan vâlisi îlân edildi. Erdel’e giden Aluisio Gritti, bir hânedânlık kurarak, Macar krallığından ayrılmayı düşündü ise de, başta Zapolyai olmak üzere, buna karşı çıkanlar tarafından Megeş’te öldürüldü (1534). Ferdinand ile yaptığı 1538 Varad andlaşmasından sonra Zapolyai kral ünvânı taşımasına rağmen, Erdel prensliğinden ileri gidemedi. Erdel’e sâhib olmak için kendisi ile mücâdele eden Maylad İstvan’a karşı harb îlân etti. Ferdinand ile tekrar ihtilâfa düştüğü sırada yerine bir vâris bırakarak 1540 senesinde öldü.
Zapolya, ölümünden kısa bir zaman önce Kânûnî Sultan Süleymân’a bir elçi göndererek, pâdişâhtan kendisine verilen bütün memleketin (Erdel’de dâhil) bu defâ da harac mukabilinde oğlu Janos Sigismund’a kalmasını rica etti ve bu ricası kabul edildi. Erdel üzerinde Osmanlı hâkimiyeti Habsburgların zaman zaman muhalefetine rağmen 1541’de fiilen başladı. Avusturya kralı Ferdinand, Janos Sigismund’u gayr-i meşru îlân etti. Zîrâ Zapolya’nın vâris bırakılması üzerine Macaristan’da hak iddia edemiyordu. Ferdinand’ın iddialarını Macar asilzadeleri kabul etmedi. Macar asilzadeleri, Türk hâkimiyeti altında daha rahat ve huzur içinde olacaklarını bildiklerinden, Macaristan’ın Alman nüfuzuna girmesini istemiyorlardı. Ferdinand, kraliçe İsabella’ya haber göndererek, Macaristan’ın kendisine bırakılması karşılığında, küçük prensi, Erdel prensi olarak tanıyacağını bildirdi. Diğer taraftan da Kânûnî’ye elçi göndererek, Macaristan kendisine bırakıldığı takdirde, Zapolya devrindeki harac ve tâbiiyyet şartlarının tamâmını kabul ettiğini bildirdi. Bir taraftan bunları yaparken diğer taraftan Macaristan içlerine asker sevk ederek Vaizen, Wissengrad, Stullweisenberg kalelerini ele geçirmeye kalkışmıştı.
Bu sırada Macaristan’da Türk temsilcisi olan Sıran Çarış, Dîvân-ı hümâyûnun emri ile küçük prens Sigismund’u Erdel prensi îlân etti. Macaristan tahtı ise, boş bırakıldı. Bundan faydalanarak işi oldu bittiye getirmek isteyen Ferdinand, Budin kalesini muhasara etti. Macaristan’ın Habsburg hânedânının hâkimiyetine girmesini istemiyen kraliçe bir taraftan taht şehrini müdâfaa ediyor, diğer taraftan da hâmisi olan Osmanlı sultânına elçi göndererek yardım istiyordu. Neticede; Kânûnî Macaristan seferine çıktı. Öncü kuvvetleri vezir Mehmed ve Hüsrev paşaların kumandasında Budin’e yaklaşmaları Alman generali Von Rogendorf’ı telâşa düşürdü. General ordusunun etrafına hendekler kazıp tahkim ederek müdâfaaya karar verdi. Ancak Kanunînin büyük bir ordu ile geldiğini haber alınca, geceden istifâde ederek, kaçmak istedi. Lâkin böyle bir hareketi düşünerek tedbir alan Osmanlı kumandanları düşmanı çember içerisine alarak imha ettiler. Kaçabilenler ise Tuna’da boğuldu.
Kânûnî Sultan Süleymân, Budin kalesi önlerine geldiğinde, kale kapısı Osmanlı sultânına açılmamıştı. Kânûnî kraliçe İsabella’ya haber göndererek, o sırada bir yaşındaki bebek kralın derhâl ordugâha getirilmesini emretti. Ertesi gün bebek kral, üç dadısı, altı müşaviri ve nâib piskopos Martinuzzi’nin başkanlığında ordugâha getirildi. Bebek kralın ordugâha gelmesinden sonra Kânûnî, ikinci Yanoş’a Osmanlı Devleti’nin bir eyâleti olan Erdel prensliğini verdiğini, Macaristan gibi önemli bir ülkenin bir kadın ile çocuğa bırakılamayacağını, bu yüzden Macaristan’ın Osmanlı Devletine doğrudan doğruya ilhak edildiğini, merkeze bağlı bir beylerbeylik şeklinde idare edildiğini bildirdi. Budin kalesi kan dökülmeden Osmanlıların eline geçti. Halkın mal ve can emniyeti, mezhep serbestliği bir fermanla halka duyruldu.
Macaristan’ın Osmanlı Devleti’ne ilhakı ile Macaristan üç kısma ayrıldı. Birincisi merkezi Budin olmak üzere orta Macaristan olup, doğrudan doğruya bir Osmanlı eyâleti hâline getirildi. İkincisi Erdel olup, prenslik hâline getirilerek, Osmanlı hâkimiyeti altına alındı. Prens yerli asilzadeler tarafından seçilecek ve pâdişâh tarafından tasdik edilecekdi. Üçüncüsü ise, Macaristan’ın kuzey ve kuzeybatı tarafındaki şerit gibi ince uzun bir parça arazi Avusturya hâkimiyetine kalacaktı. Böylece yıllardan beri sürüp giden Macaristan’ın veraseti mes’elesi kökünden hâlledilmiş oldu (1542).
Erdel diyet meclisi kral Yanoş Sigismund’un vâsisi katolik rahip Martinuzzi’yu kral naibi seçti ve üç milletin vekillerinden meydana gelen yirmi bir âzâlı bir meclis kurarak, Erdel’in iç idaresini tesbit ve tanzim etti. Bir müddet sonra beşinci Karl’dan cesaret alan Martinuzzi, 1551 senesinde Erdel’i Ferdinand’a teslim etti. Durumu haber alan Pâdişâh, Rumeli beylerbeyi Sokullu Mehmed Paşa kumandasında bir orduyu bölgeye gönderdi. Bu seferde bâzı kaleler zabtedilerek Tameşvar muhasara edildi. Martinuzzi, Avusturya tarafdârı politikasını te’vil yollu Sokullu’ya îzâh ve güçlükle onu ikna etti ise de, bu hareketi ihanet sayan Avusturya orduları başkumandanı Castaldo kendisini îdâm ettirdi (1552).
Erdel bir süre Castaldo kumandasındaki Avusturya ordularının tahakkümü altında kaldı. Castaldo 1553’de Erdel’den ayrılınca bölgeyi bir müddet Ferdinand nâmına voyvodalar idare etti. Diyet meclisi 1556’da Sigismund’u Erdel hükümetinin başına davet etti. Osmanlı pâdişâhının Eflak ve Boğdan beyleri ile gönderdiği emir üzerine Yanoş Sigismund, Diyet meclisi tarafından Lehistan’dan getirilerek Erdel tahtına geçirildi. 1559’dan 1571’e kadar tek başına hüküm süren Yanoş, aynı zamanda, Macaristan’ın kuzey taraflarını da ele geçirdi. Bu yüzden Avusturyalılar ile arasında muhârebeler oldu.
İkinci Yanoş’un yerine geçen Bathory İstvan Erdel beyliğinin teşekkülünde önemli bir rol oynayarak Avusturyalılar ile Osmanlı Devleti arasında denge kuruldu. Speyer andlaşması ile Maximillan’ı Macaristan kralı olarak tanırken (1571), bunu Bâb-ı âlîden gizledi ve vergisini muntazaman gönderdi. Bâb-ı âlînin ve sadrâzam Sokullu Mehmed Paşa’nın gayreti ile Lehistan krallığına seçilmesi üzerine Erdel’i bir müddet kardeşi Kristof, sonra da uzun süre ve fasılalı olarak oğlu Bathory Sigismund idare etti. İlk zamanlar Bâb-ı âlîye sâdık kalan Sigismund, Avusturya-Osmanlı savaşlarının başlaması üzerine mukaddes ittifaka dâhil oldu (1593) ve Rudolf’un hâkimiyetini kabul etti. Bunun için de Osmanlı tarafdârı ve kendi siyâsetine karşı olan partiyi ortadan kaldırdı. Sadrâzam Koca Sinân Paşa’ya sefere çıkacak Osmanlı ordusuna katılacağını bildirdiği sırada, Osmanlı tarafdârı olan asilzadeleri tevkif ettirerek, Kolojvar’da îdâm ettirdi. Bir süre sonra Eflak ve Boğdan voyvodası ile kendini metbû tanıtmak şartı ve daha bâzı şartlar ile Osmanlı Devleti’ne karşı anlaştı. Aradan kısa bir süre sonra, Boğdan ve Eflak’da Osmanlılar aleyhinde isyânlar oldu. Bunun üzerine sadrâzam Koca Sinân Paşa kumandasında çıkılan seferde, Osmanlı ordusu Yer-Göğü mevkiinde Sigismund’un ordularına yenildi (1595). Bu başarıdan bir süre sonra Sigismund Tameşvar kalesini kuşattı ise de, alamadı. Haçova meydan muhârebesinde Avusturya ordusu ile ağır bir şekilde maglûb olan Sigismund, yerine amcasının oğlu Kardinal Bothory Andras’ı bırakarak Erdel’i terk etti. Kardinal Andras, Lehistan’da yetiştiği için Bâb-ı âlî ile dost geçinmeye dikkat etti ve birikmiş vergileri göndererek beylik alâmetlerini aldı.
Osmanlı-Avusturya savaşları yüzünden Erdel’de meydana gelen hâdiseler memleketi tamamen Avusturyalılar aleyhine çevirdi. Avusturyalıların zulmünden kaçan bâzı asilzadeler Osmanlılara sığındı. Bunlardan biri olan Bocskay-İstvan, Tİsa bölgesindeki Protestanların başına geçerek Avusturyalılara karşı savaştı. Bütün Erdellilerin kendisine tâbi olması üzerine, Estergon fâtihi Lala Mustafa Paşa tarafından 1604 senesinde Erdel beyliğine tâyin edildi. Bocskay, Avusturya üzerine yapılan seferlerde başarılı olunca, Lala Mehmed Paşa tarafından Macar krallık tacı giydirildi. 1606 senesinde Bocskay’ın ölümü üzerine Erdel’de beylik mücâdeleleri başladı. 1608’de idareyi Bathory Gabor ele geçirdi. Zâlimce idaresi ve Eflak’a saldırması üzerine, Bathory’in Erdel’de sebeb olduğu huzursuzluğu gidermek ve yerine Bethlen Gabor’u geçirmek vazîfesî Bâb-ı âlî tarafından Kanije beylerbeyi İskender Paşa’ya verildi, iskender Paşa, Macaroğlu Ali Paşa ve Şahin Giray komutasındaki 80.000 kişilik Osmanlı-Kırım ordusunu Erdel’e gönderdi ve Bathory yakalanarak öldürüldü.
İskender Paşa, Kolojvan’da diyet meclisini toplayarak Bethlen’i Erdel beyi seçtirdi. (1613). Yapılan Andlaşmada Avusturya, Bethlen’i müstakil prens olarak tanıdı. Sekel ve Saksonları etrafında toplamayı başaran Bethlen zamanında Erdel altın devrini yaşadı. Erdel Belgrad’ında bir yüksek okul, büyük bir kütüphâne ve bir matbaa kurdu. Bethlen, Erdel beyliğinin yaşaması için sağlam temeller kurduktan sonra, 1629 senesinde ölünce, yerine Rakoczi György geçti ve siyâsetini başarı ile sürdürdü. Kassa andlaşması gereği Avusturyalılar ile sulh yaptığı gibi, sultan dördüncü Murâd’dan Erdel beyliği hakkında ahidnâme aldı. 1642 senesinde yerine oğlunu halef tâyin ederek, bu konuda Osmanlı sultânından bir ahidnâme aldı.
İkinci Rakoczi György babasının ölümü üzerine 1648 senesinde Erdel beyi oldu. Serveti ve kuvveti yüksek olduğu hâlde, Erdel’i ihtiraslı ve dengesiz hareketleri yüzünden felâkete sürükledi. Bir süre sonra Bâb-ı âlî ve Avusturya karşı olmasına rağmen Lehistan krallık tacını ele geçirmek için harekete geçti. 1657 senesinde Lehistan’a girdi ve bâzı muvaffakiyetler elde etti. Ancak emri altındaki İsveç kuvvetlerinin Danimarkalılarla savaş için ordudan ayrılmaları ile çok zor duruma düştü. Lehlilere 1.200.000 florin savaş tazminatı vermek suretiyle geri çekildi. Bunun üzerine Bâb-ı âlî Kırım hanı Mehmed Giray’ı Rakoczi’ye karşı gönderdi. Yapılan muhârebede Kırım Han’ı Rakoczi’nin ordusunu imha etti. Neticede Erdel diyet meclisi Bâb-ı âlî’nin emrine uyarak, Rhedey Fesenc’i Erdel beyi seçti. Ancak Rakoczi onu çekilmeye mecbur etti.
Bâb-ı âlî tarafından azledilen Eflak ve Boğdan voyvodalarını himaye etmesi üzerine Rakoczi üzerine 1658 senesinde sadrâzam Köprülü Mehmed Paşa kumandasında sefer düzenledi. Erdel’in merkezi olan Erdel Belgrad’ı ele geçirildi ve Rakoczi kuzey Macaristan’a çekildi. Sadrâzam ele geçirdiği Yanova’yı sancak hâline getirerek muhafazasına Budin beylerbeyi Kenan Paşa’yı görevlendirdi. Lugoj banı Ulah asıllı Barcsay Akos’u da Erdel beyliğine getirdi. Diğer taraftan Avusturya kralı ile barışan Rakoczi, Barcsay’a karşı mücâdeleye girişti. 1659 senesi sonlarına doğru Seydi Ahmed Paşa, Demirkapı yakınlarında Rakoczi’yi mağlûb etti. Kaçan Rakoczi, Kalojvar ve Sasfeneş arasında, Seydi Ahmed Paşa’nın kumandasındaki Osmanlı ordusu tarafından kesin şekilde hezimete uğratıldı. Rakoczi sığındığı Varad kalesinde muhârebe esnasında aldığı yara sebebiyle öldü. Kalojvar’ın zaptı sırasında esir düşenler arasında henüz genç olan kalvinist Macar ailesine mensup İbrâhim Müteferrika da bulunuyordu. Sonra İslâmiyet’i kabul eden bu genç İstanbul’da ilk matbaayı kurdu (Bkz. İbrâhim Müteferrika).
Disiplinli idaresi ve aktif siyâseti ile bilinen Köprülüler devrinde, ahenk ve sükûnu bozulan Erdel ve Macaristan işleri iyice tanzim edilmek istendi. Bunu sağlamak için de eski kapdân-ı deryalardan Köse Ali Paşa Macaristan bölgesine sefere gönderildi. Bu sefer sırasında Varad kalesi kırk beş günlük muhasaradan sonra ele geçirildi (1660). Bu arada Rakoczi’nin, Kırım’da esir iken dönen kumandanı Kemeny Yanoş, Erdel’e gelince, 1661 senesinde diyet meclisi tarafından kral seçilince, Barcsay beylikten çekildiğini açıkladı. Mevkiini sağlama almak isteyen Kemeny, krallığın Devlet-i âliyye tarafından kendine verilmesini rica ederek sadâkat ve kulluk arz edince, serdâr Ali Paşa oğlunu rehin istedi, isteğine karşılık verilmeyince durumu Bâb-ı âlîye bildirdi. Netîcede isyâna kararlı olduğu kabul edildi ve yola getirilmesi için Ali Paşa yeniden serdar tâyin edildi, Özi, Rumeli, Anadolu, Karaman, Sivas ve Maraş kuvvetleri ile birlikte Erdel’e giren Ali Paşa, Kemeny’ye bağlı kasaba ve köyleri ele geçirdi. Halkın isteği üzerine haracından beş yüz kesesi af olunarak Apafiy Mihaly’yi Erdel beyliğine tâyin etti ve Kemeny tehlikesine karşı Mihaly’nin yanında Yanova beylerbeyi Küçük Mehmed Paşa’yı bıraktı. Nihayet Küçük Mehmed Paşa, Nihaly’i beylikten indirmek için gelen Kemeny’nin kuvvetlerini Segepuar civarında mağlûb ederek kendisini öldürttü (1662).
Apafiy Mihaly zamanında Erdel, daha önceleri olduğu gibi, orta Avrupa siyâsetinde bir âmil ve muvâzene unsuru olmaktan çıktı ve eski ehemmiyetini kaybetti. Köprülüler ile kuvvetli ve faal bir yönetime kavuşan Osmanlı Devleti’nin sâdık ve itaatli bir beyliği hâlinde kaldı. Bir süre sulh ve sükûnet içinde yaşıyan Erdel’de, zamanla karışıklıklar ortaya çıktı. Avusturya’nın, Macaristan’da uyguladığı ağır vergi ve keyfî idare yüzünden ayaklanan Macar asilzadelerinin, şiddete başvurması üzerine, birçok protestan Macar, Osmanlı hakimiyetindeki Erdel’e göç etti. Bu göçmenler Avusturya imparatorundan dînî ve siyâsî hürriyetlerini geri aımak için senelerce süren bir mücâdeleye girdiler. Bunların başında Erdel’in iç ve dış siyâsetini tamamen elinde bulunduran Teleky Mihaly bulunuyordu. Daha sonra yerine Kurs kralı diye meşhur olan Tökely Imre geçti (1678) ve kuzey Macaristan’da Avusturya’ya karşı başarılı mücâdeleler verdi. Sadrâzam Merzifonlu Kara Mustafa Paşa, Avusturya’ya karşı çıkacağı seferde Erdel’den başka, diğer Macarlardan da faydalanmayı düşünmüş ve bunu sağlamak için Avusturyalılara karşı yaptıkları muhârebelerde Tökely’e Budin beylerbeyini yardımcı gönderdi ve 1682 târihinde bir ahid-nâme ile Tökely’nin Orta Macar kralı tanınmasını sağladı.
İkinci Viyana kuşatmasıyla başlayan Osmanlı-Avusturya savaşları sırasında Erdel beyi de Osmanlı ordusu yanında yeraldı. Osmanlı ordusunun bozguna uğraması üzerine Erdel beyi Teleky Avusturya kralı ile münâsebetlerini arttırdı. 1685’de imparatorun bir temsilcisi olan Cizvit rahibi Dunod, Erdel’e gelerek Teleky ile Erdel’in geleceği hakkında bir andlaşma yaptı. Ertesi sene Apafiy, Leopold ile yaptığı Viyana andlaşmasında Avusturya kuvvetlerinin Erdel’e girmesini kabul edince general Caraffa, Erdel’in bir kısmını işgal etti. 1687’de Osmanlı Devleti’nin Macaristan’ın hemen hemen tamâmını kaybetmesi üzerine, Erdel, Avusturya birliklerinin işgaline uğradı. 1690’da Apafiy ölünce yerine oğlunun geçmesini kabul etmeyen Avusturya İmparatoru, Teleky’i Erdel vâlisi tâyin etti.
Fâzıl Ahmed Paşa’nın sadrâzamlığı sırasında Osmanlı-Avusturya savaşları bir ara Osmanlı Devleti lehine döndü. Osmanlı hükümetine dâima sâdık kalan Tökely, Osmanlı ve Kırım kuvvetleri ile Erdel’e girdi. Zârneşti civarında yapılan muhârebede Teleky’nin esir düşmesi üzerine, diyet meclisi Tökely’i Erdel beyi îlân etti. Fakat Tökely Avusturya kuvvetlerinin saldırıları ve bir kısım Erdellinin muhalefeti yüzünden Erdel’i terke mecbur oldu. Böylece Erdel, bu sefer, kat’î olarak tekrar Avusturya hâkimiyetine geçti. 1699 yılında yapılan Karlofça andlaşması da bu fiilî vaziyete hukukî bir şekil verdi.
Erdel, Avusturya hâkimiyetine girdikten sonra statüsü yeniden düzenlendi. Muhtariyeti kaldırılarak, Avusturya’nın bir parçası hâline getirildi. Habsburg ailesinin büyük bir hassa prensliği şeklinde, bir vâli tarafından idare edilen bir eyâleti oldu. Bu durum on dokuzuncu asrın ikinci yarısına kadar devam etti. 1848 ihtilâlleri sebebiyle Erdel diyet meclisi, Erdel’in Macaristan’a ilhakına karar verdi. 1867’de yine Avusturya-Macaristan Devleti kurulunca, Erdel de, bu devletin bir parçası oldu. 1918 senesinde Erdel’in Rumen ahâlisi, milletlerin kendi mukadderatına hâkim olmaları prensibine dayanarak, Romanya ile birleşmeye karar verdi ve bu durum 1920’de yapılan Trianon andlaşması ile tasdîk edildi.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Târih Deyimleri Sözlüğü; cild-1, sh. 543
 2) Evliyâ Çelebi Seyahatnamesi; cild-5, sh. 1849, cild-6, sh. 1859
 3) Osmanlı İmparatorluğu Târihi; cild-6, sh. 128
 4) Îzahlı Osmanlı Kronolojisi (Danişmend); cild-3, sh. 228
 5) Osmanlı Târihi (İ.H. Uzunçarşılı); cild-3, kısım-2, sh. 46
 6) Büyük Türkiye Târihi; cild-13, sh. 99
 7) Netâyic-ül-vukûât; cild-2, sh. 72
 8) Târihi Peçevî; cild-1, sh. 108
 9) Devlet-i Osmâniyye Târihî (Hammer); cild-3, sh. 183
10) Macaristan’daki Türk Hâkimiyeti Devrinin Ehemmiyetli Kaynakları (T. Gökbilgin; Ankara-1840)