19 Ocak 2015 Pazartesi

İBRAHİM GÜLŞENİ


Evliyanın büyüklerinden. Halvetî yolunun Gülşenî kolunun kurucusu. İsmi, İbrâhim bin Muhammed, lakabı Gülşenî’dir. 1426 (H. 830) târihinde Azerbaycan’da doğdu. 1534 (H. 940) târihinde Mısır’da vefât etti.
Babası Emîr Muhammed, asîl bir Türk âilesindendir. Küçük yaşta yetim kalan İbrâhim Gülşenî’nin tahsîl ve terbiyesiyle amcası Seyyid Ali meşgul oldu. Çok zekî ve kabiliyetli olduğundan ilimde kısa zamanda akranlarını geçti. Zamanın âlimlerinden okuyup din ilimlerinde mütehassıs oldu. Semerkand ve Tebriz’e gidip Kâdı’l-kudât Mevlâna Hasan ile görüşüp, hürmet gördü. Kendisine sultan Uzun Hasan tarafından dîvân-ı hümâyûnda nişancılık vazifesi verildi. Haram ve şüphelilere düşmek korkusuyla oradan ayrıldı ve Seyyid Yahyâ Şirvânî’nin vekîli Dede Ömer Rûşenî’nin hizmetine girerek talebesi oldu. Çetin mücâhedelerde bulundu. Kalb gözü açıldı. Hocasından icazet ve Gülşenî lakabını aldı. Hocasının emriyle kâmil ve mükemmil (yetişmiş ve yetiştirebilen bir zât) olarak Tebriz’deki medreselerde dersler verdi.
İbrâhim Gülşenî, Allahü teâlânın emirlerini yapmakta ve yasaklarından kaçınmaktaki gayreti ve tevazûu ile meşhur oldu. Kâfirler bile, onun güzel ahlâkını görünce İslâmiyet’i seve seve kabul ederlerdi. Çok kerâmetleri görüldü.
İbrâhim Gülşenî, Tebriz’de vâz ve nasîhat ediyordu. Yabancı biri gelip, İbrâhim Gülşenî’ye; “Senin akraban, kâdı ile işbirliği yaparak bana zulmetti. Yüz elli altınımı aldı” dedi. İbrâhim Gülşenî vâz ve nasîhati bıraktı. Mes’eleyi araştırdı ve şikâyetçinin haklı olduğunu anladı. Şemseddîn adındaki kâdıyı huzuruna çağırttı. Kâdıya; “Niçin haksız yere hükmettin?” deyince; Kâdı, “Sizin yeğeniniz olduğu için, hatırınıza riâyet ederek bu karârı verdim” dedi. İbrâhim Gülşenî; “Haksız yere karar verdiğin için bu hâlini her yere muhakkak duyurmak lâzımdır” dedi. Kâdı Şemseddîn özür diledi. Pişman olduğunu, tövbe ettiğini bildirdi. Çevrede bulunan kâdılar da araya girip, güçlükle Kâdı Şemseddîn’i bu zor durumdan kurtardılar. İbrâhim Gülşenî hazretleri, altınları yeğeninden alarak sahibine geri verdi.
Erdebil hânedânına mensub Şah İsmail, Tebriz’deki Ehl-i sünnet müslümanları ortadan kaldırmak için teşebbüse geçince, İbrâhim Gülşenî (rahmetullahi aleyh) bu fitneden kurtulmak için hicret etmek üzere iken yakalandı ve îdâmına karar verildi. O da; “Cenâb-ı Hak, İbrâhim aleyhisselâmı Nemrûd’un ateşinden nasıl kurtardı ise, inşâallah bizi de öyle kurtarır” diyerek tevekkül eyledi. Başına koydukları nöbetçinin ondaki üstün halleri görüp hayran olmasıyla serbest bırakılıp yol gösterildi. İbrâhim Gülşenî, oğlu Ahmed Hayâlî’yi de alarak Diyarbakır yoluyla Mısır’a gitti. Yolda herkesten çok hürmet gördü. Mısır’da daha önce gelip yerleşen hocasının talebelerinden Tîmûrtaş ve Şahin efendilerle görüşüp hürmet gördü. Kubbet-ül-Mustafâ denilen yere yerleşip talebe yetiştirmeye başladı. Kısa zamanda Mısır sultânı Gavri’nin sevgisine kavuştu. Başta Sultan olmak üzere herkes onun dersine koştu. Hükümdar ona Müeyyediye’de bir medrese yaptırdı. Gülşenî (rahmetullahi aleyh) oraya yerleşip Gülşeniyye yolunu anlatmaya başladı.
Yavuz Sultan Selîm Han Mısır’ı fethettiğinde İbrâhim Gülşenî hazretleri onu; “Azîzim, hayr-ı mukaddem ömrümün yârı safa geldin. Keremler eyledin. Gönlümün sultânı safa geldin” diyerek karşılamıştır. Sultan Selîm Han, Ehl-i sünnet büyüğü olan İbrâhim Gülşenî’ye çok saygı ve hürmet gösterdi. Pek çok yeniçeri ve sipâhî sohbetiyle şereflendi ve duâsına kavuştu.
İbrâhim Gülşenî’nin nâmı her yere yayıldı. Yavuz’dan sonra zamanın sultânı Kânûnî Sultan Süleymân Han onu İstanbul’a dâved edip çok hürmet gösterdi. Çıkrıkçılar başındaki Atik İbrâhim Paşa Câmii’nde vâz edip kısa zamanda İstanbulluların gönüllerinde taht kurdu. Gülşenî’ye devlet erkânından ve halktan pek çok kimse talebe oldu. Pâdişâh, şeyhülislâm, âlimler ve evliyâ onun ilimdeki üstünlüğünü takdir ettiler. İbrâhim Gülşenî, Sultan’dan izin alıp tekrar Mısır’a döndü. Vefâtından sonra yolunu oğlu Ahmed Hayalî devam ettirdi.
İbrâhim Gülşenî Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hazretlerinin Mesnevî’sine benzer ve eş olarak, Kırk gün içinde kırk bin beytlik Farsça bir mesnevî yazdı ki Mânevi ismini verdiği bu kitabı çok kıymetlidir. Ayrıca Arabî, Fârisî ve Türkçe dîvânları, Rûznâme ve Kenz-ül-cevâhir adlı eserleri vardır.
İbrâhim Gülşenî (rahmetullahi aleyh) buyurdu ki: “İşi Hak teâlâya havale etmek iyidir. Kin tutup, öfkelenerek bir müslümana zarar vermeye kalkmak, hattâ uğradığı bir zarara sevinmek caiz değildir.”
İbrâhim Gülşenî’nin geleceğini ve onun çok büyük bir âlim ve velî olacağını, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hazretleri iki yüz elli sene önce, Allahü teâlânın izniyle kerâmet olarak bildirmiştir.
Arapça ve Farça şiirlerinin yanında, Türkçe şiirleri de vardır. Bilhassa Dîvân’ı 24.000 beyti bulmaktadır. O, bu şiirlerinde tarikat neşvesi içinde ve bir mürşid olarak açık bir dil kullanmıştır. Bu bakımdan Türk tekke edebiyatı içinde müstesnâ bir yeri vardır.

BESMELE’NİN FAZÎLETİ

İbrâhim Gülşenî, bir gün talebeleriyle sohbet ediyordu. Bir ara talebeler; “Efendim! Allahü teâlânın ihsânı ile kabirdeki ölülerin azâbda veya nimet içinde oldukları bilinebilir mi? Duâ ederek azâbda olanın azabı kaldırılır mı?” diye sordular. İbrâhim Gülşenî de; “Allahü teâlânın sevdiklerinden biri bir kabre uğradığında, kabirdekinin azâb içinde olduğunu gördü.
Aradan bir müddet geçtikten sonra, tekrar o kabrin yanına uğradı. Kabre teveccüh ettiğinde, azabın kaldırılmış olduğunu gördü. Hayret ederek düşünceye daldı. O sırada kendisine bir hitâb geldi. Hitâbda; “Bu kabirde yatan kimsenin küçük bir çocuğu vardı. Annesi o çocuğu ilim öğrenmeye gönderdi. Çocuk Besmele’yi öğrenince, Besmele’nin hürmetine babasının azabı kaldırıldı” deniyordu.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Menâkıb-ı İbrâhim Gülşenî (Muhyî Gülşenî, Ankara-1982)
 2) Şakâyık-ı nu’mâniyye zeyli (Atat); sh. 67
 3) Sefînet-ül-evliyâ; cild-3, sh. 106
 4) Esmâ-ül-müellifin; cild-1, sh. 26
 5) Kâmûs-ül-a’lâm, cild-1, sh. 580
 6) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; sh. 1008
 7) Rehber Ansiklopedisi; cild-8, sh. 43
 8) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; cild-14, sh. 135
 9) Türk Klâsikleri; cild-4, sh. 308

ISLAHAT FERMANI


Tanzîmât fermanı yeterli bulunmayarak, gayr-i müslimlere daha fazla hakların verilmesi için 1856’da yayınlanan ferman. Gülhâne Hatt-ı hümâyûnu gibi, imparatorlukta yapılması kararlaştırılan yeni bir düzenin program ve prensiplerini içine alır. Bu ferman esâs olarak Tanzîmât hükümlerini tekrarlayan, onları açıklayan ve genişleten bir fermandır.
Rusya, Avrupa siyâsetinde te’sirli bir rol oynamaya başladıktan sonra, Osmanlı Devleti’ni tasfiye ederek sıcak denizlere inmeği ana siyâseti kabul etmişti. Bu gayesine erişebilmek için devletlerarası münâsebetlerin ortaya çıkardığı imkânlara göre; ya Osmanlı topraklarını Rus İmparatorluğuna katacak, bu olmazsa aynı toprakları alâkalı Avrupa devletleriyle paylaşacak, bu da olmazsa, Osmanlı arazisi üzerinde muhtar veya müstakil devletler kurulmasını sağlayıp, bunları yeri geldikçe kontrolü altına alacaktı. İlk iki yol imkânsız göründüğü için Rusya bilhassa üçüncü yolu seçip, faaliyetlerini yoğunlaştırdı. Bu gayenin tahakkuku için Osmanlı Devleti içerisindeki Ortodoks tebeayı himaye etme ve imtiyazlarını çoğaltmak isteklerinde bulundu. Diğer taraftan, Rusya’nın sıcak denizlere inmesini, bilhassa Akdeniz’e inerek Hindistan yolunda tehlike teşkil etmesini istemeyen İngiltere de Ruslara karşı çıkıyor ve Osmanlı Devleti’ni destekler görünüyordu. Böylece bir taraftan Ruslara mâni olurken, diğer taraftan Osmanlı Devleti’ni Ruslarla meşgul ederek Hindistan’da serbestçe hareket ediyordu. Fransa ise; Avrupa siyâsetinde Rusya ve İngiltere’den geri kalmak istemiyor, Rusya’nın Akdeniz’e inmesinin Fransızların buradaki ticâretine sekte vuracağını düşünüyordu. Bu maksatla Osmanlı Devleti’ni Ruslara karşı destekliyordu. Diğer taraftan da Osmanlı Devleti içindeki katoliklerin hâmiliğine tâlib oluyordu. İşte bu siyâsî atmosferde 1854 senesinde çıkan Osmanlı Rus harbinde, Avrupa devletleri Osmanlı kuvvetlerinin yanında yer aldılar.
İngiltere, Fransa ve Avusturya daha Nisan 1855’de Viyana’da Kırım savaşı sonrasında yapılacak ahdlaşmanın esaslarını görüşerek bâzı kararlar almışlar ve 16 Aralık 1855’de bir andlaşmaya varmışlardı. Bu kararlar dört madde olup, Avusturya imparatorunun ültimatomuyla çara bildirildi. Bu kararların dördüncü maddesi; “Osmanlı memleketlerinde bulunan hıristiyan tebeanın hakları, pâdişâhın istiklâl ve hâkimiyetine asla dokunulmamak şartıyla tasdîk olunacak, pâdişâh bu hususta Rusya’nın muvafakatini îcâb ettiren bir taahhütte bulunacak” idi. Bu maddede de görüldüğü üzere Osmanlı ordusunun kazandığı zafer bile, gayr-i müslimlere imtiyaz sebebi oluyordu. Rusya, kurulacak Avusturya, Fransa, İngiltere ittifakı tehlikesi karşısında bu kararları kabul etti. Osmanlı hükümeti, kendi hıristiyan tebeası ile ilgili maddenin devletin iç işlerine karışma anlamına geleceğini bildirerek, 16 Aralık tarihli kararlar arasında yer almamasına çalıştı ise de başarılı olamadı. Netîcede bu maddenin programlaştırması için şu tezler ortaya atıldı. Rus tezi: “Osmanlı Devleti sınırları içinde yaşayan hıristiyanların hak ve imtiyazları Avrupa devletlerinin müşterek garantileri altına alınmalıdır.” İngiliz tezi: “Tam ölçüde bir din serbestliği ve hukuk eşitliği sağlanmalıdır.” Fransız tezi; “Müslüman tebea ile hıristiyan tebea arasında cemiyet, haklar, vergiler, millî eğitim ve devlet me’murluklarına geçme bakımından sürüp gelen farklar, bir ferman ile kaldırılarak Gülhâne hattında işaret edilen tebea eşitliği tam manâsıyla geliştirilmelidir.” Bâb-ı âlî, Rusya’nın teklifini, hükümranlık haklarına müdâhale, İngiliz teklifini de İslâmiyet’i küçültücü gördüğü için, Fransız teklifini kabul etti. Ayrıca yapılacak Paris konferansında Rusların gayr-i müslimler konusunda bir istekleri ile karşılaşmak istemiyordu. Fransız tezinin kabulü üzerine, bunun bir ferman hâline getirilmesi Bâb-ı âlî’ye bırakıldı.
Âlî Paşa hükümeti tarafından îlân edilen bu fermanın hazırlanmasında İngiliz ve Fransız elçileri de bulunmuştu. Bu şekilde hazırlanan ferman, Paris konferansından önce, 28 Şubat 1856’da Bâb-ı âlî’de Islâhat hatt-ı hümâyûnu adıyla devlet erkânı, şeyhülislâm, patrikler, hamambaşı ve cemâatlerin ileri gelenleri önünde okunarak îlân edildi. Otuz beş maddeden meydana gelen fermanın getirdiği önemli hususlar özetle şunlardı:
1- Tanzîmât fermanı ile değişik din ve mezheplerdeki bütün tebeaya verilen te’minât, bu fermanla yenilendiğinden, bunların uygulaması için gerekli tedbirler alınacaktır.
2- Müslümanlar ile müslüman olmayanlar kânun önünde eşit olacaklardır.
3- Patrikhânelerde yeni meclisler kurulacak ve bu meclislerin verecekleri kararlar Bâb-ı âlî tarafından onaylandıktan sonra yürürlüğe girecektir.
4- Patrikler kayd-ı hayat şartıyla bu makama seçileceklerdir.
5- Cemâatlerin ruhanî reislerine verdikleri cevâiz ve avâidât tamâmiyle kaldırılarak hepsi maaşa bağlanacaktır.
6- Şehir ve kasabalarda bulunan azınlıklara âit kilise, manastır, mezarlık, okul ve hastahâne gibi yerlerin tamir veya yeniden yapılmasına izin verilecektir.
7- Hiç kimse din değiştirmeye zorlanmayacaktır.
8- Devlet hizmetlerine, askerlik görevine ve okullara bütün tebea eşit olarak kabul edilecektir.
9- Irk, din, dil, farkı gözetilmeyecek ve hiç bir mezheb diğerine üstün sayılmayacaktır.
10- Bütün toplumlar okul açabilecektir.
11- Hangi uyruktan olursa olsun her vatandaşın eşit ve serbest şekilde ticâret ve ekonomik girişimlerde bulunması sağlanacaktır.
12- Müslümanlar ile gayr-i müslimler arasındaki dâvaları görmek üzere, karışık mahkemeler kurulacaktır.
13- Yabancı devlet ile yapılacak andlaşmalar gereğince yabancılar da Osmanlı Devleti sınırları içerisinde mülk sahibi olabileceklerdir.
14- Her cemâatin rûhânî reîsiyle, devlet tarafından bir sene müddetle tâyin edilecek birer me’muru, bütün tebeayı ilgilendiren mes’elelerde Meclis-i vâlâ-yı ahkâm-ı adliye müzâkerelerine iştirak ettirilecektir.
Islâhat fermanı da, maddelerinden anlaşılacağı üzere Tanzîmât fermanı gibi Osmanlı İmparatorluğu içerisindeki gayr-i müslimleri, özellikle hıristiyanları müslümanlarla aynı haklara kavuşturmayı esas almıştır. Bu iki fermanın görünürdeki gayeleri, bütün Osmanlı toplumunu; ırk, din ve dil ayrımı gözetmeden kaynaştırmayı sağlamak idiyse de tatbîki aksi oldu. Bu ferman, gayr-i müslimlerle müslümanları kaynaştırmak şöyle dursun, çeşitli gayr-i müslim unsurların hattâ aynı mezhepten olan çeşitli ırkların bile birbirleriyle bir arada yaşamalarını sağlayamadı.
Bu ferman, konu olarak, sâdece müslüman olmayan uyruğun ayrıcalıklarını genişletmiştir. Nitekim Tanzîmât’ın ve arkasından 1856 Islâhat fermânının getirdiği yeni haklarla, Osmanlı tebeası içindeki gayr-i müslimlerin durumu müslümanlara nazaran çok daha iyi bir duruma geldi. Avrupa’nın himaye siyâseti sayesinde büyük ekonomik güce sâhib olan azınlıklar, yavaş yavaş siyâsî haklara da kavuşuyorlardı. Artık resmen millet terimiyle tanımlanan dînî cemâatlerin gelişme ve genişleme imkânları artmış bulunuyordu. Öte yandan Avrupa devletlerinin, Osmanlı hükümetini böyle bir fermanı îlâna mecbur bırakması, kendilerine siyâsî, ekonomik, hukukî ve kültür alanlarında yeni çıkarlar sağlamayı hedef alıyordu. İngiltere, Kırım savaşı ile Rusların sıcak denizlere inmesini önlemiş, Fransa da Akdeniz ticâretini emniyete almış, ayrıca katoliklerin hâmiliğini üzerine almıştı. Rusya ise savaşta kaybettiğini bu fermanla masa başında kazanmıştı. Ayrıca Âlî Paşa’nın bu fermanı Paris andlaşması maddeleri içinde yer almasını istemesi, batılı devletlerin iç işlerimize müdâhalesine imkân verdi.
Islâhat fermanı, Gülhâne Hatt-ı hümâyûnu gibi sessizlikle karşılanmamış ve çeşitli yönlerden eleştirilmiştir. En büyük eleştiriyi Fransız elçisi; “Devlet-i âliyyenin bu kadar fedâkârlık edeceğini me’mûl etmez idik (ummazdık). Canning (İngiliz elçisi) ne dediyse vükelâ-yı devlet-i âliyye (Osmanlı devlet adamları) kabul etti. Eğer biraz dayanılmış olsaydı, ben bâzı mertebe kendilerine yardım ederdim” diyerek olmaması gereken bir gafleti dile getirmiştir. Cevdet Paşa da; “Bu Islâhat fermanından dolayı millet-i İslâmiyye dilgîr (gönlü kırık) olarak vükelâyı hâzırayı fasl ve mezemmet (kötüler) oldular” diyerek fermanın nasıl karşılandığını ifâde etmektedir. Hâriciye nâzırı Fuâd Paşa ise aksine bu belgenin andlaşmaya konulması ile yabancı müdâhalenin önleneceğini savunmuştur.
Islâhat fermanında gayr-i müslim vatandaşların lehine olduğu kadar, onları tedirgin eden hükümler de bulunmakta idi. Askerlik mükellefiyeti, Fâtih devrinden beri bahşedilen dînî imtiyazlarla muafiyetlerin yeni şartlar dâhilinde tedkîki, papazların öteden beri cemâatlerinden almakta oldukları harac ve keyfî aidatın ilgâsıyla aylığa bağlanmaları ve bütün ruhanî reislerin sadâkat yeminiyle mükellef tutulması gibi esaslar, onlara çok ağır gelen hükümler idi. Bu yüzden müslümanlar kadar gayr-i müslimler de (Tanzîmât fermanında olduğu gibi) Islâhat fermânının aleyhinde bulunmuşlardır. Devlet içerisinde bu şekilde karşılanan Islâhat fermanı, uygulamada da bir çok güçlüklerle karşılaştı. Bunlar, Osmanlı Devleti’nin yapısı, Avrupa’nın siyâset, cemiyet ve ekonomi alanında geçirdiği gelişme ve Paris andlaşmasına imza koyan devletlerin işlerine karışmalarından doğuyordu. Bu sebeble de bâzı hükümleri kağıt üzerinde kaldı.
Mustafa Reşîd Paşa tarafından hazırlanan Tanzîmât fermanı ile onun yetiştirmesi Alî Paşa tarafından hazırlanan Islâhat fermanı arasındaki fark, hazırlık safhasında kendisini gösterir. Tanzîmât fermanı hazırlanırken açık bir yabancı te’siri görülmezken, Islâhat fermanı Âlî Paşa ile İstanbul’daki Fransız ve İngiliz elçileri arasında kararlaştırılmıştır. Gülhâne hatt-ı hümâyûnu, yayınlandıktan sonra yabancı elçilere sâdece bilgi edinmeleri için bildirildiği hâlde, Islâhat fermanı Paris konferansına katılan devletlere, Paris andlaşmasının bir maddesinde işaret edilmek için gönderilmişti. Bu durum, Osmanlı Devleti’nin iç ve dış siyâsetinde bir yabancı müdâhalesine yer vermişti.
Bâzı batı tarzı kuruluşların ülkeye girmesi ile cemiyetteki kuruluş ve anlayış farklılaşması, İslâmî müesseselerin yanında batı taklitçisi bir anlayış ve batı taklidi kuruluşların te’sisine sebeb olmuştur. Tanzîmât ve Islâhat fermanları devletin çöküşünü engellemesinde hiç bir müsbet te’siri olmamış, aksine ülkedeki tebea ve cemiyetler arasında yeni ve daha büyük problemlerin çıkmasına zemin hazırlamıştır.
Meselâ Suriye’de büyük bir galeyan başladı. Arkasından 1858’de Cidde’de müslümanlar ile hıristiyanlar arasında çatışma çıktı. Fransız ve İngiliz konsolosları öldürüldü. Bunun üzerine İngiliz ve Fransız donanmaları Osmanlı Devleti’ne sormadan şehri bombaladılar. Faillerden on kişiyi yakalayarak îdâm ettiler. Cidde bir Osmanlı toprağı idi. Bağımsız bir devletin topraklarında işlenen bir suçun failini ancak o devletin cezalandırması milletlerarası bir kaide, teamül olduğu hâlde, batılı devletlerin buna aldırdıkları bile yoktu. Nihayet, Lübnan’da da büyük bir isyân patlak verdi. Uzun mücâdelelerden sonra 9 Haziran 1861’de “Lübnan Nizâmnâmesi” imzalandı. Buna göre; hıristiyan bir valinin başkanlığında Lübnan muhtar eyâlet hâline getirildi. Böylece Islâhat fermanı batılı devletlerin istediği meyveleri vermeye başladı.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Osmanlı Târihi (Enver Ziya Karal); cild-5, sh. 248
 2) Tezâkir; cüz-1-12, sh. 63 v.d.
 3) Türkiye ve Tanzîmât (Engel-hardt); sh. 115
 4) Mustafa Reşîd Paşa ve Dönemi Semineri; sh. 18
 5) Siyâsî Târih (Rıfat Uçarel); sh. 154
 6) Îzahlı Osmanlı Târihi Kronolojisi; cild-4, sh. 174
 7) Rehber Ansiklopedisi; cild-7, sh. 378

15 Ocak 2015 Perşembe

ABDÜLGANİ NABLUSİ


Osmanlılar devrinde yetişen büyük âlim ve velî. 1640 (H. 1050)’de Şam’da doğdu. 1731 (H. 1143)’de Şam’da vefât etti. Doğumuna yakın Şam’da bulunan büyük bir velî; onun büyük bir âlim olacağını müjdeleyip isminin Abdülganî konmasını söylemiştir. O âlimin sözünü tutarak, doğan çocuğuna Abdülganî ismini veren babası, ona küçük yaşta Kur’ân-ı kerîm okumayı öğretti. On iki yaşına kadar İslâm terbiyesi vererek büyüttü. On iki yaşında babası vefât edince, ilim tahsiline başladı ve zamanının meşhur âlimlerinden ders aldı. Aklî ve naklî ilimlerde yüksek derecelere ulaştı. Nahiv, meâni, beyân ve sarf ilimlerini Şam’da oturan Şeyh Mahmûd-i Kürdî’den; fıkıh ve usûl-i fıkıh ilimlerini Hanefî âlimi Şeyh Ahmed-i Ka’î’den; hadis ve ona âit ıstılahları, Hanbelî mezhebi âlimi Abdülbâkî’den; tefsîr ve nahvi Şeyh Mahmûd-ı Mehâsinî’den okudu. Bütün bu hocaları, ona icâzet (diploma) verdiler. Ayrıca Necmüddîn-i Gazzî’nin dersine de devam ederek icazet aldı. Bunlardan başka; Şeyh Muhammed bin Ahmed el-Üstüvânî, Şeyh İbrâhim bin Mensur el-Fettâl, Şeyh Abdülkâdir bin Mustafa es-Safûrî, Şam’da nakîb-ül-eşrâf seyyid Muhammed bin Kemâleddîn el-Hüseynî el-Hasenî bin Hamza, Şeyh Muhammed el-Aysâvî, Hüseyn bin İskender er-Rûmî, Şerh-ut-Tenvîr kitabının müellifi Şeyh Kemâleddîn-i Aradî ve Muhammed bin Berekât el-Kevâfî gibi pek çok âlimden ders alıp, ilim tahsil etti. Mısır’da Şeyh Ali Şebrâmelîsî de ona icazet vermişti. Tasavvufta, Kâdiriyye yolunu seyyid Abdürrezzâk el-Hamevî el-Geylânî’den, Nakşibendiyye yolunu da, Şeyh Sa’îd el-Belhî’den tâlim eyledi. Bu iki yolun feyz ve marifetlerine kavuştu. Evliyâlıkta yüksek derecelere erişti.
Yirmi yaşında ders vermeye ve kitap yazmaya başladı. Hicaz, Mısır ve İstanbul medreselerinde müderrislik yaptı.
Abdülganî Nablüsî hazretleri sabahleyin erkenden Câmi-i Ümeyye’ye gidip, çeşitli dersler okutur; ikindiden sonra da, Câmi-i Sagîr’e devam ederdi. Sonra, İmâm-ı Nevevî’nin, Hadis-i Erba’în, Ezkâr-un-Neveviyye ve başka eserlerini okuturdu. Sonradan bu hâlini terk ederek yedi sene müddetle, Şam’daki Ümeyye Câmii yakınındaki evinden dışarı çıkmadı. Evinde, Muhyiddîn-i Arabî’nin ve Afîfüddîn-i Tilmsânî’nin tasavvufta ilgili eserlerini tedkîk ve mütâlâa ederek, feyz ve bereketlerine kavuştu. Devamlı ibâdet ve istiğfar ile meşgul olduğundan, şaşılacak yüksek hâllere kavuştu. Ledünnî marifetlere erişti. Zahirî ve bâtınî ilimlerde çok yükseldi. Rabbinin ihsânları, yağmur gibi üzerine yağdırıldı. Kalb gözü açıldı. Sonra yeniden ilim öğretmeye, vâz ve nasîhata, insanlara doğruyu anlatmaya başladı. İkbâl ve şöhreti o kadar yükseldi ki, kapısı, feyz ve bereketlerine kavuşmak isteyenlerle dolup taştı. Uzaktan ve yakından, bölük bölük insanlar ona geldiler. Herkes ondan ilim öğrenmeye ve makbûl olan duâsından istifâde etmeye çalışıyordu. İlim talebeleri ve tasavvuf yolcuları, onun evini sığınak yapmışlardı.
Abdülganî Nablüsî, 1664 (H. 1075) senesinde İstanbul’a gelip, bir müddet burada kaldı ve ders okuttu. 25 yaşlarında Bağdâd’a giderek bir müddet orada kaldı. Gerek zamanının meşhur evliyâsını tanımak ve sohbetlerinde bulunmak, gerekse önceki evliyânın kabirlerini ve mukaddes makamları bulup ziyaret etmek maksadı ile, bir çok yerlere gidip, bilhassa kendi memleketi dâhilinde seyahatler yaptı.
Yûsuf-i Nebhânî, Câmiu kerâmât-il-evliyâ adındaki eserinde diyor ki: “Abdülganî hazretleri, Hanefî mezhebi âlimlerinin büyüklerinden, marifet sahibi evliyânın meşhûrlarındandır. Çok hârika ve kerâmetler sahibidir. En büyük kerâmeti, sayılamayacak kadar çok kitap yazmasıdır. Eserlerinin hepsi güzeldir. Hayâtında ve vefâtından sonra çok kerâmetleri görülmüştür. O, zamanının kutb-ı aktâbı idi.”
Abdülganî Nablüsî İslâm âleminde en çok kitab yazan âlimlerdendir. Yüz seksenden fazla eseri olup, her biri mevzûsunda kıymetlidir. Tarîkat-i Muhammediyye kitabına yazdığı Hadîkat-ün-Nediyye adlı şerhi çok kıymetlidir. Bu kitabı, Keşf-ün-nûr an eshâb-il-kubûr ve dört mezhebe uymanın lâzım olduğunu anlatan Hulâsât-üt-tahkik fî beyânı hükm-it-taklîd vet-telfik adlı eserleri Hakikat Kitabevi tarafından İstanbul’da neşredilmiştir.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Mu’cem-ül-müellifîn; cild-5, sh. 271
 2) Silk-üd-dürer; cild-3, sh. 30-38
 3) Esmâ-ül-müellifîn; cild-1, sh. 590
 4) Acâib-ül-âsâr (Cebertî, Mısır-1982); cild-1, sh. 154
 5) El-A’lâm; cild-4, sh. 32
 6) Sefînet-ül-evliyâ; cild-1, sh. 94
 7) Câmiu kerâmât-il-evliyâ; cild-2, sh. 85
 8) Kâmûs-ül-a’lâm; cild-4, sh. 3080, 3083
 9) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; sh. 1023
10) Rehber Ansiklopedisi; cild-1, sh. 24
11) Fâideli Bilgiler; sh. 170
12) Kıyamet ve Âhiret; sh. 190
13) Herkese Lâzım Olan îmân; sh. 43
14) Brockelmann; sup-2, sh. 473
15) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; cild-17, sh. 146

4 Ocak 2015 Pazar

İBRAHİM MÜTEFERRİKA



Yirmisekiz Çelebizâde Saîd Mehmed Efendi ile beraber İstanbul’da ilk Türk matbaasını kurarak irfan hayâtımıza hizmet eden değerli bir zât. 1674 senesinde Macaristan’ın Kolojvar şehrinde doğan ve kalvenist bir Macar ailesinin oğlu olan İbrâhim Müteferrika’nın, müslüman olmadan evvelki adı bilinmemektedir. İyi bir eğitim gördükten sonra râhib olmak üzere protestan kilisesinde tahsîl gördüğü sırada 1692’de Türk akıncılarının eline esir düşerek İstanbul’a getirildi. İbrâhim Müteferrika’nın iyi bir ilâhiyât tahsili görmüş olması, İslâm dînini kolayca tanımasına ve kabul etmesine yardım etti. İslâm dînine girmesi, hayâtının önemli bir dönüm noktası oldu. Ömrü boyunca İslâm dînine ve ilme hizmet etti.
İslâmiyet’i etraflı şekilde inceleyen İbrâhim Müteferrika, hıristiyanlığın teslis inancının bozulduğunu anlatan Risâle-i İslâmiyye isimli bir eser yazdı. Sadrâzam Dâmâd İbrâhim Paşa, eseri okuyunca, onu devlet hizmetine aldı. 1715 senesinde Avusturya’ya düzenlenen sefer sırasında, haberleşme konusunda devlete hizmet etti. Yine bu muhârebe sırasında Macaristan’dan kaçarak imparator aleyhine hareket etmek üzere Belgrad’da toplanmış olan Macar asilzâdeleriyle beraberindeki Macarlara tercümanlık yaptı. Dönüşünde müteferrikalık vazifesine tâyin edildi. Müteferrika, pâdişâhların maiyyeti hademelerinden olan ve seçkin ve asil olanlardan kurulan bir sınıftır. Bunlara Kânunnâme-i Al-i Osman’da “Vâcibü’r-riâya ağalar” denilirdi. Pâdişâh, saraydan dışarı çıktığı ve Cumâ namazına gittiği zaman müteferrikalar hükümdarın önünde giderler ve sefere gidişinde beraberinde bulunurlardı.
İbrâhim Müteferrika, 1717 senesinde Osmanlı Devleti’ne sığınan Doğu Macaristan’daki Macarların reîsi olan Rakoczi’ye tercüman ve kâtip tâyin edildi. Bu vazifesi sırasında Osmanlı devlet adamlarının ve Rakoczi’nin takdir ve itimâdını kazandı.
Mektûb-ı sadrâzamî hülefâsından olan Mehmed Saîd Efendi, Paris seyahati sırasında gördüğü matbaanın Osmanlı Devleti için gerekli olduğuna inanarak İbrâhim Müteferrika ile çalışmaya başladı. Matbaanın faydalarını anlatan ayrıntılı bir raporu, sadrâzam Dâmâd İbrâhim Paşa’ya sunduklarında, Sadrâzam bu teklifi olumlu karşıladı. Fakat İstanbul’da bir matbaanın kurulması sosyal bir hazırlığı gerektiriyordu. Zîrâ o zamana kadar kitap yazmakla geçimlerini sağlayan hattatlar bu işten zarar göreceklerdi ve ilim ve irfanı memleketin her tarafına yaymak isteyen İbrâhim Müteferrika, zamanın şeyhülislâmı Yenişehirli Abdullah Efendiye matbaa açmak, kitap basmak hususunda; “Kitap basma san’atını iyi bildiğini söyleyen bir kimse, lügat, mantık, astronomi, fizik ve benzerlerini birer kalıba çıkarıp, buradan kağıdların üzerine basarak bu kitapların benzerlerini elde ederim derse, bu kimsenin böyle kitap basmasına şeriat izin verir mi?” diye sorunca, cevâb olarak; “Kitâb basma san’atını iyi bilen bir kimse, bir kitabın harflerini ve kelimelerini birer kalıba çıkarıp, buradan kâğıdlara basmakla, bu kitaptan az zamanda kolayca çok sayıda elde ediyor. Böylece çok ucuz kitap yazılmasına sebeb oluyor. Faydalı bir iş olduğundan şeriat bu kimsenin bu işi yapmasına izin verir. Kitabda yazılı ilmi bilen bir kaç kişi önce tashih etmelidir. Tashihten sonra basılırsa, güzel bir iş olur” diye fetva verdi. Pâdişâh da izin verince, 1729 senesinde İbrâhim Müteferrika ilk matbaayı kurdu. Devrin meşhur âlimlerinden eski İstanbul kâdısı İshak Efendi, Selanik kâdısı Sâhib Efendi, Galata kâdısı Es’ad Efendi ve Kasımpaşa mevlevîhânesi şeyhi Mûsâ Efendi kurulan matbaaya musahhih tâyin edildiler.
Matbaada ilk olarak iki cildlik Vankulu Lügati metal harflerle basıldı. Bunu diğer eserler tâkib etti. 1730 senesinde vuku bulan Patrona Halîl isyânı sırasında, İbrâhim Mütefferrika’nın batbaası da tahrib edildi ve kapatıldı. İsyanın bastırılmasından sonra Müteferrika’ya matbaasını açması için tekrar izin verildi. Bunun üzerine İbrâhim Müteferrika bütün gayretiyle çalışmalarına devam etti. Dâmâd İbrâhim Paşa zamanında basılması kararlaştırılan kitapları birer birer bastı. İstanbul’da Basmacı İbrâhim diye meşhur oldu. Kâtip Çelebi’nin Çelebi’nin Tuhfet-ül-kibâr fi-esfâr-il-bihâr adlı eseri, Târih-i Seyyah, Hind-i Garbı, Tîmûr-ı Gurkân, Mısır Târihi, Gülşen-i Hulefâ, Usûl-ül-hikem, Fuyûzât-ı Mıknatisiyye, Cihânnümâ, Takvîm-üt-tevârih, Nâimâ Târihi, Târih-i Râşid, Lisân-ül-acem, Târih-i Çelebizâde dâhil olmak üzere on yedi eser basıldı. Ayrıca rahip Holdurman’ın Türkçe ve Fransızca dilbilgisi kitabı da basıldı.
İbrâhim Müteferrika 1737’de Lehistan ile olan andlaşmayı yenilemek üzere yapılan görüşmelere katıldı. Bir sene sonra Orşava kalesinin teslimi için yapılan andlaşmaya başkanlık yaptı. Daha sonra İstanbul’a dönen İbrâhim Müteferrika, geçirdiği rahatsızlık neticesinde 1745 senesinde vefât etti. Kasımpaşa mezarlığına defnedildi.
İlim ve fen adamı olan İbrâhim Mütferrika’nın, Latince tercümeleri ve fen kitapları vardır. Ömrünün son senesine kadar disiplinli bir hayat geçirdi. Yalova’da bir kâğıt fabrikası açılması için çalıştı. Çeşitli konularda eserler yazdı. Bunların bir kısmı Latince’den tercüme olup bâzıları şunlardır:
1- Füyûzât-ı Mıknatısiyye: Pusulanın keşfi ve bu âletin Çinliler tarafından bilindiğine dâir olup, eserin son kısımlarında mıknatısın özellikleri anlatılmaktadır. Bu eser, 1732 senesinde, matbaasında basılmıştır. 2- Usûl-ül-hikem fî nizâm-il-ümem: Patrona Halîl isyânından sonra yazıp sultan birinci Mahmûd’a sunmuştur. Eserde Osmanlı ordusunun bozulması ve Avrupa devletlerinin gelişmesinin sebeblerini anlatmakta, kalkınmak için neler yapılmasının lâzım olduğunu açıklamaktadır. Osmanlıların nasıl zayıfladığını, Avrupa’dan ilim ve tekniğin alınması gerektiğini anlatmaktadır. 3- Afgan Târihi, 4- Mecmûa-i hey’et-il-kadîme ve cedide:Astronomiye dâir olup basılmamıştır. Ayrıca, çizip matbaasında bastırmış olduğu beş tane haritası vardır.
Dürüst, ahlâklı, faziletli, vefâkar, çok çalışkan bir zât olan İbrâhim Müteferrika, Şark ve Garb dillerini bir araya toplayan bir lügat kitabı hazırlamak istedi ise de ömrü vefâ etmedi.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Kâmûs-ül-a’lâm; cild-1, sh. 582
 2) Âlimler ve San’atkârlar (Ahmed Refik); sh. 269
 3) İbrâhim Müteferrika (Aladar V. Simonffy)
 4) Osmanlı Türklerinde ilim (A. Adnan Adıvar); sh. 167
 5) Osmanlı Târihi (Uzunçarşılı); cild-4, kısım-2, sh. 611
 6) Rehber Ansiklopedisi; cild-8, sh. 45

1 Ocak 2015 Perşembe

İNEBAHTI MUHAREBESİ


Osmanlı donanması ile papalık, Malta, Venedik ve İspanya müttefik haçlı donanması arasında İnebahtı (Leponta) denilen yerde yapılan savaş.
Papa beşinci Piyer, Osmanlıların Kıbrıs’a asker çıkarmaları sırasında yoğun bir faaliyet içine girmiş ve yeni bir haçlı ittifakı sağlamaya çalışmıştı. Bu teklifi Fransa, Almanya ve Polonya’nın reddetmesine rağmen; İspanya, Venedik ve Malta olumlu karşılamıştı. Böylece papanın bu faaliyetleri neticesinde İspanya kralı ikinci Filip, papa ve Malta şövalyeleri ile Venedik arasında bir ittifak kuruldu. Bu ittifaka; Toskana, Ceneviz, Savua ve Ferrara gibi küçük beylikler de katılmıştı. Müttefik ordusunun başkumandanlığını İspanya kralı ikinci Filip’in kardeşi ve Şarlken’in oğlu yirmi üç yaşındaki Don Juan yapmaktaydı. 206 gemi ile 1.300 top, on altı bin asker ve 36 bin gemiciden kurulu müttefik donanması, 1570 yılı Eylül ayında Meis adası önüne geldi ise de fırtınaya tutularak Kıbrıs’a gidemedi. Bu arada Lefkoşe’nin Türklerin eline geçtiğini haber almaları üzerine Suda limanına döndüler ve muhârebeyi gelecek seneye bıraktılar.
Bu zaman zarfında vezîriâzam Sokullu Mehmed Paşa Venediklilerle bir sulh andlaşması yapmak istedi ise de Magosa muhasarasının uzun sürmesi bu teşebbüsü yarıda bıraktı. Nihayet Kıbrıs’ın fethini müteâkib, müttefik donanmasının Akdeniz’de tehlikeli bir şekilde dolaşmasının önüne geçmek için Osmanlı donanması 1571 ilkbaharında harekete geçti. Osmanlı donanmasının gemi mevcudu 250 ile 300 arasında olmasına rağmen, cenkçi ve kürekçi sayısı noksandı. Venedik donanmasının Girid adası civarında olduğu haber alınarak o tarafa doğru hareket edildi, fakat bulunamadı. Bu sırada Cezâyir beylerbeyi Kılıç (Uluç) Ali Paşa 20 gemi ile donanmaya iltihak etti. Osmanlı donanması buradan hareket ederek Korfo ve Kefalonya adalarını vurduktan sonra İnebahtı körfezine geldi. Düşmandan bir haber çıkmaması üzerine buradan geri dönülmek üzere iken müttefiklerin üç yüzden fazla kadırga, on iki savunma ve daha bir çok gemi ile Kefalonya sahillerine geldiği haberi alındı ve derhâl harb meclisi toplandı. Harb meclisinde, İnebahtı kalesinin altında veya açık denizde harb etmekten hangisinin münâsip olacağı görüşüldü.
Kara askeri serdârı Pertev Paşa, cenkçi ve kürekçi noksanlığı sebebiyle İnebahtı limanında tertibat alınmasını ve müdâfaa muhârebesi yapılmasını teklif etti. Kılıç Ali Paşa da askerin acemi ve noksan olmasından dolayı Pertev Paşa’nın fikrine iştirak ettiğini bildirdi. Ancak kapdân-ı derya Müezzinzâde Ali Paşa bu fikre şiddetle îtirâz etti ve düşmana taarruz edilmesi hakkında kesin emir aldığını söyledi. Bunun üzerine taarruza karar verildi.
İnebahtı körfezi, Mora’nın kuzey kısmıyla orta Yunanistan’ın güney sahiline düşüyordu. İnebahtı kasabası ise, körfezin kuzey sahilinde bulunuyordu, Bu meşhur deniz savaşı körfezde cereyan ettiği için İnebahtı savaşı olarak târihe geçti. Körfezin kuzey sahilini tâkib eden Kaptan Paşa, açık denizden gelen düşman üzerine derhâl hücuma geçti ve kendisi düşman donanması kumandanının gemisi üzerine atıldı.
Böylece 7 Ekim 1571 târihinde savaş başlamış oldu. Düşman baş amirali Don Juan, üzerine gelmekte olan geminin bizzat Kaptan Paşa gemisi olduğunu üç fenerinden anladı ve bütün kuvvetlerini onun üzerine sevketti. Şiddetli muhârebe sonunda kapdân-ı derya Ali Paşa ile bir çok beyler şehîd ve Ali Paşa’nın iki oğlu esir düştüler. Gemisi batırılan Pertev Paşa ise yüzerek canını kurtardı. Muhârebede sağ cenah kumandanı olan Cezâyir beylerbeyi Kılıç Ali Paşa, kendi cephesindeki düşmanın sol cenahını perişan etti. Malta şövalyeleri kaptan gemisini zapt ederek kumandanının başını kestiler. Merkez donanmasının mağlûbiyetini gören Kılıç Ali Paşa müteessir bir hâlde harb sahasından çekildi.
Müttefikler kendisini tâkib ederek Navarin’de kuşattılarsa da yakalayamadılar. Aralarında çıkan anlaşmazlık neticesinde evvelâ İspanyollar ve sonra da Venediklilerin çekilmesi, Kılıç Ali Paşa’yı kurtardı.
Muhârebede her iki taraf da büyük zâyiât verdi. Türkler 152 gemilerini kaybederken, bunların 60’ını düşmana kaptırmışlar, diğerleri ise ya batmış veya büyük hasara uğramıştı. Şehîd olan binlerce Türk’ten başka 3400 Türk de esir düştü. Şehîdler arasında kapdân-ı deryadan başka on tane de sancakbeyi bulunuyordu.
Hıristiyan ordusundaki zâyiât ise, 8000 ölü, 20.000 yaralı idi. Bizzat başkumandan Don Juan da yaralılar arasındaydı. Altmış Malta şövalyesi, İspanyol ve İtalyan asilzadelerinden bir çoğu ölmüştü, isabet almamış hiç bir hıristiyan gemisi yoktu. Bilhassa Malta’ya âid gemiler tamamen batırılmıştı.
Muhârebenin gecesi fırtına çıkınca gemilerini Petala limanına çeken Don Juan, iki-üç gün harp sahasında dolaştıktan sonra Aya Mavra adasına gitti. Topladığı mecliste yapılacak işleri görüştü. Bir karâra varılamadı. Zâten durumları bir şey yapmaya müsait değildi. İnebahtı kalesini muhasaraya cesaret edemediler, önce Korfu’ya, sonra Messina’ya gittiler.
İnebahtı galibiyeti Avrupa’da büyük şenliklerle kutlandı. Alınan gemiler ile Kaptan Paşa gemisinin fenerleri ve sancakları Frenk memleketlerinde ve sahillerdeki şehir ve kasabalarda teşhir edildi. Papa’nın amirali Marko Antaniyo bir fener alayı ile Roma’ya girdi. Zafer nişanesi olarak Venedik’te bir âbide yaptırdı.
Osmanlı donanmasının harâb olmasından sonra İstanbul’da bulunan Venedik elçisi, Osmanlıların sulh tarafdârı olup olmadıklarını anlamak üzere bir mülakat esnasında, Sokullu’yu yoklayınca; Veziriazam; “İnebahtı muhârebesinden sonra cesaretimizin sönmediğini görüyorsun. Sizin zayiatınızla bizimki arasında fark vardır. Biz sizden bir krallık yer (Kıbrıs) alarak kolunuzu kestik; siz ise donanmamızı mağlûb ederek sakalımızı traş etmiş oldunuz. Kesilmiş kol yerine gelmez. Lâkin traş edilmiş sakal daha gür çıkar” diyerek târihî cevâbını verdi.
Gerçekten de, İstanbul’a dönüşünde kapdân-ı derya olan Kılıç Ali Paşa emrinde bütün tersaneler seferber edilerek, ertesi bahara mükemmel bir Osmanlı donanması hazırlandı.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Osmanlı Deniz Harp Târihi; cild-1, sh. 297
 2) Osmanlı Târihi (Uzunçarşılı); cild-3, kısım-1, sh. 18
 3) Tuhfet-ül-kibâr; sh. 137
 4) Rehber Ansiklopedisi; cild-3, sh. 167
 5) Mufassal Osmanlı Târihi; cild-3, sh. 1235

İBRAHİM HAN


Babası.................... : Ahmed Han-I
Annesi.................... : Mahpeyker (Kösem) Sultan
Doğumu.................. : 5 Kasım 1615
Vefâtı...................... : 18 Ağustos 1648
Tahta Geçişi............ : 9 Şubat 1640
Saltanat Müddeti..... : 8 sene 5 ay 28 gün
Halîfelik Sırası.......... : 83
Osmanlı pâdişâhlarının on sekizincisi ve seksen üçüncü İslâm halîfesi. Sultan birinci Ahmed Han’ın oğlu olup. 5 Kasım 1615 Perşembe günü Mahpeyker (Kösem) Sultan’dan doğdu. Sarayda iyi bir tahsîl gördü. Ağabeyi sultan dördüncü Murâd’ın ölümünde, hayâtta kalan tek Osmanlı şehzâdesiydi. Ağabeyinin genç yaşta ölümüne bir türlü inanamadı. Annesine ve paşalara; “Allahü teâlâ pâdişâh kardeşimin ömrünü uzun etsin. Bize sultanlık lâzım değildir. Pâdişâh kardeşimizin ömrüne duâcıyız” dedi. Annesinin ve diğer paşaların ısrarı üzerine ağabeyi sultan dördüncü Murâd’ın nâşını gördükten sonra, öldüğüne kesin olarak inandı. Daha sonra taht odasına geçti. Hırka-i seâdet dâiresinden getirilen hazret-i Ömer’in sarığını, sadrâzam Kara Mustafa Paşa tarafından sultan İbrâhim’in başına Besmele ile sarıldıktan sonra tahta oturdu ve ellerini açıp; “Elhamdülillah. Yâ Rabbî! Benim gibi zayıf bir kulunu bu makama lâyık gördün. Saltanat günlerimde milletimi hoşhâl eyle ve birbirimizden hoşnûd eyle” diye duâ etti.
Sultan İbrâhim, Kemankeş Kara Mustafa Paşa’yı sadârette bıraktı. Sultan’ın etrafındaki bâzı değersiz kişiler, iktidara gelmek için onu kışkırtıyor, sadrâzamın ve diğer ileri gelen değerli devlet adamlarının aleyhinde sözler sarfediyorlardı. Hâlbuki Kara Mustafa Paşa, şeyhülislâm Yahyâ Efendi ile beraber Osmanlı Devletinin oldukça düzenli bir şekilde idare edilmesine yardımcı oluyorlardı.
Sultan İbrâhim Han’ın tahta geçtiği ilk senesinde, Mîrgünoğlu hâdisesi vuku buldu. Dördüncü Murâd Han 1635’deki İran-Revan seferinde Revan kalesini fethettiğinde, kale kumandanı Emir Güneoğlu (Mîrgünoğlu) Yûsuf Paşa esir edildi. Pâdişâh’tan af dileyen Mîrgünoğlu, affedilerek, şiîlik propagandası yapmamak şartıyla kendisine paşalık rütbesi ve Emirgan’da bir konak verildi. Mîrgünoğlu, Murâd Han’ın vefâtına kadar burada kaldı. İbrâhim Han’ın Osmanlı tahtına geçmesiyle, sözünde durmayıp, bölücü ve yıkıcı propaganda faaliyetlerine başladı. Mîrgünoğlu’nun sefih, ayyaş ve ahlâksız hareketleri görülüp, müslümanları aldatmaya çalıştığı tesbit edilince, İbrâhim Han tarafından îdâm ettirildi (15 Temmuz 1641). Osmanlı sultanının bu hareketinden sonra, Mîrgünoğlu taraftarları, İbrâhim Han ve hanımı Turhan Sultan’a çeşitli iftiralarda bulundular, öldürülen Mîrgünoğlu’nu da; “Kesikbaş evliyâ” diye propaganda âleti yaptılar.
İbrâhim Han iç işlerini kısmen düzene koyduktan sonra, dıs mes’eleler ile ilgilenmeye başladı. Fransa ve İngiltere ile olan eski ahidnâmeler yenilendiği gibi pâdişâhı tebrike gelen İran elçisi ile Kasr-ı Şîrin muahedesi hükümleri te’yîd edildi. Bu arada 1637 yılında Don nehrinin ağzında bulunan ve Kırım’ın emniyeti bakımından çok önemli olan Azak kalesi Ruslar tarafından işgal edilmişti. İbrâhim Han Azak’ın geri alınması için kapdân-ı derya Siyavuş Paşa’yı görevlendirdi. 1641 senesi baharında Siyavuş Paşa yeniçeri kethüdası Haydar Ağazâde ile beraber hareket etti. Vezir Hüseyin Paşa, Silistre askerleriyle ve Kırım Han’ı da kendi askerleriyle, karadan donanmayı desteklemekle vazifelendirildi. Ancak muhasaranın uzaması, barutun azalması ve yoğun kış şartları yüzünden kale fethedilemeden dönüldü. Ertesi sene daha, kuvvetli bir ordu, Civan Kapıcıbaşı lakabıyla tanınan sultanzâde Semin Mehmed Paşa emrinde gönderildi. Mehmed Paşa karadan yola çıkarken, Karadeniz’de kendisini denizden desteklemesi için bir donanmayı Azak kalesi önlerine yolladı. Kırım Hanı Mehmed Giray’ın da yardıma gelmesi emredildi. Bu durum üzerine kuvvetli Osmanlı ordusuna karşı duramıyacağını anlayan Çar, şehri baştan başa yakıp yıktıktan sonra terketti. Neticede harabe bir şehirle karşılaşan sultanzâde Mehmed Paşa, kaleyi tamir ettirdikten sonra, Kefe beylerbeyi İslâm Paşa’yı tamir işlerini devam ettirmek üzere kalede muhafız olarak bırakıp Özi kalesine çekildi.
Almanya sınırında ise akıncılar devamlı Avusturya’ya akınlar düzenliyorlardı. 1641’de düzenlenen akında, Osmanlı akıncıları, Bavyera içlerine kadar ilerledi. Kuzey Bavyera’daki bâzı kasabalar, Osmanlı hâkimiyetini kabul ettiklerini açıkladı. Kanije beylerbeyi Sokulluzâde Hasan Paşa ise, Raab ırmağının iki yakasındaki arazinin ve bu arazideki bütün kasaba ve köylerin Osmanlı toprağı olduğunu belirterek her birinin büyüklüğüne göre alınacak vergiyi açıkladı. Bu akınlar üzerine İmparator üçüncü Ferdinand, Zitvatoruk andlaşmasının yenilenmesini istedi. 1642 senesi başlarında Zitvatoruk andlaşmasına ilâveler yapılarak yenilendi. Aynı senenin yazında kapdân-ı derya Küçük Piyâle Paşa da İspanya’ya âid İtalya’nın Kalabriya eyâletini ele geçirmek için bu eyâletin kıyılarını bombaladı.
Dış münâsebetlerde bir çok problemin halledildiği sırada, Nâsûh Paşazade Hüseyin Paşa hâdisesi ortaya çıktı. O zamana kadar serhadlerde bulunan tuğrakeş vezirler, lüzumu hâlinde pâdişâh adına tuğra çekebiliyorlardı. Fakat son zamanlarda vezirlerin çoğalması ve bâzılarının içlerinde ehliyetsiz olması yüzünden serhat vezirlerinin tuğra çekmeleri yasaklandı (1643). Erzurum beylerbeyi Nâsuh Paşazade Hüseyin Paşa vezîriâzam ağasıyle gönderilen fermana itaat etmiyerek isyân etti. Bunun üzerine Hüseyin Paşa’nın cezalandırılması için eski Sivas vâlisi görevlendirildi. Sivas vâlisi İbrâhim Paşa, Kayseri yakınlarında Hüseyin Paşa ile karşılaştı ve mağlûb olarak öldü. Hüseyin Paşa, bundan sonra etrafına topladığı kuvvetlerle, dâvam vardır diyerek İstanbul’a doğru hareket etti ve İzmit’te üzerine gönderilen kuvvetleri dağıttı. Nâsuh Paşazade buradan Üsküdar’a geldi ise de büyük kuvvetlerle karşılaşınca kurtuluşu kaçmakta buldu ve gemiyle Karadeniz’den Rumeli’ye geçerek Rusçuk’a gitti. Ancak Kırım’a gitmek isterken Edirne Sarayı bostancıbaşısı Sinân Ağa tarafından yakalanarak İstanbul’a gönderildi. Daha sonra îdâm edildi (26 Haziran 1643). Bir süre sonra da Kemankeş Kara Mustafa Paşa, hakkında çıkan dedikodular yüzünden sadrâzamlıktan alındı. Yerine Civankapıcıbaşı sultanzâde Semin Mehmed Paşa getirildi.
1644 senesinde İbrâhim Çelebi adında bir şahsın büyük bir yolcu gemisi İskenderiyye’ye gidiyordu. Gemide; eski kızlarağası Sünbül Ağa, Mısır kâdılığına tâyin edilmiş Bursalı Mehmed Efendi, velîahd şehzâde Mehmed’in süt annesi Zafîre Hâtûn da bulunuyordu. İbrâhim Çelebi’nîn gemisiyle birlikte orta büyüklükte iki ve küçük yedi Türk yolcu gemisi de İskenderiyye’ye hareket etti. Sünbül Ağa’nın servetini haber alan Malta’nın Saint-Jean korsanları altı kadırgayla, Türk gemilerinin yolunu kesti. Çok kanlı geçen çarpışmada Sünbül Ağa, muhafızları ve İbrâhim Çelebi şehîd; Mısır kâdısı Mehmed Ağa esir düştü. Bir müddet sonra Mehmed Ağa fidye ödeyerek kurtuldu. Maltalılar, ganimetlerin bir kısmını Malta’ya götürürken bir kısmını da Girid’e götürüp Hanya’da satışa çıkardılar. Venedik bu satıştan vergi aldı. Bu durum Osmanlı-Venedik andlaşmasının şartlarına aykırıydı.
Bu hâdiseler üzerine sultan İbrâhim, Girid’in fethini kararlaştırdı. Sefer hazırlıkları için kapdân-ı derya Yûsuf Paşa görevlendirildi. Yapılan hazırlıkların, Malta üzerine düzenlenecek sefer için olduğu ince bir Türk propagandası ile Avrupa’ya duyuruldu. Sultan İbrâhim her gün tersaneye giderek hazırlıkları kontrol etti. 19 Nisan 1645 günü sözde Malta üzerine yapılacak sefer resmen îlân edildi. Yetmiş binden fazla asker taşıyan donanma, 106 harb ve 300 nakliye gemisinden meydana gelmişti. 30 Nisan 1645’de İstanbul’dan ayrılan donanma, 21 Mayıs’ta Sakız adasına geldi ve gemilerle geçirilen Anadolu askeri donanmaya alındı. Rumeli askeri ise, Termis limanında donanmaya katıldı. 8 Haziran’da Navarin’e gelen donanmaya Tunus ve Trablus beylerbeyi de katıldı. 20 Haziran günü donanma Sakız adasından denize açıldı. Bütün donanma personeli seferin Malta üzerine olduğunu zannediyordu.
Donanma denize açıldıktan bir süre sonra kapdân-ı derya Yûsuf Paşa, bütün kaptanları toplıyarak seferin Girid üzerine olduğunu bildiren hatt-ı hümâyûnu açıp okudu ve Girid’in Hanya burnu üzerine hareket emri verdi. 25 Haziranda donanma Hanya limanına girdi ve iki gün sonra şehir muhasara edildi. Yirmi iki gün süren muhasaradan sonra, kale sulh ile teslim oldu. Venedikliler yapılan andlaşmaya göre can ve mallarına dokunulmadan Türk gemileriyle Kandiye kalesine nakledildi (19 Ağustos 1645). Durum İstanbul’a bildirilince, zafer üç gün üç gece şenliklerle kutlandı. Hanya’nın Osmanlılar tarafından fethi, Avrupa’da büyük akisler uyandırdı. Almanya ve İtalya, asker göndererek Venedik’e yardım etmek karârını verdiler. Büyük Venedik donanması Girid sularında dolaştığı hâlde, Osmanlı donanması ile karşılaşmamaya dikkat ediyordu. Yûsuf Paşa, on iki bin asker ile Hanya kalesi muhafızlığına Rumeli beylerbeyi Küçük Hasan Paşa’yı bırakarak, 21 Ekim günü Girid’den ayrıldı.
Sultan İbrâhim Han, bir süre sonra Hanya muhafızlığına Deli Hüseyin Paşa’yı tâyin etti. 2 Şubat 1646’da Hanya’ya varan Hüseyin Paşa, batı Girid’i tamamen ele geçirmek için derhâl harekâta başladı ve kısa zamanda Hanya’nın çevresini ele geçirdi. 7 Nisan’da Venedikliler İstanbul’dan Girid’e yardım gitmesine mâni olmak için Çanakkale boğazına kadar ilerleyip Bozcaada’ya asker çıkardılar ise de, bir kaç gün sonra Rumeli beylerbeyi Küçük Hasan Paşa tarafından adadan atıldılar. Diğer taraftan Hüseyin Paşa, Resmo kalesini ele geçirdikten sonra Kandiye’yi kuşattı. Uzun süren muhasara sonunda, Osmanlı ordusu yardım alamaması neticesinde zor durumda kaldı. Bu arada sultan İbrâhim’in hal’i meydana geldi. Girid savaşları dördüncü Mehmed Han devrinde de devam etti (Bkz. Girid Savaşları).
Sultan İbrâhim Han, Kara Mûsâ Paşa’nın ölümü ile, 21 Eylül 1647 günü sadâret makamına Hezârpâre Ahmed Paşa’yı getirdi. Bir süre sonra Ahmed Paşa’ya karşı Anadolu’da ve İstanbul’da muhalefet başladı. 20 Mayıs 1648’de, isyân eden Sivas beylerbeyi Varvar Ali Paşa, Çerkeş kasabasında öldürüldü. Fakat muhalefet gittikçe artıyordu. Girit’in fethinin tamamlanamaması, Venedik donanması Ege denizinde dolaştığı hâlde uzaklaştırılamaması yüzünden memnuniyetsizlik arttı. Pahalılığın artması ve 29 Mayıs 1648 günü İstanbul zelzelesi, durumu zor bir hâle soktu. Sadrâzamın, yeniçeri ağalarından bâzı lüzumsuz isteklerde bulunması üzerine, ağalar sert cevap verdiler. Bunun üzerine sadrâzam bu ağaları ortadan kaldırmak istedi. Ağalar, bâzı devlet adamları tarafından isyâna kışkırtıldılar ve Kara Murâd Ağa’nın evinde toplanarak, sultan İbrâhim’i tahttan indirmeye yemîn ettiler. Derhâl oradan ayrılarak bütün ocak odabaşılarını ve ihtiyarlarını Orta Câmi önünde topladılar. Orada Sultânın hal’i hiç konuşulmayıp; “Bu fesatları Pâdişâh’a yaptıran vezirdir. Onu aradan çıkarıp iyi bir şahsı vezir tâyin edelim” diye karâra varıldı. Bütün ağaların ortak karârı ile yazılan tezkere, şeyhülislâma, Kara Murâd Ağa tarafından götürüldü. Şeyhülislâm durumun ehemmiyetini ve vehâmetini derhâl anladı. Kara Murâd Ağa, Şeyhülislâmdan bütün ulemânın Fâtih Câmii’nde toplanmasını istedi.
Fâtih Câmii’nde toplanan ağalar, ulemâya; sadrâzam Ahmed Paşa’ya adam gönderelim câmiye gelsin, durumun ahvâlini söylesin diye teklifte bulundu. Şeyhülislâm da çavuşbaşı Eğri Boyun’a sadrâzamı çağırmasını söyledi. Bu sırada sultan İbrâhim de ağaların hareketlerini öğrenince şeyhülislâma bir kişi göndererek, dağılmalarını bildirdi. Gelen kişiye Şeyhülislâm; “Veziri bize teslim etmezse bu ağalar dağılmaz” dedi. Ağalar Orta Câmi’ye gittiler ve sadrâzam Ahmed Paşa’nın yerine Mevlevi Mehmed Paşa’nın sadâret makamına getirilmesini istediler ve Mehmed Paşa’ya bu isteklerini zorla kabul ettirdiler. Durumun vehâmetini kavrayan sultan İbrâhim; “Cemiyet dağılsın. İstekleri ne ise kabul olunacak, Mehmed Paşa ile Şeyhülislâm gelsin” diye emir gönderdi. Sultan, huzuruna gelen Mehmed Paşa ve Şeyhülislâm’a, Ahmed Paşa’yı azletmeyi kabul ettiğini söyledi. Fakat dâmâdı olduğu için öldürülmesine razı olmadı. Bunun üzerine ağalar, sultan İbrâhim’i hal’ etmeye karar verdiler. Sadrâzam Ahmed Paşa ise, bir dostunun evine saklandı. Fakat dostu derhâl Mehmed Paşa ya haber gönderdi. Ahmed Paşa tevkif edildikten sonra, cellatbaşı Kara Ali tarafından kemendle boğuldu. Nâşı Sultanahmed meydanına atıldı. Âsîler, Ahmed Paşa’yı parçaladılar. Bir kaç saat sonra sabık sadrâzamın sâdece kemikleri kaldı. Bu yüzden Ahmed Paşa Hezârpâre (bin parça) diye târihe geçti.
Ertesi gün tekrar Fâtih Câmii’nde toplanan âsîler, daha sonra Sultanahmed meydanına gittiler. Pâdişâh’ı ayak dîvânına çağırdılar, fakat bu istek reddedildi. Velîahd şehzâde Mehmed’i tahta geçirmek isteyen âsîler, sarayı savunmakla görevli bostancıbaşıyı elde ettiler, öğleden sonra saraya giren âsîler, velîahd şehzâdeyi tahta geçirdiler. Sultan İbrâhim, tahttan indirildiğini bildiren ulemâ ile uzun bir münazarada bulundu ve yaptıklarının memlekete ihanet olduğunu yüzlerine karşı söyledi. Hey’etin başında olan kazasker Karaçelebizâde Abdülazîz Efendi, Sultan’a çok sert cevaplar verdi ve o târihe kadar bir pâdişâhın huzurunda ağıza alınmamış tâbirler kullandı. Sonra İbrâhim Han, iki câriyesi ile beraber bir odaya hapsedildi ve o zamana kadar görülmedik bir şekilde bu odanın kapıları ve pencereleri örüldü, ancak lüzumlu şeylerin alınıp verilmesi için bir delik bırakıldı. Böylece Sultan İbrâhim adetâ diri diri mezara gömülmüş oldu. Hal’ işine karışmamış olan sipâhîler arasında sultan İbrâhim’in tekrar tahta çıkarılması dedikoduları dolaşmaya başlaması üzerine tahttan indirenler dehşete düştüler. Zîrâ sultan İbrâhim’in intikamı müthiş olurdu. Bundan dolayı sultan İbrâhim’i ortadan kaldırmaya karar verdiler. Katlinin vâcib olduğuna dâir şeyhülislâmdan alınan fetva üzerine sadrâzam Mehmed Paşa, şeyhülislâm Abdurrahîm Efendi ve yeniçeri ağası, Sultan İbrâhim’in mezara benzeyen odasının kapısını kırarak içeri girdiler. Sultan İbrâhim, saray hizmetçilerinin göz yaşları içerisinde cellat başı Kara Ali’nin attığı bir kemend ile boğduruldu (18 Ağustos 1648). Daha sonra Nâşı hasoda avlusuna çıkarıldı. Sami Hüseyin Efendi yıkadı. Ayasofya Câmii’nde kılınan cenaze namazından sonra, birinci Mustafa Han’ın yanına defnedildi.
Sultan İbrâhim, çok cömert ve lütufkâr olup, fakirlere, âcizlere çok ihsânlarda bulunurdu. Devrinde mâliye düzeltilip, mîlletin kıtlık çekmemesi ve israfın önlenmesi için fermanlar çıkarıldı. Pâdişâh dîvân müzâkereleri ile çok alâkadar oldu. Aynı hassasiyetle idareciler ve eyâletler üzerinde de durdu. Eyâletlerden haber alamamaktan büyük üzüntü duyardı. Her olan bitenden doğru olarak haber almak isterdi. Bu suretle sadrâzamın kendiliğinden bir iş yapmasına asla müsâade etmezdi. Eyâletlerin maddî durumunun tesbiti, beylerin zâlim olmamasına, halka zulüm yapılmamasına, çok dikkat ederdi. İdarecilerin bulundukları yerlerden ayrılmalarını arzu etmezdi. Tâyin edilen paşaların derhâl oraya gidip göreve başlamasını isterdi.
Halka zulüm yapan ister idareci, ister halktan olsun, onunla mücâdele eder, ortadan kaldırılmasına kadar giderdi. Eşkıya denilen kimse ve maiyyetlerinin durumunu tâkib eder, gerekli tedbirlerin alınması için emirler verirdi. Bu hususta hiç müsamaha göstermezdi.
Sultan İbrâhim, hazîne gelirlerinin tahsilinde çok titiz davrandığı gibi sarf için de öyle hareket ederdi. Kapıkulunun maaşlarının zamanında verilmesine, yeniçeri sayımlarının dikkatli yapılmasına ihtimam gösterirdi.
İbrâhim Han devrine kadar uzanan Osmanlı kaynaklarında bir tanesi hâriç, bu Sultânın aklî muvâzenesinin bozuk olduğuna dâir hiçbir bilgi yoktur. Bu kaynaklar, İbrâhim Han’ın meziyet ve icrâatlarından övgüyle söz etmekte, bedenî bir kusuruna dâir herhangi bir îmâda bile bulunmamaktadır. Ancak son zamanlarda yazılmış bâzı kitaplar, İbrâhim Han için “Deli” lakabını kullanmaktadır. Bu lakap, Karaçelebizâde Abdülazîz’in yazdığı Zeyl-i Ravzat-ül-Ebrâr kitabında geçmektedir. Ancak bu Karaçelebizâde, sultan İbrâhim’in tahttan indirilmesinde ve daha sonra öldürülmesinde başrolü oynayanlardan biri olduğundan, Sultan’ı itham edici sözleri şahsî kalmakta ve târih için muteber kabul edilmemektedir. Ayrıca muteber kitaplarda, bu Karaçelebizâde’nin son derece kindar tabiatlı olduğu dikkat çekilmektedir.
Sultan İbrâhim Han’ı “Deli” ve “Gaddar” lakabı ile anan ve adının öyle yayılması için çalışanlardan büyük bir kısmı da, İbrâhim Han’ın, memleketin huzuru için öldürttüğü İranlı şiî Kesikbaş Mîrgünoğlu’nun adamlarıdır.
İbrâhim Han’ın hanımları Hadîce Turhan Sultan, Sâlihâ Dilâşup, Hadîce Muazzez, Hümâşah’dır. Mehmed, Ahmed, Orhan, Bâyezîd, Cihângir ve Murâd isimlerinde altı erkek çocuğu, Ümmü Gülsüm, Beyhan, Âtike, Gevher Hatun ve Ayşe isimlerinde beş kızı olmuştur.

EKMEK KUYRUĞU

Bir gün sultan İbrâhim tebdîl-i kıyafet ile İstanbul’da dolaşıyordu. Halkın ekmek almak için fırın önünde kuyruk olduğunu görünce, saraya döner dönmez sadrâzama; “Sen ki lalamsın, İstanbul’da tebdîl-i kıyafet gezerken fırın önünde ekmek almak için bekleyenler gördüm. Tebea-i şâhânemden hiç birisinin ekmek almak için bir dakika dahi beklemesine rızâ-yı şahanem yoktur. Bir hoşça mukayyed olasın... Ve illâ başın keserim” diye yazdı.

BEN PÂDİŞÂHIM!

Sultan İbrâhim, bâzan Edirne’ye gider, bâzan da İstanbul’da ayak dîvânı yapıp halkın şikâyetlerini dinlerdi. Bir seferinde Edirne’ye gittiğinde şöyle tellâl bağırttı: “Pâdişâh fermanıdır, duyduk duymadık demeyin! Yarın ayak dîvânı olacaktır. Kimin kimden şikâyeti varsa gelsin, Pâdişâh efendimize söylesin. Duyduk duymadık demeyin!” Ertesi gün ayak dîvânı oldu ve Pâdişâh halkın karşısına çıktı. Kalabalığa; “Ben dâhil, kimseden şikâyetiniz var mı?” diye sordu. Halktan biri ileri çıktı. Pâdişâh’ı selâmladıktan sonra; “Pâdişâh’ım! Benim şikâyetim vardır” deyince, Sultan; “Söyle de tedbir edelim. Şikâyetinde haklıysan haksızı cezalandıralım” dedi. O adam; “Pâdişâh’ım! Kerim Ağa denen eşkıya bana zulmetti. Malımı, mülkümü alıp çoluğum-çocuğumla sokaklara attı. Memleketin varlıklı ailelerinden iken en varlıksızı oldum. Bir lokmaya muhtaç hâle geldim. Sözümü doğrulayacak şâhidlerim vardır” dedi. Pâdişâh şâhidleri de dinledikten sonra, Kerim Ağa’yı buldurup getirtti ve ona; “Ağa! Hakkında şikâyet var. Eşkıyalığa bulaşıp mazlumları soyar, mallarını alarak sokaklara atarmışsın. Doğru mudur?” diye sordu. Ağa özür dileyeceği yerde, ileri geri konuşmaya başladı. Pâdişâh’ın kendisine bir şey yapamıyacağını sanıyordu. Çünkü yandaşlarına güveniyordu. Özellikle de yeniçeri olmasına güveniyordu; “Pâdişâh’ım ben yeniçeriyim” diye bağırması üzerine, sultan İbrâhim öfkeyle tahtından kalkıp, adamın yakasından tutarak yere çarptı ve; “Bre densiz! Sen yeniçeri isen ben de Pâdişâhım!” dedi. Orada ağayı cezalandırıp haklıya hakkını teslim etti.

Sultan İbrâhim Han Devri Kronolojisi

30 Ağustos 1640    : Büyük İstanbul Yangını
15 Temmuz 1641   : Emir Güneoğlu’nun îdâmı.
 2 Ocak 1642        : Şehzâde Mehmed’in doğumu.
 3 Şubat 1642       : Semin Mehmed Paşa’nın Azak seferine tâyin edilmesi.
15 Nisan 1642       : Şehzâde Süleymân’ın doğumu.
25 Şubat 1643       : Şehzâde Ahmed’in doğumu.
26 Haziran 1643    : Nâsuh Paşazade gailesi.
31 Ocak 1644        : Kara Mustafa Paşa’nın azli ve Semin Mehmed Paşa’nın sadârete getirilmesi.
27 Şubat 1644       : Büyük âlim şeyhülislâm Yahyâ Efendi’nin vefâtı.
19 Nisan 1645       : Girid seferine karar verilmesi.
30 Nisan 1645       : Donanmanın Girit seferi için İstanbul’dan ayrılması.
24 Haziran 1645    : Girid’e asker çıkarılması ve Turlulu kalesinin fethi.
27 Haziran 1645    : Hanya kalesinin teslim olması.
19 Ağustos 1645    : Hanya kalesinin muhasarası.
26 Kasım 1645      : Donanmanın İstanbul’a dönmesi.
17 Aralık 1645       : Sâlih Paşa’nın sadârete getirilmesi.
 9 Mart 1646         : Kisama kalesinin fethi.
22 Temmuz 1646   : Aprikorno kalesinin fethi.
11 Ekim 1646        : Milipotamo kalesinin fethi.
15 Kasım 1646      : Resmo kalesinin fethi
7 Temmuz 1647     : Kandiye kalesinin muhasarası.
16 Eylül 1647         : Kara Mûsâ Paşa’nın sadârete getirilmesi.
21 Eylül 1647         : Hezârpâre Ahmed Paşa’nın sadârete getirilmesi.
19 Şubat 1648       : Kandiye önlerinde büyük bir zafer kazanılması.
20 Mayıs 1648       : Hükümete karşı isyân eden Sivas vâlisi Varvar Ali Paşa’nın îdâmı.
 7 Ağustos 1648     : Sofu Mehmed Paşa’nın sadârete getirilmesi.
 8 Ağustos 1648     : Sultan İbrâhim Han’ın hal’i.
18 Ağustos 1648    : Sultan İbrâhim Han’ın öldürülmesi.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Îzahlı Osmanlı Târihi Kronolojisi (İ. H. Danişmend); cild-3, sh. 387
 2) Târih Dünyâsı; cild-2, sh. 434, 479, 498, 561, 611, 657, 701, 739, 852
 3) Türkiye Târihi (Y. Öztuna); cild-5, sh. 301
 4) Osmanlı Devleti Târihi (Hammer); cild-10, sh. 11
 5) Rehber Ansiklopedisi; cild-8, sh. 45
 6) Osmanlı İmparatorluğu Târihi (Danışman); cild-9, sh. 209
 7) Nâimâ Târihi; cild-4, sh. 50, cild-3, sh. 426
 8) Osmanlı Târihi (Uzunçarşılı); cild-3, kısım-1, sh. 209
 9) Târih-i Gılmânî; sh. 365
10) Kâmûs-ül-a’lâm; cild-, sh. 365