1 Ocak 2015 Perşembe

İBRAHİM HAN


Babası.................... : Ahmed Han-I
Annesi.................... : Mahpeyker (Kösem) Sultan
Doğumu.................. : 5 Kasım 1615
Vefâtı...................... : 18 Ağustos 1648
Tahta Geçişi............ : 9 Şubat 1640
Saltanat Müddeti..... : 8 sene 5 ay 28 gün
Halîfelik Sırası.......... : 83
Osmanlı pâdişâhlarının on sekizincisi ve seksen üçüncü İslâm halîfesi. Sultan birinci Ahmed Han’ın oğlu olup. 5 Kasım 1615 Perşembe günü Mahpeyker (Kösem) Sultan’dan doğdu. Sarayda iyi bir tahsîl gördü. Ağabeyi sultan dördüncü Murâd’ın ölümünde, hayâtta kalan tek Osmanlı şehzâdesiydi. Ağabeyinin genç yaşta ölümüne bir türlü inanamadı. Annesine ve paşalara; “Allahü teâlâ pâdişâh kardeşimin ömrünü uzun etsin. Bize sultanlık lâzım değildir. Pâdişâh kardeşimizin ömrüne duâcıyız” dedi. Annesinin ve diğer paşaların ısrarı üzerine ağabeyi sultan dördüncü Murâd’ın nâşını gördükten sonra, öldüğüne kesin olarak inandı. Daha sonra taht odasına geçti. Hırka-i seâdet dâiresinden getirilen hazret-i Ömer’in sarığını, sadrâzam Kara Mustafa Paşa tarafından sultan İbrâhim’in başına Besmele ile sarıldıktan sonra tahta oturdu ve ellerini açıp; “Elhamdülillah. Yâ Rabbî! Benim gibi zayıf bir kulunu bu makama lâyık gördün. Saltanat günlerimde milletimi hoşhâl eyle ve birbirimizden hoşnûd eyle” diye duâ etti.
Sultan İbrâhim, Kemankeş Kara Mustafa Paşa’yı sadârette bıraktı. Sultan’ın etrafındaki bâzı değersiz kişiler, iktidara gelmek için onu kışkırtıyor, sadrâzamın ve diğer ileri gelen değerli devlet adamlarının aleyhinde sözler sarfediyorlardı. Hâlbuki Kara Mustafa Paşa, şeyhülislâm Yahyâ Efendi ile beraber Osmanlı Devletinin oldukça düzenli bir şekilde idare edilmesine yardımcı oluyorlardı.
Sultan İbrâhim Han’ın tahta geçtiği ilk senesinde, Mîrgünoğlu hâdisesi vuku buldu. Dördüncü Murâd Han 1635’deki İran-Revan seferinde Revan kalesini fethettiğinde, kale kumandanı Emir Güneoğlu (Mîrgünoğlu) Yûsuf Paşa esir edildi. Pâdişâh’tan af dileyen Mîrgünoğlu, affedilerek, şiîlik propagandası yapmamak şartıyla kendisine paşalık rütbesi ve Emirgan’da bir konak verildi. Mîrgünoğlu, Murâd Han’ın vefâtına kadar burada kaldı. İbrâhim Han’ın Osmanlı tahtına geçmesiyle, sözünde durmayıp, bölücü ve yıkıcı propaganda faaliyetlerine başladı. Mîrgünoğlu’nun sefih, ayyaş ve ahlâksız hareketleri görülüp, müslümanları aldatmaya çalıştığı tesbit edilince, İbrâhim Han tarafından îdâm ettirildi (15 Temmuz 1641). Osmanlı sultanının bu hareketinden sonra, Mîrgünoğlu taraftarları, İbrâhim Han ve hanımı Turhan Sultan’a çeşitli iftiralarda bulundular, öldürülen Mîrgünoğlu’nu da; “Kesikbaş evliyâ” diye propaganda âleti yaptılar.
İbrâhim Han iç işlerini kısmen düzene koyduktan sonra, dıs mes’eleler ile ilgilenmeye başladı. Fransa ve İngiltere ile olan eski ahidnâmeler yenilendiği gibi pâdişâhı tebrike gelen İran elçisi ile Kasr-ı Şîrin muahedesi hükümleri te’yîd edildi. Bu arada 1637 yılında Don nehrinin ağzında bulunan ve Kırım’ın emniyeti bakımından çok önemli olan Azak kalesi Ruslar tarafından işgal edilmişti. İbrâhim Han Azak’ın geri alınması için kapdân-ı derya Siyavuş Paşa’yı görevlendirdi. 1641 senesi baharında Siyavuş Paşa yeniçeri kethüdası Haydar Ağazâde ile beraber hareket etti. Vezir Hüseyin Paşa, Silistre askerleriyle ve Kırım Han’ı da kendi askerleriyle, karadan donanmayı desteklemekle vazifelendirildi. Ancak muhasaranın uzaması, barutun azalması ve yoğun kış şartları yüzünden kale fethedilemeden dönüldü. Ertesi sene daha, kuvvetli bir ordu, Civan Kapıcıbaşı lakabıyla tanınan sultanzâde Semin Mehmed Paşa emrinde gönderildi. Mehmed Paşa karadan yola çıkarken, Karadeniz’de kendisini denizden desteklemesi için bir donanmayı Azak kalesi önlerine yolladı. Kırım Hanı Mehmed Giray’ın da yardıma gelmesi emredildi. Bu durum üzerine kuvvetli Osmanlı ordusuna karşı duramıyacağını anlayan Çar, şehri baştan başa yakıp yıktıktan sonra terketti. Neticede harabe bir şehirle karşılaşan sultanzâde Mehmed Paşa, kaleyi tamir ettirdikten sonra, Kefe beylerbeyi İslâm Paşa’yı tamir işlerini devam ettirmek üzere kalede muhafız olarak bırakıp Özi kalesine çekildi.
Almanya sınırında ise akıncılar devamlı Avusturya’ya akınlar düzenliyorlardı. 1641’de düzenlenen akında, Osmanlı akıncıları, Bavyera içlerine kadar ilerledi. Kuzey Bavyera’daki bâzı kasabalar, Osmanlı hâkimiyetini kabul ettiklerini açıkladı. Kanije beylerbeyi Sokulluzâde Hasan Paşa ise, Raab ırmağının iki yakasındaki arazinin ve bu arazideki bütün kasaba ve köylerin Osmanlı toprağı olduğunu belirterek her birinin büyüklüğüne göre alınacak vergiyi açıkladı. Bu akınlar üzerine İmparator üçüncü Ferdinand, Zitvatoruk andlaşmasının yenilenmesini istedi. 1642 senesi başlarında Zitvatoruk andlaşmasına ilâveler yapılarak yenilendi. Aynı senenin yazında kapdân-ı derya Küçük Piyâle Paşa da İspanya’ya âid İtalya’nın Kalabriya eyâletini ele geçirmek için bu eyâletin kıyılarını bombaladı.
Dış münâsebetlerde bir çok problemin halledildiği sırada, Nâsûh Paşazade Hüseyin Paşa hâdisesi ortaya çıktı. O zamana kadar serhadlerde bulunan tuğrakeş vezirler, lüzumu hâlinde pâdişâh adına tuğra çekebiliyorlardı. Fakat son zamanlarda vezirlerin çoğalması ve bâzılarının içlerinde ehliyetsiz olması yüzünden serhat vezirlerinin tuğra çekmeleri yasaklandı (1643). Erzurum beylerbeyi Nâsuh Paşazade Hüseyin Paşa vezîriâzam ağasıyle gönderilen fermana itaat etmiyerek isyân etti. Bunun üzerine Hüseyin Paşa’nın cezalandırılması için eski Sivas vâlisi görevlendirildi. Sivas vâlisi İbrâhim Paşa, Kayseri yakınlarında Hüseyin Paşa ile karşılaştı ve mağlûb olarak öldü. Hüseyin Paşa, bundan sonra etrafına topladığı kuvvetlerle, dâvam vardır diyerek İstanbul’a doğru hareket etti ve İzmit’te üzerine gönderilen kuvvetleri dağıttı. Nâsuh Paşazade buradan Üsküdar’a geldi ise de büyük kuvvetlerle karşılaşınca kurtuluşu kaçmakta buldu ve gemiyle Karadeniz’den Rumeli’ye geçerek Rusçuk’a gitti. Ancak Kırım’a gitmek isterken Edirne Sarayı bostancıbaşısı Sinân Ağa tarafından yakalanarak İstanbul’a gönderildi. Daha sonra îdâm edildi (26 Haziran 1643). Bir süre sonra da Kemankeş Kara Mustafa Paşa, hakkında çıkan dedikodular yüzünden sadrâzamlıktan alındı. Yerine Civankapıcıbaşı sultanzâde Semin Mehmed Paşa getirildi.
1644 senesinde İbrâhim Çelebi adında bir şahsın büyük bir yolcu gemisi İskenderiyye’ye gidiyordu. Gemide; eski kızlarağası Sünbül Ağa, Mısır kâdılığına tâyin edilmiş Bursalı Mehmed Efendi, velîahd şehzâde Mehmed’in süt annesi Zafîre Hâtûn da bulunuyordu. İbrâhim Çelebi’nîn gemisiyle birlikte orta büyüklükte iki ve küçük yedi Türk yolcu gemisi de İskenderiyye’ye hareket etti. Sünbül Ağa’nın servetini haber alan Malta’nın Saint-Jean korsanları altı kadırgayla, Türk gemilerinin yolunu kesti. Çok kanlı geçen çarpışmada Sünbül Ağa, muhafızları ve İbrâhim Çelebi şehîd; Mısır kâdısı Mehmed Ağa esir düştü. Bir müddet sonra Mehmed Ağa fidye ödeyerek kurtuldu. Maltalılar, ganimetlerin bir kısmını Malta’ya götürürken bir kısmını da Girid’e götürüp Hanya’da satışa çıkardılar. Venedik bu satıştan vergi aldı. Bu durum Osmanlı-Venedik andlaşmasının şartlarına aykırıydı.
Bu hâdiseler üzerine sultan İbrâhim, Girid’in fethini kararlaştırdı. Sefer hazırlıkları için kapdân-ı derya Yûsuf Paşa görevlendirildi. Yapılan hazırlıkların, Malta üzerine düzenlenecek sefer için olduğu ince bir Türk propagandası ile Avrupa’ya duyuruldu. Sultan İbrâhim her gün tersaneye giderek hazırlıkları kontrol etti. 19 Nisan 1645 günü sözde Malta üzerine yapılacak sefer resmen îlân edildi. Yetmiş binden fazla asker taşıyan donanma, 106 harb ve 300 nakliye gemisinden meydana gelmişti. 30 Nisan 1645’de İstanbul’dan ayrılan donanma, 21 Mayıs’ta Sakız adasına geldi ve gemilerle geçirilen Anadolu askeri donanmaya alındı. Rumeli askeri ise, Termis limanında donanmaya katıldı. 8 Haziran’da Navarin’e gelen donanmaya Tunus ve Trablus beylerbeyi de katıldı. 20 Haziran günü donanma Sakız adasından denize açıldı. Bütün donanma personeli seferin Malta üzerine olduğunu zannediyordu.
Donanma denize açıldıktan bir süre sonra kapdân-ı derya Yûsuf Paşa, bütün kaptanları toplıyarak seferin Girid üzerine olduğunu bildiren hatt-ı hümâyûnu açıp okudu ve Girid’in Hanya burnu üzerine hareket emri verdi. 25 Haziranda donanma Hanya limanına girdi ve iki gün sonra şehir muhasara edildi. Yirmi iki gün süren muhasaradan sonra, kale sulh ile teslim oldu. Venedikliler yapılan andlaşmaya göre can ve mallarına dokunulmadan Türk gemileriyle Kandiye kalesine nakledildi (19 Ağustos 1645). Durum İstanbul’a bildirilince, zafer üç gün üç gece şenliklerle kutlandı. Hanya’nın Osmanlılar tarafından fethi, Avrupa’da büyük akisler uyandırdı. Almanya ve İtalya, asker göndererek Venedik’e yardım etmek karârını verdiler. Büyük Venedik donanması Girid sularında dolaştığı hâlde, Osmanlı donanması ile karşılaşmamaya dikkat ediyordu. Yûsuf Paşa, on iki bin asker ile Hanya kalesi muhafızlığına Rumeli beylerbeyi Küçük Hasan Paşa’yı bırakarak, 21 Ekim günü Girid’den ayrıldı.
Sultan İbrâhim Han, bir süre sonra Hanya muhafızlığına Deli Hüseyin Paşa’yı tâyin etti. 2 Şubat 1646’da Hanya’ya varan Hüseyin Paşa, batı Girid’i tamamen ele geçirmek için derhâl harekâta başladı ve kısa zamanda Hanya’nın çevresini ele geçirdi. 7 Nisan’da Venedikliler İstanbul’dan Girid’e yardım gitmesine mâni olmak için Çanakkale boğazına kadar ilerleyip Bozcaada’ya asker çıkardılar ise de, bir kaç gün sonra Rumeli beylerbeyi Küçük Hasan Paşa tarafından adadan atıldılar. Diğer taraftan Hüseyin Paşa, Resmo kalesini ele geçirdikten sonra Kandiye’yi kuşattı. Uzun süren muhasara sonunda, Osmanlı ordusu yardım alamaması neticesinde zor durumda kaldı. Bu arada sultan İbrâhim’in hal’i meydana geldi. Girid savaşları dördüncü Mehmed Han devrinde de devam etti (Bkz. Girid Savaşları).
Sultan İbrâhim Han, Kara Mûsâ Paşa’nın ölümü ile, 21 Eylül 1647 günü sadâret makamına Hezârpâre Ahmed Paşa’yı getirdi. Bir süre sonra Ahmed Paşa’ya karşı Anadolu’da ve İstanbul’da muhalefet başladı. 20 Mayıs 1648’de, isyân eden Sivas beylerbeyi Varvar Ali Paşa, Çerkeş kasabasında öldürüldü. Fakat muhalefet gittikçe artıyordu. Girit’in fethinin tamamlanamaması, Venedik donanması Ege denizinde dolaştığı hâlde uzaklaştırılamaması yüzünden memnuniyetsizlik arttı. Pahalılığın artması ve 29 Mayıs 1648 günü İstanbul zelzelesi, durumu zor bir hâle soktu. Sadrâzamın, yeniçeri ağalarından bâzı lüzumsuz isteklerde bulunması üzerine, ağalar sert cevap verdiler. Bunun üzerine sadrâzam bu ağaları ortadan kaldırmak istedi. Ağalar, bâzı devlet adamları tarafından isyâna kışkırtıldılar ve Kara Murâd Ağa’nın evinde toplanarak, sultan İbrâhim’i tahttan indirmeye yemîn ettiler. Derhâl oradan ayrılarak bütün ocak odabaşılarını ve ihtiyarlarını Orta Câmi önünde topladılar. Orada Sultânın hal’i hiç konuşulmayıp; “Bu fesatları Pâdişâh’a yaptıran vezirdir. Onu aradan çıkarıp iyi bir şahsı vezir tâyin edelim” diye karâra varıldı. Bütün ağaların ortak karârı ile yazılan tezkere, şeyhülislâma, Kara Murâd Ağa tarafından götürüldü. Şeyhülislâm durumun ehemmiyetini ve vehâmetini derhâl anladı. Kara Murâd Ağa, Şeyhülislâmdan bütün ulemânın Fâtih Câmii’nde toplanmasını istedi.
Fâtih Câmii’nde toplanan ağalar, ulemâya; sadrâzam Ahmed Paşa’ya adam gönderelim câmiye gelsin, durumun ahvâlini söylesin diye teklifte bulundu. Şeyhülislâm da çavuşbaşı Eğri Boyun’a sadrâzamı çağırmasını söyledi. Bu sırada sultan İbrâhim de ağaların hareketlerini öğrenince şeyhülislâma bir kişi göndererek, dağılmalarını bildirdi. Gelen kişiye Şeyhülislâm; “Veziri bize teslim etmezse bu ağalar dağılmaz” dedi. Ağalar Orta Câmi’ye gittiler ve sadrâzam Ahmed Paşa’nın yerine Mevlevi Mehmed Paşa’nın sadâret makamına getirilmesini istediler ve Mehmed Paşa’ya bu isteklerini zorla kabul ettirdiler. Durumun vehâmetini kavrayan sultan İbrâhim; “Cemiyet dağılsın. İstekleri ne ise kabul olunacak, Mehmed Paşa ile Şeyhülislâm gelsin” diye emir gönderdi. Sultan, huzuruna gelen Mehmed Paşa ve Şeyhülislâm’a, Ahmed Paşa’yı azletmeyi kabul ettiğini söyledi. Fakat dâmâdı olduğu için öldürülmesine razı olmadı. Bunun üzerine ağalar, sultan İbrâhim’i hal’ etmeye karar verdiler. Sadrâzam Ahmed Paşa ise, bir dostunun evine saklandı. Fakat dostu derhâl Mehmed Paşa ya haber gönderdi. Ahmed Paşa tevkif edildikten sonra, cellatbaşı Kara Ali tarafından kemendle boğuldu. Nâşı Sultanahmed meydanına atıldı. Âsîler, Ahmed Paşa’yı parçaladılar. Bir kaç saat sonra sabık sadrâzamın sâdece kemikleri kaldı. Bu yüzden Ahmed Paşa Hezârpâre (bin parça) diye târihe geçti.
Ertesi gün tekrar Fâtih Câmii’nde toplanan âsîler, daha sonra Sultanahmed meydanına gittiler. Pâdişâh’ı ayak dîvânına çağırdılar, fakat bu istek reddedildi. Velîahd şehzâde Mehmed’i tahta geçirmek isteyen âsîler, sarayı savunmakla görevli bostancıbaşıyı elde ettiler, öğleden sonra saraya giren âsîler, velîahd şehzâdeyi tahta geçirdiler. Sultan İbrâhim, tahttan indirildiğini bildiren ulemâ ile uzun bir münazarada bulundu ve yaptıklarının memlekete ihanet olduğunu yüzlerine karşı söyledi. Hey’etin başında olan kazasker Karaçelebizâde Abdülazîz Efendi, Sultan’a çok sert cevaplar verdi ve o târihe kadar bir pâdişâhın huzurunda ağıza alınmamış tâbirler kullandı. Sonra İbrâhim Han, iki câriyesi ile beraber bir odaya hapsedildi ve o zamana kadar görülmedik bir şekilde bu odanın kapıları ve pencereleri örüldü, ancak lüzumlu şeylerin alınıp verilmesi için bir delik bırakıldı. Böylece Sultan İbrâhim adetâ diri diri mezara gömülmüş oldu. Hal’ işine karışmamış olan sipâhîler arasında sultan İbrâhim’in tekrar tahta çıkarılması dedikoduları dolaşmaya başlaması üzerine tahttan indirenler dehşete düştüler. Zîrâ sultan İbrâhim’in intikamı müthiş olurdu. Bundan dolayı sultan İbrâhim’i ortadan kaldırmaya karar verdiler. Katlinin vâcib olduğuna dâir şeyhülislâmdan alınan fetva üzerine sadrâzam Mehmed Paşa, şeyhülislâm Abdurrahîm Efendi ve yeniçeri ağası, Sultan İbrâhim’in mezara benzeyen odasının kapısını kırarak içeri girdiler. Sultan İbrâhim, saray hizmetçilerinin göz yaşları içerisinde cellat başı Kara Ali’nin attığı bir kemend ile boğduruldu (18 Ağustos 1648). Daha sonra Nâşı hasoda avlusuna çıkarıldı. Sami Hüseyin Efendi yıkadı. Ayasofya Câmii’nde kılınan cenaze namazından sonra, birinci Mustafa Han’ın yanına defnedildi.
Sultan İbrâhim, çok cömert ve lütufkâr olup, fakirlere, âcizlere çok ihsânlarda bulunurdu. Devrinde mâliye düzeltilip, mîlletin kıtlık çekmemesi ve israfın önlenmesi için fermanlar çıkarıldı. Pâdişâh dîvân müzâkereleri ile çok alâkadar oldu. Aynı hassasiyetle idareciler ve eyâletler üzerinde de durdu. Eyâletlerden haber alamamaktan büyük üzüntü duyardı. Her olan bitenden doğru olarak haber almak isterdi. Bu suretle sadrâzamın kendiliğinden bir iş yapmasına asla müsâade etmezdi. Eyâletlerin maddî durumunun tesbiti, beylerin zâlim olmamasına, halka zulüm yapılmamasına, çok dikkat ederdi. İdarecilerin bulundukları yerlerden ayrılmalarını arzu etmezdi. Tâyin edilen paşaların derhâl oraya gidip göreve başlamasını isterdi.
Halka zulüm yapan ister idareci, ister halktan olsun, onunla mücâdele eder, ortadan kaldırılmasına kadar giderdi. Eşkıya denilen kimse ve maiyyetlerinin durumunu tâkib eder, gerekli tedbirlerin alınması için emirler verirdi. Bu hususta hiç müsamaha göstermezdi.
Sultan İbrâhim, hazîne gelirlerinin tahsilinde çok titiz davrandığı gibi sarf için de öyle hareket ederdi. Kapıkulunun maaşlarının zamanında verilmesine, yeniçeri sayımlarının dikkatli yapılmasına ihtimam gösterirdi.
İbrâhim Han devrine kadar uzanan Osmanlı kaynaklarında bir tanesi hâriç, bu Sultânın aklî muvâzenesinin bozuk olduğuna dâir hiçbir bilgi yoktur. Bu kaynaklar, İbrâhim Han’ın meziyet ve icrâatlarından övgüyle söz etmekte, bedenî bir kusuruna dâir herhangi bir îmâda bile bulunmamaktadır. Ancak son zamanlarda yazılmış bâzı kitaplar, İbrâhim Han için “Deli” lakabını kullanmaktadır. Bu lakap, Karaçelebizâde Abdülazîz’in yazdığı Zeyl-i Ravzat-ül-Ebrâr kitabında geçmektedir. Ancak bu Karaçelebizâde, sultan İbrâhim’in tahttan indirilmesinde ve daha sonra öldürülmesinde başrolü oynayanlardan biri olduğundan, Sultan’ı itham edici sözleri şahsî kalmakta ve târih için muteber kabul edilmemektedir. Ayrıca muteber kitaplarda, bu Karaçelebizâde’nin son derece kindar tabiatlı olduğu dikkat çekilmektedir.
Sultan İbrâhim Han’ı “Deli” ve “Gaddar” lakabı ile anan ve adının öyle yayılması için çalışanlardan büyük bir kısmı da, İbrâhim Han’ın, memleketin huzuru için öldürttüğü İranlı şiî Kesikbaş Mîrgünoğlu’nun adamlarıdır.
İbrâhim Han’ın hanımları Hadîce Turhan Sultan, Sâlihâ Dilâşup, Hadîce Muazzez, Hümâşah’dır. Mehmed, Ahmed, Orhan, Bâyezîd, Cihângir ve Murâd isimlerinde altı erkek çocuğu, Ümmü Gülsüm, Beyhan, Âtike, Gevher Hatun ve Ayşe isimlerinde beş kızı olmuştur.

EKMEK KUYRUĞU

Bir gün sultan İbrâhim tebdîl-i kıyafet ile İstanbul’da dolaşıyordu. Halkın ekmek almak için fırın önünde kuyruk olduğunu görünce, saraya döner dönmez sadrâzama; “Sen ki lalamsın, İstanbul’da tebdîl-i kıyafet gezerken fırın önünde ekmek almak için bekleyenler gördüm. Tebea-i şâhânemden hiç birisinin ekmek almak için bir dakika dahi beklemesine rızâ-yı şahanem yoktur. Bir hoşça mukayyed olasın... Ve illâ başın keserim” diye yazdı.

BEN PÂDİŞÂHIM!

Sultan İbrâhim, bâzan Edirne’ye gider, bâzan da İstanbul’da ayak dîvânı yapıp halkın şikâyetlerini dinlerdi. Bir seferinde Edirne’ye gittiğinde şöyle tellâl bağırttı: “Pâdişâh fermanıdır, duyduk duymadık demeyin! Yarın ayak dîvânı olacaktır. Kimin kimden şikâyeti varsa gelsin, Pâdişâh efendimize söylesin. Duyduk duymadık demeyin!” Ertesi gün ayak dîvânı oldu ve Pâdişâh halkın karşısına çıktı. Kalabalığa; “Ben dâhil, kimseden şikâyetiniz var mı?” diye sordu. Halktan biri ileri çıktı. Pâdişâh’ı selâmladıktan sonra; “Pâdişâh’ım! Benim şikâyetim vardır” deyince, Sultan; “Söyle de tedbir edelim. Şikâyetinde haklıysan haksızı cezalandıralım” dedi. O adam; “Pâdişâh’ım! Kerim Ağa denen eşkıya bana zulmetti. Malımı, mülkümü alıp çoluğum-çocuğumla sokaklara attı. Memleketin varlıklı ailelerinden iken en varlıksızı oldum. Bir lokmaya muhtaç hâle geldim. Sözümü doğrulayacak şâhidlerim vardır” dedi. Pâdişâh şâhidleri de dinledikten sonra, Kerim Ağa’yı buldurup getirtti ve ona; “Ağa! Hakkında şikâyet var. Eşkıyalığa bulaşıp mazlumları soyar, mallarını alarak sokaklara atarmışsın. Doğru mudur?” diye sordu. Ağa özür dileyeceği yerde, ileri geri konuşmaya başladı. Pâdişâh’ın kendisine bir şey yapamıyacağını sanıyordu. Çünkü yandaşlarına güveniyordu. Özellikle de yeniçeri olmasına güveniyordu; “Pâdişâh’ım ben yeniçeriyim” diye bağırması üzerine, sultan İbrâhim öfkeyle tahtından kalkıp, adamın yakasından tutarak yere çarptı ve; “Bre densiz! Sen yeniçeri isen ben de Pâdişâhım!” dedi. Orada ağayı cezalandırıp haklıya hakkını teslim etti.

Sultan İbrâhim Han Devri Kronolojisi

30 Ağustos 1640    : Büyük İstanbul Yangını
15 Temmuz 1641   : Emir Güneoğlu’nun îdâmı.
 2 Ocak 1642        : Şehzâde Mehmed’in doğumu.
 3 Şubat 1642       : Semin Mehmed Paşa’nın Azak seferine tâyin edilmesi.
15 Nisan 1642       : Şehzâde Süleymân’ın doğumu.
25 Şubat 1643       : Şehzâde Ahmed’in doğumu.
26 Haziran 1643    : Nâsuh Paşazade gailesi.
31 Ocak 1644        : Kara Mustafa Paşa’nın azli ve Semin Mehmed Paşa’nın sadârete getirilmesi.
27 Şubat 1644       : Büyük âlim şeyhülislâm Yahyâ Efendi’nin vefâtı.
19 Nisan 1645       : Girid seferine karar verilmesi.
30 Nisan 1645       : Donanmanın Girit seferi için İstanbul’dan ayrılması.
24 Haziran 1645    : Girid’e asker çıkarılması ve Turlulu kalesinin fethi.
27 Haziran 1645    : Hanya kalesinin teslim olması.
19 Ağustos 1645    : Hanya kalesinin muhasarası.
26 Kasım 1645      : Donanmanın İstanbul’a dönmesi.
17 Aralık 1645       : Sâlih Paşa’nın sadârete getirilmesi.
 9 Mart 1646         : Kisama kalesinin fethi.
22 Temmuz 1646   : Aprikorno kalesinin fethi.
11 Ekim 1646        : Milipotamo kalesinin fethi.
15 Kasım 1646      : Resmo kalesinin fethi
7 Temmuz 1647     : Kandiye kalesinin muhasarası.
16 Eylül 1647         : Kara Mûsâ Paşa’nın sadârete getirilmesi.
21 Eylül 1647         : Hezârpâre Ahmed Paşa’nın sadârete getirilmesi.
19 Şubat 1648       : Kandiye önlerinde büyük bir zafer kazanılması.
20 Mayıs 1648       : Hükümete karşı isyân eden Sivas vâlisi Varvar Ali Paşa’nın îdâmı.
 7 Ağustos 1648     : Sofu Mehmed Paşa’nın sadârete getirilmesi.
 8 Ağustos 1648     : Sultan İbrâhim Han’ın hal’i.
18 Ağustos 1648    : Sultan İbrâhim Han’ın öldürülmesi.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Îzahlı Osmanlı Târihi Kronolojisi (İ. H. Danişmend); cild-3, sh. 387
 2) Târih Dünyâsı; cild-2, sh. 434, 479, 498, 561, 611, 657, 701, 739, 852
 3) Türkiye Târihi (Y. Öztuna); cild-5, sh. 301
 4) Osmanlı Devleti Târihi (Hammer); cild-10, sh. 11
 5) Rehber Ansiklopedisi; cild-8, sh. 45
 6) Osmanlı İmparatorluğu Târihi (Danışman); cild-9, sh. 209
 7) Nâimâ Târihi; cild-4, sh. 50, cild-3, sh. 426
 8) Osmanlı Târihi (Uzunçarşılı); cild-3, kısım-1, sh. 209
 9) Târih-i Gılmânî; sh. 365
10) Kâmûs-ül-a’lâm; cild-, sh. 365