10 Ekim 2020 Cumartesi

CEMİYETLER


Topluluk, toplum. Belli bir gâye için bir araya gelmiş olan topluluk, dernek. Düğün, sünnet vb. için yapılan toplantı; perişanlığın, dağınıklığın zıddı olan derli topluluk olma hâli.
Topluluk hâlinde yaşamaya muhtaç özellikte yaratılan insanoğlu, târih boyunca yapmakta güçlük çektiği işleri başarabilmek için bir araya geldi, cemiyetler teşkîl etti. Bu cemiyetler, ekseriyetle hayırlı bir işi tahakkuk ettirebilmek için kurulduğu gibi, bâzı zamanlarda kötü maksadları gerçekleştirmek için kurulanları da oldu. Umumiyetle insan ömrünün sınırlarını aşan ve sürekli bir gayeyi gerçekleştirmek için kurulan cemiyetler, milletlerin hayâtında önemli bir yer tutmuştur.
İslâm dîninin sosyal yardımlaşma ve dayanışmaya verdiği ehemmiyet sebebiyle, daha önceki müslüman devletlerde bulunan meslekî birlikler, hayır kuruluşları ve vakıflar gibi çeşitli cemiyetler, Osmanlılar devrinde de kurulmuş ve pek çok hayırlı hizmetler gerçekleştirmiştir.
On dördüncü yüzyılın ikinci yarısından itibaren güçlenen ve teşkilâtlanmaya devam eden Osmanlı Devleti, devlete karşı güç meydana getirebilecek İnsan topluluklarını belli gayeler etrafında toplayarak, çeşitli cemiyetler kurdu. İsmi cemiyet olmasa da bir esnaf birliği olan Ahîlik teşkîlâtı, bunlardan ilki olarak düşünülebilir. Aynı gâye etrafında bir araya gelen insanlarla devlet arasında anlaşmayı sağlayan kethüdalar, devlet tarafından; kethüdadan sonra gelen yiğitbaşı ise, esnaf veya cemiyet üyeleri tarafından seçildi. Cemiyet üyelerinin dilekleri yiğitbaşı tarafından kethüdaya, kethüda aracılığı ile de saraya iletiliyordu. Kuruluş ve yükseliş devirlerinde, devlet ile cemiyetlerin münâsebetleri gayet sağlıklı bir şekilde yürüdü (Bkz. Ahilik). İslâmiyet’in birlik ve dayanışmayı emretmesi sebebiyle çeşitti unsurların birlik ve beraberlik içinde yaşadığı Osmanlı Devleti’nin, hıristiyan Avrupa ile kültürel münâsebetlerin başlatıldığı on yedinci ve on sekizinci yüzyıllarda, Avrupa’da meydana gelen bâzı değişiklikler Osmanlı Devleti’ne de te’sir etmeye başladı.
Fransız ihtilâlinin sancılarının çekildiği dönemde Avrupa’da bir çok cemiyet ortaya çıktı. Hızlı olarak kurulup gelişen mason cemiyetleri, toplumun geniş kitlelerini etkilemeye başladı. Bulunduğu çağda medeniyetin zirvesine ulaşmış olan Osmanlı Devleti’ni yıkmaya çalışan masonlar ile birlikte hareket eden diğer azınlıklar ve yerli ihanet şebekeleri, Osmanlı ülkesinde de çeşitli adlarla cemiyetler kurmaya başladılar. Daha çok devlete karşı kitlelerin haklarını savunmak maksadı görünümüyle kurulan bu cemiyetler, toplumda nifak tohumları ekmeye başladı. Avrupa’ya tahsil için gönderilen bâzı kimseler de bu cemiyetlere üye olarak veya aynı gaye ile yeni cemiyetler kurarak Osmanlı Devleti aleyhinde çalışmaya başladılar. Osmanlı Devleti’ni güçlendiren yeniçeri ocağının mânevi güç kaynağı olan ve büyük velî Hacı Bektaş-ı Velî tarafından kurulan Bektaşîlik tarîkatı, bu çeşit bozuk fikirli kimseler tarafından ele geçirildi. Hurûfî denilen kimseler, Bektaşî tarikatının asıl temizliğini bozdular. Nihayet Avrupa’daki mason cemiyetleriyle irtibatlı olan, İslâmiyet’in emirlerine ters fikirler ileri süren sahte bektâşîler, yeniçeri üzerinde etkili oldular. Masonluğa paralel olarak on sekizinci yüzyılın sonlarında, sapık bektâşîlik de büyük bir gelişme gösterdi. İkide bir başkaldıran ve halkın huzurunu bozan yeniçeri ocağı, on dokuzuncu yüzyılın ilk yarısında kaldırılınca, Bektaşî tekkeleri de kapatıldı. Bu arada mevcut ilmî gelişmeleri tâkib etmek gayesiyle cemiyetler kuruldu. On dokuzuncu yüzyılın başında İsmâil Ferrûh Efendi’nin başkanlığında kurulan ve 1826’da ikinci Mahmûd Han tarafından yeniçeri ocağı ve Bektaşî tekkeleriyle birlikte kapatılan Beşiktaş Cemiyet-i İlmiyesi bunlardandır. Sultan İkinci Mahmûd Han’ın vefâtından sonra yeniden ortaya çıkan bektâşîlik, Avrupa’daki mason cemiyetleriyle işbirliği yaptı. Avrupa’ya tahsil için giderek Avrupâî fikirlerin te’sirinde kalan ve aydın geçinen kimseler tarafından gizlice kurulan çeşitli cemiyetler de, yaptıkları çalışmalarla Osmanlı Devleti’nin, pâdişâhın ve Bâb-ı âlî hükümetlerinin aleyhinde bulundular. Bu arada tarikat veya esnaf cemiyeti türünde olmayan, değişik adlarda dernekler de kuruldu. Münif Paşa’nın önderliğinde Avrupa’da tahsil görmüş sözde aydın bir kısım kimseler tarafından, İngiltere’deki Royal Society ile 1859’da İskenderiyye’de açılan Mısır Enstitüsünü örnek alarak kurulan ve 1882 yılında zararlı yayınlarından dolayı kapatılan Mecmûa-i fünûn dergisini yayınlayanCemiyet-i ilmiye-i Osmaniye, bu derneklerin başında yer alır. Ayrıca daha çok üyelerin ödediği aidatlarla yaşayan, batıda benzerlerine rastlanan, ana maksadları siyâsî olan cemiyetler kuruldu. Bunların çoğu, Osmanlı Devleti’ni parçalamak için gayr-i müslim ve Türk olmayan kimseler tarafından kurulan gizli siyâsî cemiyetlerdi.
1865’de İstanbul’da Belgrad ormanlarında gizlice yapılan bir toplantı, Yeni Osmanlılar Cemiyeti’nin ilk kuruluş teşebbüsü sayılabilir. Bu teşebbüsün Bâb-ı âlî hükümetince öğrenilmesi üzerine, cemiyetin başında bulunanlar Avrupa’ya kaçtılar ve İtalyan Carbonari (Karbonari) teşkîlâtı’nı model alarak 1868’de Paris’te Yeni Osmanlılar Cemiyeti’ni kurdular. Siyâsî partilerin ve cemiyetlerin kurulmasını serbest bırakan hukukî bir düzenleme olmadığı için, şirket tâbiri kullanılmaya başlandı. Ulemâdan Sâdık Efendi ile arkadaşları ve talebeleri, Bâyezîd hamamı karşısında açtıkları erzakçı dükkânını işleten ve özel mührü olan Şirket-i muvahhidîn’i kurdular. Fakat maksadı gizli olan bu şirket de kısa müddet içinde kapatıldı.
Önce Eyüp Medresesi’nde gizlice toplanan ve Fransızca olan tıp terimlerinin Türkçeleştirilmesi (Osmanlılaştırılması) için 1865’de kurulan Cemiyet-i Tıbbiye-i Osmaniye, yarı resmî özellikte olan Cemiyet-i İlmiye-i Osmaniye, Dârüşşafaka kurumunu meydana getiren Cemiyet-i Tedrisiyye-i İslâmiye cemiyetleri izin ile kurulmuşlardı. Böylece tanzîmât döneminde, cemiyet kurmakla ilgili kânûnî düzenleme olmasa bile örfî olarak izne bağlanmış oluyordu. Sultan İkinci Abdülhamîd Han’ın pâdişâh olmasından sonra îlân edilen Meşrûtiyet’in ilk zamanlarında, cemiyet kurma alışkanlığı yavaş yavaş yerleşmeye başladı. 1876’da yürürlüğe giren Kânûn-ı esâsîde de cemiyetler için bir kânûnî düzenleme getirilmedi. Bu durum cemiyetlere karşı îtimâdı sarsıyordu.
Resmî vazifeli kurullar, cemiyet adı ile adlandırılabildiği gibi (meselâ Mecelle Cemiyeti), bâzan da genel kurul karşılığında cemiyet terimi kullanıldı. Cemiyet kelimesi’nin ceza hukukuna göre yasaklık arzetmesi sebebiyle, Encümen-i Dâniş ve Encümen terimlerinin kullanıldığı da oldu (Bkz. Encümen-i Dâniş). Bu dönemde cemiyet adıyla kurulan kuruluşların sayısı da sınırlıydı. Cemiyet-i Tedrîsiyye-i Hayriye ve Dârüşşafaka cemiyetine benzer bir cemiyet de bunlardandı. Hayırlı işler için hükümetten izin alınarak kurulan bu cemiyetlerin yanında, dış destekli gizli ve siyâsî cemiyetler eskisinden daha çok ve güçlü olarak kuruldu. İstanbul’da Mercan Lisesi öğrencileri tarafından 1904 yılında kurulanCemiyet-i inkılâbiye bunlardandır. Bu cemiyet, 1876 Kânûn-i esâsîsini yeniden yürürlüğe koymak için hücreler biçiminde teşkîlâtlanarak, Avrupa’daki Jön Türkler (Yeni Osmanlılar) ile irtibat kurup, gönderdikleri yayınları gizlice dağıtıyordu.
Bu siyâsî cemiyetlerden olan, İtalyan Carbonari teşkîlâtı’nı ve masonluk teşkîlâtlarını örnek olarak alan İttihâd ve Terakkî Cemiyeti, Osmanlı ülkesinin çeşitli yerlerinde şubeler açtı. Bâb-ı âlî baskını olarak bilinen bir darbeyle, idareye hâkim olduğu 1913 yılına kadar cemiyet olarak varlığını sürdüren İttihâd ve Terakkî, bu târihten itibaren meclis grubuna fırka yâni parti olarak girdi (Bkz. İttihâd ve Terakkî). İkinci Meşrûtiyet’in îlânından sonra meydana gelen serbestlik havasından istifâde eden pek çok gayr-i müslim ve Türk olmayan unsurlar ile, Türk olup da Osmanlı Devleti’nin aleyhinde faaliyet gösteren kimseler tarafından kurulan cemiyetlerle birlikte, bâzı hayır cemiyetleri de kuruldu. 29 Temmuz 1908’de kurulanOsmanlı Uhuvvet Cemiyeti, 8 Ağustos 1908’de kurulan Osmanlı Hukuk Cemiyeti, Osmanlı Mühendis ve Mimarları Cemiyeti, Arap asıllı Osmanlıların kurduğu Uhuvvet-i Arabiyye-i Osmaniye Cemiyeti,Fedâkarân-ı Millet Cemiyeti, Arnavud Başkım Kulübü, Cemiyet-i Milliye-i Naciye, İttihâd-ı Muhammedi Cemiyeti bu dönemde kurulan cemiyetlerden bâzılarıdır.
Kurulan bu cemiyetlerden çoğu siyâsî ve yıkıcı maksatlıydı. Böylece siyâset, ordu ve okullara kadar yayıldı. İlk günlerde cemiyetlerin kuruluşuna karşı çıkamıyan İttihâd ve Terakkî tarafından, 3 Ağustos 1909’da Cemiyetler Kânunu çıkarıldı. O zamana kadar örf ile kurulmasına izin verilen cemiyetler, kânunla kurulabilecekti. 8 Ağustos 1909’da, 1876 anayasasına eklenen 120.madde ile Osmanlıların, Hakk-ı ictimâ’a mâlik oldukları belirtildi. Bu düzenlemeye göre bölücü ve ahlâka aykırı cemiyet kurulması yasaklanıyordu. Yine bu düzenlemeye göre cemiyet kurmak için izin almaya gerek görülmüyor, fakat kurulduktan sonra hükümete bildirilmesi emrediliyordu. Bu cemiyetlere üye olabilmek için 21 yaşında olmak gerekiyordu, yıllık aidat mıkdârı ise yirmi dört altını geçmiyordu. 1901 Fransız Cemiyetler kânunu örnek alınarak hazırlanan bu kânuna göre, cemiyetlerin gayr-i menkûl mal edinebilme hakları sınırlı tutuluyordu. Bu konuda yabancı derneklerle ilgili herhangi bir hüküm yer almıyordu. Kapitülasyonlar ve mason teşkilâtlarının, İttihâd ve Terakkî karşısındaki özel durumları nazar-ı itibâra alındığı için, böyle bir düzenlemeye gerek duyulmamıştı.
Bu kânûni düzenlemelerden sonra, bir çok kişi toplanarak çeşitli maksad ve adlarla cemiyetler kurdular. Bunlardan bâzıları, İttihâd ve Terakkî’nin kurmak istediği baskıya karşı çıktıklarından ve bağımsız bir baskı grubu meydana getirmek istediklerinden dolayı dağıtıldılar. Bâzıları da günün toplum şartları içinde gelişme imkânını bulamayıp, kendiliğinden kapandılar.
Gizli ve bölücü maksadlar taşıyan kimseler, 1909 kânununa uygun bir gayeyi perde edinerek teşkilâtlandılar. Cemiyetler Kânunundan altı ay kadar sonra çıkarılan esnaf cemiyetleri hakkında talimatla, kendine has bâzı geleneklere göre idare edilen esnaf teşkilâtları, İttihâd ve Terakkî’nin vesayeti altına alınmaya çalışıldı. Verilen talimata göre eskiden beri devam eden esnaf kethüdâlıkları kaldırılıyor, her esnafın ayrı bir cemiyet kurabileceği hükme bağlanıyordu. Şehremaneti (belediye) denetiminde olan ve cemiyet adıyla anılan bu cemiyetler bugünkü odaların bir benzeriydi.
Bu dönemde. Donanma-i Osmânî, Muâvenet-i Milliye Cemiyeti gibi devletin ön ayak olması ile bâzı özel yapıda dernekler de kuruldu. 1912’de me’mûr, müstahdem ve öğretmenlerin, Fırka ve siyâsî cemiyetlere girmesini yasaklayan bir irâde yayınlandı. Bu özel durumlardaki cemiyetlerden birisi de pâdişâhın himayesinde ve veliahdın fahrî başkanlığında kurulan Hilâl-i Ahmer Cemiyeti idi. İttihâd ve Terakkî bu özel kuruluşlu cemiyetler üzerinde de bir tür vesayet kurmak istedi.
1914’de özel bir cemiyet türü olarak Osmanlı Güç Cemiyetleri kuruldu. Resmî mektep ve medreseler ile sâir resmî müesseselerde mecburî olarak güç dernekleri kurulur hükmüne uyarak izcilik cemiyetlerinin, Osmanlı Güç derneklerinin hazırlık şubesini meydana getirmeleri öngörüldü. 1916’da Genç Dernekleri hakkında Kânûn-i muvakkat çıkarılarak Güç Dernekleri Nizâmnâmesi İlgâ edildi. Güç Dernekleri yerine Genç Dernekleri kuruldu. Harbiye nezâretinin emir ve müsâdesine bağlı olan bu dernekler, Gürbüz Derneği ve Dinç Derneği olmak üzere iki kısma ayrıldı. 12-17 yaşındaki gençler Gürbüz Derneği’ne; daha yukarı yaştakiler, Dinç Derneği’ne üye oldu. Derneklere girmek ve tâlimlere katılmak mecburî olup, bu mecburiyet silâh altına alınıncaya kadar sürüyordu. Bunlar, daha çok cemiyet olmaktan ziyâde, Birinci Dünyâ Savaşı şartları içinde cephelere asker yetiştirebilme gayesini taşıyordu.
1919’da Birinci Dünyâ Savaşı yenilgisi şartları içinde Müdâfaa-i Milliye Cemiyeti’nin Harbiye nezâretine ve Donanma-i Osmânî Cemiyeti’nin Bahriye nezâretine katılmasına dâir bir hükümet karârı çıkarılarak, Dâmad Ferîd Paşa’nın sadrâzamlığı sırasında bu cemiyetler de fesh edilip mallarının Hazîne-i mâliyeye devredilmesi kararlaştırıldı.
Bu dönemin sonlarında kurulan önemli bir cemiyet de mason teşkilâtının ön ayak olmasıyla te’sis edilen Himâye-i Etfâl Cemiyeti’dir. Mütâreke döneminde Anadolu ile irtibatı kalmayan ve kapanan bu cemiyet, 30 Haziran 1921’de Ankara’da yeniden kurulmuştur.
Mütâreke döneminde bölücü ve yabancılara yaranma gayesiyle kurulan çeşitli cemiyetler yanında, Anadolu’daki Millî mücâdele hareketine yardımcı olmak gayesiyle de cemiyetler kuruldu. 1919’da bu millî dernekleri birleştirme gayesiyle kurulan Anadolu ve Rumeli Müdâfaa-i Hukuk Cemiyeti 1923 yılında siyâsî partiye dönüşerek Cumhuriyet Halk Partisi’nin temelini meydana getirdi. 1909 senesinde çıkarılan Cemiyetler kânunu, 28 Haziran 1938 tarihli Cemiyetler kânununun yayınına kadar yürürlükte kaldı.
Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan beri çeşitli gayelerle kurulan ve çeşitli adlarla faaliyet gösteren cemiyetler, daha çok on dokuzuncu ve yirminci yüzyılda toplum ve devlet hayâtı üzerinde etkili oldular.
18. yüzyılın ilk yarısında Osmanlı ülkelerine ayak basan mason teşkilâtları, sultan birinci Mahmûd ve sultan üçüncü Selîm Han dönemlerinde localar açarak faaliyetlerini yaygınlaştırdılar. Sultan İkinci Abdülhamîd Han zamanında ise sıkı takibata uğradılar. Fakat bunlar daha çok yabancı tebealı kimseler olup, ticarî alanda pay kapma ve kapütülasyonları kendi menfâatlerine kullanma çalışmaları yaptılar. Hürriyetçi ve Meşrutiyetçi akımların savunucusu iddiasıyla ortaya çıkan Tanzîmât ricalinin çoğu mason oldu. Yeni Osmanlılar ve Birinci Meşrûtiyetin ileri gelenleri, siyâsî eğilimlerini localarda geliştirdiler. Mason locaları çeşitli siyâsî cemiyetlerin fikrî ve hareket programlarına modellik ettiler. İstanbul’daki ilk localar, (1854-56) Kırım savaşının ortaya çıkardığı durumdan faydalanılarak İngilizlerle irtibatlı kuruldu. Fransız bağlantısında ise, ikisi Abdülmecîd Han zamanında, ikisi de Abdülazîz Han zamanında olmak üzere 1908’e kadar dört loca kuruldu. Dördü de Paris’teki Grand Orient (Maşrık-ı âzam/Yüce Doğu) merkez locasına bağlıydılar. Bu devirden sonra üyeleri arasına Türk ve müslüman kimseleri de alan localar, bu üyeleri vasıtasıyla sultan İkinci Abdülhamîd Han’ı tahttan indirmek için çeşitli plânlar uyguladılar, İstanbul’dan başka Anadolu ve Rumeli’nin çeşitli yerlerinde de localar açıldı. Rumeli’de açılan locaların büyük bir bölümü Selanik’te bulunuyordu. Bu localardan, İtalyan bağlantılı Makedonya-Risorta ve Fransız bağlantısındaki Veritas locaları, Osmanlı Hürriyet Cemiyeti’nin beşiği oldular.
İkinci Meşrûtiyet’in îlânı, masonluk hareketine yeni bir hız getirdi. Locaların sayısı arttı. 1909 yılında Maşrık-i Azam-ı Osmânî locası kuruldu. Bu locaya, eski masonlardan Talat Bey (Paşa). Mehmed Ali (Baba) Bey, Süleymân Faik Paşa ve Câvit Bey Üstâd-ı âzam (yüce üstad) seçildiler.
Umumiyetle on dokuzuncu yüzyılın sonlarında ve yirminci yüzyılın başında cemiyet adıyla kurulan cemiyetlerden bâzıları şu şekilde kısımlara ayrıldılar:

A- Osmanlıcılık gayesiyle kurulan sosyal ve siyâsi cemiyetler:

1- Meşrûtiyet-i Osmaniye Kulübü: 1908’de İstanbul’da kurulan muhtelif cemiyetlerdendir. Umumiyetle Bulgarlar, Rumlar ve Ermeniler tarafından kurulmuştur.
2- Nesl-i Cedîd Kulübü: 1908’de İstanbul’da, Cemiyet-i İnkılâbiye’nin beş kurucu üyesi Hâmid (Selim Sâtı), Satvet Lütfî (Faruk Suâvî), Nâmık Zeki (İbrâhim), Ferit Necdet (Mübin) ve Dr. Mahmûd beyler ile Nâfi Atuf (Kansu), (Arnavut) Mustafa, Mehmed Şerefeddîn, Mühendis Mazhar (Neriman), Mehmed Ali Şevki ve Âdil bevler tarafından kuruldu. 1904 Eylül’ünde İstanbul’da Mercan idâdîsi 2. ve 3. sınıf öğrencileri tarafından gizli olarak kurulan ve 1876 Kânûn-i esasinin tekrar yürürlüğe konulması için çalışan Cemiyet-i İnkılâbiyye’nin devamı niteliğindedir.
3- Kürt Dernekleri;
a) Osmanlı Kürt İttihâd ve Terakkî cemiyeti: 1908’de sultan İkinci Abdülhamîd Han’a karşı kurulmuş bölücü bir cemiyettir.
b)Kürt Teâvün ve Terakkî Cemiyeti: 1908’de Abdullah Efendizâde Seyyid Abdülkâdir, İsmail Paşazade Müşir Ahmed Paşa, Dr. Şükrü Mehmed (Sekban), Babanzâde Ahmed Nâim Bey tarafından kuruldu.
1909’da Bitlis’de çıkan bir ayaklanmanın başında bu cemiyetin kurucuları bulunmuştur. Daha sonra İttihâd ve Terakkî ile birleşen bu cemiyet 1909’da Anadolu ahvâlinin tahkik ve ıslâhı için acele tedbirler alınmasını ve bir veya bir kaç hey’etin bölgeye gönderilmesini isteyen bir muhtırayı Kâmil Paşa hükümetine verdi. Kâmil Paşa da bu hususda gerekli hey’etleri gönderdi. Zaman zaman azınlıklarla işbirliği kurarak sultan İkinci Abdülhamîd Han’a ve Bâb-ı âlî hükümetlerine karşı faaliyet gösteren bu cemiyet, sonraki devirlerde İttihâdçıların Türkçülük politikasına karşı tepki göstermiştir.

B- Türk milliyetçiliğine bağlı olarak kurulan cemiyetler:

1908’den sonra yayılan ve siyâsî hayatta etkili olan Türkçü-Milliyetçi fikirler, faaliyetlerini çeşitli cemiyetler vasıtasıyla sürdürdüler.
1- Türk Derneği: 18 Ocak 1908’de İstanbul’da; Ahmed Midhat Efendi, Emrullah Efendi, Necip Âsım, Korkmazoğlu Celâl, Akçoraoğlu Yûsuf, Akyiğitoğlu Mûsâ, Fuat Râif, Rızâ Tevfik ve Ahmet Ferit (Tek) beyler tarafından kuruldu. Kültürel ve ilmi gaye için kurulan bu cemiyet, ilk milliyetçi kuruluştur. Gayesini yaymak için kurslar ve konferanslar düzenledi. Yayın alanında da Türk Derneği adlı bir dergi çıkardı, broşürler yayınladı.
Bu cemiyetin çatısı altında şarkiyatçı Prof. Gorlavski, Dr. Karaçun, Prof. Martin Hartmarın ile Türkçü yazarlardan İsmâil Bey Gasprinski, Hüseyinzâde Ali, Mehmed Emin (Yurdakul), Köprülüzâde Mehmed Fuâd (Fuâd Köprülü), Ispartalı Hakkı, Hüseyin Cahit, Hâlit Ziya beyler ve Ermeni meb’ûslardan Agop Boyacıyan ve Tıngır efendiler de vardı. 1912 yılına kadar devam eden cemiyet dağıldı; kalan elemanları Türk Ocağı’na katıldılar.
2- Türk Yurdu Cemiyeti: 31 Ağustos 1911’de İstanbul’da; Şâir Mehmed Emin (Yurdakul), Müftioğlu Ahmed Hikmet, Ağaoğlu Ahmed, Hüseyinzâde Ali, Dr. Âkil Muhtar, Akçoraoğlu Yûsuf beyler tarafından kurulan bu cemiyet, önce öğrencilere yardım gayesini güttü. Türk Yurdu adıyla bir mecmua da çıkaran bu cemiyet, Türk Ocağı kurulunca oraya devredildi.
3- Teâvün-i İçtimaî Cemiyeti: 1911’de İstanbul’da, Nüzhet Sâbit Bey tarafından kuruldu. Başlangıçta İttihâdçı olan Nüzhet Sâbit Bey, Hey’et-i Merkeziye’nin emirlerine karşı çıkarak İttihâd ve Terakkî’den ayrıldı. Masonluk teşkilâtına, sonra da Hürriyet ve İtilâf Fırkası’na girdi. Sonunda ayrılarak Vazife gazetesini çıkardı. 1911’de bir kaç sayı olarak çıkan gazetesi kapatıldı. Bu sırada Teâvün-i İçtimaî Cemiyeti’ni kurdu. Uzun ömürlü olmayan bu cemiyet aynı yıl içinde kapandı.
4- Türk Ocağı: Bu cemiyet, 3 Temmuz 1911’de fiilen, 22 Mart 1912’de resmen kuruldu. İlk kurucuları Askerî Tıbbiye talebelerinin temsilcileri olarak; Mahmûd, Refet, Edhem, Hâşim, Celâl, Behçet, Hüseyin Fikret, Hüseyin Râgıp (Baydur), Muhsin, Neşet, Lütfi, Süleymân ve Habib efendiler ile Remzi, Osman, Hüseyin Baki, Tevfik Fikret, Osman Senâî beylerdir. Hükümete sunulan beyânnamenin altında resmî kurucu olarak yer alanlar ise; Şâir Mehmed Emin (Yurdakul), Ağaoğlu Ahmed ve Dr. Fuâd Sâbit beylerdir.
Balkan Harbinden sonra seçilen yönetim kurulunda; Hamdullah Suphi (Tanrıöver), Akçuraoğlu Yûsuf, Hâlis Turgut, Dr. Akil Muhtar ve Dr. Hüseyin Ertuğrul beyler yer aldı. 1918 yılında kurulan Hars ve İlim Hey’eti üyeleri ise; Halide Edip (Adıvar), Hamdullah Suphi (Tanrıöver), şâir Mehmed Emin (Yurdakul), Ağaoğlu Ahmed, Ziya Gökalp, Köprülüzâde Mehmed Fuâd (Fuâd Köprülü), Hüseyinzâde Ali beyler idi.
İlk zamanlar politikayla uğraşmamaya îtinâ gösteren Türk Ocağı resmî kuruluşunu tamamladıktan sonra, ocağın ideolojisini benimseyen İttihâd ve Terakkî ile kaynaştı. Türk Ocağı çatısı altında çeşitli cemiyetlerde kuruldu. İhtiyat Zabitleri Teâvün Cemiyeti bunlardandır. Bir çok cemiyetin kongreleri de, ocak salonunda yapılıyordu. Hızla gelişen Türk Ocağı’nın, İstanbul dışında şubeleri açıldı. Beş yıllık (1913-1918) İttihâd ve Terakkî İktidarı döneminde, bütün cemiyetler kapandığı hâlde, Türk Ocağı faaliyetlerini sürdürdü. Mütâreke döneminde İttihâdçılarla aynı tutulan Türk Ocağı mensûbları, takibata uğradılar. Cumhuriyetin kuruluşundan sonra tekrar teşkilâtlanan Türk Ocağı, 1931 yılında kapandı ve yerini Halk evlerine bıraktı.
5- İstihlâk-i Millî Cemiyeti: Aralık 1912’de İstanbul’da; Eski Kütahya meb’ûsu Ferîd, Akçuraoğlu Yûsuf, Mekteb-i Hukuk ve Mekteb-i Mülkiye’de İstatistik, mâliye ve iktisat müderrisi Zühdü, Belediye meclisi reîsi Mehmed Ali, eski Fîzân meb’ûsu Câmi beyler ile çeşitli yüksek okul ve liselerin iktisat öğrencileri, gazetelerin iktisad yazarları, nezâret ve bankaların uzman yüksek me’murlarından yaklaşık elli dört kadar iktisadçının meydana getirdiği bir grup tarafından kuruldu. İlk yönetim kuruluna; Mahmûd Es’ad Efendi, Rıfkı Bey ve Zühtü Bey’in seçildiği bu cemiyet; yerli malların kullanılmasını ve yerli malı üretimi ve tüketimini teşvik maksadıyla kurulmuştur. İttihâd ve Terakkî ile pek geçinemiyen cemiyet, İstanbul Sirkeci’de otuza yakın yerli malı satan mağaza açtırdı. Siyâsî vasat içinde çalışma imkânlarını kaybederek zamanla kapandı.
6- Millî Türk Cemiyeti: 6 Kasım 1914’de İstanbul’da Müdâfaa-i Milliye Cemiyeti Merkez-i Umûmîsi olan binada kuruldu. Bu cemiyetin kurucuları; Dâr-ül-Fünûn muallimlerinden Halil Nîmetullah Bey, Vefâ Sultanîsi müdürü Mehmed Sadi Bey, Hâlit Fahri (Ozansoy) Bey, Müdâfaa-i Milliye Merkez-i Umûmîsi başkâtibi Sâib Servet Bey, Hıfzı Tevfik (Gönensoy) Bey ve Rıza İzzet Beydi.
Birinci Dünyâ Savaşı’nın başlamasından kısa bir müddet sonra kurulan bu cemiyet, milliyetçilik akımının, siyâsî ve sosyoekonomik bir muhtevayla geliştirilmesi gayesiyle kuruldu. Müdâfaa-i Milliye Cemiyeti ile de organik bir bağı vardı.

C- Paramiliter Cemiyetler

1- Müdâfaa-i Milliye Cemiyeti: 13 Şubat 1914’de İstanbul’da kuruldu. Sultan Mehmed Reşat, Talat Paşa, Enver Paşa, şeyhülislâm Hayri Efendi, sadrâzam Sa’îd Halim Paşa, Çürüksulu Mahmûd Paşa, Mâliye nâzırı Câvit Bey, Bahriye nâzırı Cemâl Paşa, Adliye nâzırı İbrâhim Bey, P.T.T. nâzırı Oskan Efendi, Maarif nâzırı Şükrü Bey, Ticâret ve Zirâat nâzırı Süleymân Elbustanî Efendi’nin kurucu ve idarecileri arasında bulunduğu Müdâfaa-i Milliye (Millî koruma) Cemiyeti, kültür ve sağlık hizmetleri için kuruldu. Askeri bir özelliği de olan bu cemiyet, insanları bir yandan savaşa hazırlayacak, bir yandan da onları savaşın tehlikelerinden koruyacaktı. Asıl özelliği yarı askeri olmasıdır. Amme menfaatine hadim yâni kamuya faydalı derneklerden sayılan cemiyet, giderek İttihâd ve Terakkî’nin yan kuruluşu oldu. Aleyhte yayınlar üzerine, Donanma Cemiyeti ile birlikte 2 Mayıs 1919 tarihli kararname ile feshedildi.
2- Türk Gücü Cemiyeti: 1913 yılında Cemâl (Paşa) Bey’in başkanlığında; Atıf Bey, Fâlih Rıfkı Bey (Atay), Dr. Tevfik Rüşdü Bey (Aras), Edhem Nejat Bey, Basri Bey, Kuzucaoğlu Tahsin Bey tarafından İstanbul’da kuruldu. Siyâsî hayatta tek fırka olarak kalan İttihâd ve Terakkînin gençlik teşkilâtı özelliğinde olan bu cemiyet, bâzı Anadolu şehirlerinde de teşkilâtlandı. Aynı zamanda savaşa hazırlık kuruluşu mâhiyetinde olan bu cemiyet için Ziya Gökalp marş yazdı.
3- Osmanlı Güç Dernekleri: Birinci Dünyâ Savaşı’nın eşiğinde geniş bir gençlik kitlesini askerî bir disiplin altında toplamak için İttihâd ve Terakkî’nin kurduğu bir dernektir. 1914 yılında İstanbul’da Harbiye nezâretinde kuruldu. Harbiye nâzırı Enver Paşa, Dr. Nâzım, Eyüp Sabrı, Burdur meb’ûsu Âtıf, Dr. Rüsûhî, Ziyâ Gökalp ve Sûdî beyler bu cemiyetin ilk kurucularıdır. Resmî veya özel her okulda, medresede ve resmî müesseselerde mecburî olarak kurulması plânlanmıştı. Okula gidemeyen gençleri de toplamak isteyen cemiyet, Güç ve Dinç dernekleri adıyla bütün ülkede hızla teşkilâtlandı. Doğrudan doğruya harbiye nezâretine bağlı olan bu kuruluşlar için, Almanya’dan uzman getirildi. Mütâreke döneminde de faydalanılmak istenen cemiyet kısa ömürlü oldu ve yerini Genç Dernekleri’ne bıraktı.
4- Genç Dernekleri: 1916 yılında İstanbul’da Harbiye nezâretine bağlı olarak kuruldu. Osmanlı Güç Dernekleri’nin yerini alan Genç Dernekleri, miralay Von Hoff ve Âsım Bey’in idaresinde; Tâhir, İzzet, Ziyâ, Vedat, Münir ve Şaban beyler tarafından kuruldu.
Gençler, yaşlarına göre çeşitli gruplara ayrılarak farklı eğitime tâbi tutuldular. 12-17 yaş arasındaki gençler Gürbüz Derneği, 17 yaşından yukarı olanlar Dinç Derneği’nde teşkilâtlandılar. Bütün gençlere dernek üyesi olma mecburiyeti getirildi. Ülkenin bir çok yerinde faaliyet gösteren bu cemiyetin, 706 şubesi vardı.

D- Kültürel Cemiyetler

1- Millî Tâlim ve Terbiye Cemiyeti: 21 Nisan 1916’da İstanbul’da; Sıhhiye müdir-i umûmîsi Dr. Esad Paşa, Mahkeme-i Temyiz reîsi Hacı Evliyâ Efendi, Maârif nezâreti te’lif ve tercüme dâiresi âzası Sami Bey, İstanbul Dâr-ül-fünûn müderrislerinden İsmâil Hakkı (Baltacıoğlu) Bey, Midhat Şükrü Bey, Eski Halep vâlisi Galip Bey, İstînâf mahkemesi eski reislerinden Muhlis Bey, Dr. Hüseyinzâde Ali Bey, Hârunürreşîd Bey tarafından kuruldu. Türk milliyetçiliği akımını millî eğitim alanında temsil etmek gayesiyle kurulan bu cemiyet, asıl fonksiyonunu mütâreke döneminde Millî Kongre’nin kurucusu olarak gösterdi.

E- Kadın Cemiyetleri

İkinci Meşrûtiyet döneminde, Osmanlı kadınları Terakkîperver Cemiyeti, İttihâd ve Terakkî Kadınlar Şubesi, Teâlî-i Nisvân Cemiyeti, Osmanlı Kadınları Şefkat Cemiyet-i Hayriyesi, Osmanlı Cemiyet-i Hayriyye-i Nisvâniye, Mâmulât-ı dâhiliye Kadınlar Cemiyet-i Hayriyesi, Esirgeme Derneği, Teâlî-i Vatan-ı Osmânî Hanımlar Cemiyeti, Müdâfaa-i Milliye Osmanlı hanımlar hey’eti, Müdâfaa-i hukuki nisvan cemiyeti, Asker Ailelerine Yardımcı Hanımlar Cemiyeti, Kadınları Çalıştırma Cemiyet-i İslâmiyesi, Cemiyet-i Hayriye, Hilâl-i Ahmer Kadınlar Cemiyeti gibi adlarla umumiyetle İttihâd ve Terakkî’nin fikirleri doğrultusunda, çeşitli gayelerle kadın cemiyetleri kuruldu.

F- Matbûât Cemiyetleri

Meşrûtiyet döneminde çeşitli matbûât cemiyetleri de kuruldu.
1- Cemiyet-i Matbûât-ı Osmaniye: İkinci Meşrûtiyet’in îlânının ikinci ayında kurulan bu cemiyet, basın tarihindeki ilk meslek derneğidir. Bu cemiyetin kurucuları İkdâm gazetesi sahibi Ahmed Cevdet Bey, Taningazetesi sahibi İsmâil Hakkı Bey, Pozantiyon gazetesi sahibi Pozant Efendi, Sabah gazetesi muharriri Selânikli Tevfik Efendi, Servet-i Fünûnmuharriri Cenab Şehâbeddîn, Tanin gazetesi başyazarı Hüseyin Câhid Bey (Yalçın), İttifak gazetesi başyazarı Semih Bey, Yeni Gazete sahibi Abdullah Zühdü Bey, Servet-i Fünûn gazetesi başyazarı Mahmûd Sâdık Bey, Mîzân gazetesi sahibi Murâd Bey, Sabah gazetesi sahibi Mihran,Konstantinopolis gazetesi sahibi Nikolaidis gibi kimselerdi.
Cemiyeti hükümete tanıtmak, basın suçları yargılamasında cemiyet idare hey’etinin jüri olarak tanınmasını sağlamak, Osmanlı ve selâmet-i vatan fikri çevresinde düşünce hürriyetine halel gelmeden basını toplamak, Avrupa basın cemiyetleriyle dostça münâsebetler ile cemiyet üyeleri arasında dostluk ve yardım ilişkileri kurmak, cemiyet üyelerine nakil vâsıtalarında, san’at müesseselerinde kolaylıklar sağlamak, Osmanlı basınının içte ve dışta îtibârını korumak gayesiyle kurulan bu cemiyet, Meşrûtiyet’in kuruluş havasını yansıtmıştır.
2- Osmanlı Matbûât Cemiyeti: İttihâd ve Terakkî hâkimiyetinin son senesinde Birinci Dünyâ Harbi’nin devam ettiği 1917 yılında kuruldu. Kurucuları; reîs Mahmûd Sâdık Bey, üyeleri; Yûnus Nâdi, Muhittin Birgen, Ağaoğlu Ahmed, Abdullah Zühdü, Ahmed Emin (Yalman) beylerdi. İlk kongresi 15 Şubat 1918’de yapıldı ve yönetim kuruluna, Tanin gazetesi başyazarı Hüseyin Cahit Yalçın, Yûnus Nâdi, Ahmed Emin Yalman beyler seçildi. 1918 yılında bu cemiyette toplanan pek çok gazeteci, Mondros Mütârekesi’nden sonra çeşitli cephelere ayrıldılar. Bir kısmı Müdâfaa-i Hukuk ve Cumhuriyet cephesinde, bir kısmı ise, muhalif cephede yer aldı. Muhalif cephede kalanlar istiklâl mahkemelerinde yargılandılar.

G- Esnaf Cemiyetleri

İttihâd ve Terakkî’nin himâyesi altında 1913 yılından îtibâren esnafın teşkilâtlanmasına yönelik bâzı cemiyetler de kuruldu. Bu cemiyetlerin kurucuları ve isimleri hakkında fazla bilgi mevcûd değildir. Zirâat, Debbağ (Dericiler), Bahçıvanlar, Yapıcılar esnafı cemiyetleri bunlardan bâzılarıdır.

H- Yurt dışında Türk Milliyetçiliğini savunmak gayesiyle kurulan Türk Yurtları

Türk Ocağı ile İttihâd ve Terakkî’nin fikirlerinin yurt dışına taşınması demek olan Türk Yurtları, Avrupa’da bulunan talebelerin teşebbüsleriyle kuruldu. İstanbul’daki Türkçü kesimle devamlı münâsebet hâlinde bulunan bu cemiyetlerin kongrelerinde başta Hamdullah Suphi ve M. Nermi beyler olmak üzere İstanbul grubunun seçkinleri bulundu. Yurtların teşkilâtlanması iki merhalede oldu. Önce yurtlar, sonra da federasyon biçiminde birleştirilerek Yurtçular Derneği kuruldu. Kurulan Türk Yurtları sırasıyla şunlardır:
1- Lozan Türk Yurdu: 1909’da Lozan Osmanlı Kütüphânesi adıyla kuruldu. 1911’de Lozan Türk Yurdu’na dönüştürüldü.
2- Cenevre Türk Yurdu: Daha önce Cenevre Osmanlı Kütüphânesi olarak kurulan bu cemiyetde, 21 Ekim 1911’de Cenevre Türk Yurdu olarak değiştirildi.
3- Nöşatel Türk Yurdu: Bu yurt da 15 Ekim 1912’de kuruldu.
4- Paris Türk Yurdu: 1913 yılında kuruldu.
5- Berlin Türk Yurdu: 1913 yılında kuruldu.
6- Birinci Yurtçular Derneği: 27 Aralık 1911’de Lozan Türk Yurdu’nun teşebbüs davetiyle Lozan yakınındaki bir köyde Cenevre’deki yurdun katılmasıyla toplandı. Derneği on dokuz talebe kurdu.
7- İkinci Yurtçular Derneği: 28 Mart 1913’de sayıları artan yurtlar, yeniden toplanarak ikinci derneği kurdular. Toplantı, Cenevre yakınındaki Pötülans köyünde oldu. Toplantı başkanlığı na Boyabatlı Yûsuf Kemâl (Tengirşenk) seçildi. İstanbul Türk Ocağı başkanı Hamdullah Suphi Bey de toplantıda konuşmalar yaptı. Önce bir Yurtçular Yasası hazırlandı ve bu toplantıda Ziya Gökalpçi taraf hâkim oldu. Derneğin merkez organı olarak da Cenevre Türk Yurdu kabul edildi. Mütâreke döneminde etkili olmaya çalışan Türk Yurtları, Anadolu hareketini desteklediler.

I- Osmanlı ülkesinde kurulan Ayrılıkçı cemiyetler

Osmanlı Devleti’ni parçalamak gayesiyle daha önce gizli olarak kurulmuş olan cemiyetlerin bir çoğu Tanzîmât’ın ilânından sonra açığa çıktı. Osmanlı Devleti’ni parçalamak ve yıkmak gayesini dolaylı olarak açığa koyan hıristiyan Avrupa devletleri (İngiltere, Fransa v.b.) ve Çarlık Rusya’sı, Osmanlı Devleti’nin hâkimiyeti altındaki gayr-i müslim ve Türk olmayan unsurları kışkırttılar. Ortaya çıkardıkları kavmiyetçi akımları desteklediler. Osmanlı Devleti’ni yıkmak ve sultan İkinci Abdülhamîd Han’ı devirmek için kurulan Jön Türkler de kavmiyetçilik akımını savunarak, bu hareketleri tahrik ettiler.
Balkanlarda yaşayan; Arnavud, Yunan, Bulgar, Sırp, Rumen ve diğer kavimler, bağımsız devletler kurmak maksadıyla Osmanlı Devleti’ne karşı harekete geçtiler. Hıristiyan Avrupa devletleri ve Çarlık Rusyası’nın teşvik ve desteğiyle çeşitli ayrılıkçı cemiyetler kuruldu.
1- Yunanlılar ve Rumlar tarafından kurulan cemiyetler: İlk Yunan cemiyeti olan Etniki Eterya, 1814’de Ksantos tarafından kurulduysa da asıl idarecisi Çar’ın yaverlerinden Kont Kapadistriya idi. Kilisenin, fikir adamlarının ve şâirlerin çalışmalarıyla kısa zamanda teşkilâtlanan bu cemiyet, Helenizmin tek temsilcisi sayıldı. İlk zamanlar gizli çalışan cemiyet, sonradan resmen yardımlaşma kuruluşu hüviyetinde ortaya çıktı. Bu cemiyetin en büyük destekçisi, İstanbul’da Fener patrikhânesi idi. Helenist ideoloji, Enosis terimleriyle sembolleştirildi. Osmanlı ülkesindeki Akdeniz ve Karadeniz Rumlarını Yunanistan’a katarak büyük Yunanistan’ı kurmak ve İstanbul’u (Kostantinopolis’i) de içine alan Megola İdea (Megali İdea) denilen gayesini tahakkuk ettirmek için tek yetkili organ Etniki Eterya Cemiyeti kabul edildi. 1876’da îlân edilen Birinci ve 1908’de ilân edilen İkinci Meşrûtiyet’ten sonra toplanan Osmanlı Meclis-i Meb’ûsânı’nda yirmiye yakın Rum üye de Etniki Eterya’nın fikir savunuculuğunu yaptı. 1909 yılında Yunan ordusunu temsilen kurulan askerî birlik, bir çok faaliyetlerde bulundu.
İkinci Meşrûtiyet’ten sonra Yunanlılar ve Rumlar, başka cemiyetler de kurarak gayelerine ulaşmaya çalıştılar. 1908’de Rum Meşrûtiyet Kulüpleri adlı cemiyetler kurdular. Bu arada bir İhtilâl cemiyeti hâline gelen Etniki Eterya, çeşitli şiddet ve terör hareketlerine girişti. Müslüman Türklere çeşitli zulüm ve işkenceler yaptı. 1909 yılında Edirne-Uzunköprü’de Adelfia adlı bir İhtilâl cemiyeti de kuruldu. Rum Uhuvvet-i İlimperverâne Agâyi, Rum Uhuvvet-i İlimperverâne İrinî, Rum Maârifperver cemiyetleri de bu dönemde kuruldu.
2- Bulgar ve Makedonya Cemiyetleri: Bulgarlar ve Makedonyalılar da Osmanlı Devleti’ne karşı çeşitli komite ve çeteler kurdular. Makedonya-Edirne İhtilâlci iç Cemiyeti (V.M.R.O.) bu komitelerin en önemlisidir. 1903 yılındaki İllinden isyânını plânlayan ve mahallî şubeleri ile geniş bir teşkilâta sâhib olan bu cemiyet, daha çok plânlayıcı mâhiyettedir. Bu komitenin yaptığı plânları uygulayan 10-15 kişilik çeteler; suikast, bombalama, sabotajlar yaparak müslüman-Türklere çok zulmettiler. Bu çetelerin önemlilerinden birisi Sandanski çetesidir.
Berlin Andlaşması ile Sırp, Karadağ ve Rumenlerin bağımsızlığı tanınmıştı. Bulgar, Arnavut ve Makedonyalılar ise, Osmanlı ülkesi içindeki yerlerini koruduklarından, 1878’den sonra komitacılık ve çeteciliğe devam ettiler. Makedonyalılar, 1893’de Selanik’te Bulgarca, Viteşna Makedonska-i Odrinska Revolütsionna Organizatsiya kelimelerinin baş harflerinden meydana gelen, V.M.R.O. Cemiyetini kurdular. Gizli bir cemiyet olan bu teşkilât, bağımsız bir Makedonya kurmak için çalıştı. Bu cemiyet Makedonya’yı; Selanik, Manastır, Serez, Drama, Usturumca, Melnik ve Edirne olmak üzere sekiz ihtilâl sancağına, her sancağı da ikişer kazaya ayırdı. Her sancak ve kazada mahallî birer komite kurdu. Ayrıca her sancakta maddî durumu, kongreye delege seçimini, esirleri, Osmanlı me’mûrlarını gözetlemek ve denetlemekle vazifeli üçer kişilik denetim kurulları vazifelendirdi. 1898’de başlayan çete savaşı, 1902 yılı boyunca 1903 Ağustos’una kadar, Selanik olaylarına ek olarak da seksen altı çete savaşı yapıldı. Makedonya, terör hareketleriyle tamamen sarsıldı. 2 Ağustos 1903 günü Kruçevo Cumhuriyeti ilân edildi. On iki gün süren ve İllinden olayı olarak bilinen isyân hareketi, Osmanlı ordusu tarafından bastırıldı.
1878’de kurulan Bulgaristan Prensliği de çeşitli komiteler kurarak, Osmanlı Devleti hâkimiyetinden kurtulmaya çalıştı. Hemen her köyde bir çete teşkil edildi. Papazlar, subaylar, özellikle öğretmenler her yerde bir ihtilâlci odak kurmaya çalıştılar. Ya istiklâl ya ölüm sloganıyla ortaya çıkan Bulgar komite ve çeteleri, yerli halkı teşkilâtlandırdıkları gibi, Batı kamuoyunu da yanlarına aldılar. Sofya’daki merkeze sıkı ve disiplinli bir şekilde bağlı olan komite ve çeteler, kendilerine katılmayan ve müslüman-Türk olan kimselere çok zulmettiler.
1908’den îtibâren Bulgar meşrûtiyet kulüpleri kuruldu. Aynı yıl kulüpler kongresi Selanik’te toplandı ve hepsi de federatif bir yapı içinde düzenlendi. Yaygın bir şekilde teşkilâtlanan bu kulüplerden, İstanbul’da da Derse’âdet Bulgar Meşrûtiyet Kulübü kuruldu. Tamamen bölücü ve İhtilâlci bir teşkilât olan Bulgar Meşrûtiyet Kulüpleri, aynı yıl içinde kurulan Bulgar Demokratik Kulüpleriyle birleşerek Federalist Bulgar Fırkası’nı meydana getirdiler, ikinci Meşrûtiyet’in ilânından sonra açılan Osmanlı Meb’ûsân Meclisi’nde bulunan Bulgar asıllı veya diğer Balkan kavimlerinden olan meb’ûslar da bu cemiyetlerin çalışmalarını desteklediler. 1908-1913 yılları arasında çetecilik faaliyetleri çok yaygınlaştı ve kânunla bile önlenemedi.
Sultan İkinci Abdülhamîd Han’a karşı çalışan Paris Jön Türkleri (Ahmed Rızâ Bey grubu), Rumeli’de şubeler açarak Bulgarların teşkilâtçılığını övüp desteklediler. Daha sonra İttihâd ve Terakkî’nin ileri gelenlerinden olan Niyazi ve Enver beyler de Makedonyalılar gibi çete faaliyetine girişerek Sultan Abdülhamîd Han’a karşı çıktılar. Teşkilâtlarını, Balkan Bulgar çetelerini örnek alarak kurdular.
3- Arnavutların Kurduğu Cemiyetler: Osmanlı Devleti’nden en son kopan ve bağımsızlığına en geç ulaşan Arnavutluk’da, 1908’den sonra isyân hareketleri başgösterdi. Arnavutlar, ikinci Jön Türk hareketine içten katkıda bulundukları gibi, kendi bünyelerinde de teşkilatlandılar.
Geniş çaplı ilk isyân, 1910 yılı Nisan’ında başladı ve Malisörler tarafından bir yıl sonra yeniden alevlendirildi. İttihâd ve Terakkî iktidârınca gönderilen askerler ayaklanmayı şiddetle bastırma yoluna gitti. İttihâdçılar tarafından yerli halka karşı zulüm ve işkence yapıldı. Bu uygulama, Arnavutluk mes’elesini daha da kızıştırtı. Pâdişâh Sultan Reşâd, bu hareketleri iyilikle bastırmak istediyse de netîce alınamadı. Osmanlı ordusu içindeki parçalanmalar ve İttihâdçıların kötü uygulamaları ile ortaya çıkan iç karışıklıklar yüzünden Sa’id Paşa kabinesi dağıldı. İttihâd ve Terakkî iktidardan uzaklaştı. Gâzi Ahmed Muhtar Paşa hükümeti, Arnavutların isteklerini kabul ederek umûmî af ilân etti. Tam bu sırada Balkan savaşı patlak verdi.
Arnavut cemiyetlerinin içinde en tanınmışı, 1908’de veya daha önce kurulduğu kabul edilen Başkim Cemiyeti’dir. Arnavutluk’taki isyânları tertipleyen ve teşvik eden bu cemiyetti. Cemiyetin yanında çeteler ve gizli ihtilâl cemiyetleri de kuruldu. Balkan savaşı, Arnavutluk mes’elesiyle ilgili çözüme giden yolu kapadı. Mütâreke döneminde de bâzı küçük ve etkisiz cemiyetler kuran Arnavutlar, konuyu yeniden ele almaya çalıştılar.
4- Sırp Cemiyetleri: Makedonya mes’elesiyle ilgili olarak Sırpların da önemli bir yeri olmuştu. Balkan yarımadasında ihtilâlci kaynaşmalara Yunanlılardan önce başlayan Sırplar, çeteler kurarak Osmanlı Devleti’ne ve müslüman-Türklere karşı çeşitli hareketlerde bulundular. 1878’den beri teşkilâtlanan Sırplar, 1908 ve 1909 yıllarında kendi azınlık haklarını korumak için millî teşkilâtlarını kurdular.
5- Musevilerin Kurduğu Cemiyetler: Osmanlı Devleti’nde yaşayan yahûdîler, on dokuzuncu yüzyılda kurulan beynelmilel siyonizmin teşkilâtlanması doğrultusunda cemiyetler kurdular. Bunlar arasında Evrensel İsrail Birliği Yahûdî Teşkilâtı, Alman Yahudileri Kurtuluş Birliği gelmektedir (Bkz. Filistin Mes’elesi).

Ermeni Cemiyetleri

Osmanlı Devleti’nin parçalanması ve yıkılması için çalışan ermeniler de çeşitli komite ve cemiyetler kurdular. Bir çok Avrupa devletleri ile Rusya’nın teşviki Osmanlı Devleti’ne karşı çıkan ermenilerde, Erivan’dan Akdeniz’e kadar uzanacak bir ermeni devleti kurmak fikrini ortaya çıkardı. Bunun için çeşitli komiteler ve çeteler kurarak kanlı terör ve tedhiş hareketlerine giriştiler. Pek çok müslüman-Türk’ü şehîd ettiler. Bulgarlar ve Yunanlılarda olduğu gibi “Türk (Osmanlı) zulmü”, “Ermeni soykırımı” gibi sloganları kullanarak mazlum bir unsur gibi görünmeye çalıştılar. Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu nâzik durumu fırsat bilerek, Rusya ile İngiltere’nin teşvik ve desteğiyle dünyâ kamuoyunu ters yönde etkilemeye çalıştılar. Kurdukları tedhiş komitelerinin en büyükleri; Armenaganlar, Hıncak ve Taşnaksütyun’dur.
a) Armenaganlar Komitesi: 1882’de Van’da Mıgırdıç Portakalyan ekibi tarafından kuruldu. İhtilâlci ve saldırgan bir ideolojiye sâhib olan bu komite, memleket içinde ve dışında teşkilâtlandı. Van yöresinde hareketli olan komitenin yurt dışında yayınlanan Armenia adlı bir gazetesi de vardı.
b) Hınçakyan Komitesi: 1887’de, Fransa’da tahsil yapan üniversiteli gençler tarafından Cenevre’de kuruldu. Kurucularının hepsi Rus ermenisi olan komitenin temel ideolojisi, Marksizmdi. 1890’da Hınçakyan İhtilâl Partisi adını aldı. İlk başta, İstanbul komite merkezi olarak kabul edildiyse de, sonradan Londra’ya taşındı. Osmanlı ülkesi içinde gizlice ve geniş bir şekilde teşkilâtlanan komite, Rus konsolosluklarından büyük destek gördü. 1890’da Erzurum isyânı, 1892-1893’de Merzifon-Yozgat-Kayseri olayları, 1895’de Birinci Sasun olayları, 1895’de Bâb-ı âlî gösterileri, 1895’de Zeytun isyânı bu komite tarafından tertiplendi. Çeşitli eğilim ve görüşde olan ermenileri bünyesinde barındıran komite, 1896 Londra kongresinde çıkan tartışmalar sonucu parçalandı. Ayrılan bir grup, Reforme Hınçak Partisi’ni kurdu. Bu dönemlerde sultan İkinci Abdülhamîd Han’ın idaresine karşı çıkan Jön Türklerle de işbirliği yapan Hınçakyan Komitesi, tertiplediği olaylarda pek çok müslüman-Türk’ü katletti.
c) Taşnaksütyun Komitesi: Rusya (Kafkasya) ermenilerini bir arada ve federasyon hâlinde toplamak için 1890 yılında Tiflis’de kurulan bu komitenin temel gayesi, Hınçakyan Komitesi’ni ikinci plâna atmaktı. Sosyalist olan veya olmayan ermenilerden meydana gelen bu komite, kısa zamanda parçalandı. Sosyalist olmayanlar ayrılarak iki yeni komite kurdular. 1892’de toparlanmaya çalışan Taşnaklar, Rus ihtilâlci teşkilâtı Narotnovels’i taklid ederek, tamamen sosyalist bir program hazırladılar. Osmanlı, İran ve Rusya içinde teşkilâtlandılar. Merkez olarak Tiflis seçildi. Tebriz’de bir silâh fabrikası kurarak çetelere silâh dağıtıldı. Ermeni olmayan kimseleri de üyeliğe kabul eden komite, Kürtler arasında propagandaya girişti. Kürt çeteleri, Makedonya komiteleri, Bulgar santralistleri ve Paris’teki Jön Türklerle anlaşmalar yaptı. Bu komite, sultan İkinci Abdülhamîd Han idaresine karşı Van isyânını çıkardılar ve 1896’da Osmanlı Bankası’na saldırı, 1904’de İkinci Sasun isyânı, 1905’de Yıldız’da bomba sûikasdı gibi hâdiseleri tertiplediler.
Ermeniler bu üç komite hâricinde başka komiteler de kurdular. İkinci Meşrûtiyet’in îlânından sonra da faaliyetlerine devam eden ermeniler, Rusya ve İngiltere tarafından desteklenerek Osmanlı ülkesi içinde bağımsız bir ermeni devletinin kurulmasına çalıştılar. İttihâd ve Terakkî ile anlaşarak, Meşrûtiyet-i Osmaniye Ermeni Cemiyeti’ni kurdular. 31 Mart Vak’ası’ndan sonra çıkan ve Adana Vak’ası diye anılan hâdise, ermenilerin en önemli baş kaldırmalarıdır. 1908’den sonraki Osmanlı meclislerinde de yer alan ermeniler, hükümetlerde nâzır (bakan) olarak vazife yaptılar. Bu dönemdeki ermenifer hem İttihadçı hem de Taşnak veya Hınçak komitesi mensubu idiler. Ayrıca îtilâf Fırkası içinde de yer aldılar. 1914 yılı başından îtibâren terör hareketlerini arttıran ermeni komitelerine karşı bâzı tedbirler alındı. Birinci Dünyâ Savaşı’nda Rusların, Doğu Anadolu’yu işgal etmeleri için, gönüllü ermeni alayları, Türk birliklerinin gerisine sarkan ermeni komiteleri sabotaj ve isyân hareketlerini çıkarttılar. Pek çok müslüman-Türk’ü acımasızca katlettiler. Birinci Dünyâ Savaşı’nın Osmanlı Devleti’nin mağlubiyetiyle son bulması üzerine, ermeni-ittihâdçı diyalogu çok şiddetli bir intikam hareketine dönüştü. Ermeniler ülke dışına çıkan Talat ve Cemâl paşalarla, Bahaddin Şâkir ve Cemâl Azmi beyleri öldürmekle devam ettiler (Bkz. Cemâl ve Talat Paşalar).

Arap Cemiyetleri

Osmanlı Devleti’nin parçalanması ve yıkılması için asırlardır gayret sarf eden en büyük İslâm düşmanı olan İngilizler, Arapları Osmanlı Devleti’ne karşı kışkırttılar. Osmanlı Devleti’ne karşı çıkan ve milliyetçilik iddiasında bulunan Araplar da kendi gayelerini tahakkuk ettirebilmek için çeşitli cemiyetler kurdular. 1908’den başlıyarak kurulan cemiyetlerden bâzıları şunlardır:
a- Suriye Osmanlı Cemiyeti: 1908’de Paris’te kuruldu.
b- İha el-Arabî (El-ikha): 1908’de İstanbul’da kuruldu.
c- El-Müntedi-ül-Edebî: 1909’da İstanbul’da kuruldu.
d- Cemiyet-ül-iha el-Osmânî: 1909’da Kâhire’de kuruldu.
e- El-İttihâd-ül-Lübnânî: 1909’da Kâhire’de kuruldu.
f- Cemiyet-ül-Kahtâniye: 1909’da İstanbul’da kuruldu.
g- El-Fetat-ül-Ümme el-Arabiyye: 1909’da Paris’te kuruldu.
h- Cemiyet-i Islâhiye: 1912’de Beyrut’ta kuruldu.
ı- El-Lâmerkeziyye: 1912’de Kâhire’de kuruldu.
i- El-Ahd: 1913’de İstanbul’da kuruldu.
Bu cemiyetlerin bâzıları gizli, bâzıları mahallî cemiyetlerdir. Kurucularının çoğu da Osmanlı parlementosunda üye veya Osmanlı ordusundan kaçan Arap asıllı subaylar idi. Âyân âzası Abdülhamîd Zohrâvî, Şefik el-Müeyyed, Rızâ es-Sulh, Tâlib en-Nakîb, Şükrü el-Aselî, Rûbî el-Hâlidî gibi meb’ûslar, Binbaşı Azîz el-Mısrî gibileri bu cemiyetlerin kurucularındandır. Bu kimselerden bir kısmı Birinci Dünyâ Harbi yıllarında ünlü İngiliz casusu Lawrence ile işbirliği yaparak, Osmanlılar aleyhine çalıştılar. Bu cemiyetlerin İngilizlerin desteğiyle çalışmaları netîcesinde Osmanlı toprakları parçalandı.
Böylece Osmanlı târihinde önemli yer tutan cemiyetler, faydalıları bir tarafa bırakılırsa, Osmanlı Devleti’nin parçalanmasında ve yıkılmasında büyük rol oynadılar.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Türkiye’de Siyasal Partiler (T.Z. Tunaya, İstanbul-1984); cild-1, sh. 367
 2) Düstûr; Tertîb-i sâni; cild-1, sh. 610
 3) Modern Türkiye’nin Doğuşu; sh. 201, 217, 422, 432
 4) Yeni Osmanlılar Târihi; sh. 120
 5) Beşiktaş Cem’iyet-i İlmiyesi (B.İhsânoğlu. Belleten, sene 1987, sayı-200); sh. 801
 6) Târih-i Cevdet; cild-12, sh. 184
 7) İnkılâb Târihimiz ve Jön Türkler (E. Kuran); sh. 224
 8) Osmanlı İttihâd Terakkî Cemiyeti ve Jön Türkler; sh. 189, 380
 9) Türk İnkılâb Târihi; cild-1, sh. 306
10) XIX. Yüzyıl Türk Edebiyatı; sh. 150
11) Makedonya Eşkıyalık Târihi; sh. 94

CEMALEDDİN-İ EFGANİ


Afganistanlı politikacı ve gazeteci. Asıl adı Muhammed bin Safder el-Hüseynî olup, Cemâleddîn-i Efgânî diye meşhurdur. 1838’de Afganistan’ın Kabil şehrine yakın Esadâbâd kasabasında doğdu. Onun Hemedan’da doğan İranlı bir şiî olduğunu söyleyenler de vardır. 1897’de İstanbul’da öldü.
İlk tahsilini memleketinde yaptı. Tahsîl için Hindistan’a gitti. Bilhassa lisanlara karşı kabiliyetli olan Cemâleddîn; Farsça, Arapça, Fransızca öğrendi. Milliyeti kesin olmayan, Cemaleddîn-i Eganî’nin; Türk, Afganlı, İranlı ve Hindli olduğu hakkında çeşitli rivayetler vardır. Türklerle konuşurken Türk’üm, Afganlılarla konuşurken Afganlıyım diyen Cemâleddîn-i Efgânî, din bilgisi az olduğundan, doğru yolda olmayanların te’sirinde kalarak Ehl-i sünnet îtikâdından ayrıldı ve İslâm âleminde on dokuzuncu yüzyılın sonlarında ortaya çıkan dinde reform hareketlerinin önderliğini yaptı! 1857’de hac bahanesiyle Hicaz’a gidip reform fikirlerini anlatma fırsatı buldu. Hicaz’dan Kabil’e dönüp, Dost Muhammed Hân zamanında hükümet ricali arasında bulundu. Hindistan’a, oradan da Mısır’a geçti.
Tanzîmât dönemi Osmanlı sadrâzamlarından Alî Paşa tarafından 1868’de İstanbul’a davet edilerek, Meclis-i meârif âzâlığı vazifesi verildi. Osmanlı Dâr-ül-fünûnu’nun açılışında verdiği bir konferansta; “İslâmî Abdülazîz Devleti’nin semâsından ziyâde güneşler çıkararak, onların nurları ile bütün âlemi nurlandıran ve kendilerine vükelâ yaparak hilâfet yolunda karar kıldıran Muhammedi Osmanlı saltanatının feleğinden parlak bedirler gösteren ve onların ziyası ile bütün Âdemoğullarını aydınlatan, kendilerini vezirler yaparak adalet mıntıkasında isbat eden Allah’a hamd olsun.
Salât da; yüce akıllara ve zekî nefslere, bâhusus akl-ı külle ve yolları kânunlaştırana (san’atlardan bir san’atı elde eden peygambere) ve O’nun nurlarından iktibas ederek makamların en yükseğine erişenlere olsun...” diyerek, peygamberliğin san’atlardan bir san’at olduğunu, İslâmiyet’in ilmî ilerlemelere mâni olduğunu iddia etti. Cemâleddîn-i Efgânî’nîn bu konuşması, Osmanlı âlimlerince şiddetle tenkîd edildi. Din ve devlet aleyhinde başka konuşmaları da bulunan Cemâleddîn-i Efgânî’nin fesatçılığı ortaya çıkınca, İstanbul’dan kovuldu. Osmanlı şeyhülislâmı Hasan Fehmi Efendi, onun cahilliğini ve yanlış yolda olduğunu bütün delilleriyle ortaya koydu.
Felsefî ve siyâsî özellikteki fikirlerini din adıyla yaymaya çalışan Cemâleddîn-i Efgânî, 1872’de Mısır’a gitti. Orada da din ve siyâsette ıslâhı kalkınma (dinde reform) fikirlerini yaymaya çalıştı, ilk zamanlar pek dikkati çekmedi. Fakat bu sırada doğu kültürü ile batı kültürü arasında bocalayan Muhammed Abduh’u, kısa zamanda fikirlerinin etkisi altına alıp, hayâtı üzerinde büyük rol oynadı. Muhammed Abduh’dan başka bir kısım kimseler de onun reformcu fikirlerinden etkilendiler. Talebelerinden olan Edîb İshak tarafından çıkartılan Mısır gazetesinde; Mazhar bin Vazzâh, Es-Seyyid Hüseynî veya Es-Seyyid imzalarıyla yazılar yazarak fikirlerinin yayılmasına çalıştı. 1872-1879 seneleri arasında Mısır’da kalan Cemâleddîn-i Efgânî’nin fikirleri, Mısır’daki Ehl-i sünnet âlimleri tarafından çürütüldü. Fitneci fikirleri sebebiyle Mısır hükümeti tarafından sürgün edilince, önce Hindistan’daki Haydarâbâd’a oradan da Paris’e gitti. Paris’te bulunduğu sırada talebesi Muhammed Abduh’la baş başa vererek, bütün müslümanları reformcu fikirler etrafında toplamak gayesiyle Urvet-ül-vüskâ adlı bir cemiyet kurup, aynı adlı gazeteyi çıkardı. Bu gazete sekiz ay kadar çıktıktan sonra yayınını durdurdu. Bu başarısızlıktan sonra, açıkça yürütemiyeceği propagandayı, gizlice konferanslar yoluyla yapmaya başladı. Fikirlerini anlatmak için bir çok seyahatlerde bulundu, Bir müddet Rusya’nın Petersburg, sonraları Almanya’nın Münih şehrine gitti. Orada İran şahı Nâsırüddîn ile karşılaştı. Şâh’ın daveti üzerine İran’a giden Cemâleddîn-i Efgânî’ye, İran dar gelmeye başladı. Bir ara kendi hâline köşeye çekilip yedi ay kadar insanlardan uzak kaldı. Şâh ile arası açıldı. İran şahının halka karşı uyguladığı bâzı sevimsiz hareketleri fırsat bilerek, İran’da şiddetini artıran bâbîlik veya bahâîlik hareketlerinin içinde bulundu. Şâh’ın aleyhinde hareket ederek isyâncı ve sûikasdcıların öncüsü ve teşvikçisi oldu. Bu sırada Ruslar tarafından satın alınarak, anavatanı olan Afganistan aleyhinde casusluk yaptı. İran’dan da kaçarak Avrupa’ya gitti. Daha sonra Londra’ya giderek fikirlerini yaydı ve Osmanlı pâdişâhı sultan İkinci Abdülhamîd Han aleyhinde faaliyetlerde bulundu. Cemâleddîn-i Efgânî’nin İslâmiyet’e verdiği zararları gören sultan İkinci Abdülhamîd Han, yaptığı zararları ortadan kaldırmak ve te’sirsiz hâle getirmek için kendisini İstanbul’a çağırdı. Sultan, İstanbul’a gelen Cemâleddîn-i Efgânî’yi huzuruna çağırarak, fitneye sebeb olan söz ve hareketlerden kaçınmasını emr etti. Fakat yine boş durmadı.
Sadrâzam Halil Rıfat Paşa, sultan İkinci Abdülhamîd Han’a takdim ettiği 22 Nisan 1896 tarihli arızaya ilâve ettiği mektubda, Cemâleddîn-i Efgânî ile ilgili şu bilgileri verdi: “Malûmat ve mütâlaât-ı çâkerâneme gelince, Şeyh Cemâleddîn, bâbîlik cemiyeti erkânından ve fesâd erbabından olduğu gibi, hiç bir tarafça hâiz-i îtibâr ve îtimâd olmamış, ehemmiyetsiz bir âdemdir. Ve merkumun mason cemiyeti, ermeni komiteleri ve Jön Türk takımı ile gizli bir muhâberât ve münâsebâtı vardır. Kendisini efendimize mensûb bildirerek, esasen hiç olduğu hâlde, bu şeref-i mensubiyetten dolayı kendisini ve mâhiyetini ve hakikatini bilmeyen bir takım âdemleri celb ve iğfal ederek, yavaş yavaş cemiyetini çoğaltmaya çalışıyor. Bâbîlik mezheb-i habîsi esasen dürzîlik mezhebine müşabih (benzer) olduğundan, merkum Cemâleddîn, Suriye ve Lübnan’dan buraya gelen dürzî gençlerin ahlâksız ve müfsid güruhunu kendisine celb ile tevsî-i mefâsid ediyor (bozgunculuğunu yayıyor) ve Mısırlılar dahî ekseriyetle mesleksiz ve ahlâkı bozuk oldukları için, onlardan da bir çok tarafdâr peyda etmeye uğraşıyor. Bu cümleden olarak, geçenlerde Dersaâdet’den (İstanbul’dan) uzaklaştırılması lüzumu arz edilen Mısırlı Abdullah Nadim adlı müfsîd dahî, Cemâleddîn’in mezhep ve meslekine tâbiiyyetle eski kıyafetini değiştirip, bu günlerde bâbî kıyafetine girdiği istihbar kılınmıştır.”
Sultan İkinci Abdülhamîd Han da, hatıratında Cemâleddîn-i Efgânî ile ilgili olarak şunları söylemektedir: “Hilâfetin elimde olması sürekli olarak İngilizleri tedirgin etti. Blund adlı bir İngilizle Cemâleddîn-i Efgânî adlı bir maskaranın el birliği ederek, İngiliz hâriciyesinde hazırladıkları bir plân elime geçti. Bunlar, hilâfetin Türkler tarafından zorla alındığını ileri sürüyor ve Mekke şerifi Hüseyin’in halîfe îlân edilmesini İngilizlere teklif ediyorlardı. Cemâleddîn-i Efgânî’yi yakından tanırdım. Mısır’da bulunuyordu. Tehlikeli bir adamdı... Ayrıca İngilizlerin adamı idi ve çok muhtemel olarak İngilizler beni sınamak için bu adamı hazırlamışlardı.”
Cemâleddîn-i Efgânî, İstanbul’da bulunduğu sırada bir çok yıkıcı faaliyetler yapmak istediyse de engellendi. Bir ara Mısır hidivi Abbâs Hilmi Paşa’yla münâsebette bulunduğu anlaşılınca, sultan İkinci Abdülhamîd Han onu sert bir şekilde azarlayarak; “Abbâs Hilmi Paşa adına bir devlet mi kurdurmak istiyorsunuz?” dedi. Dışarıda daha çok zararlı olacağını farkeden Abdülhamîd Han, Cemâleddîn-i Efgânî’nin İstanbul’dan çıkışını yasakladı, ölünceye kadar göz altında tuttu.
Cemâleddîn-i Efgânî, İstanbul’da bulunduğu sırada bâzı yazar ve şâirler üzerinde etkili olmuştur. Bilhassa Türkçülük ve İslamcılık düşünceleri ile hareket edenler, ayrı fikir ve inançta olmalarına rağmen, onu hoca kabul etmişlerdir. Bu da cemiyette ayrılıklara yol açmıştır. Cemâleddîn-i Efgânî’nin asıl gayesi de budur. Hayâtına bakılınca, gidip gezdiği yerlerde dâima tefrikadan yana olmuş ve fitneler çıkarmıştır.
İstanbul’da bulunduğu sırada hastalanan Cemâleddîn-i Efgânî, 1897’de öldü. Maçka’ya defnedildi ve kabri bir Amerikalı tarafından yaptırıldı. 1944 yılında, kemikleri, memleketi olan Kabil’e nakledildi.
Tahsîle gittiği Hindistan’da, din düşmanlarının etkisinde kalarak, Ehl-i sünnet yolundan ayrılan ve ilmi az olduğu hâlde hayâtı boyunca, kendini ilim ve din adamı gösteren Cemâleddîn-i Efgânî, İslâmiyet’in aslının bozulmuş olduğunu ve reform yapmak gerektiğini iddia etti ve asırlardır yetişmiş ve İslâmiyet’in yayılmasına çalışmış olan Ehl-i sünnet âlimlerinin çalışmalarını reddetti. Urvet-ül-vüskâ adlı gazetesinde ve verdiği konferanslarda İslâmiyet ve müslümanlar hakkında küçültücü yazılar yazıp çeşitli sözler sarfetti. Onun İslâmiyet hakkındaki düşünceleri, Fransız yazarı Renan’a, 18 Mayıs 1883 tarihli Le Journal Des Debats gazetesi aracılığıyla verdiği cevabdan çok iyi anlaşılmaktadır. Cemâleddîn-i Efgânî bu mektubunda şöyle diyor:
“Efendim! Değerli gazetenizin 29 Mart 1883 tarihli nüshasında, M. Renan’ın bir nutku var. Şöhreti bütün batıyı tutan, doğunun en ücra köşelerine kadar uzanan ünlü filozof bu nutukda, dikkate değer müşahedeler, yeni görüşler serdetmiş. Ne yazık ki bendeniz, nutkun ancak, çok az sâdık tercümesini görebildim. Fransızcasını görebilseydim o büyük filozofun fikirlerini daha iyi kavrardım. Renan’ın nutku iki noktayı kucaklıyor.
1- İslâm dîni, mâhiyeti îcâbı, ilmin gelişmesine mânidir.
2- Arap kavmi, tabiatı icâbı, metafizik ilimleri de, felsefeyi de sevmez.
İyi ama, acaba ilimlerin gelişmesini önleyen bu mâniler; dînin kendisinden mi geliyor, yoksa bu dîni kabul eden kavimlerin hususiyetlerinden mi? Renan bu noktaları aydınlatmıyor. Ama teşhis yerindedir. Hastalığın sebeblerini tâyin etmek güç. Hastalığa çâre bulmak ise, büsbütün zor. Başlangıçta hiç bir millet, sırf aklın rehberliği ile yetinemez. Korkuların pençesindedir. Hayrı şerden ayıramaz. Ne sebeblere yükselebilir, ne neticeleri fark edebilir. Tedirgin şuurunun dinlenebileceği bir vaha arar. O zaman mürebbîler (peygamberler) çıkar ortaya. Bilirler ki onu aklın emrettiği yola sürüklemek imkânsızdır. Hayâlini okşar, ümidlerini kanatlandırır, önünde geniş ufuklar açarlar, insanoğlu ilk devirlerde gözleri önünde cereyan eden hâdiselerin sebeplerini ve eşyanın esrarını bilmediğinden, mürebbîlerinin emirlerine ve öğütlerine uymak zorundadır. Mürebbîler (peygamberler) ona; itaat edeceksin diyorlardı. Mutlak varlık (yani Allah) böyle emrediyor. Şüphe yok ki bu, beşeriyet için boyundurukların en ağırı, en küçültücüsü idi. Fakat müslüman, hıristiyan, putperest, bütün milletlerin barbarlıktan bu dînî terbiye sayesinde çıktıkları ve daha ileri bir medeniyete doğru yürüdükleri de inkâr edilemez.”
Cemâleddîn-i Efgânî, dinlerin insanlık târihinde büsbütün lüzumsuz birer müessese olmadıklarını beyân ettikten sonra, İslâmiyet’le putperestliği aynı kefeye koyuyor ve devamla; “Bu konuda İslâmiyet’in başka dinlerden ne gibi farkı vardır? Dinlerin hepsi de müsâmahasız değil mi?... Hıristiyan toplumları, işaret ettiğim Terakkî ve ilim yolunda dev adımlarla ilerlemektedirler. İslâm cemiyeti ise dînin vesayetinden kurtulamamıştır... Burada Mösyö Renan’ın huzurunda İslâm dîninin müdâfaasını yapıyorum. Bu ümîd (müslümanlıktan kurtulma ümidi) gerçekleşmezse, barbarlık ve cehalet içinde mahvolurlar. Filhakika İslâm dîni, ilmi boğmaya ve terakkîyi durdurmaya gayret etmiştir. Ama hıristiyanlık da aynı şeye teşebbüs etmedi mi? Katolik kilisesinin muhterem reîsleri, bildiğime göre, bugün bile mücâdeleden vazgeçmiş değillerdir... Biliyorum müslümanların, Avrupa ile aynı medeniyet seviyesine yüselmeleri çok güçtür. Felsefî ve ilmî usûllerle hakikate vusul (ulaşmak) onlara yasaktır. Gerçek bir mü’min, konusu ilmî hakikat olan her çeşit araştırmalardan kaçınmalıdır. Oysa bâzı Avrupalılara göre her hakikat, ilme dayanmak zorundadır. Kölesi olduğu nass’a (Kur’ân-ı kerîm ve sünnete), sabana bağlanan bir öküz misâli bağlanan mü’min, ilânihâye (sonsuz olarak) şeriat tefsircileri (islâm âlimleri) tarafından çizilen yolda yürümeye mahkûmdur. Hakikatin zâten bütününe sâhib. Aramasına ne lüzum var. Îmânını kaybederse daha mı bahtiyar olacak? Böyle olunca da ilmi küçümsemesi tabiî değil mi?”
Cemâleddîn-i Efgânî bu mektubunda İslâmiyet’in Terakkîye (ilerlemeye) mâni olduğunu, Renan’dan daha büyük bir kabul ile belirttikten sonra, Arab kavmini müdâfaa ederek şöyle diyor: “Ancak fetihlerindeki hızla mukayese edilebilecek fikrî bir yükseliş, bir asır, bütün bir Yunan ve Acem ilminin elde edilişi, hazmedilişi... Arablar başlangıçta ne kadar barbar ve câhil olurlarsa olsunlar, medenî milletlerin yüz üstü bıraktıklarına dört elle sarıldılar. Sönen ilimleri canlandırdılar, geliştirdiler ve o zamana kadar ulaşamadıkları bir ihtişama kavuştular. Bu da ilme karşı besledikleri sevginin işareti ve isbâtı değil midir?” diyerek başka müslüman milletlerin, bilhassa müslüman-Türklerin ilme olan hizmetlerini inkâr ettikten sonra da; “Pekî denecek, Arab medeniyeti bu kadar parlak olduktan sonra nasıl birden sönüverdi? Meş’ale o zamandan beri neden tutuşmadı tekrar? Arab dünyâsı uzun zamandan beri niçin karanlıklarda bocalıyor? Nâmık Kemâl buna sebep olarak haçlı orduları ile Tatar müşriklerini gösteriyor. Burada İslâm dîninin bütün sorumluluğu ortaya çıkıyor. Şurası âşikâr; bu din nerede yerleşmişse ilmi boğmuştur. Bu uğurda istibdâdla el ele vermekte tereddüd etmemiştir. Hıristiyan dîninin mazisinde de buna benzer vak’alar bulabilirim. Dinler, isimleri ne olursa olsun birbirlerine benzerler. Dinlerin felsefe ile uyuşmalarına, anlaşmalarına imkân yoktur. Felsefe onu îtikâdlardan kısmen veya tamamen kurtarır. Nasıl anlaşabilirler?.. İnsanlık yaşadıkça, nass (dînin delilleri) ile serbest tenkid, dinle felsefe arasındaki kavga sona ermeyecektir. Kıyasıya bir savaş bu. Ve korkarım ki bu savaşta zafer, hür düşünceye nasîb olmayacaktır” diyerek, Allahü teâlânın bildirdiği din ile insan kafasının mahsûlü olan felsefenin, savaş hâlinde olduğunu söylemekte ve felsefenin gâlib gelmesini istemektedir. Daha da ileri giderek; “Aklın dersleri üç-beş büyük zekâya hitâb eder. İlim ne kadar güzel olursa olsun ideâle susuz olan insanlığı doyurâmaz. İnsanlık, filozofların ve âlimlerin göremedikleri ve giremedikleri karanlık ve uzak bölgelerde kanat açmaktan hoşlanır” diyerek de, din üzerine gâlib gelmesini istediği felsefenin ilimden de üstün olduğunu iddia etmektedir.
Fransız yazarı Renan da, bu yazısından dolayı Cemâleddîn-i Efgânî’yi şöyle medh ediyor: “İki ay kadar önce sevgili meslekdaşım Ganem (hıristiyan Halil Ganem) vâsıtası ile Şeyh’i (yâni Cemâleddîn-i Efgânî’yi) tanımıştım. Üzerimde pek az kimse bu kadar derin te’sir yapmıştır. Sorbon’daki konferansımın konusunu (ilmî zihniyet ile İslâmiyet’in münâsebetlerini) bana o ilham etti. Şeyh Cemlâleddîn, İslâm’ın peşin hükümlerinden sıyrılmış bir Afganlıdır. Cemâleddîn, zinde bir kavmin çocuğudur. Afganistan’da Arya ruhu, resmî İslâmiyet’in sığ tabakası altında bütün zindeliği ile yaşamaktadır. Dinlerin değerini tâyin eden, onlara inanan kavimlerdir. Afganlı bu müteârefenin en güzel delili. Düşünceleri öylesine bağımsız, seciyesi o kadar asîl ve dürüst idi ki, onunla konuşurken İbn-i Sînâ, İbn-i Rüşd gibi eski âşinâlardan birinin, dirildiğini sanıyordum.”
Cemâleddîn-i Efgânî’nin şahsı ile ilgili önemli hususlardan biri de masonluğudur. Hattâ yalnız kendisi mason olmakla kalmayıp, Mısır’da bir çok kimsenin de bu teşkilâta girmesine sebeb olmuştur. Afşar İreç ve Usgar Mehdevînin Farsça te’lif ettikleri Mecmûa-i isnâd ve Medârik adlı eserde, onun mason locasına kaydolmak üzere verdiği dilekçenin mâhiyeti ve şarkın yıldızı locasının 1355 Kâhire-Mısır 7. 1878/5878 sayı ile locaya kayd olduğuna ve locaya ihtiram reisi seçildiğine dâir cevâbı vardır. Ayrıca Hannâ Ebî Râşid, masonluğu Arab memleketlerine Cemâleddîn-i Efgânî ile Muhammed Abduh’un yaydığını yazmaktadır.
Cumhuriyet devri başbakanlarından Şemseddîn Günaltay’ın; “Şeyh, peygamber kadar şâyân-ı hürmet; ona îtirâz edenler, Ebû Cehl kadar lânete müstehâktır. Çünkü peygamberlerin zamanındaki İslâmlığı yeniden diriftmeye kalkışmıştır” diyerek medh ettiği, dünyâda bir kaç zümre arasında meşhur edilen Cemâfeddîn-i Efgânî’nin, küçücük bir Afgan târihiile maddeciliği tenkid etmek için yazılmış teolojik bir eser olmaktan ziyâde, siyâsî bir hiciv özelliğini taşıyan Red aled-Dehriyyîn adlı eseri vardır. Ayrıca çeşitli gazete ve dergilerde yazılmış makaleleri vardır.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) El-Âlâm; cild-6, sh. 168
 2) Mu’cem-ül-müellifîn; cild-10, sh. 92
 3) Umrandan Uygarlığa; sh. 44
 4) Son Sadrâzamlar; cild-2, sh. 817, 890
 5) Hâtırât-ı Abdülhamîd-i sânî; sh. 73
 6) Târih-i Âbâd-ı lugat-il-Arabiyye; (Corci Zeydan); cild-4, sh. 312
 7) A’yân-üş-şîa; (Muhsin Emin, Şam-1935); cild-16, sh. 336
 8) Esmâül-müellifîn; cild-2, sh. 394
 9) Zuamâ-ul-aslâh; sh. 59
10) Fâideli Bilgiler; sh. 358
11) Din Tahripçileri; sh. 48
12) Rehber Ansiklopedisi; cild-3, sh. 202
13) Dâiret-ül-meârif-il-masoniyye (Hannâ Ebî Râşid, Beyrut-1381); sh. 197