27 Mayıs 2015 Çarşamba

HASTAHANE


Hastaların muayene ve tedavi edildiği, gerekli sıhhî ve fennî şartları hâiz sosyal yardım müessesesi. İslâm târihinde hastahâne için; bîmâristan, mâristân, dâr-üş-şifâ, dâr-üs-sıhha ve dar-ül-âfîye tâbirleri de kullanılmıştır. En çok kullanılan, Farsça bir kelime olan bîmâristandır.Bîmâr; sıhhatini kaybetmiş, hasta mânâsında bir kelime, -istân da yer bildiren bir ek olup, ikisi birlikte hasta mekânı yâni hastahâne demektir. Akıl hastalarının tedâvî gördüğü hastahânelere tımarhâne denirdi. Hastahâne ismi ise ilk defa 1843 senesinde Bezm-i âlem Vâlide Sultan’ın İstanbul’da yaptırdığı Gurebâ Hastahânesi için kullanılmıştır.
İlk hastahâneler, insanlık târihi kadar eskidir. İlk insan ve ilk peygamber Âdem aleyhisselâma gönderilen kitapda; fizik, kimya, tıb, eczacılık, matematik bilgileri vardı. Allah’a inanan ve gönderilen peygamberlerin emirlerini dinleyen bütün insanlar sıhhatlerine dikkat ettiler. Cemiyet hâlinde yaşıyanlar, hastalar için tedbirler aldılar. Eski çağlarda bâtıl dinlerin mensuplarından hasta olanlar, tapınaklara gelerek topluca gecelerler ve bu şekilde ilâhî kuvvetlere yakın temas kurarak şifâ bulacaklarına inanırlardı. Yunan ve Roma medeniyetlerinde, en meşhurları Anadolu’da yer alan tapınakların yanında, sağlık te’sisi gibi kullanılan kuruluşlar bulunmaktaydı. Eski Yunanlılar, hastaları için yaptıkları tapınaklaraAsklepios’un adını vermişlerdi. Çeşitli Asklepios tapınaklarından bâzıları, devirlerinde çok meşhur olmuştur. Tıb ilminin sayılı bilginlerinden Hippokrates’in hastaları tedâvî ettiği Ege’deki Tas tapınağı bunlardan biridir. Daha sonra hıristiyanlıkla beraber kiliselerin himayesinde fakir halkın ve yolcuların tedavileri için hayrat hastahânelerinin kurulduğu görülür. Mîlâddan önce ve sonra Hind’de, İran ve Mısır’da da hastahâneler ve tedâvî çalışmaları vardı. Fakat hastalar ve hastahâneler, müslümanlardan gördükleri itibârı hiç bir devirde, hiç bir kimseden görememişlerdir.
İslâmiyet, hastalık veya başka zor bir durum karşısında kalan insanlara yardımcı olmayı emretmiş, bu konuda Resûl-i ekrem sallallahü aleyhi ve sellem bir hadîs-i şeriflerinde; “İnsanların en hayırlısı insanlara en faydalı olanıdır” buyurmuştur. İslâm dîninin en yüksek emir ve tavsiyelerinin yanında; dîne, devlete ve millete hizmet, sıhhatli bir bedenle olacağından, müslümanlar, müsâfirhâne, aşhane gibi içtimâi (sosyal) yardım müesseselerinin yanında hastahâneler de kurmuşlardır.
İslâm tarihçisi Taberî’nin bildirdiğine göre, İslâm târihinde ilk hastahâneyi 706 ile 707 seneleri arasında Emevî halîfesi Velîd bin Abdülmelik Şam’da inşâ ettirdi. Halîfe, hastahâneyi tabîblerin nezâretine bıraktığı gibi, cüzzamlıların ayrı bir yere alınmasını emredip; yiyecek, içecek tahsis etti. Abbasîler devrinde ilk hastahâneyi Halîfe Hârûn Reşîd, Cündişapûr’dan getirdiği tabîb Cibril bin Bahtişua için Karbhaya kanalı kenarında inşâ ettirdi. Bunu diğer hastanelerin açılması tâkib etti. İlk Selçuklu hastahânesi ise, büyük vezir Nizâm-ül-mülk’ün Nişâbur’da yaptırdığı bîmâristandir. 1067’de yaptırılan Nizamiye Medresesi’nin de bir hastahânesi vardı. İspanya’da devlet kuran müslümanların yaptıkları hastahâne, tıb fakülteleri, vakıf müesseseleri ise bütün dünyâya örnek olacak şekilde idi. Emevîler devrinde sâdece Kurtuba’da kırk hastahâne vardı.
Ortaçağda İslâmiyet’in hüküm sürdüğü beldelerde otuz dört büyük hastahâne vardı. Bunlar aynı zamanda birer tıb fakültesi durumunda idi. Bu hastahâneler genellikle iyi teşkilâtlanmıştı ve müslüman ülkelerde tıbba verilen yüksek değeri ortaya koyuyordu. Anadolu’da Türklere âid ilk hastahâneler, Selçuklular devrinde inşâ ettirildi. Bunlar yalnız hasta bakım yeri değil, aynı zamanda hekîm yetiştirmek üzere eğitim yapan tıb fakülteleri olarak da kullanıldı. Hastahâneler, düşman hücumuna karşı şehir surları içine yapılır; medrese, câmi, hamam ve çoğunda mevcut kaplıca ve ılıca gibi sağlık ve kültür te’sisleriyle bir bütün hâlinde olurdu.
Osmanlılar, Selçuklu devrindeki vakfiyeleri değiştirmediler, eski hastahâneleri muhafaza ettiler ve özellikle Selçuklular zamanında hastahâne yapılmayan yerlerde bu gibi kuruluşlara yer verdiler. Osmanlılarda hizmete giren ilk sağlık te’sisi, 1339 senesinde Yıldırım Bâyezîd Han’ın açtırdığı su tedavisine çok ehemmiyet verilen Bursa Dâr-üt-tıbbı’dır. Sivas, Kastamonu ve Kayseri’de ayrıca açılan cüzzam hastahâneleri vardı. Sultan İkinci Murâd da Edirne’de ayrı bir cüzzam hastahânesi kurdu.
İstanbul’un fethinden sonra, şehirde ilk hastahâne, Fâtih tarafından 1470’de kendi adıyla anılan külliyenin içinde yer aldı. Sultan İkinci Bâyezîd’in 1486-1493 seneleri arasında inşâ ettirdiği Edirne Tıb Medresesi ve Hastahânesi ise dünyâca meşhur bir yer oldu.
Osmanlı Devleti’nin en parlak devri olan on altıncı asırda İstanbul’da Mîmâr Sinân’ın yaptığı Haseki Hastahânesi (1538-1550) ve Süleymâniye külliyesinde, Süleymâniye Hastahânesi (1552-1557) ile Tıb Medresesi ve Vâlide Atik Hastahânesi (1583-1587) her türlü hastalıkların yanısıra akıl hastalarının tedavisine de önem verilmiş, en meşhur Osmanlı hastahâneleridir.
Avusturya imparatoru İkinci Rudolf’un, Barthdomâus Petz başkanlığındaki elçilik hey’eti ile birlikte 1587’de İstanbul’a gelen Konispberg’li eczacı Reinhald Lubenau’nun hâtıralarında belirttiğine göre, o zaman İstanbul’da 110 hastahâne, 515 medrese ve 625 okul bulunmakta idi. Bu hastahâneler genellikle 150, büyük olanları ise 300 hasta alabilmekte, müslüman ve hıristiyan ayrımı yapmadan türlü inanıştaki hastalar istifâde etmekteydi. Bunların bâzıları ise yalnız kadınları kabul etmekteydi. Osmanlı hastahânelerinin en bariz mimarî özelliği; câmi, medrese, imâret, tabhâne, kervansaray, hamam, dükkânlar, çeşme v.s.’den meydana gelen külliyerin bir parçası şeklinde planlanmaları idi. Bu külliyeler şehir içinde küçük bir şehir meydana getirerek, bir sosyal merkez gibi, halkın her türlü sosyokültürel ve sağlıkla ilgili ihtiyâçlarını karşılamakta idi.
Sultan üçüncü Murâd’ın annesi Nûr Bânû Sultan’ın, Üsküdar Topkapı Bîmârhânesi (1583), Eski Saray hastalar dâiresi, Galatasaray hastalar dâiresi, İbrâhim Paşa Sarayı hastalar dâiresi, Topkapı Sarayı Enderûn Hastahânesi (1772), Topkapı Sarayı Değirmenkapı Hastahânesi, Yeni Saray Hastalar ocağı (1769), Hasbahçe Hastalar ocağı ve bîmârhânesi gibi hizmete giren te’sisler, Osmanlı Devleti’nin ıslâhat dönemine kadar yapılanların meşhûrlarındandır. Hastalık odası denilen Topkapı Sarayı’ndaki hastahâne, 1832’den itibaren Cerrahhâne-i Âmire adı altında modern cerrah yetiştiren yüksek bir okul oldu. Topkapı Sarayı’ndaki çok sayıda hastahânelerden yalnız Fâtih devrinde yaptırılıp, on altıncı asırda Kânûnî zamanında bugünkü hâlini alan Câriyeler Hastahânesi ile Harem Hastahânesi günümüze kadar gelmiştir.
On dokuzuncu asırda özellikle İstanbul’da bir çok hastahâne yapıldı. 1837’de ikinci Mahmûd Han, İstanbul’da Gurebâ Hastahânesi’ni yaptırdı. Bir kaç sene sonra hanımı Bezm-i Âlem Vâlide Sultan, aynı adla bir başka hastahâne daha yaptırdı ve pek zengin vakıflarla donatarak muazzam bir müessese hâline getirdi (1843). Bu hastahâne bugün de Türkiye’nin en büyük hastahânelerinden biridir. Şişli Çocuk Hastahânesi denilen Hamidiye Hastahânesi ise 1898’de İkinci Abdülhamîd Han’ın şahsî servetiyle çok modern şekilde kurulmuş büyük bir müessesedir. Bu asırda, Avrupa devletleri ile aynı senelerde çiçek ve kuduz aşıları için tenkihhâneler kuruldu. İstanbul’da Pasteur Enstitüsü daha Pasteur hayâtta iken açıldı. Sultan İkinci Mahmûd’un kurduğu askerî ve sultan İkinci Abdülhamîd Han’ın kurduğu mülkî tıbbiyeler, dünyânın en meşhur tıb fakülteleri arasında yer aldı. Bugün de kullanılan Zeynepkâmil Hastahânesi, Gümüşsüyü Askerî Hastahânesi, Gülhâne Askerî Hastahânesi bu asırda hizmete açıldı. Bu devirde Osmanlı Tıb fakültelerinin diploması, Avrupa’da, Viyana, Berlin ve Paris tıb fakülteleri ile aynı değerde idi.
Bütün bu sabit hastahânelerin yanında, Resûlullah efendimiz zamanından beri mevcûd olan deve ve katırlarla taşınan seyyar hastahâneler de vardı. Bu hastahâneler, ordunun gittiği her yere giderdi. Osmanlılar devrinde de, orduda hizmet gören seyyar hastahâneler vardı.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) “Medicine in Turkey” (Hakîm Muhammed Sa’id, I. Uluslararası Türk İslâm bilim ve teknoloji Târih kongresi bildirileri); cild-5, sh. 71
 2) “Article on the Saljug Shifahânesi in Anatolia” (Şerare Yetkin, Cultwa Turcica-Ankara); cild-1, sh. 1
 3) “15 ve 16. yüzyılda Türk-İslâm Hastahâne Yapıları ve Bunların Dünyâ Çapındaki Önemi” (Arslan Terzioğlu II Uluslararası Türk ve İslâm bilim ve teknolojisi Târihi kongresi. Çağrılı bildiriler ve kongre faaliyetleri); cild-3, sh. 155
 4) “Selçuklu Hastahâneleri ve Avrupa Kültürüne Te’sirleri” (Arslan Terzioğlu-Malazgird Armağanı, Ankara-1972); sh. 61
 5) Selçuklu Tabâbeti (Dr. Süheyl Ünver, Ankara-1940)

23 Mayıs 2015 Cumartesi

HAYALİ


Fâtih Sultan Mehmed Han devri âlimlerinden. İsmi, Ahmed bin Mûsâ, lakabı Şemseddîn’dir. İznikli olup doğum târihi bilinmemektedir. Molla Hayâlî lakabı ile meşhur oldu. Kendisine bu lakabın verilmesi, inceden inceye mütâlâa yapıp nazikâne ders vermesi sebebiyle olduğu bildirilmektedir. 1481 (H. 886) târihinde 33 yaşında iken İznik’de vefât etti. Bursa’da Zeynîler denilen mahalde mudfûndur. Kabrini sultan İkinci Abdülhamîd Han’ın yakınlarından Hacı Ali Efendi yaptırmıştır.
İlk tahsilini kâdı olan babasından yaptı. Sonra Bursa Sultâniyyesi’nde müderris olan Hızır Bey’in talebesi, muavini ve dâmâdı oldu. Aklî ve nakli ilimlerde parmakla gösterilir hâle geldi, önce Filibe Medresesi’ne müderris tâyin edildi. Daha sonra hacca gidip, hac dönüşü Hatîbzâde’nin vefâtı üzerine onun yerine Fâtih Sultan Mehmed Han’ın fermânıyla İznik Medresesi’ne tâyin edildi. Çok talebe yetiştirdi.
Tasavvufta Zeyniyye koluna bağlı idi. Tasavvuf marifetlerine hocası Şeyh Abdurrahîm Merzifonî vâsıtası ile kavuştu. Hep ilim ve ibâdetle meşgul oldu. Az yer, az uyurdu. İki sene hizmetinde bulunup pek çok istifâde eden talebesi Mevlânâ Gıyâseddîn; “Hocam Hayalî dâima ilim ve ibâdetle meşgul olur, ancak ilimden bahsedildiğinde konuşurdu” demektedir.
Hayâli Şemseddîn Efendi çok kıymetli eserler yazdı. Bunlardan bâzıları şunlardır:
1- Şerh-i Akâid haşiyesi: Akâid-i Nesefiyye’nin şerhine yaptığı çok güzel bir haşiyedir. Fâtih Sultan Mehmed Han’ın; “Molla Hayâlî o kimse değil midir ki, Şerh-i Akâid’e yazdığı hâşiyesiyle ismini duyurmuştur” dediği meşhurdur. Zamanın zekî talebeleri, kelâm dersinin imtihanını bu kitabı okuyarak vermişlerdir. Bu kitap, asırlarca Osmanlı medreselerinde ders kitabı olarak okutulmuştur. 2- Hâşiye-i Tecrîd haşiyesi, 3- Şerh-i Kasîde-i Nûniyye: İstanbul’un ilk kâdısı Hızır Bey Çelebi’nin akâid ilmine dâir yazdığı kasîde-i Nûniyye’sine olan şerhdir. 4- Şerh-i Adûd haşiyesi,5- Şerh-i Mekâsıd için olan ta’likası, 6- Vikaye haşiyesi, 7-Sadrüşşerîa haşiyesi.
Aynı zamanda şairlik yönü de bulunan Hayâlî, sultan Murâd Han’ın vefâtı üzerine şöyle söylemiştir:
Şeh-i Gâzî Murâd bin Muhammed
Ki cümle Rûm-u Şâm olmuş idi râm
Güzel kıldı (ayrıldı) cihândan âna târih
Mülk ü eshâb-ı Cennette makâm.
Osmanlı devri âlimlerinden Abdülvehhâb bin Abdülkerîm Efendi de Hayâlî diye meşhur olmuştur. Hayâlî Abdülvehhâb Efendi, ilimde yükselip kâdılık hizmetlerinde bulundu. Yavuz Sultan Selîm Han zamanında defterdârlık hizmetleriyle Sultan’ın takdîrini kazandı. Kânûnî Sultan Süleymân Han’ın pâdişâhlığının ilk zamanlarında 1523 (H. 930) yılında İzmir kâdısı iken vefât etti. İlmî üstünlüğü yanında şairliği de olan Abdülvehhâb Efendi, tasavvur ve hayâl gücü fazla olduğu için, şiirlerinde Hayâlî mahlasını kullanmıştır. Leylâ ve Mecnûn adlı manzum eseri meşhurdur.
Üçüncü bir Hayâlî daha vardır ki, bu meşhur velî İbrâhim Gülşenî’nin (rahmetullahi aleyh) oğlu olan Emîr Ahmed Hayâlî’dir. 1556 yılında Mısır’da vefât etmiştir. Müretteb bir dîvânı vardır (Bkz. İbrâhim Gülşenî).
Diğer bir Hayâli de, Vardar Yenicesi’nde doğmuş, Kânûnî devri şâirlerinin meşhurlarından olmuştur. Dîvân’ı 1945’de neşredilmiştir.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Tezkiret-üş-şuarâ (Kınalızâde Hasan Çelebi)
 2) Tezkire-i şuarâ-yı Âmid (Ali Emîri, 1910)
 3) Mecellet-ün-nisâb (Müstakimzâde Süleymân Sa’deddîn Efendi)
 4) Güldeste-i riyâz-ı İrfân (Beliğ İsmâil, Bursa-1855)
 5) Hayâlî Bey Divânı (Ali Nihat Tarlan, 1945)

16 Mayıs 2015 Cumartesi

EVLİYA ÇELEBİ


Seyahatname’si ile meşhur bir Türk yazarı ve seyyahı. 1611 senesi Mart ayının yirmi beşinde İstanbul’un Unkapanı semtinde doğdu. Aslen Kütahyalı olan ailesi, fetihten sonra İstanbul’a yerleşmiştir. Devrin büyük imâmlarından Evliyâ Mehmed Efendi’ye çok hürmet duyduğu için babası ismini evliyâ koydu. Babası, saray-ı hümâyûn kuyumcubaşısı Derviş Mehmed Zillî Efendi’dir. Kuyumculuktan başka devrin güzel san’atlarında da söz sahibi idi.
İlk tahsilini sıbyan mektebinde yapan Evliyâ Çelebi, sonra Unkapanı Fil yokuşundaki Hamîd Efendi Medresesi’nde Hüseyin Efendi ile Ahfes Efendi’den yedi sene ders aldı. Bu arada Sâdizâde Dârülkurrâsı’na giderek Kur’ân-ı kerîmi hıfza çalıştı. Ayrıca babasından hat, nakış, tezhîb gibi güzel san’atları öğrendi. 1635 senesinde, teyzezadesi silahdâr Melek Ahmed Ağa vasıtasıyla Ayasofya Câmii’nde sultan dördüncü Murâd Han’a takdim edilen Evliyâ Celebi, yüksek seviyede devlet adamları ile ilim erbabının ve askerî şahsiyetlerin yetiştiği kaynakların en büyüklerinden biri olan Enderûn’a alınarak, Kilerli koğuşuna verildi. Burada dört sene kaldıktan sonra kırk akçe ile sipahi zümresine katılarak enderûndan ayrıldı.
Evliya Çelebi, yaşadığı çevrenin de etkisi ile genç yaşta seyahat etmek, yeryüzünde yaşıyan çeşitli toplulukları, kurulan medeniyetleri ve mîmârî eserlerini tanımak hevesine kapıldı. Babasının Kânûnî devrinden kalma, güngörmüş bir kişi olması, hepsi hoş sohbet kimseler olan babasının arkadaşlarının anlattığı şeyler, zâten insanları ve yeryüzünü tanımaya meraklı olan Evliyâ’yı, gezmeye, görmeye, tanımaya daha da heveslendirdi. Bir süre bu fikri nasıl gerçekleştirebileceğini düşündüğünü; “Peder, mâder, üstâd ve birader kahırlarından nice halâs olup, cihânkeş olurum” sözleriyle belirten Evliyâ Çelebi, Aşure gecesi rüyasında, Yemiş iskelesindeki Ahî Çelebi Câmii’nde kalabalık bir cemâat içerisinde Peygamber efendimizi gördü. Huzuruna varınca; “Şefaat yâ Resûlallah!” diyecek yerde heyecanlanarak; “Seyâhat yâ Resûlallah” demesi üzerine, Peygamber efendimiz tebessüm buyurup, bu gence hem şefaatini müjdelemiş, hem de seyâhate izin vermişti. O cemiyette bulunan Sa’d bin Ebî Vakkâs da gezdiği yerleri ve gördüklerini yazmasını tavsiye etmişti. Uykudan uyanınca ilk iş olarak rüyasını devrin meşhur yorumcularından, Kasımpaşa Mevlevîhânesi şeyhi Abdullah Dede’ye anlattı. Abdullah Dede, rüyayı güzelce yorumladıktan sonra; “İbtidâ bizim İstanbul’cağızı tahrîr eyle” tavsiyesinde bulundu. Evliyâ Çelebi ilk faaliyeti olan İstanbul gezileri neticesinde başlıbaşına bir İstanbul târihi sayılabilecek Seyâhatnâme’nin birinci cildini yazdı.
Babası, Evliyâ Çelebi’nin seyahat fikrine uzun süre karşı çıkarak izin vermedi. Fakat 1640’da Evliyâ Çelebi, eski dostu Okçuzâde Ahmed Çelebi ile gizlice Bursa’ya gitti. Bir ay süren bu yolculuktan dönüşünde artık onu tutamıyacağını anlayan babası, seyahate çıkmasına mâni olmadı. Bunun üzerine önce Trabzon ve Kırım’a gitti. Azak kalesinin fethinde bulundu. 1645’de İstanbul’a döndü. Yûsuf Paşa ile Hanya seferine katılan Evliyâ Çelebi, bir sene sonra Defterdârzâde Mehmed Paşa’nın müezzin ve musahibi olarak Erzurum’a gitti. Anadolu’nun büyük kısmını dolaştı ve Tiflis ile Bakü’ye kadar uzandı. Defterdârzâde’nin Şuşık beyi üzerine yaptığı sefere de katılan Evliyâ Çelebi, Azerbaycan ve Gürcistan’ı görmek fırsatını buldu. Gürcistan seferinde bulunduktan sonra 1647 kışını Erzurum’da geçirdi. Bu sırada devlet, Vardar Ali Paşa isyânına karşı gerekli işlerle uğraşırken, Anadolu’daki paşalarla anlaşmaya çalışan Defterdârzâde, Evliyâ Çelebi’yi kuvvet toplamak ve mektup getirip götürmekle görevlendirdi. Bir süre sonra İstanbul’a dönen Çelebi, Şam beylerbeyi Mustafa Paşa ile Suriye’ye gitti.
1650’de akrabası Melek Ahmed Paşa’nın sadrâzam olması üzerine Evliyâ Çelebi’nin eline pek çok yeri gezme fırsatı geçti. Celâlîleri cezalandırmak üzere ordu ile Söğüt’e gitti. Melek Ahmed Paşa sadrâzamlıktan alınıp Özi beylerbeyliğine tâyin edilince, onun ilk Rumeli seyahati başladı. Seyahate, bâzan Melek Ahmed Paşa ile bâzan da yalnız çıktı. Bu seyahatte iken Rusçuk’tan İstanbul’a mektup götürdü. Silistre’ye gitti, Özi eyâletinin kasaba ve köylerini dolaştı. Baba dağı köylerinde gördüklerini yazdı. Sofya’da bulundu. Vasvar andlaşmasından sonra elçi olan Kara Mehmed Paşa’nın maiyyetinde Viyana’ya gitti. Bu sırada Danimarka, Hollanda ve İspanya’yı gezdi. 1668’de İstanbul’dan çıkıp kara yolu ile Batı Trakya, Makedonya ve Teselya’ya oradan Mora sahillerine geçti. Kandiye’nin fethinde bulunmak üzere Girit adasına geldi. Mayna isyânının çıkması üzerine yeniden Mora’ya dönüp, Adriye sahillerini gezdi. 1671 senesinde hacca gitmek üzere yola çıktı. Batı Anadolu kıyılarını, bâzı Ege adalarını ve Anteb’i gezip görerek Mekke’ye vardı ve bâzı yakın eyâletler ile ülkeler hakkında bilgiler topladı. Mekke’de sekiz-dokuz sene kaldıktan sonra Salihli’ye geldi ve bu onun son seferi oldu.
Senelerce at üzerinde seyahat etmesi, cirit oynaması, iyi silâh kullanması, Evliyâ Çelebi’nin çevik ve sıhhatli bir yapıya sâhib olmasını sağladı. Evlenmeyen Evliyâ Çelebi zengin ve köklü bir aileye mensûb olup, gezi sâyesiyle gittiği çeşitli yerlerde vazîfeler aldı. Katıldığı pek çok savaştan aldığı ganimetler ve verilen hediyeler ile gezdiği yerlerde yaptığı ticâretten elde ettiği paralar rahat bir hayât sürdürmesini sağladı. Kat’i olarak bilinmemekle birlikte, 1682 senesi vefât ettiği tahmin edilmektedir. Şakacı bir mizaca sâhib olduğu, gördüğü yerlerde adına mezar taşları yazdırarak diktirdiği de bilinmektedir.
Evliya Çelebi gerek pâdişâhlar ve gerekse diğer ileri gelen devlet erkânıyla yakın ahbablık kurmuş olmasına rağmen, hiç bir makam-mevkî hırsına kapılmadı. Ömrünü gezip görmek, yeni İnsanlar ve beldeler tanımak, onlar hakkında bilgiler edinmekle geçirdi. Pek çok kimsenin yanında, maiyetinde bulunduğu insanlarla hoş geçinmek gibi zor bir işi başaran bu meşhur seyyah; uysal yaradılışlı, zekâsı, nüktedanlığı ve kültürü sayesinde meclislerin neş’esi olup, her yerde aranan pek sevimli bir zâttı. Bütün samimiliğine ve hoşgörüsüne rağmen gördüğü uygunsuzlukları, açık bir dille tenkîd etmekten çekinmezdi.
Evliya Çelebi, gördüğü yerleri ve hâdiseleri dikkatle gözden geçirir, yerlerin târihini, hâdiselerin sebeblerini anlamaya çalışır ve elde ettiği bilgileri mümkün olduğu kadar merak uyandırıcı bir ifâdeyle anlatırdı. Seyahatnamesini eksik bırakmamak için bâzan görmediği yer ve hâdiseleri de, ya başkalarından öğrenerek yâhud eski târih ve coğrafya kitaplarından okuyup bilgi elde ettikten sonra hayâlinden görmüş gibi yazarak, eserinin her bakımdan yeterli olmasına gayret sarfetmiştir. Ömrünün elli senesini bu gezilere hasretmişti.
Evliya Çelebi’nin kendinden sonrakilere bilhassa târih ve coğrafya alanında büyük hazîne olarak bıraktığı Seyâhatnâme’nin aslı on cilddir. İstanbul kütüphânelerinde beş ayrı yazma nüshası vardır. Dil bakımından dikkat çeken eserin imlâsında tutarsızlık görülür. Bu tutarsızlık, her memleketin ağzına göre kaleme alınmasından ileri gelmektedir. Eser bu açıdan ele alınınca büyük bir diyalektik malzeme olarak ortaya çıkar.
Eserin birinci cildinde; İstanbul’un târihi, kuşatmaları ve fethi, İstanbul’daki mübarek makamlar, câmiler, sultan Süleymân kanunnâmesi, Anadolu ve Rumeli’nin mülkî taksîmâtı, çeşitli kimselerin yaptırdığı câmi, medrese, mescid, türbe, tekke, imâret, hastahâne, konak, kervansaray, sebilhâne, hamamlar... Fâtih Sultan Mehmed zamanından îtibâren yetişen vezirler, âlimler, nişancılar, İstanbul esnafı ve san’atkârları yer almaktadır.
İkinci cildde; Mudanya ve Bursa, Osmanlı Devleti’nin kuruluşu, İstanbul’un fethinden önceki Osmanlı sultanları, Bursa’nın âlimleri, vezirleri ve şâirleri, Trabzon ve havalisi, Gürcistan dolayları, üçüncü cildde; Üsküdar’dan Şam’a kadar yol boyunca bütün şehir ve kasabalar, Niğbolu, Silistre, Filibe, Edirne, Sofya ve Şumnu şehirleri hakkında geniş bilgiler, dördüncü cildde; İstanbul’dan Van’a kadar yol üzerindeki bütün şehir ve kasabalar, Evliyâ Çelebi’nin elçi olarak İran’a gidişi İran ve Irak hakkında bilgiler, beşinci cildde; Tokat sonra Rumeli, Sarıkamış’tan Avrupa’ya kadar çeşitli ülke ve eyâletler, altıncı cildde; Macaristan ve Almanya, yedinci cildde; Avusturya, Kırım, Dağıstan, Çerkezistan, Kıpçak diyarı, Ejderhan havalisi, sekizinci cildde; Kırım ve Girit olayları, Selanik ve Rumeli’deki hâdiseler, dokuzuncu cildde; İstanbul’dan Mekke ve Medîne’ye kadar yol üzerindeki bütün şehir ve kasabalar, evliyâ menkıbeleri ile Mekke ve Medine hakkında geniş bilgiler, onuncu cildde ise; Mısır ve havalisi yer almaktadır.
Seyahatname ilk olarak 1848’de Kahire Bulak matbaasında Müntehâbât-ı Evliyâ Çelebi adıyla yayınlanmıştır. İkdam Gazetesi sahibi Ahmed Cevdet Bey ile Necib Âsım Bey, Pertev Paşa Kütüphânesindeki nüshayı esas alarak 1896 senesinde İstanbul’da basmaya başladılar. 1902 senesine kadar ancak ilk altı cildi yayınlanabilmiştir. Yedinci ve sekizinci cildleri 1928’de Türk Târih encümeni tarafından, dokuz ve onuncu cildleri ise, 1938’de Millî Eğitim Bakanlığı tarafından yayınlanmıştır. Daha sonraları ise eser ya kısaltılarak veya seçmeler yapılarak çeşitli araştırmacılar tarafından yayınlanmıştır.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Büyük Türk Klâsikleri; cild-5, sh. 392
 2) Resimli Türk Edebiyatı Târihi; cild-2, sh. 688
 3) Rehber Ansiklopedisi; cild-5, sh. 249
 4) Osmanlı Târih Deyimleri ve Terimleri sözlüğü; cild-1, sh. 573

8 Mayıs 2015 Cuma

NİŞANCI


Osmanlı devlet teşkilâtında dîvân-ı hümâyûn üyelerinden olup, pâdişâh adına yazılacak fermanlara, berâtlara, nâmelere hükümdarın imzası demek olan tuğrayı çekmekle görevli olan me’mur. Bâzı târihî kaynaklarda muvakki, tevkiî ve tuğrâî isimleriyle anılır. Pâdişâhın emri bulunan ve baş tarafında tuğra çekilmiş olan vesîkalar, Osmanlı teşkîlât dilinde, nişân-ı şerîf-i sultânı, nişân-ı hümâyûn, tuğrâ-yı garrâ-i hâkânî, tevkî-i hümâyûn gibi isimlerle anılırdı. Ancak, bunlara nişan denmesi daha yaygındı. Ayrıca on sekizinci yüzyılın başına kadar nişancılar, devlet tarafından yeni çıkarılan kânunların İslâm hukukuna uygunluğunu kontrol ettiklerinden, kendilerine müftî-i kânun da denirdi. Ayrıca devlet arazi kayıtlarını ihtiva eden tahrir defterlerindeki düzeltmeler ve değiştirmeler de önemli vazîfeleri arasındadır.
Hazret-i Ömer, istidaları (dilekçeleri) bizzat kendisi cevaplandırırdı. Bir defasında Amr bin Âs’a (r. anh); “Emirin senin hakkında nasıl olmasını istiyorsan, sen de halk hakkında öyle ol!” diye yazmıştı.
Abbasîler devrinde tevkî’yazılması için dîvân-ül-inşâ denilen dâire kurulmuştur. Bu dâire Büyük Selçuklu Devleti’nde tuğra kelimesi kullanılarak dîvân-ı tuğra ismini almıştır. Türkiye Selçuklu Devleti’nde büyük dîvânda bulunan ve arazi defterlerine bakan ve dirlik tevcih beratlarını hazırlayan dâire başkanına pervaneci denilmiştir.
Orhan Gâzi zamanında pâdişâha âid berat ve tuğraların mevcudiyetinden, nişancı denen görevlinin bu târihten îtibâren var olduğu anlaşılmaktadır. Osmanlı târihinde tesbit edilebilen ilk nişancı olan meşhur İslâm âlimi Cezerî’nin oğlu Muhammed Asgar’dan îtibâren bu me’mûriyette vazîfe yapan bütün nişancılar, devletin nizamlarına, teşkilâtına ve müesseselerine dâir kânunların toplanıp neşredilmesinde başlıca rolü oynadılar. Leyszâde Mehmed bin Mustafa, Fâtih Kanunnâmesi diye bilinen kânunnâme-i Âl-i Osman’ın bir araya getirilmesinde ve yazılmasında en büyük pay sâhiplerindendir. Nişancılık vazifesinde bulunanların, teşkilâtın işleyişine dâir bir hizmetleri de, dîvândan çıkan fermanların tertîb, imlâ ve inşâ hususunda koydukları kaidelerdir. Konulan bu kaideler, haleflerince de aynen tatbik edilmiştir. Bununla beraber, meselâ Tâcizâde Cafer Çelebi, Koca Nişancı Celâlzâde Mustafa Çelebi, Ramazanzâde’nin kendilerine mahsus ferman ve meşhur yazış tarzları vardır.
Nişancılar, on altıncı asır başlarına kadar ilmiye sınıfı arasından ve inşâsı yâni kalemi (yazma san’atı) kuvvetli olanlardan seçilirdi. Fâtih Kânunnâmesi’ne göre nişancıların dâhil müderrisleriyle Sahn-ı semân müderrislerinden tâyin edilmeleri kânundu. On altıncı asrın başlarından îtibâren dîvân kalemi hey’eti arasında yetişmiş olanlardan nişancılık yapabilecek reîsülküttâb varsa, onlar nişancı olurlar, bulunmazsa müderrisler arasından seçilirlerdi. Nişancıların tâyininde kendi me’mûriyetlerine âit berat verilmez, pâdişâhın şifahî iradesiyle tâyin edilirlerdi. Çünkü bunlar bizâtihî îtimâda lâyık addedilmişlerdi. On altı ve on yedinci asır kanunnâmelerinde nişancının vazifeleri kaydedilmektedir. Bunlara göre; nişancı tuğra-i şerîf hizmetiyle me’murdur. Önce nişancı dâiresinde kânunla ilgili hüküm yazılırdı. Mümeyyizi (müsveddeyi yazan kâtip) tashîh ettikten sonra nişancı tuğralarını çekerdi. Nişancılar Arapça ve Farsça olarak İslâm devletlerinden gelen nâmeleri tercüme ederek sadrâzama takdim ederlerdi.
Nişancılar yalnız kendi dâirelerinde tuğra çekmeyip, dîvân-ı hümâyûnda da tuğra çekerlerdi. İşleri fazla olursa kubbe vezirlerinden en kıdemsizi kendisine yardım ederdi.
On altıncı yüzyılda nişancı, dîvân kaleminin şefi olup, reîsülküttâb ile defter emîni onun maiyyetinde bulunurdu. Nişancılar protokolde sadrâzamın sağında, vezirlerin alt yanında yer alırdı. Rütbesi vezir olan nişancı, baş defterdârdan önceydi, vezîr değilse, derece bakımından sonra gelirdi. Nişancı, Dîvân-ı hümâyûn üyesi olmasına rağmen vezir rütbesine sahip olmadıkça, kânuna göre arz günleri pâdişâhın huzuruna kabul edilmezlerdi.
Devlet teşkilâtında önemli yeri olan nişancıların, kendilerine mahsus kıyafetleri vardı. On yedinci asır sonlarında kaleme alınmış olan Tevkiî Abdurrahmân Paşa kanunnâmesinde, nişancılara mahsus olan kıyafet şöyle tarif edilmektedir: Mücevveze sarık sarar, saf (yün) üstlük, lokmalı kutnî (pamuk) iç kaftanı ve orta abayı giyer. Ayrıca bu kanunnâmede nişancıların 400 akçelik hasları olduğu ve sadrâzamla her zaman görüşebildikleri yazılıdır.
On sekizinci yüzyıla kadar önemini muhafaza eden bu me’muriyetîn îtibârı sonradan azaldı. On sekizinci yüzyıl sonlarında vazîfeleri yalnız sadrâzamların mührünü basmaktan ibaret oldu. 1836 yılında kaldırılan nişancılığın görevi, defter eminliğine verildi. Mühim fermanların üzerine tuğralar, Bâb-ı âlî (Bkz. Bâb-i âlî); diğerleri defter emîni tarafından vazifelendirilen me’murlarca çekildi. 1838’de defter eminliği ile Bâb-ı âlî tuğranüvisliği (tuğra yazıcılığı), Bâb-ı âlî’de bulunan bir me’mura verildi.
Tanzîmât’tan sonra nişancılığın vazifeleri bir kaç me’mûriyete dağıtıldı. Aslî vazîfeleri mâbeyn başkâtipliği ile hâriciye nâzırlığına devredilirken, ikinci derecedeki vazîfeleri mâliye ve defter-i hâkânî dâirelerinde görülmeye başlandı.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Osmanlı Târihi Lügati; sh. 336
2) Osmanlı Devleti’nin Merkez ve Bahriye Teşkilâtı; sh. 214
3) Osmanlı Târih Deyimleri; cild-2, sh. 697
4) Rehber Ansiklopedisi; cild-13, sh. 135

7 Mayıs 2015 Perşembe

HÜRREM SULTAN


Kanuni Sultan Süleymân Hân’in zevcesi. Osmanlı târihinde Haseki ve Hurrem Sultan ismiyle meşhur oldu. Doğum yeri ve tarihi bilinmemektedir. 1558 târihinde İstanbul’da vefât etti. Süleymâniye Câmii avlusuna defnedildi. Kânûnî sonradan bu sâdık zevcesinin kabri üzerine bir türbe yaptırdı. Türbe, Mîmâr Sinân’ın eseri olup, içi muhteşem çinilerle süslüdür. Kubbeye yakın yerlerinde âyet-i kerîmeler yazılıdır.
Hurrem Sultan’ın hayâtının ilk safhalarına ve saray-ı hümâyûna getirilmesine dâir çeşitli rivayetler vardır. Sarayda İslâm âdet ve terbiyesi ile yetişti. Her zaman şen ve güler yüzlü olmasından dolayı Hurrem veya Hurrem Şah adı verildi. Kânûnî Sultan Süleymân Hân’a zevce (eş) oldu. Aklı, zekâsı ve sadâkati ile tanındı, ilk çocuğu şehzâde Mehmed olup Kânûnî’nin tahta çıkmasından bir yıl sonra dünyâya gelmiştir. Mihrimah Sultan, şehzâde Selîm ve Bâyezîd diğer çocuklarıdır. Bunlar kendisinden sonra vefât etmişlerdir. Mihrimah Sultan, Rüstem Paşa ile evlendirildi.
Hurrem Sultan, Edirne’de hastalanmasından sonra kendisini daha çok hayır işlerine verdi. Aksaray’da o zaman Avrat pazarı, bugün Haseki denilen semtte kubbeli bir câmi ile şadırvan, yanında imâret, medrese, dârüşşifâ ve mektep yaptırdı. Medrese, 1539 (H. 946) da yapıldı. Şimdi Belediyenin polikliniği olarak kullanılan dârüşşifâ da 1550 (H. 957) de yapıldı. Bundan başka Mekke ve Medîne-i münevverede birer imâret yaptırdı. Edirne’ye su getirtti ve bunları muhtelif çeşmelerden akıttı. Cisr-i Mustafa Paşa’da Kervansaray, câmi ve imâret yaptırdı. Bunlara kocası Kânûnî Sultan Süleymân’ın kendisine temlîk ettiği emlâkini vakfederek adını hayırla târihe yazdırdı. Kânûnî de bu sâdık zevcesi için, hayâtının sonuna kadar hayırlar ve vakıflar yaptırmıştır.
Dîvân şiiri kültürüne sâhib olan Hurrem Sultan ayrıca şâirdir. Şiirleri daha ziyâde Kânûnî’ye yazdığı mektuplarda görülür.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Pâdişâhların Kadınları ve Kızları; sh. 34
 2) Resimli Türk Edebiyatı Târihi; cild-1, sh. 568
 3) Harem’den Mektûblar; sh. 80
 4) Hurrem Sultan’ın son seneleri (A. Refik, Yeni Mecmua; sayı 32, sene-1918) sh. 108
 5) Münşeât-üs-selâtîn; cild-2, sh. 65
 6) Hadîkat-ül-cevâmî; cild-1, sh. 101

6 Mayıs 2015 Çarşamba

İBRAHİM HAKKI


Anadolu’da yetişen evliyânın büyüklerinden. Astronomi ve tıb âlimi. İsmi, İbrâhim Hakkı’dır. 1703 (H. 1115) târihinde Erzurum’un Hasankale kasabasında doğdu. Babası Osman Efendi olup, evliyâdan bir zât idi. Annesi Hanîfe Hâtûn da Peyamber efendimizin soyundandır. 1781 (H. 1195) târihinde Siirt’in Tillo kasabasında vefât etti. Hocası İsmâil Fakîrullah’ın yanına defnedildi. Kabri ziyaret mahallidir.
İbrâhim Hakkı küçük yaşta annesini kaybetti. Babası onu amcasına emânet edip, kendisi Tillo’daki ilim ve feyz menbâı, Allahü teâlânın evliyâsı, Kâdirî yolu büyüklerinden İsmâil Fakîrullah’ın dergâhına gitti. Dokuz yaşında, amcası Molla Ali Efendi tarafından babasının isteği üzerine Tillo’ya götürüldü. İbrâhim Hakkı, babasına kavuşmasını şöyle anlatır: “Bir ikindi vakti Tillo’ya girdik. Dergâha vardığımızda babam ile hocası namaz kılıyorlardı. İsmâil Fakîrullah’ı görünce, heybet ve olgunluğuna hayran kaldım. Gönlümü ona kaptırdım. Babam beni odasına götürdü. Şefkat ile terbiye etmeye başladı.”
İbrâhim Hakkı ilk tahsilini babasında yaptı. Tefsîr, hadîs, fıkıh gibi zahirî ilim dallarında yetişti. Baba dostu Molla Muhammed Sıhrânî’den astronomi, matematik ve diğer fen bilgilerini öğrendi. İsmâil Fakîrullah’ın (rahmetullahi aleyh) teveccüh ve iltifatına kavuşup manevî terbiyesine girdi.
İbrâhim Hakkı, babası vefât edince hocasının emriyle Erzurum’a gitti. Amcalarının da teşvîkleriyle sekiz sene ilim tahsîl etti. Erzurum müftîsi Hâzık Muhammed’den okudu. Yirmi beş yaşında tahsilini tamamlayıp muhabbet ateşiyle yandığı hocası İsmâil Fakîrullah’ın huzuruna döndü.
Tillo’da hocasının büyük oğlu Abdülkâdir Efendi’nin kızı Fâtımâ Azîze hanımefendi ile evlendi. Hocasına akraba oldu. Tillo’da on beş sene hocasına hizmet ile şereflenip icazet aldı. Hocası; “Molla İbrâhim! Ben babamdan, o da dedemden bütün ilimleri okutmaya me’zunuz. Din ilimlerini öğretmeye seni me’zun kıldım” demiştir. 1738’de Hicaz’a gidip hac yaptı. 1752’de İstanbul’a gitti. Sultan birinci Mahmûd Han tarafından davet edildi. Saray kütüphânesinde çalışmalar yaptı. Bir sene sonra telebe yetiştirmek için Abdurrahmân Gâzi dergâhına tâyin edilerek Erzurum’a geldi. 1755 senesinde tekrar İstanbul’a gitti. Sarayda dîvân kâtibi Ali Efendi başta olmak üzere pek çok kimselerle dost oldu. Sultan üçüncü Mustafa Han zamanında da Abdurrahmân Gâzi Dergâhı’nın berâtı yenilendi.
İbrâhim Hakkı hazretleri, 1764 târihinden sonra hocası İsmâil Fakîrullah’ın dergâhına yerleşip vefâtına kadar talebe yetiştirmek ve eser yazmakla meşgul oldu. Ömrünün sonlarında vasiyyetnâmesini yazdı. Sık sık hastalanması sebebiyle bizzat kendisi kitap yazmak ile uğraşamıyordu. Ancak yazdırmak suretiyle kalan ömrünü bereketlendirmek istediğinden, oğulları kâtipliğini yaptılar. Oğulları, İsmâil Fehim ve Muhammed Şâkir’dir. Kızları ise, Âişe ve Hanîfe hâtûndur.
İbrâhim Hakkı hazretleri tefsîr, hadîs, fıkıh gibi naklî ilimler yanında aklî ilimlerde de zamanın bir tanesi idi. Biyoloji, fizik, kimya, matematik ve astronomiye kadar, devrindeki bütün ilimlerle meşgul olmuş, ayın hareketlerini incelemiş, arz küresinin enlem ve boylamlarını belirtmiştir. Canlılar hakkında çeşitli teorilerileri süren Fransız doktoru Lemarc, İngiliz Ch. Darwin, Hollandalı Hügo de Vires gibi batılı ilim adamlarından çok önce canlılar hakkında, en basitinden en mükemmeli olan insana kadar düzgün bir tekâmül olduğunu yazmıştır. Bu konuyu ele alırken tekâmülde, arada görülen belli noktaları, husûsî özellikleri ve herbirinin hududlarını tesbit etmiş, canlıların hepsinin ayrı ayrı cinsler olduğunu ayrıca belirtmiştir.
Hayâtında hiç bir zaman okumayı ve okutmayı elden bırakmamış, ideâl insan tipi olarak arif insanı göstermiştir. Kendisi de bu ölçü içinde kalmıştır.
İbrâhim Hakkı hazretleri aynı zamanda hak âşığı şâir bir zât olup hikmetli şiirler söylemiştir.
Eserlerinden bâzıları şunlardır: 1- Tecvid kitabı: ilk yazdığı eseridir. 2-Tertîb-ül-ulûm, 3-Dîvân (İlâhînâme): Eserinde bir yılın günleri sayısınca gazel yazmıştır. 4- Mârifetnâme: Hasankale’de iken yazmaya başlamış, 1756 senesinde tamamlamıştır.
Kâinatın yaratılışını, bu yaratmanın dayandığı incelikleri, âlemleri birinci ana bölümde; tıb ilmini ve insan vücûdunu ikinci ana bölümde; insanın insan olarak ne yapması gerektiğini ve onun yücelmesini üçüncü ana bölümde; âdâb-ı muaşereti son bölümde işlemiştir. Eserin çeşitli yer ve zamanlarda baskıları yapılmış, Farsça ve Fransızca’ya tercüme edilmiştir.
5- İrfâniyye; Farsça olup bir hadîs-i şerif açıklanmaktadır. 6- İnsâniyye;Arapça olup içinde hocası Fakîrullah için yazdığı sekiz kasîde mevcuttur. Tasavvuf ilmi anlatılmaktadır. 7- Mecmu’at-ül-Me’ânî, 8- Lübb-ül-ulûm,9- Vuslat-nâme, 10- Türkçe-Arapça-Farsça sözlük. 11- Seâdetnâme,12- Vaslnâme, 13- Şükürnâme, 15- Meşârik, 15- Sefîne-i Nûh, 16-Kenz-ül Fütûh, 17- Defînet-ür-Rûh 18- Rûh-üş-şüyûh, 19- Ülfet-ül-Enâm, 20- Mahzen-ül-esrâr ve diğerleridir.
İbrâhim Hakkı hazretlerinin hikmetli sözlerinden bâzıları şunlardır:
Dil küçüktür, cürümü büyüktür.
Kalb bir reistir. Eğer o temiz olursa, maiyeti, bütün organlar ona itaat ederek temiz olurlar.
Bilmiyorum demek ilmin yarısıdır.
Güzel sözler, güleç yüzler, tatlı diller gönüllerde azîzdir.
İnsanın başına belâ getiren üç şey vardır: Şakalaşmak, alay etmek, saçma ve beyhude konuşmak.
Konuşma insanın terâzisidir. Fazlası ziyan, azı vakardır.
Dilini tutmayan gerçek îmânı bulamaz.
“Hak, şerleri hayr eyler,
Zannetmeki gayr eyler,
Ârif ânı seyr eyler,
Mevlâ görelim neyler,
Neylerse, güzel eyler...
Sen Hakka tevekkül kıl,
Tefviz et ve rahat bul,
Sabr eyle ve razı ol,
Mevlâ görelim neyler,
Neylerse, güzel eyler...
Kalbin ana berk eyle,
Tedbîrini terk eyle,
Takdirini derk eyle,
Mevlâ görelim neyler,
Neylerse, güzel eyler...
Hallâku Rahim oldur,
Rezzâku Kerîm oldur,
Fe’âl-ü Hakim oldur,
Mevlâ görelim neyler,
Neylerse, güzel eyler...
Bil kâdıy-ı hâcâtı
Kıl ana münâcâti,
Terk eyle mürâdâtı,
Mevlâ görelim neyler,
Neylerse, güzel eyler...
Bir iş üstüne düşme,
Olduysa inâd etme,
Haktandır o, red etme,
Mevlâ görelim neyler,
Neylerse, güzel eyler...
Hep işleri fâyıktır,
Birbirine lâyıktır,
Neylerse, muvafıktır,
Mevlâ görelim neyler,
Neyferse, güzel eyler...
Deme şu niçin şöyle.
Bir nicedir ol öyle,
Bak sonuna, sabr eyle,
Mevlâ görelim neyler,
Ney terse, güzel eyler...
Hiç kimseye hor bakma,
incitme, gönül yıkma,
Sen nefsine yan çıkma,
Mevlâ görelim neyler,
Neylerse, güzel eyler...
Hoş sabr-ı cemîlimdir,
Takdiri kefilimdir,
Allah ki vekîlimdir,
Mevlâ görelim neyler,
Neylerse, güzel eyler...
Her dilde O’nun adı,
Her canda O’nun yâdı,
Her kuladır imdadı,
Mevlâ görelim neyler,
Neylerse, güzel eyler...
Her dem onu zikreyle,
Zeyrekliği koy şöyle,
Hayrân-ı Hak ol, söyle,
Mevlâ görelim neyler,
Neylerse, güzel eyler...
Her sözde nasîhat var,
Her nesnede zîynet var,
Her işte ganîmet var,
Mevlâ görelim neyler,
Neylerse, güzel eyler...
Her söyleyeni dinle,
Ol söyleteni anla,
Hoş eyle, kabûl canla,
Mevlâ görelim neyler,
Neylerse, güzel eyler...
Vallahi güzel etmiş,
Billahi güzel etmiş,
Tallahi güzel etmiş,
Allah görelim netmiş,
Netmişse güzel etmiş...

KIZMAYINIZ!

İbrâhim Hakkı hazretleri bir din kardeşine yazdığı vasiyyet mektubunda özetle şöyle demektedir:
“Allah sevgisini tadabilmen için ilk vasiyyetim, Allah’tan korkmandır. Allahü teâlânın sana kâfi gelmesi için, O’na tevekkül eyle. Her işini Allahü teâlâya ısmarlamanı vasiyyet ederim. Hayvanı sıfatlardan kurtulman ve iyi sıfatlarla sıfatlanabilmen için, insanların eziyetlerine sabretmeni vasiyyet ederim. Kızmayınız. Allah’ın kullarına af ile muamele ediniz. Böylece Allahü teâlânın affının zevkini bulunuz. Ayıpları örtünüz, her mahlûka şefkatli olunuz ki, Allahü teâlâ da sizin aybınızı örtsün ve size merhamet etsin. Allahü teâlâya yönelmekten ve O’nunla huzurda olmaktan sizi alıkoyan Allah’ı unutmuş kimselerden uzak olunuz. Her hâlde, sırf Allah için sıdk ve hâlis niyet üzere olunuz ki, nefsin arzularına bakmıyasınız. Hakk’ın nazarından düşmemek için, halka nazarı kesiniz. Sözde, işte, zahirde, bâtında, Habîbullah’a sallallahü aleyhi ve sellem uyunuz. Uyunuz ki, Allah sizi sevsin. Uyunuz ki, size hidâyet versin”
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Mârifetnâme; sh. 561
 2) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; cild-16, sh. 362
 3) Rehber Ansiklopedisi; cild-8, sh. 43
 4) Kâmûs-ül-a’lâm; cild-1, sh. 567
 5) İbrâhim Hakkı Erzurûmî (Âmil Çelebioğlu, Ankara-1989)
 6) Büyük Türk Klasikleri; cild-7, sh. 226
 7) Hâtimet-ül-eş’âr (Fatin Efendi, İstanbul 1271); sh. 63
 8) Resimli Türk Edebiyatı; sh. 796