7 Mayıs 2020 Perşembe

EYÜP SABRİ PAŞA


Sultan İkinci Abdülhamîd Han devri amirallerinden. İsmi Eyyûb Sabri olup Yenişehir civarındaki Urmiye’de doğdu. Doğum târihi bilinmemektedir. 1890 (H. 1308) târihinde İstanbul’da vefât etti. Bayramiye yolu büyüklerinden, ilim irfan sahibi olan hocası İdrîs-i Muhtefî’nin (rahmetullahi aleyh) Kasımpaşa’da Kulaksız Câmii karşısında bulunan yokuşun alt başındaki kabrinin ayak ucuna defnedildi.
Eyyûb Sabri Paşa, sultan İkinci Abdülhamîd Han zamanında yetişen, çalışkan, âlim bir deniz paşasıydı. Bir kısmı henüz basılmayan çok kıymetli eserler yazdı. Basılanlar şunlardır: Mir’ât-ıMekke, Mir’ât-ı Medine, Terceme-i Şemâil-i Şerif, Ahvâl-i Cezîret-ül-Arab, Şerh-i Kasîde-i Bânet Süâd, Târih-i Vehhâbiyân, Mahmûd-üs-Siyer, Necât-ül-mü’minin, Tekmilet-ül-Menâsik, Riyâd-ül-mûkınîn, Mir’ât-ü Cezîret-il-Arab. İlk iki eser ile sonuncusu, Mir’ât-ül-Haremeyn ismiyle yazılmış olup, mukaddes Hicaz bölgesi hakkında dînî ve târihî bilgiler İhtiva etmektedir. Herkes ve bilhassa hacılar için lüzumlu bir kitaptır. Eyyûb Sabri Paşa’nın kitaplarında vehhâbiler hakkında geniş bilgi vardır.
Ahvâl-i Cezîret-ül-Arab; Arabistan yarımadası hakkında yazılan coğrafya kitaplarının en kıymetli ve en geniş olanıdır. Büyük İslâm âlimi, İmâm-ı Gazâlî’nin kelâm ilmindeki Bidâyet-ün-Nihâye isimli kitabını Eshâb-ül-İnâye ismiyle tercüme edip bastırmıştır.
Bu eserin başındaki beyt şöyledir:
Tâbi-i şer-i şerîf olmayanın dünyâda
Hâli pek müşkil olur Mahkeme-i ukbâda.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Osmanlı Müellifleri; cild-3, sh. 54
 2) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; sh. 1059
 3) Rehber Ansiklopedesi; cild-5, sh. 254

EYALET ASKERLERİ


On altıncı yüzyılın ikinci yarısına kadar kapıkulu ocakları ile birlikte Osmanlı ordusunun en büyük ve en önemli kısmını teşkil eden askerî sınıflar. Eyâlet kuvvetleri ilk zamanlarda tımarlı sipâhî, azab ve akıncılardan ibaretti. Zamanla yeni ihtiyaçların ortaya çıkması, bunların da genişlemesine yol açtı. Neticede; yayalar, müsellemler, yörükler, cerahorlar, canbâzlar, akıncılar (serdengeçti, deliler), gönüllüler, beşliler, fârisânlar, martoloslar, voynuklar ve derbendler gibi teşkilâtlara da yer verildi.

1- Tımarlı Sipahiler

Osmanlı Devleti ordusunun temeltaşı niteliğinde olup, devletin büyümesinde birinci derecede te’sirli olan topraklı süvârî teşkilâtı. Tımarlı sipâhî ordusunun kuruluş ve gelişmesi, esas olarak tımar rejimine dayanmaktadır. Tımar rejimi, Türklerin on birinci yüzyılda İslâm dünyâsı içerisine girdikten sonra kendi askerî teşkilât ve gelenekleriyle yerli müesseseleri uzlaştırarak meydana getirdikleri bir sistemdir (Bkz. Tımar). Osmanlılar bu sistemi târihî şartlara göre geliştirmişler ve cihânşümul devletlerini bu temel üzerinde kurmuşlardır.
Tımarlı sipahilerin kaynağı, daha kuruluştan itibaren tamâmiyle devletin fetih politikasına dayanıyordu. Tımar almak ve Sipâhî sınıfına girmek için, pâdişâh seferlerine, gazâya katılmak ve yararlık göstermek şarttı. Tımar tevcihleri, daha ziyâde fethedilen topraklar üzerinde yapılırdı. Böylece Rumeli’de ve Orta Avrupa harp meydanlarında Anadolu’dan gelen binlerce Türk gönüllü veya akıncı, büyük yararlıklar karşılığında fethedilen topraklarda tımarlı sipâhî olarak yerleşiyorlardı. Büyük seferler sırasında pâdişâh, Anadolu’ya fermanlar göndererek meydanlarda okutur, gönüllü gençleri gazâya çağırır ve yararlık göstereceklere tımar vadinde bulunurdu. Bu usûlün Osmanlı Devleti’nin başlangıcından itibaren kullanıldığı anlaşılmaktadır. Nitekim 1301’de Baphaeon savaşında Osman Gâzi’nin kuvvetlerinin bir kısmı süvârî idi. Bu Gâziler, gazâ yapmak ve dirlik sahibi olmak için onun bayrağı altına koşan gönüllü Türklerdi.
Osmanlı Devleti’nin vergi sistemi ve toprak siyâseti yanında eyâlet idâresinin temeli de tımar rejimi idi. Osmanlılar, cihânşümul bir politika güttükleri için hıristiyan Avrupa’nın en büyük ordularıyla savaşmak mecburiyetinde bulunduklarından, devletin bütün kaynaklarını bu mücâdeleler için seferber edecek şekilde teşkilâtlanmışlardı. Devlet arazisi, tımarlı sipâhî kuvvetlerinin kumandanı olan beylerbeyiler idaresinde geniş idâri birliklere ayrıldı. On beşinci yüzyılın başında Osmanlı Devleti; Anadolu, Rumeli ve Eyâlet-i Rum (Sivas, Tokat, Amasya) adıyla üç beylerbeyilik iken, asrın ortalarına doğru beylerbeyliklerin sayısı arttı. On yedinci yüzyıl başlarında sayıları 32’ye çıktı. Beylerbeyilikler sancaklara, sancaklar da subaşılıklara ayrılıyordu. Subaşılıklara dâhil köylerde sipahiler otururlardı. Sefer zamanı sipahiler, her subaşılıkta bulunan çeribaşılar tarafından toplanır ve subaşıların kumandası altında belirlenen yerde sancak beyinin emrine girerler. Sancak beyleri de önceden bildirilen yerde beylerbeyinin kumandası altına girmek üzere hareket ederlerdi. Beylerbeyi kendi eyâletinin askerini alarak belirtilen yerde pâdişâhın ordusu ile birleşirdi. Yavuz Sultan Selim’in, Şâh İsmâil üzerine yürüdüğü İran seferi rûznâmesinde orduya yapılan iltihaklar şu şekilde kaydolunmuştur: “Rebîülevvel’in on birinci gününde Yenişehir önünde Rumeli askeri ve Anadolu vilâyeti leşkerı (asker) beyler ile gelüp ordu-yı hümâyûna mülhak oldular (katıldılar). Gelen beylerbeyi, pâdişâhın önünde geçit resmi yaparak ordusunu gösterdi.”
Beylerbeyiler ve kendilerine tâbi sancak beyleri, subaşıları ve sipahiler seferde olmadıkları zaman, bölgelerinde asayişi muhafaza ederler, pâdişâhın emirleri ve kânunlara göre kâdıların verdikleri her türlü kararları uygularlardı. Böylece bu asker sınıfı bugünkü jandarma hizmetlerini de yaparlardı.
Tımarın tamâmiyle sipâhîlerin şahsına verilen ve kılıç tımar denilen asgarî bir mikdârı vardı. Kılıç tımar mikdârı yer ve zamana göre değişmekle beraber 3.000 akçe dolaylarında olurdu. Bu mikdâr tımar defterine her sipâhî için ne kadar yazılmışsa, kesinlikle değiştirilmez ve parçalanmazdı. Sipâhî bu mikdârdan fazla her 3.000 akçelik gelir için, cebeli denilen tam tachizâtlı bir askeri savaşa götürmek zorundaydı. Her cebelinin atı, silâhı, yiyip içeceği sipâhîsine âiddi.
Tımarlı sipâhîlerin mutlak surette kazasında veya hiç olmazsa sancak dâhilinde oturması şarttı. Çünkü sipahiler cebelilerini hazırlayarak bâzan pek kısa bir zaman içinde hareket etmeye mecbur olduklarından, dirliğine yakın yerde oturmaları îcâb ediyordu. Hükümetin müsâdesi olmadan sefere gitmeyen sipahinin dirliği elinden alınırdı.
Sipahiler; ok, yay, kılıç, kalkan, mızrak ve gürz gibi silâhlar kullanırlardı. Bu ordunun Avrupa orduları karşısında üstünlüğü, hafif süvârî olarak, daha hızlı manevra kabiliyetine sâhib olması ve gelenek olan Türk taktiğini, yâni kaçıp dağılır gibi yaparak düşman saflarını bozmak sonra onu maharetle kuşatma usûlünü uygulamasındadır. Bu manevra, davul ve bayrak işaretiyle yapılırdı. Türk okları, kılıçları ve atları da an’anevî üstün vasıflara sâhibti. Ancak her zaman Osmanlı ordusunu zafere ulaştıran en mühim unsur, bu taktiği ve silâhları kullanan asîl ve kahraman milletin bozulmaz îmânı ve ahlâkı olmuştur.
Her eyâlette; tımarlı sipâhî ve zeamet sahiplerinin isim, künye ve hüviyetleriyle, tımar yerlerini ve mikdârını gösteren defterler vardı. Bu sebeple devlet, sefer esnasında ne kadar tımarlı sipâhî ve cebeli çıkaracağını bilirdi. Nitekim 1528’de resmî kayıtlara göre 27 bin kapıkulu askerine karşılık tımarlı ordusu cebelileri ile 85-90 bini buluyordu. Kânûnî Sultan Süleymân devrinde tımarlı sipahiler sosyal ve askerî yönden en parlak devrini yaşadı. Bu devirde bunların sayısı 75.600’ü Rumeli, 91.600’ü Anadolu tımarlı sipahisi olmak üzere 167.200’e ulaşmıştı. Bu suretle tımarlı sipâhîler, Rumeli ve Anadolu atlı ordusu olmak üzere ikiye ayrılmıştı. Nitekim meydan muhârebesi düzeninde sağ ve sol kanatları bu iki ordu teşkil ederdi. Kapıkulu askeri ise merkezde bulunurdu. İlk zamanlarda Rumeli tımarlı ordusunun kumandanı Rumeli beylerbeyi, Anadolu tımarlı ordusunun kumandanı da Anadolu beylerbeyi idi. Fakat sonradan her iki kanada da pâdişâhça seçilen vezirler kumanda etmeye başladı. Kânûnî devrinde bu iki ordu o derece büyüyüp güçlendi ki, Avrupa’ya sefere çıkıldığında çok defa Anadolu sipâhî ordusu çağrılmaz veya bâzı birlikleri çağrılırdı. Sefer Asya’da ise, bu defa Rumeli kuvvetlerine hemen hemen hiç ihtiyâç duyulmazdı.
Sefer sırasında beylerbeyiler, sipâhîler için tutulan defterleri yanlarında götürürler, buna göre, harpten önce ve sonra olmak üzere iki yoklama yaparlardı. Harp başlamadan önceki birinci yoklamada bulunmayan sipâhinin dirlikleri alınmaz, son yoklamaya kadar beklenirdi. Dönüşte yapılan yoklamada, aldıkları emir sebebiyle gelmeyenler hâriç, bulunmayanların dirlikleri alınır ve cezalandırılırlardı. Buna karşılık muhârebede mühim rolleri olan tımarlı sipahilerden şevk ve gayreti görülenlerin dirlikleri arttırılarak terfî ettirilirlerdi. Savaşta şehîd düşen sipâhîlerin aileleri ve çocukları da devletin himâyesi altına alınır, oğullarının her birine iki veya üç bin akçelik tımarlar verilirdi. Osmanlı ordusunu üstün bir ordu durumuna getirip, cihân devleti olmasında mühim rol oynayan tımarlı sipâhîler, on yedinci asırdan itibaren itibârını yavaş yavaş kaybetmeye başladı. Bunun da sebebi, bir ortaçağ askeri olan sipahinin modern çağın tüfekli piyadesine karşı koyamaması, kale muhasara savaşlarında ancak yardımcı asker olarak hizmet edebilmesi idi. Geleneksel silâhlarını terketmek istemeyen tımarlı sipâhîler yerine, Anadolu’da yeni bir askerî birlik olarak tüfekli sekban bölükleri kurulmaya başlandı. Bundan sonra Osmanlı ordusunun Anadolu’dan aldığı gerçek askerler; tüfekleri bulunan ve ücretle hizmet gören sekbanlar oldu.
Böylece Kânûnî Sultan Süleymân zamanında Anadolu ve Rumeli’de yüz-yüz elli bin civarında atlı çıkaran tımarlı sipâhîler, aradan bir asır geçmeden, sekiz bin civarına düştü.
1826’da sultan İkinci Mahmûd, mevcut tımarlı sipâhîlerin üçte birinin her yıl İstanbul’a gelerek kışlalarda modern eğitim görmelerini emretti. Bunlara derecelerine göre, erlikten yüksek subaylığa kadar rütbeler verdi. Ancak bunlar Asâkîr-i Mansûre süvarisi adını alacak ve bundan böyle tımarlarında değil kışlalarda yaşayacak, modern eğitim görecek ve yeni askerî usûlü öğreneceklerdi. Tımarlarında oturmaya devam eden sipâhîler ise, 1844’de atlı jandarma olarak hizmete alındı. Bu arada uzun müddetten beri ne sipâhî ne de saray mensubu olarak kimseye tımar verilmiyordu. Ölen tımarlı sipâhîlerin çocukları ise İstanbul’a getirilip askerî mekteplere yazdırıldı. Onun için yeni Türk subayları arasında tımarlı sipâhî çocukları pek çoktur. Böylece kuruluşundan îtibâren Osmanlı Devleti târihinde büyük bir rol oynayan tımarlı sipâhîler, bir buçuk asır devam eden buhranlı hayâtının son safhasında, yeniçeriler gibi kanlı ve ızdıraplı bir tasfiyeye sebeb olmadan, sessizce kendiliğinden ortadan kalktı.

2- Geri Hizmet Kıt’aları

Yayalar ve yörükler: Osmanlı Devleti’nin ilk muntazam yaya sınıfını meydana getiren teşkilâtta Anadolu’dakilere yaya, Rumeli’dekilere ise yörük denirdi. Yeniçeri ocağının kurulup bu ocakta yaya kuvvetlerinin yetiştirilmesinden sonra yörük ve yayalar yavaş yavaş on beşinci yüz yıl ortalarına doğru, muhârebe hizmetinden alınarak geri hizmetlerde kullanıldılar. Anadolu eyâletinin muayyen sancaklarında bulunan yayaların, herbir ocağın başında bir yayabeyi olurdu. Her altı-yedi yayadan biri nöbetleşe altı ayda bir hizmete veya sefere gelirdi.
Yayalar harp zamanında yol açmak, hendek ve siper kazmak, top çekmek, gülle, ağırlık ve zahire nakletmek gibi vazîfeler yaparlar; sulh zamanlarında ise, ihtiyâca göre, kale tamiri, mâdenlerde çalışma, tersane hizmeti gibi görevlerde bulunurlardı.
Rumeli’de yayalarla aynı hizmeti gören yörükler; Tanrıdağı, Kocacık, Vize, Naldöken, Ofcabolu yörükleri gibi muhtelif mıntıkalarda bulunurlardı. Her mıntıkanın yürüklerinin başında da bir yörükbeyi vardı. Yirmi dört yörük, bir ocak sayılırdı. Her yirmi dört yörükten dördü sefere nöbetleşe gider, diğerleri yamak olarak yerlerinde kalırlardı.
Harp, Anadolu’da ise yayalar; Rumeli’de ise, yörükler sefere giderlerdi. Gerek yayalar ve gerekse yörükler yaya yâni piyade sınıfından olup; ok, yay, kalkan, kılıç ve künder denilen kargı gibi silâhları bulunurdu.
Müsellemler: Bunlar da yaya veya yörüklerle birlikte kurulan Osmanlı ordusunun ilk muntazam ordu teşkilâtının süvarisi olup, sonradan geri hizmette kullanılmışlardır.
Müsellemlerin Anadolu’dakileri genellikle müslümanlardan seçilmekle beraber, Rumeli’deki ler hem müslüman hem hıristiyan tebeadan alınırdı. Atlı olan müsellemler, harp zamanlarında, bir-iki gün evvel ordudan ileri sevk edilerek; yol, köprü ve ormanlıkları açarlardı. Müsellemlerin en büyük âmirleri sancakbeyleri olup, bunların otuz neferi bir ocak idi ve beşte biri nöbetleşe sefere giderdi. Sefere gidenlerin harçlığını gitmeyenler verirdi.
On altıncı yüzyıl sonlarına doğru yaya ve müsellem ocakları kaldırılarak, çiftlikleri zeâmet ve tımar yapılıp, bunların zâim ve tımarları da Kapdânpaşa eyâletine bağlandı.
Cerahorlar: İlk fütûhat devirlerinde Osmanlı ordusunda bulunduğu anlaşılan bu sınıf, daha ziyâde yol açmak, kale yapmak, ordunun geçmesine mâni ormanları kesmek, bataklıkları temizlemek, siper kazmak ve ordu ağırlıklarını nakletmekle vazifeliydiler. Serhad boylarındaki hıristiyan tebeadan alınırlardı. Verilen emre göre cerahor mıntıkalarından herhangi bir hizmet için belirli mikdârda cerahor tedârik olunurdu.
Cânbazlar: Osmanlıların ilk devirlerinde teşkil olunan askerî kuvvetlerden birinin adı. Cânbâz, can ile oynayan, canını tehlikeye atan demektir. Ancak harp zamanında faaliyet gösteren bu teşkilât mensupları, sefere çıkıldığı zaman öncülük ederler ve daha ziyâde cesaret isteyen tehlikeli işlere girişirlerdi. Sulh zamanlarında ise ordu için at beslemek veya satın almak gibi vazifeleri vardı.
Cânbazlar sınıfının on altıncı asırda kendine mahsus bir kanunnâmesi bulunuyordu. Buna göre on cânbâz bir ocak teşkil etmekte ve sefer sırasında bunlardan biri nöbetle savaşa gitmekte, diğer dokuzu da buna ellişer akçe sefer harçlığı vermekte idi. Genelde yörüklerden teşkil olunan cânbazlar, otuz dokuz ocak hâlinde Vize ve Vidin taraftarında bulunurlardı.
Yeniçeri ordusunun kurulmasından sonra yaya ve müsellemler gibi cânbâzlar da geri hizmete alındılar. Nihayet on altıncı yüzyılda teşkilât kaldırılıp mensupları donanma hizmetlisi olarak kaydolundular. Çiftlikleri ise zeamet ve tımara çevrildi.
Voynuklar: Osmanlı Devleti’nde askerî hizmette bulunup ekserisini Bulgarların teşkil ettiği hıristiyan efrattan meydana gelen, nakliye ve ıstabl-ı âmire (saray ahırları) hizmetlerinde kullanılmış olan asker. Bunlar amme ve hassa voynukları diye ikiye ayrılırlardı. Amme voynukları harp zamanlarında sipahilerin atlarına bakarak ağırlık naklederler ve ordugâhın kurulup kaldırılmasında hizmet görürlerdi. Hassa voynukları ise ıstabl-ı âmire hizmetinde istihdam olunurlardı. Bunlar, çayır biçmek ve çayır zamanlarında hassa beygirlerine bakmakla mükellef idiler.
Voynuklara âid topraklar satılamaz veya tapuyla verilemez, mîrâs bırakılamazdı. Voynuk ölünce öncelik sırasıyla, oğlu veya kardeşi voynuk yapılır, topraklar ona verilirdi.
Voynuklara hizmet karşılığı verilmiş olan toprağa baştına denir, öşür alınmazdı. Voynuklar harac ve ispençe (bülûğa erenlerden başlayarak vücûdu çalışmaya müsâid erkek hıristiyanlardan alınan harac-ı muvazzaf) vermezlerdi. Baştınaları dâhilinde ot, kovan ve domuz resimlerinden ve tekâlif-i örfiyeden muaf idiler.
Voynuklar dörder-beşer kişilik müfrezelere ayrılmışlardı. Her müfrezeden biri sıra ile sefere giderdi
Voynukların sancak beyleri ve çeribaşları müslüman olup, daha küçük âmirleri hıristiyan idi.

3- Öncü Kuvvetler

Akıncılar: Osmanlı Devleti’nin serhadlerindeki hafif süvârî kuvveti. Çok serî hareket etmeleri sebebiyle bu adı almışlardır. Rumeli’de düşman kudretinin sarsılması, yerine göre kırılıp ezilmesi suretiyle fetihlerin kolaylıkla yapılmasını mümkün kılan akıncılar, on altıncı asır sonlarına kadar devlete büyük hizmetlerde bulunmuşlardır. Osmanlı hududu genişledikçe, hudut muhafızı bulunan akıncılar da daha ileri gitmişlerdir. Fâtih Sultan Mehmed ve bilhassa İkinci Bâyezîd ile Kânûnî Sultan Süleymân devrindeki düşman topraklarına yapılan akınlar fevkalâde hayret uyandırıcı mâhiyette idiler. Bâyezîd devrindeki akıncılık, Bosna üzerinden Venedik arazisine, Hırvatistan ve Dalmaçya’ya ve biraz da Transilvanya (Bosna-Hersek) taraflarına yönelmiş idi. Kânûnî zamanında ise, Macaristan ovaları Hırvatistan ve Almanya bütünüyle akıncıların hareket sahası içerisinde kaldı. Yavuz Sultan Selîm’in Çaldıran seferinde akıncılar büyük rol oynadı (Bkz. Akıncılar).
Deliler: Hudud ve hududa yakın yerlerde bulunup serhad kuvvetlerindendi. Bunlara, düşmana korkusuzca saldırmaları ve gözlerini budaktan esirgememeleri sebebiyle deliler denilmiştir.
Deli, teşkilâtına alınacaklarda fevkalâde cesaret ve atılganlık arandığı gibi, iri yarı ve cüsseli olmalarına da dikkat edilirdi. Ocaklarını halîfe hazret-i Ömer’e mensup addeden deliler, şehâdete ulaşmak için pervasızca düşmana saldırır ve bu halleriyle etrafa dehşet verdiklerinden umumiyetle muvaffak olurlardı.
Deli askerî sınıfı on altıncı yüzyıldan evvel yoktu. Tamâmiyle Rumeli halkından olan deliler bu asırdan îtibâren kısmen Türk ve kısmen de Boşnak, Sırp, Hırvat gibi müslüman olmuş cengâver kimselerden meydana gelirdi. Silâhları; eğri pala, kalkan, mızrak ve bozdoğan idi. Güçlü, kuvvetli atlara binen deliler, düşman üzerine korku uyandıracak kıyafete sahipti. Başlarına sırtlan ve Pars derisinden yapılmış ve üzerine kartal tüyü takılmış başlık, ayaklarına kurt ve ayı derisinden yapılmış şalvar, sırtlarına da yine ekseriyetle tüylü derilerden yapılmış elbiseler giyerlerdi.
Delilerin elli ve altmışı bir bayrak olup, bir kaç bayrak birleşince bir delibaşı emrine verilirdi. Deliler on altıncı yüzyılda Rumeli beylerbeyi ile Semendire ve Bosna sancakbeylerinin emirleri altında bulunurlardı. Fakat daha sonraları başka beylerbeyleri de deli kuvveti meydana getirmişlerdir. Osmanlı tarihindeki en meşhur deli kuvvetleri; on altıncı asrın ilk yarısı içinde Semendire sancak beyi Yahyâ Paşazade Bâli Bey ile Bosna sancakbeyi Gâzi Hüsrev Bey’in deli kuvvetleridir. Bunlardan Gâzi Hüsrev Bey’in emrinde on bin kişilik deli kuvveti mevcuttu. Deli teşkilâtı efradı maaşlı idi ve maaşları beylerbeyiler tarafından verilirdi.
On sekizinci asrın ortalarına kadar mühim hizmetlerde bulunan deli askerî teşkilâtının bozulması diğer askeri sınıflara göre biraz daha geç olmuştur. On dokuzuncu asırda deli gruplarının Anadolu’da şekâvetleri görüldüğü için, teşkilâta, 1829 yılında sultan İkinci Mahmûd son verdi.
Gönüllüler: Serhad kulu süvârilerindendir. Hudûd ahâlisinden seçilirlerdi. On beşinci yüzyıl sonları ve on altıncı yüzyıl başlarında kurulan teşkilâtın hudut şehir ve kasabalarını muhafaza etmek başlıca vazifesiydi. Tahsisatlarını bağlı bulundukları eyâletin mâliyesinden alırlardı. Gönüllü ağası ismiyle ağaları, kethüda, kâtip, alemdar, çavuş ve sâir zabitleri vardı. İyi binici olmaları şarttı. Sağ ve sol gönüllüleri diye iki kısma, her kısım da çeşitli bölüklere ayrılmıştı.
Beşliler: Bunlar da serhat kulu süvârîlerindendir. Düşmana yakın yerlerde bulunan palangaların yâni, siper ve hendekler ile çevrilmiş yerlerin müdafaasıyla görevli idiler. Îcâb ettiği zaman akına da gidip düşman ahvâlinden hükümeti haberdâr ederlerdi. Beşliler de sağ ve sol beşlileri gibi kısımlara ayrılmışlardı. Maişetlerini bulundukları eyâletin mâliyesinden veya ocaklık olarak gösteren mahallin hâsılatından sağlarlardı. Her beş hâneden bir kişi bu sınıfa asker alındığı için bu isimle anılmışlardır.

4- Kale Kuvvetleri

Azablar: Azab, bekâr manasınadır. Osmanlı ordusunda hafif piyade kuvvetlerini teşkil eden askerî sınıf. Bunlar da akıncılar gibi seyyar olup; Rumeli’nde de teşkil edilmişti.
Bir harp vukuunda devlete ne kadar azab yâni güçlü kuvvetli bekâr adam lazımsa, bu mikdâr sancaklara taksim edilerek mahallerine bildirilir ve bu suretle yirmi veya otuz hânede bir, harbe elverişli azab seçilirdi. Bu azabın bütün masrafını diğer on dokuz veya yirmi dokuz hâne te’min ederdi. Azabların bu şekilde silâh altına alınmalarına azab çağırtmak denilirdi.
İlk zamanlarda devletin mühim yaya kuvvetlerini teşkil ederdi. Tımarlı sipahilerle beraber ilk muvaffakiyetlerde bunların da büyük payı vardı. İstanbul fethini tâkib eden senelerde mevcûdları otuz bini bulmuştur.
Azablar muhârebe zamanında ordunun merkez ile sağ ve sol kollarının en önünde bulunurlar ve düşman üzerine ok yağdırırlardı. Ordu merkezinde yeniçerinin önünde topçular ve onların önünde de azablar yer alırlardı. Düşman ile muhârebede ilk hücuma azablar geçtiklerinden vaziyetleri tehlikeli ve hizmetleri pek büyüktü. Başlarına kırmızı börk giyen azabların silahları ok, yay, omuzda asılı pala ile kalkandan ibaretti.
Azabların kale muhafaza hizmetine ayrılmaları, 1501 senesinde Midilli adasına yapılan tecâvüz hâdisesiyledir. O sene Fransız, Sicilya ve Aragon donanmalarına mensup deniz kuvvetleri, Midilli önüne geldikleri sırada, adaya acele azab askeri sevkedilerek kalenin muhâfazasıyla vazîfelendirilmişlerdi. Bu hâdiseden sonra azabların ekserisi kale muhafazasına ayrıldı. Kale muhafızlığı orada uzun süre kalmayı îcâb ettirdiğinden, azablar da maaşlı asker sınıfına alındılar. Hafif piyade vazifesi görenler ise tedricen kaldırıldı ve on altıncı asrın ikinci yarısından îtibâren azablar; kale ve deniz azabları diye ikiye ayrıldılar. Bunlar da ikinci Mahmûd Han’ın ıslâhatına kadar devam ettiler.
Fârisânlar: Serhad kulu atlı sınıfından olup, kalelerin ehemmiyetine göre fârisân-ı evvel, fârisân-ı sânî ve fârisân-ı sâlis gibi ortalara ayrılmışlardı. Ortalar birinci ve ikinci ağa ismi verilen iki ağaya tâbi olup, bu ağalar sancak merkezindeki kalede otururlardı. Ortalarda o sancaktaki kalelerde hizmet görürler, maaşlarını bulundukları sancağın mâliyesinden veya herhangi bir mahallin mukâtaa gelirlerinden alırlardı.
Derbendler: Askeri ve ticarî yolları, dağ geçitlerini, sınır noktaları ile köylerden geçen yolları korumak için kurulan müstahkem karakollarda bulunan asker sınıfı (Bkz. Derbend Teşkilâtı).
Martoloslar: Hudud boyları ile derbend ve geçitlerin muhâfazasıyla sorumlu bir nevi muhafız sınıfı. Önceleri sâdece rumlardan teşekkül etmiş bir sınıf iken, sonraları içlerine Osmanlı tebeasından olan diğer hıristiyanlar da girmiştir. Bunların yalnız Bosna hududunda bulunanları müslüman idi.
On beşinci yüzyılın başında tamamen hudûd bekçisi hizmetinde bulunan Martoloslar, bu yüzyılın ikinci yarısında, Tuna nehri üzerinde Vidin, Güğercinlik, Belgrad, Tameşvar, Delvine, Zigetvar gibi kalelerde hizmet eden askerî bir teşkîlât olarak görünmektedirler. On-onbeş kişilik birlikler hâlinde bulunan martoloslar, bir reis idaresinde idiler. Yevmiyeleri iki akçe kadardı. Martolos sınıfının başında bulunan ağalar müslümanlardan seçilirdi.
On yedinci yüzyılın sonlarından itibaren bozulmaya başlayan martoloslar teşkilâtı, 1722’de Rumeli vâlisi Osman Paşa’nın arzı üzerine kaldırıldı. Bu teşkilâtın yerine tamâmiyle müslüman reâyâdan muhâfazacı ve bekçi adı altında yeni bir teşekkül meydana getirildi.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Osmanlı Târihi ve Teşkilâtı; sh. 119
 2) Netâyic-ül-vukûât
 3) Osmanlı İmparatorluğu Teşkilâtı (İsmâil Hakkı, Atıf Efendi Kütüphânesi, M. Z. Pakalın Kitapları, No: 956); sh. 82
 4) Osmanlı Târihi (Uzunçarşılı); cild-2, sh. 566, cild-3, kısım-2, sh. 282
 5) Târih Deyimleri ve Terimleri (M. Z. Pakalın); cild-1, 2, 3
 6) Büyük Türkiye Târihi (Y. Öztuna); cild-2, sh. 333, 432
 7) Mufassal Osmanlı Târihi; cild-3, sh. 1499
 8) Osmanlı Kara ve Deniz Kuvvetleri (Prof. Dr. Aydın Taneri); sh. 115 v.d.
 9) Türkiye’de Toprak Mes’elesi (Ö. L. Barkan); sh. 805
10) Osmanlı İmparatorluğu Derbend Teşkilâtı (Doç. Dr. Cengiz Orhonlu)

EYALET (Beylerbeyilik)


Osmanlı merkez teşkilâtının dışında, taşrada bulunan bölgelere verilen idarî ad. Osmanlılarda temel idâri birim sancaktır. Sancakların birleşmesinden eyâlet (vilâyet) vaya beylerbeyilik denilen büyük idarî birimler meydana gelmektedir. 1590 târihine kadar, teşkîlât tâbiri olarak beylerbeyilik kelimesi kullanılmış, bu târihten itibaren eyâlet tâbiri kullanılmaya başlamıştır.
Osmanlı hâkimiyeti altında bulunan topraklardan büyük bir kısmı doğrudan doğruya pâdişâhın otoritesi altında idi. Buralarda tımar denilen bir toprak sistemi uygulanıyordu. Devletin gelirleri, bir takım görevler karşılığı idarecilere ve sipahilere tahsis edilmekte idi. Ekserisi Anadolu ve Rumeli’de bulunan bu eyâletlere saliyânesiz yâni yıllıksız denilirdi.
Bunun yanında Osmanlılar Anadolu ve Rumeli eyâletlerinden daha bağımsız; Mısır, Bağdâd, Yemen, Basra, Lahsa, Habeş ve Garp ocakları denilen Cezâyir, Tunus, Trablusgarb gibi eyâletlerin şekillendiği toprakları idâri çatılan altında toplamakta idiler. Bunlara sâliyâneli yâni yıllıklıeyâletler denilmektedir. Buralarda Osmanlı beylerbeyi idaresi altında askerî, mâlî ve adlî sahalarda değişik bir tatbîkât vardı. Bölgenin beylerbeyi yâni vâlisi, eyâletin idâri ve askerî harcamalarını gerçekleştirdikten sonra sâliyâne yâni yıllık adı altında devlet merkezine muayyen bir mikdâr göndermekle yükümlü idi.
Bunlara benzer olarak Doğu Anadolu’nun bâzı bölgelerinde, idaresi kabile beylerine âid irsî sancaklar vardı. Hükümet denilen bu sancaklarda, bütün gelirler irsî kabîle beylerine âid bulunuyordu. Buna karşılık bu beyler, belirii bir oranda asker toplamak ve gerektiğinde devletin emrine göndermek durumunda idi. Bölgenin şehirlerinde birer kâdı ve yeniçeri garnizonu bulunması diğer eyâletlerle birlikte taşıdıkları ortak özelliklerdi. Bunlara aynı zamanda yurtluk ve ocaklık idaresi de denirdi, Buna benzer bir uygulamaya Adana bölgesinde rastlamak mümkündür. 1516’da Osmanlılar, Ramazanoğulları topraklarını ülkelerine kattıktan sonra, Adana ocaklık olarak yine Ramazanoğullarına verildi.
Bunlardan başka idâri ünitenin bir kanadını da, himaye altındaki devlete vergi veren hanlık ve voyvodalıkları ihtiva eden topraklarteşkil etmekte idi. Eflak, Boğdan voyvodalıkları, Kırım Hanlığı, Mekke şerifliği bunlar arasında bulunuyordu.
Eyâleti idare eden beylerbeyi, pâdişâhın otoritesini temsil eden en yüksek yönetici idi. Eyâletin her bir sancağına devlet merkezinden bir sancak beyi tâyin edilirdi. Paşa sancağı adı verilen eyâlet merkezine de eyâlet vâlisi gönderilirdi. Eyâlet vâlileri hem askerî hem de mülkî yöneticilerdi. Beylerbeyi, emri altındaki görevlilerle birlikte merkezdeki Dîvân-ı hümâyûn’un küçük bir benzeri olan beylerbeyi dîvânı ile eyâleti yönetmekte idi. Bu divânda bir tımar defterdârı, bir defter kethüdası, bir hazîne defterdârı bir beylerbeyi kethüdası bir tezkireci bulunurdu. Gerektiğinde şehrin kâdı ve müftîsi de dîvâna davet edilirdi. Beylerbeyi dîvânının başlıca meşguliyetlerini tımar mes’eleleri, sipahiler ile ilgili dâvalar ve reâyanın şikâyetleri teşkil ederdi. Osmanlı kânunlarının uygulanmasında kendisine büyük yetkiler tanınan paşa sancağının yöneticisi olarak beylerbeyinin her hangi bir sancak beyinden farkı yoktu. Sancak beyi de sancağının en büyük yöneticisidir. Beylerbeyi yalnız merkez sancağının idaresinden mes’ûl olduğu hâlde, seferlerde eyâlet sınırlarındaki bütün sancak beyleriyle tımarlı sipahileri emrine alarak orduya katılırdı.
İlk devirlerden itibaren Osmanlı pâdişâhları bir bölgeye iki idareci göndermişlerdi. Bunlardan biri icra (yürütme) kuvvetini yerine getiren bey(beylerbeyi, sancakbeyi), diğeri de kaza (yargı) kuvvetini temsil edenkâdıdır. Bey, kâdının hükmü ve karârı olmadan hiç kimseyi cezalandıramazdı. Osmanlılar eyâlet idaresinde bu kuvvetler ayırımını âdil bir idarenin esâsı saymışlardır.
Beylerbeyiler görevlerine tâyin edilirken kendilerine pâdişâh tarafından bölgesini Osmanlı kanunnâmelerine göre âdil olarak idare etmesi için bir berât verilirdi. Beylerbeyi, bölgesini bu umûmî Osmanlı kanunnâmelerine göre idare ederdi. Bölgesini ilgilendiren diğer hususlar için sancak kanunnâmelerinde yazılan konulara riâyet etmesi gerekirdi. Kâdıyı ilgilendiren konularda kâdı bağımsız olarak, mahkemede karar verirdi.
Sultan birinci Murâd (1360-1389) devrinde, Balkanlardaki fütûhatın devamı ve elde edilen toprakların idarî kontrolü için, lala Şahin Paşa Rumeli beylerbeyi tâyin edildi (1362). Birinci Murâd daha sonra oğlu Bâyezîd’i doğuda yeni fethedilen bölgelerin beylerbeyi olarak Kütahya’ya gönderdi ki; burası Osmanlıların ikinci beylerbeyliğinin (Anadolu) nüvesini oluşturdu (1393).
Sultan Yıldırım Bâyezîd, Kâdı Burhâneddîn’e âid memleketleri eline geçirince, Rûmiye-i sugrâ (Amasya, Tokat, Sivas) vilâyetini üçüncü bir beylerbeylik olarak teşkil etti (1413). On beşinci yüzyıl ortalarına kadar devam eden bu üç beylerbeylik, Osmanlı Devleti’nin temelini teşkil etti.
1468 yılında fethedilen Karaman, bir beylerbeylik hâline getirildi. Kânûnî Sultan Süleymân Han’ın saltanatı başlarında; Dulkadriye (Maraş), Haleb, Şam ve Mısır beylerbeylikleri kuruldu. Yine Kânûnî devrinde yapılan yeni fetihler netîcesinde Asya’da Bağdâd, Van, Erzurum, Şehrizor; Avrupa’da Budin ve Tameşvar gibi beylerbeylikler teşkil olundu. Nihayet, on yedinci yüzyıl başlarında, eyâletlerin sayısı 32’ye ulaştı. Bu düzen içinde pâdişâh hiç masrafa girmeden bir emirle kısa zamanda ordunun en büyük kısmını meydana getiren eyâlet askerlerini toplayabiliyordu.
On altıncı yüzyılın ikinci yarısına kadar kapıkulu ocakları ile (yeniçeriler ve diğerleri) birlikte devletin ordusunun en önemli kısmını eyâlet askerleri teşkil etmekte idi.
1528 tarihli arşiv belgelerine göre, 27 bin kapıkulu askerine karşılık eyâlet askeri olarak tımarlı sipâhî ordusu 90 bini bulmaktadır. 1610 târihlerinde kapıkulu ocakları 90 bin, tımarlı sipâhî ordusu ise 115 bin olarak hesaplanmaktadır. Bu târihte zâten tımarlı sipâhî ordusu önemini kaybetmeye başlamıştır.
Kânûnî Sultan Süleymân devrinde, Pargalı İbrâhim Paşa’nın sadrâzamlığı zamanında Osmanlı Devleti’nin her tarafındaki idarî bölgelerini yâni eyâlet ve liva (sancak) larını bunların idarecilerini ve ne kadar hasları olduğunu gösteren listeler bugün Topkapı Sarayı Müzesi Arşivi’nde muhafaza edilmektedir. On altı ve on yedinci yüzyıla âid eyâlet teşkilâtına mahsûs bilgileri, Başbakanlık Osmanlı Arşivi’ndeki sancak tevcîhât, rüûs ve tahvîl defterlerinde bulmak mümkündür.
On altıncı yüzyıla âid tapu-tahrir defterlerinde de; sancak, kaza, nahiye, köy, derecesine kadar eyâlet teşkilâtına âid gayet kıymetli bilgiler verilmektedir.
Aynî Ali Efendi, 1609 târihinde yazdığı risalesinde ve Koçi Bey, on yedinci yüzyılın ilk yarısında hazırladığı meşhur risalesinde eyâletlerin idare ve teşkîlâtını şöyle anlatmışlardır:
Rumeli Beylerbeyliği: Beylerbeylik merkezi Sofya ve Manastır. Sancaklar: Köstendil, Mora, İşkodra, Tırhala, Yanya, Ohri, Dukakin, Silistre, Niğbolu, Vidin, Avlonya, Elbasan, Delvine, Üsküp, Selanik, Vize, Kırkkilise (Kırklareli), Çirmen, Alacahisar, Prizren, Vuçitrin, Bender, Akkerman. Beylerbeylik hassı: 1.100.000 akçe. Sancakbeylerinin hasları: 200.000 ilâ 500.000 akçe. Zeamet mikdârı: 914. Tımar mikdârı: 8.360 akçe. Eyâletin yıllık hâsılı: 56. 857.000 akçe. Sipâhî ve cebeli yekünü: 30.300.
Bosna Beylerbeyliği: Beylerbeylik merkezi Saraybosna. Sancaklar: Hersek, Klis, İzvornik, Pojega (Pozega), Racna, Kerka, Rahviçe. Beylerbeylik hassı: 650.000 akçe. Sancak beylerinin hasları: 170.000 ilâ 640.000 akçe. Zeamet ve tımar mikdârı: 389. Eyâletin yıllık hâsılı: 12.200.000 akçe. Sipâhî ve cebeli yekünü: 3.000.
Tamışvar (Temeşvar) Beylerbeyliği: Beylerbeylik merkezi Temeşvar. Sancakları: Lipve (Lipova), Gyula (Göle), Morava, Yanova, Çanad. Beylerbeyilik hassı: 806.795 akçe. Sancakbeylerinin hasları: 190.000 ilâ 300.000 akçe. Eyâletin yıllık hâsılı: 8.507.336. Sipâhî ve cebeli yekünü: 2.000.
Budin Beylerbeyliği: Beylerbeylik merkezi Budin. Sancakları: Kanije, Peçuy (Pecs), Ustuni Belgrad, Estergon (Esztergon), Vesprem, Hatvan, Serem, Şimontorina (Simontornya), Seksar, Eğri, Ösek (Ösiyek), Seçen, Mohaç, Kaban, Solnuk (Szolnuk), Fülek (Filek), Sgotvar, Novigrad, Semendre, Beylerbeylik hassı: 880.000 akçe. Sancakbeyleri hasları: 210.000 ifâ 740.000 akçe. Sipâhî ve cebeli yekünü: 2.722.
Kıbrıs Beylerbeyliği: Beylerbeylik merkezi Lefkoşe. Sancakları: İçel, Tarsus, Alâiye, Sis, Girne, Baf, Magosa (son üç sancak sâliyâneli idi). Beylerbeylik hassı: 600.000 akçe. Sancakbeyleri hasları: 200.000 ilâ 240.000 akçe. Zeamet mikdârı 38. Tımar mikdârı: 1.627. Sipâhî ve cebeli yekünü: 2.238 (Aynî Ali risalesinde 4.500).
Cezâyir-i bahr-i sefîd eyâleti: Bu eyâlet Kapdânpaşalığa bağlıdır. Sancakları: Gelibolu, Ağrıboz, İnebahtı, Karlıeli, Midilli, Sığacık. Biga, Kocaeli, Rodos Mizistre, Sakız, Nakşe (Naksos), Mehdiye (son üç sancak sâliyâneli idi). Kapdânpaşa’nın hassı: 885.000. Sancak beylerinin hasları: 210.000 ilâ 440.000 akçe. Zeamet mikdârı: 126. Tımar mikdârı: 1.492. Sipâhî ve cebeli yekünü: 4.500 (sancak beyleri birer-ikişer gemi ile donanma hizmetinde olup, bu askerlerde deniz seferlerine katılırlardı).
Anadolu Beylerbeyliği: Beylerbeylik merkezi Kütahya. Sancakları: Saruhan (Manisa), Aydın, Hüdâvendigâr (Bursa), Kastamonu, Menteşe, Bolu, Ankara, Karahisarısâhib (Afyonkarahisar), Teke-ili, Çankırı, Hamid-ili, Sultanönü, Karesi (Balıkesir). Beylerbeylik hassı: 1.000.000 akçe. Sancak beylerinin hasları: 200.000 ilâ 600.000 akçe. Zeamet mikdârı: 195. Tımar mikdârı: 7.166. Sipâhî ve cebeli yekünü: 17.000. Eyâletin yıllık hâsılı: 33.832.000 akçe.
Karaman Beylerbeyliği: Beylerbeylik merkezi Konya. Sancakları: Niğde, Beyşehir, Kırşehir, Kayseri, Akşehir, Aksaray. Beylerbeylik hassı: 665.000 akçe. Sancakbeylerinin hasları: 190.000 ilâ 350.000 akçe. Zeamet mikdârı: 116. Tımar mikdârı: 1504. Sipâhî ve cebeli yekünü: 4600. Eyâletin yıllık hâsılı: 8.005.500 akçe.
Dulkadır Beylerbeyliği: Beylerbeylik merkezi Maraş. Sancakları: Malatya, Ayıntab (Anteb), Samsad (Sümeysad), Kars (Dulkadir Kars’ı). Beylerbeylik hassı: 628.450 akçe. Sancakbeylerinin hasları: 300.000 ilâ 500.000 akçe. Zeamet mikdârı: 29. Tımar mikdârı: 2. 140. Sipahi ve cebeli yekûnu: 2. 582 (Aynî Ali risalesinde 5.500).
Eyâlet-i Rum (Rûmiye-i sugrâ) Beylerbeyliği:Beylerbeylik merkezi Sivas. Sancakları: Amasya, Bozok, Divrik, Canik (Samsun), Çorum, Arabkir. Beylerbeylik hassı: 900.000 akçe. Sancakbeylerinin hasları: 200.000 ilâ 350.000 akçe. Zeamet mikdârı: 29. Tımar mikdârı: 3021. Sipâhî ve cebeli yekünü: 3.100 (Aynî Ali risalesinde 9.000).
Erzurum Beylerbeyliği: Beylerbeylik merkezi Erzurum. Sancakları: Şarkî Karahisar (Şebinkarahisar), Kiği, Hımış, Pasin-i ülyâ, İspir, Malazgirt, Tekman, Kuzucan, Tortum, Mıcıngert, Mamervan. Beylerbeylik hassı: 1.214.000 akçe. Sancakbeylerinin hasları: 100.000 ilâ 320.000 akçe. Zeamet mikdârı: 120. Tımar mikdârı: 5.159. Sipâhî ve cebeli yekünü: 3.055 (Aynî Ali risalesinde 7.800).
Kars Beylerbeyliği: Beylerbeylik merkezi Kars. Sancakları: Rancivan, Zaroşat (Arpaçay), Keçivan, Kağızman, (Şuregil ile beraber). Beylerbeylik hassı: 820.000 akçe. Sancakbeylerinin hasları: 200.000 ilâ 400.000 akçe. Sipâhî ve cebeli yekünü: 1.206.
Çıldır Beylerbeyliği: Beylerbeylik merkezi Çıldır. Sancakları: Oltu, Hartuş, Ardanuç, Ardahan, Bezrek, Haçrek, Postho, Mahcil, Acara, Pumpek, Pertekrek, Levane, Nısfı tevane, Şavşat (son dört sancak yurtluk ve ocaklıktır). Beylerbeylik hassı: 925.000 akçe. Sancakbeylerinin hasları: 200.000 ilâ 600.000 akçe. Zeamet mikdârı: 97. Tımar mikdârı: 559. Sipâhî ve cebeli yekünü: 1.380 (Aynî Ali risalesinde 1.800).
Trabzon Beylerbeyliği: Merkezi Trabzon. Sancakları: Batum. Haslarının mikdârı: 500.000 akçe. Zeamet mikdârı: 56. Tımar mikdârı: 498. Sipâhî ve cebeli yekünü: 1.750.
Diyarbekir Beylerbeyliği: Beylerbeylik merkezi Diyarbekir. Sancakları: Harput, Ergani, Siverek, Nusaybin, Hasankeyf (Hısn-ı keyfa), Siirt, Meyyâfârikîn, Akçakale. Sincar, Habur, Çemişgezek, Eğil, Genç, Pertek, Çapakçur, Çermik, Haküt, Cezîre (bu sancakların sekiz tanesi kürt beylerine yurtluk ve ocaklık verilmişti). Beylerbeylik hassı: 120.000 akçe. Sancakbeylerinin hasları: 100.000 ilâ 500.000 akçe. Zeamet mikdârı: 42. Tımar mikdârı: 688. Sipâhî ve cebeli yekünü: 2.992 (birer zâim hükmünde olan kürt beylerinin askeri ile birlikte eyâletin süvarisi 9.000 kişiyi bulurdu).
Urfa Beylerbeyliği: Beylerbeylik merkezi Urfa. Sancakları: Çamaş (Cemase), Habur, Deyri Ruhbe, Benî Rebia, Suruç, Ane. Beylerbeylik hassı: 680.000 akçe. Sancakbeylerinin hasları: 100.000 ilâ 280.000 akçe. Zeamet mikdârı 37. Tımar mikdârı 616. Sipahi ve cebeli yekûnu 1.600.
Van Beylerbeyliği: Beylerbeylik merkezi Van. Sancakları: Adi-kutür, Kale-i Bâyezîd, Berda, Ovacık. Beylerbeylik hassı: 1.032.000 akçe. Sancakbeylerinin hasları: 200.000 ilâ 450.000 akçe. Zeamet mikdârı: 199. Tımar mikdârı: 916. Sipâhî ve cebeli yekünü: 1.380.
Musul Beylerbeyliği: Beylerbeylik merkezi Musul. Sancakları: Bacvanlı. Tekrit, Eski Musul, Horn ve Bane. Beylerbeylik hassı: 680.000 akçe. Sancakbeylerinin hasları: 200.000 ilâ 280.000 akçe. Zeamet ve tımarı: 274. Sipâhî ve cebeli yekünü: Koçi Bey, zuama ve erbâb-ı tımarı 274 kılıç demekde, Aynî Ali ise bunu tımar ve zeamet sayısı olarak göstermektedir. Aynî Ali’nin ifâdesi esas alınırsa, sipâhî ve cebelinin üç-dört yüz civarında olması iktizâ eder.
Haleb Beylerbeyliği: Beylerbeylik merkezi Haleb. Sancakları: Adana, Ekrad-ı Kilis, Birecik, Maarra, Aziz Balisi, Mümbiç, Türkman Haleb, Azaz. Beylerbeylik hassı: 817.000 akçe. Sancakbeylerinin hasları: 200.000 ilâ 500.000 akçe. Zeamet mikdârı: 104. Tımar mikdârı 799. Sipâhî ve cebeli yekünü: 2.500.
Şam Beylerbeyliği: Beylerbeylik merkezi Şam. Sancakları: Kudüs-ü şerîf, Gazze, Safed, Sayda maa Beyrut, Nablus, Acelûn (Aclun), Lecun, Buka, Akkâ, Tedmür, Kerek maa Şüveyk. Beylerbeylik hassı: 1.000.000 akçe. Sancakbeylerinin hasları: 200.000 ilâ 360.000 akçe. Zeamet mikdârı: 128. Tımar mikdârı: 868. Sipâhî ve cebeli yekünü 2.600 (Koçi Bey 846 süvârî göstermektedir).
Trablusşam Beylerbeyliği: Beylerbeylik merkezi Trablusşam. Sancakları: Hama, Humus, Selîmiye, Cebeliye. Beylerbeylik hassı: 800.000 akçe. Sancakbeylerinin hasları: 210.000 ilâ 390.000 akçe. Zeamet mikdârı: 63. Tımar mikdârı: 571. Sipâhî ve cebeli yekünü: 1.263.
Bu vilâyetlerden başka Kırım’da Kefe, Rumeli’de Özi beylerbeyliklerinde de tımar ve zeamet arazisi vardı. Ancak birincinin saha bakımından pek küçük olması, diğerinin de yeni teşkil edilmiş bulunması bakımından her iki risalede de tafsilât mevcut değildir. Ayrıca Bağdâd beylerbeyliğinin on sekiz sancağının yedisinde tımar ve zeâmetden bahseden Koçi Bey bu sancakların hangileri olduğunu ayırd etmediği gibi, sipâhî mikdârına dâir de bir şey söylememiştir. Aynî Ali’nin meskût geçmesine mukabil Şehrezûr beylerbeyliğine bağlı sancakları sayan Koçi bey, bu vilâyet hakkında başka bir şey kaydetmemiştir. Esasen Şehrezûr beylerbeyliği arazisinin durumu ve Koçi Bey’in tımar ve zeametinden bahsetmeyişi gözönüne alınırsa, burada yurtluk ve ocaklık topraklarının ekseriyeti teşkil etmesi muhtemeldir. Bütün bu sayılan vilâyetler dışında kalan beylerbeylikler sâliyâne olduğu cihetle tımar sisteminin de dışında kalmaktadır. Osmanlı devletinin en geniş olduğu dönemlerde eyâletler ve merkezleri şunlardır:
Anadolu (Ankara ve Kütahya), Rumeli (Edirne sonra Sofya ve Manastır), Rum (Amasya ve Sivas), Bosna (Saraybosna), Karaman (Konya), Dulkadir (Ma’raş), Şam (Dımaşk), Mısır (Kahire), Trablusşam (Tripoli), Yemen (Zabîd, San’a), Cezâir-i Bahr-i Sefîd (Gelibolu), Cezâir-Garb (Cezâyir), Lahsâ (Katîf), Trablusgarb (Tripoli-Libya), Habeş (Suakin ve Cidde), Kıbrıs (Lefkoşe), Trabzon, Kefe, Halep, Kars, Bağdâd, Van, Tunus, Basra Budin, Temeşvar, Çıldır, Erzurum, Şehrizar, Diyarbekir, Musul.
Osmanlılarda eyâlet vâlileri ve sancakbeyleri, bölgelerinde kanunnâmelerde belirtildiği şekilde, geniş selâhiyetlere sâhib idiler. Savaş sırasında eyâlet askerleri ile sefere giderler, sulh zamanlarında bölgenin düzen içinde idaresini gerçekleştirirlerdi.
On altıncı yüzyılda Anadolu’da şehzâdelerin devlet idaresini öğrenmeleri, halkla temas etmeleri ve memleketi tanımaları için şehzâde sancakları vardı. Manisa, Kütahya, Konya, Kastamonu, Amasya, Trabzon, Antalya şehirleri şehzâde sancağı idi.
Eyâletlerde temel değişiklik tımar sisteminin bozulmasıyla başladı. 1826’dan sonra eyâletler, geniş askerî ve mâlî yetkileri bulunan müşirlerin idâresine verilerek, müşîriyet olarak düzenlendi. Tanzîmât’tan sonra eyâletlerin mâlî işleri yalnızca mütesellimlerin selâhiyetine verildi. Daha sonra eyâletlerin idaresinde önemli değişiklikler yapıldı, eyâlet meclisleri kuruldu ve eyâletlerin sınırları küçültüldü. 1867’de eyâlet teşkilâtı kaldırılarak yerine vilâyet teşkilâtı kuruldu.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Tableau general de l’empire Ottoman; cild-7, sh. 277
 2) Osmanlı Târihi; cild-4. kısım-2, sh. 247
 3) Tâc-üt-tevârîh; cild-1, sh. 69
 4) Tevârîh-i Âl-i Osman (Oruç Bey); sh. 20, 92
 5) Kânûnnâme-i Âl-i Osman; (TOEM Zeyli 1330); sh. 13
 6) Kânûn-ı Mîr-i Mîrân (Millî Tetebbûlar Mecmûası, İstanbul-1331); cild-1, sh. 527
 7) Amasya Târihi (H. Hüsâmeddîn, İstanbul-1927); cild-3, sh. 157
 8) The Government of the Otlaman Empire in the time of Suleiman the Magnificent (H. H. lybyer, Camridge-1913); sh. 255
 9) Risâle-i Koçi Bey (İstanbul-1939); sh. 99
10) Aynî Ali Efendi; sh. 61, 81
11) Târih-i Lütfî; cild-5. sh. 107
12) Mufassal Osmanlı Târihi; cild-3, sh. 1528
13) Osmanlı Târih Deyimleri; cild-1, sh. 517
14) Rehber Ansiklopedisi cild-5, sh. 251
15) Topkapı Sarayı Müzesi Arşivi, No: D. 8303, D. 10057
16) The Ottoman Empire, The Classıcal Age 1300-1600.(Halil inalcık); sh. 104

EVLAD-I FATİHAN


Rumeli’nin fethedilmesinden sonra oralarda yerleşmek üzere Anadolu’dan müslüman-Türk halkının aileleri ile birlikte giden yörüklerden kurulan askerî teşkilâta verilen ad. Osmanlıların Balkan yarımadasındaki fetihleri neticesinde orada yerleşmeleriyle, yörük cemâati gruplarının sayıları artmış ve çok ehemmiyet kazanmıştı. Rumeli’nin iskânı ve Türkleştirilip, İslâm dîninin yayılması maksadı ile yörük ve tatar Türklerinin bu bölgeye ilk defa ayak basmaları, sultan Yıldırım Bâyezîd zamanında ise de, onlarla ilgili ilk açık kayıtlar sultan birinci Murâd devrine âiddir.
Sultan Yıldırım Bâyezîd, Dobruca’yı Bulgar ve Ulaklardan alınca buraya Karadeniz’in kuzey kısımlarından getirttiği tatarlar ile önceden topraklarına dâhil ettiği Konya-Aksaray civarı halkını yerleştirdi. Bundan sonraki yıllarda iskân faaliyeti devam etti. Halkın yerleştiği köylerin adı, Türkçe olup, yerli hıristiyanlar bunlara Konyar derlerdi. İlk zamanlar yörüklerin bulunduğu kazalar; Manastır, Filorina, Cuma, Tikveş, İştip, Doyrûn, Yenice, Vadina, Serez, Demirhisar, Drama ve Longaza idi.
Fetihlerden sonra Rumeli’de yerleşen yörük teşkilâtı zamanla dağılmaya yüz tuttu. Dağınıklık ve disiplinsizlik ikinci Viyana kuşatmasında iyice kendini gösterdi. Böylece halkın daha sıkı bir disiplin altına alınmasının gerekli olduğu ortaya çıktı. 1691 senesinde sultanın hatt-ı hümâyûnu ile yörük Türkleri Evlâd-ı Fâtihân adı altında ve Rumeli’nin sağ, sol ve orta kolunda olmak üzere yeniden yazıldı ve zamanının ihtiyâçlarına göre teşkilâtın askerî ve iktisadî bünyesi az çok değiştirildi. Kanunnâmede; “Yörük taifesi öteden beri Devlet-i âliyyenin güzide ve cengâver, itaatli, ferman dinleyen askerlerinden olup, eski seferlerde küffâr ile yapılan harplerde kendilerinden iyice yararlık ve yüz aklıkları görüldüğünden, bu taifeye Evlâd-ı Fatihân adı verilmiştir” denilmektedir. Altı sene sonra nüfus sayımı yapılarak her altı kişiden birinin seferber asker olması ve bu şekilde her türlü vergiden muaf tutulacakları ve harplere iştirakleri kayda bağlanmıştı. Böylece yörükler yerleşik hayâta geçmiş olsalar dahi yeni bir kuruluş hâlinde, yine askeri bir hizmet için teşkilâtlandırılmış oldular. Evlâd-ı Fatihân önceleri yörük deyimi ile birlikte kullanılmış ise de, daha sonraları yörük tâbirinden vazgeçilmiştir. Evlâd-ı Fâtihân’ın yerleşmiş bulunduğu bölge, yörük vilâyeti adı ile anılmıştır. Bu bölgeye tâyin edilen vezir veya beylerbeyi, yörük hâkimi olarak tanınmışlardı. 1691 senesinde Hasan Paşa’nın tuttuğu Evlâd-ı Fatihan piyadeleri defterine göre; Çatalca, Vize, Saray, Tekirdağ, Ereğli, Burgaz, Hasköy, Hayrabolu, Babaeski, Kırklareli, Ahydu, Aydos, Karinabad, Hâtuneli, Ruskasrı, Yenice, Kızılağaç, Yanbolu, Filibe, Edirne, Malkara, İpsala, Dimetoka, Kavala, Yenice, Vardar, Vodina, Selanik, Boğdan, Yakşılı, Eğribucak, Tikveş, Gümülcine, Radovişte, İştip, Serez, Karadağ, Babadağı, Yenipazar, Lofça, Ziştovi, Yerköyü, Rusçuk, Silistre, Şumnu ve daha bir çok kaza ve nahiyelerine yayılmış oldukları gösterilmiştir.
1691 senesinden sonra Evlâd-ı Fâtihân’ın defterleri tutulmaya başlanmıştır. Evlâd-ı Fatihan defterlerinde Belgrad muhafızı olarak geçen Hasan Paşa’nın, hem Evlâd-ı Fatihan piyade askerlerinin, hem de vilâyet yörüklerinin îmâl defterlerini tanzim ettiği tesbit edilmiştir. Daha sonraları Evlâd-ı Fatihan bütün eski yörük gruplarının özel ismi hâline geldiğinden, defterlerde yörük tâbiri, kullanılmamıştır. 1697’de yapılan yoklamaya göre Rumeli’de Evlâd-ı Fatihan olarak 1116 hâne ve 16.582 kişi tesbit edilmiştir.
Evlâd-ı Fâtîhân’ı çeribaşılar (yörük teşkîlâtında serasker), idare etmekte idi. Kapıcıbaşı rütbesinde bulunan zabitler ise İstanbul’da ikâmet ederlerdi. Çeribaşıları; kaza müdürü durumunda olup, vazifeli bulundukları yerlerin asayişine bakarlar, sefer ânında Eşkinci askerler çıkarırlar, harp olmadığı zamanlarda vergileri toplarlardı. Sonraları Osmanlı Devleti’nin çeşitli yerlerinde vazife alan bu teşkilât, kurulduğu ilk yıllarda sâdece Rumeli’deki gazâlara katılmak mecburiyetinde idi.
1826 senesinde Evlâd-ı Fâtihân teşkîlâtı yeniden düzenlendi ve yirmi dört grupta toplanarak dört tabur hâline getirildi. Çeribaşıların yanına kolağası, mülâzım ve yüzbaşı rütbesinde subaylar verildi. Bir süre sonra bu taburlar alay yapıldı. Rumeli ve Selanik eyâletlerinde oturan Evlâd-ı Fâtihân’ın diğer halktan farklı bâzı imtiyazları vardı. Bunlar tanzîmâttan sonra çıkarılan kânunla kaldırıldı ve diğer halk gibi vergi ve askerlik mükellefiyetine tâbi tutuldular (1846). Böylece yaklaşık iki asırdan beri devam eden Evlâd-ı Fatihan teşkilâtı ortadan kaldırılmış oldu.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Osmanlı Târih Deyimleri; cild-1, Sh. 571
 2) Rehber Ansiklopedisi; cild-5, sh. 247
 3) Rumeli’de Yörükler, Tatarlar ve Evlâd-ı Fâtihân (M. Tayyih Gakbilgin, İstanbul-1957)

EVKAF-I HÜMAYUN NEZARETİ


Osmanlı Devleti’nde pâdişâhlar ve hânedân tarafından kurulan vakıf müesseselerinin idaresinden mes’ûl teşkilât. Osmanlı Devleti’nin kurulup gelişmesinden sonra, idaresi altında bulunan memleketlerdeki vakıfların sayımı yapıldı. Daha sonra fethedilen yerlerde de pek çok vakıf kurularak, sayısı artırıldı, idaresine de büyük önem verilerek vakıflara nâzırlar ve müfettişler tâyin edildi.
Sultan Orhan Gâzi, Bursa’da yaptırdığı câmi ve zaviye vakıflarının nezâretini 1358’de vezir Sinân Paşa’ya verdi. Sinân Paşa ilk evkaf nâzırı oldu. Sultan Yıldırım Bâyezîd Han saltanatı sırasında, her vilâyete bir Ahkâm-ı şer’iyye müfettişi tâyin edildi. Vakıfların ve nâzırların kontrolü de bu müfettişler tarafından yapıldı. Çelebi Sultan Mehmed devrinde ise şer’î hâkimlerin nâzırlığına bakmak üzere Hâkim-ül-hükkâm-il-Osmânî ünvânı ile Mevlânâ Celâleddîn Muhammed tâyin edildi. Vakıfların umûmî nezâretini de o yürüttü.
Fâtih Sultan Mehmed Han İstanbul’da yaptırdığı vakıflarının nezâretini 1463’de vezîriâzam Mahmûd Paşa’ya, 1467’de de vezîriâzam İshak Paşa’ya verdi. Bu târihten îtibâren sadrâzamların nezâretini şart kılmış olan vakıfların genel idaresi demek olan Sadrıâlî nezâreti başladı. Bundan sonra bu nezâretin iş hacmi genişledi ve nezâret, Reîsülküttâblar tarafından idare edilmeye başlandı.
Sultan İkinci Murâd han ve Fâtih Sultan Mehmed Han’ın pâdişâhlıkları zamanında her vilâyet için birer Müfettiş-i evkâf-ı rûmiye tâyin edildi. Bununla beraber vakfiyelerdeki tasdiklerden anlaşıldığına göre, vakıfların nâzırlığını kazasker olan âlimler yürütmüştür.
Sultan İkinci Bâyezîd Han İstanbul’daki ve diğer vilâyetlerdeki vakıfların nâzırlığını 1506’da şeyhülislâm Alâeddîn Ali Efendi’ye verdi. Böylece şeyhülislâm nâzırlığı da başladı. Şeyhülislâm nezâreti, şeyhülislâma tahsis edilen vakıfların umûmî nezâreti demektir. Âlimler, şeyhler ve bunlara mensûb kişiler, kurdukları vakıfların nâzırlığını şeyhülislâma tahsis etmeleri sebebiyle şeyhülislâmın nezâreti daha da genişledi. Bu sebeble tezkereci denilen vazifeliler tarafından idare edildi.
Kanunî Sultan Süleymân Han’ın hanımı Haseki Sultan, İstanbul’da yaptırdığı câmi, medrese, imâret gibi vakıf eserlerin nezâretinin kapı ağası Hadım Mehmed Ağa’ya verilmesini şart koşması üzerine, 1545’den îtibâren Kapı ağası nezâreti çıktı. Kapı ağası nezâreti İstanbul’da Saray-ı hümâyûn kapı ağalarının nezâreti şart kılınan vakıfların umûmî idaresidir. Harem-i hümâyûnda sultanlar, sultan hanımları, kapı ağaları ve mensubları kurdukları vakıfların nezâretini kapı ağalarının yürütmesini şart koşmuşlardır. Böylece kapı ağası nezâretinin iş hacmi arttı. Bu sebeble bu nezâreti kapı halîfesi olan kişiler idare etmişlerdir. 1586’da pâdişâhın emri ile dârüsseâde ağası Habeşî Mehmed Ağa Evkâf-ı haremeyn nâzırı oldu. Böylece Haremeyn nezâreti başladı. Bu nezâret, gelirlerinin bir kısmını yâhud da asıl maksadın ortadan kalkması sebebiyle, hâsılatının Mekke ve Medine fakirlerine verilmesi şart koşulan vakıfların genel idaresini sağlayan bir kuruluş idi. Bu nezâretin kuruluşundan sonra pâdişâhlar, sultan hanımlar ve paşa vakıfları ile dârüsseâde ağaları ve mensubları vakıflarının nezâretleriyle birleşerek çok önem kazandı, iş hacmi genişledi. Bu birleşmenin sağlanmasından sonra Evkâf-ı hümâyûn nezâreti dört me’muriyetle idare edilmeye başlandı.
Bunlar:
1- Evkâf-ı haremeyn müfettişliği: 1586’da kuruldu. Vazîfesi; Haremeyn vakıflarını ve diğer bütün vakıfların hukukî mes’elelerini ve işleyiş tarzını teftiş etmekidi.
2- Evkâf-ı haremeyn muhasebeciliği: Dârüsseâde ağalarının gözetimi altında bulunan bütün vakıfların vakfiye ve te’sis maksadlarını tescil eden, vakıfları vakfiye şartlarına göre yöneten ve muhasebelerini tutan mühim bir me’mûriyet idi.
3- Evkâf-ı haremeyn mukâtaacılığı: Haremeyn vakıflarından mukâtaaya bağlanan bütün vakıf arazi ve binaların kayıtlarının tutulması, vergi ve diğer gelirlerinin toplanması, ferağ ve intikallerinin sağlanması ile görevli me’mûriyet.
4- Dârüsseâde yazıcılığı: Dârüsseâde ağalarının yazışmalarını yürüten büro.
Bu nezâretlerden sonra İstanbul, Galata, Üsküdar, Eyüb kâdılarının, kaptan Paşa ve yeniçeri ağalarının, sekbanbaşı, bostancıbaşıların nezâretleri kurularak, İstanbul’da Evkaf nezâretinin sayısı on ikiye çıktı. Bunların en büyüğü Haremeyn evkaf nezâreti idi.
Vakıf hizmetlerinin genişlemesi, idâresinin yaygınlaşması üzerine sultan birinci Abdülhamîd Han yeni bir Evkaf nezâreti kurdu. 1774’de kurulan bu Evkaf nezâreti mütevvelî kaymakamlığı, evkaf kitabeti ve ruznâmçe kitabeti adıyla üç bürodan meydana gelmekte idi. Bir müddet sonra buna bostancıbaşı ve harem-i hümâyûn evkaf nezâretleri de eklendi. 1777’de idaresi darbhâne nâzırlarına verildi. Sultan İkinci Mahmûd Han’ın pâdişâhlığına kadar büyük bir gelişme gösteren bu müessesenin, kontrolü altına aldığı vakıfların sayısı 1814’de elliye ulaştı. Yeniçeriliğin kaldırılması ile onlara âid vakıflar da evkaf nezâretine devredildi. Evkâf-ı hamîdiye ve Evkâf-ı mahmudiye çok büyüdü. Darbhâne nâzırlarının da bu vazifeyi artık yürütemiyeceği anlaşıldığından, 13 Ekim 1826’da Evkâf-ı hümâyûn nezâreti adıyla bir nezâret kuruldu.
Evkâf-ı hümâyûn nezâreti ilk kurulduğunda; kesedârlık, zimmet halîfeliği, sergi halîfeliği ünvanlarıyla üç dâireden müteşekkil idi. Kesedârlık idaresi nezârete bağlı bütün vakıfların ilâmlarına, takrirlerine ve inhalarına âid işleri yürütmekle vazifeli idi. Zimmet halîfeliği, vakıfların mukâtaalarını, zabıtnamelerini, sarraflardan alınacak kefalete bağlı borç tahvilleri ile ilgili işlemleri yürütmek, kira mukavelelerini düzenlemek, tahsilatı yapmak ve muhasebe kayıtlarını kontrol etmekle vazifeli idi. Sergi halîfeliği ise; Evkâf-ı hümâyûn nezâreti hazînesine gelen paraları almak, vakfiye gider bütçesini hazırlamak ve vakıf bütçesine göre günlük harcamaları yapmakla vazifeli idi.
1830’dan îtibâren bostancıbaşı, hazînedârbaşı, kilercibaşı, saray-ı cedîd ağalarının nezâreti altında bulunan vakıflarla birlikte Evkâf-ı hümâyûna bağlandı. 1831’de defterdâr-ı şıkkı evvel, reisülküttâb ve İstanbul, Galata, Eyüb, Üsküdar kâdıları ve Haremeyn müfettişi ile saray ağası nezâretlerinde bulunan 632 vakıf, yine Receb Kaptan Paşa ve Çavuşbaşı sadrıâlî nezâretlerine bağlı bulunan vakıfların idaresi, Evkâf-ı hümâyûn nezâretine bağlandı. Böylece nezâret işleri çok genişledi. İşlerin yürütülmesi için; Tahrîrât başkâtibi, Mülhakat gedikleri kâtibliği, Rûznâmecilik adlarıyla üç me’mûriyet daha kuruldu.
1834’den îtibâren Haremeyn vakıflarına âid işler için ayrı bir müdürlük kuruldu. 1835’de Anadolu ve Rumeli vilâyetleri merkezlerinde Evkâf-ı hümâyûn ve Haremeyn nezâretleri tarafından Muaccelât nâzırı ünvânı ile birer vakıflar müdürü tâyin edildi. Böylece 1836’dan îtibâren vakıfların taşra teşkilâtı kuruldu. Aynı sene İstanbul, Üsküdar ve Galata beldelerine akan sular umumiyetle hayır sever kimseler tarafından vakıf yoluyla getirildiğinden, su nezâretinin de Evkâf-ı hümâyûn nezâretine bağlanması zarurî görüldü. Boğaziçi ve Haliç’de seyr ü sefer yapmak için Evkâf-ı hümâyûn nezâretinin muhtelif iskelelerde yaptırdığı Pazar kayıklarının artması üzerine, bunların idaresi için 1837’de nezâret merkezinde Kayıkçılar kitabeti ve on yerde Kayıkçılar kethüdâlığı kuruldu. 1838’de Evkâf-ı hümâyûn, nezâreti ile Tophâne-i âmire nezâreti birleştirildi. Aynı sene Haremeyn evkaf nezâreti de Evkâf-ı hümâyûn nezâretine bağlandı.
Evkâf-ı hümâyûn nezâretinin Darbhâne nezâreti ile birleştirilmesi ve ayrıca Haremeyn vakıflarının da bu nezârete bağlanması neticesinde Evkâf-ı hümâyûn nezâreti büyük önem kazandı. Bu gelişmeler üzerine bir müsteşarlık kuruldu.
Evkâf-ı hümâyûn ile Evkâf-ı haremeyn nezâretlerinin birleştirilmesi üzerine, taşrada Evkâf-ı hümâyûn ve Evkâf-ı muaccelât nâzırlarının fazla mikdârda olması sebebiyle bunlarda birleştirildi. Muaccelât müdürü ünvânıyla vilâyetlere ve önemli sancak merkezlerine birer vakıflar müdürü tâyin edildi.
Evkaf nezâreti, 1838’de bir aralık Tophane ve Darbhâne nezâretlerine bağlandı. 1839’da büsbütün başlı başına bir yönetim hâline getirildi. Aynı zamanda kabîneye de alınmak suretiyle Osmanlı Devleti’nin önemli nezâretlerinden biri oldu. Evkaf nezâretinin taşra kuruluşları ise; önce muaccelât, sonra evkaf müdürlüğü adını aldı. Bu nezâretin açtığı rüşdiye sayısı artınca, bünyesinde bir de Mekâtib-i rüşdiye nâzırlığı kuruldu. Bir müddet sonra Evkaf nezâretinden ayrılan bu nâzırlık, Maârif-i umûmiye nezâreti olarak teşkilâtlandırıldı. Evkaf nezâreti, 1921’de Teşkîlât-ı esâsiye kânununa göre Ankara’da kurulan Türkiye Büyük Millet Meclisi hükümetinde, Şer’iyye ve evkaf vekâleti olarak kuruldu. 1924 Anayasası’na göre de başbakanlığa bağlı bir genel müdürlük hâline getirildi.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Evkâf-ı Hümâyûn Nezâreti’nin Târihçe-i Teşkilâtı (İbn-ül-Emîn Mahmûd Kemâl ve Hüseyn Hüsâmeddîn, İstanhul- 1335) ,
 2) Osmanlı Târih Deyimleri; cild-1, sh. 570
 3) Büyük Türkiye Târihi; cild-10, sh. 337
 4) Sâlnâme-i Devleti Aliyye-i Osmâniyye (İstanbul 1312); sh. 392