20 Haziran 2015 Cumartesi

AŞIK PAŞAZADE


On beşinci asır Osmanlı tarihçilerinden. İsmi, Ahmed bin Şeyh Yahyâ bin Selmân’dır. 1400 senesinde Amasya’nın Elvan Çelebi köyünde doğdu. Âşık Paşa’nın neslinden geldiği için Âşıkpaşazâde ismiyle tanınmıştır. Hayâtı hakkında fazla bir bilgiye kaynaklarda rastlanamamıştır. Kendi ismi ile anılan eserinden elde edilen bilgilere göre, Fetret devrinde, Çelebi sultan Mehmed Han’ın Mûsâ Çelebi’ye karşı gönderdiği orduya katıldı. Yolda hastalanarak Geyve’de ilk yazılı Osmanlı târihinin müellifi olan Yahşi Fakih’in evinde istirahat için kaldı. Bu istirahatı sırasında Yahşi Fakih’in eserini okuma fırsatını elde etti.
Yine târihinden anlaşıldığına göre, Âşıkpaşazâde Anadolu ve Rumeli’de bir çok seferlere katılmıştır. 1437 senesinde hac için çıktığı yolculukta Konya Sadreddîn-i Konevî Tekkesi’nde bulunan şeyh Abdullah Makdisî’deri manevî ilimleri öğrendi. Mısır’da Seyyid Ebü’l-Vefâ hazretlerinin derslerinde bulundu. 1438 senesinde hacdan döndükten sonra, Rumeli sancak beylerinden İshak Bey’in himayesine girdi ve Üsküp’e giderek birlikte akınlara katıldı. Aynı sene sultan İkinci Murâd Han’ın Macaristan seferinde bulundu ve sefer dönüşü Edirne’ye yerleşti. 1448 senesinde yapılan İkinci Kosova savaşına da iştirak eden Âşıkpaşazâde yaşlılığına rağmen muhârebe meydanında kahramanca ceng etmiştir.
1453 İstanbul fethinde zamanın evliyâsı ile birlikte hâzır bulundu. Fetihten sonra İstanbul’a yerleşerek talebe yetiştirmekle uğraştı. 1457’de Fâtih Sultan Mehmed Han’ın oğulları Bâyezîd ile Mustafa’nın Edirne’de yapılan sünnet merasiminde davetli olarak hazır bulundu ve Sultân’ın ihsânına nail oldu. Aynı sene Sultan’la birlikte Ballıbadra seferine katıldı. Seksen yaşından sonra, meşhur târih kitabını yazmaya başladı. Vefât târihi bilinmeyen Âşıkpaşazâde, doksan yaşlarında iken İstanbul’da vefât etti. Kabri, kuvvetli ihtimâle göre kendisinin yaptırdığı Âşıkpaşazâde Câmii’nin bahçesinde bulunmaktadır.
Âşıkpaşazâde’ye eserini yazma fikri, ilk defa Yahşî Fakih’in evinde geldi. Ankara savaşına kadar olan kısmı, Yahşî Fakih’in eserinden aktarmıştır. Geri kalan kısmı da bizzat duyup gördüğü şekilde yazmıştır. Eser ilk defa İstanbul Arkeoloji Müzesi kitaplığındaki nüsha esas alınarak 1914’de İstanbul’da yayınlandı. Daha sonra tenkitli ve on bir nüshası karşılaştırılarak 1928-29’da tekrar neşredildi.
Menâkıb adını verdiği târihi Âşıkpaşazâde Târihi ismiyle meşhurdur. Açık ve anlaşılır bir dille yazılan eserin, devrinin sosyal, psikolojik hayâtını, îmanlı ve mefkûreci ruhunu kuvvetle aksettiren bir hususiyeti vardır. Tertip ve üslûb bakımından devrinin hikâye ve siyer kitaplarına benzemektedir. Eserin muhtelif yerlerine sık sık ilâve edilen manzum parçalar, san’at bakımından değer taşımaz. Eserin en son baskısı H. Nihal Atsız tarafından yapılmıştır.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Âşıkpaşazâde Târihi (Âli Bey, İstanbul 1332)
 2) Resimli Türk Edebiyatı; cild-1, sh. 498
 3) Rehber Ansiklopedisi; cild-2, sh. 45
 4) Türk Klâsikleri; cild-2, sh. 308

HAMİDİYE ALAYLARI


Sultan İkinci Abdülhamîd Han tarafından Doğu Anadolu ile Filistin ve diğer bölgelerin sosyal, siyâsî ve iktisadî hayâtını düzenlemek için kurulan teşkilât.
1878 Berlin andlaşmasıyla, Balkanlardan Türkleri attıklarına veya atmak üzere olduklarına inanan Rusya, İngiltere ve Fransa gibi emperyalist devletler, Şark mes’elesini Osmanlı Devleti’nin Asya topraklarına kaydırmışlardı. Nitekim Berlin andlaşmasına koydurdukları 61. madde ile Anadolu’da ermeniler lehine reformlar yapılmasını Bâb-ı âlî’ye kabul ettirmişlerdi. Artık Avrupalı devletler için Şark mes’elesi, hıristiyan ermenileri kurtarmak ve Doğu Anadolu’da bir ermenistan devleti kurmak anlamına geliyordu.
Bu sırada Osmanlı Devleti’nin başında bulunan İkinci Abdülhamîd Han; Şark mes’elesi adı altında, devletin sınırları içinde tahrik edilen her buhranın ve isyânın arkasından, Avrupalı devletler tarafından istenilen reformların, hıristiyan tebea için, önce muhtariyet sonra istiklâl; Osmanlı Devleti için de zayıflama ve parçalanma anlamına geldiğini, yaşanan târihî tecrübeler vasıtasıyla gayet iyi biliyordu. Bu yüzdendir ki, İkinci Abdülhamîd Han bütün gücüyle ve mahâretiyle Doğu Anadolu’yu kurtarmak, orada bir ermenistan devletinin kuruluşunu engellemek, Rum ve İngiliz emperyalizminin hareket kabiliyetini azaltmak için çalışmıştır. Bunun için tâkib ettiği politikanın esasları şunlardır:
1- Devletin askerî ve mülkî otoritesini maddeten ve manen Doğu Anadolu’da te’sis etmek.
2- Bütün Anadolu halkının menfâatini koruyan reformlar yapmak; sâdece ermeniler lehine yapılacak olanları reddetmek.
3- Resmî kuvvet ve otoritenin yetersiz kaldığı yerlerde, mahallî kuvvet ve otoritelerden yararlanmak.
4- Doğu Anadolu’ya batı tarafdârı ve hayranı olan me’murları yollamamak.
5- Büyük devletlerin reform isteklerini geciktirmek ve uygulamamak.
6- Ermenilerin olup bittileri karşısında kalmamak için müslüman halkı, özellikle aşiretleri silâhlandırmak ve onları müteyakkız hâle getirmek.
7- Avrupalı misyonerlerin faaliyetlerini engellemek veya kontrol altında bulundurmak.
8- Ermenilerin çıkaracağı her türlü hâdiseye zamanında müdâhale etmek veya ettirmek.
9- Aşiretlerden askerî birlikler teşkil etmek.
Sultan Abdülhamîd, bilhassa bu son madde ile doğuda kurulacak askerî alayların çeşitli faydaları olacağını ümit etmekte idi. Doğu Anadolu’da asayişin bozulmasına sebeb olan aşiretler bu olaylar sayesinde hem inzibat altına alınmış, hem de ermeniler karşısında teşkilâtlandırılmış olacaktı. Ayrıca Rus ordularına karşı kullanılabilecekti. En mühimi ise, yabancı devletlerin aşiretler üzerindeki tahrik ve propagandası önlenmiş olacaktı.
Bu sırada Doğu Anadolu aşîretleri ise, 1877-78 Osmanlı-Rus savaşının ortaya çıkardığı otorite boşluğu sebebiyle birbirleriyle mücâdeleye girişmişlerdi. Ayrıca merkezî otoritenin temsilcileri olan mahallî otoriteyi de dinlemez bir hâle gelmişlerdi. İngiltere de aşiretlerin bu tutumunu teşvik etmek gayesiyle onları tahrik ve her türlü yardıma başladı. Nitekim 1878’de Hakkâri dolaylarındaki aşiretlerin reîsi Ubeydullah, İran’la Osmanlı Devleti arasındaki bölgede bağımsız hareket ediyor ve İngiltere’den destek alıyordu.
Tehlikeyi sezen İkinci Abdülhamîd Han, diğer aşîret reislerini kendine bağlama yolunu seçti ve Hakkâri’de toplanan aşîret reislerine çeşitli armağanlar, silâh, malzeme ve ayrıca aşîret askerlerinin eğitimi için 26 kadar emekli subay gönderdi. Daha sonra bunların aralarından Ahmed Ağa, İsmâil Bey, Şeyh Sıddık, Seyyid Ali ve Abdurrahmân Bey, sırasıyla Muş, Bitlis, Doğu Bâyezîd, Erzurum ve Hınıs’a giderek oradaki aşîretleri teşkilâtlandırma ve silâhlandırmaya çalıştılar. Aşîret reisleriyle iyi ilişkiler kurma politikasına bundan sonra da hızla devam eden sultan Abdülhamîd, ilâve olarak bunlardan muntazam süvari alayları meydana getirmek istedi. Nitekim 1890 yılında, hiç bir devlet nizâmı tanımayan aşîretleri medenîleştirmek, disiplin altına alarak eğitmek ve aralarındaki kavgalara son vererek bu yöndeki aksiyonu devlet menfâatine kullanmak üzere hamîdiye alaylarının kurulmasını emretti.
Dördüncü ordu kumandanı Müşir Zeki Paşa’nın da desteklediği bu projeye, paşaların büyük bir kısmı karşı çıktı. Buna rağmen Abdülhamîd Han, Zeki Paşa’yı bu işle görevlendirdi. Kendisine Erzincan’ı merkez seçen müşir Zeki Paşa, 1891 ilkbaharında faaliyete geçti. İlk iş olarak mirliva Mahmûd Paşa’yı Van, Malazgirt, Hınıs taraflarına gönderip aşiretlerden hamîdiye alayları teşkilini başlattı. Bu faaliyet beş yıl sürdü. 1896’da Erzincan, Dersim, Erzurum, Diyarbakır, Van, Malazgirt, Urfa ve Doğu’da daha bir çok yerde hamîdiye süvari alayı meydana getirildi. Bu dönemde sâdece Erzurum vilâyeti dâhilinde 8 adet alay kuruldu.
1891’de ilk olarak çıkarılan elli üç maddeden meydana gelen nizâmnâmede hamîdiye süvârî alaylarının nasıl kurulacağı ve özelliklerinin nasıl olacağı açıklanmıştır. Buna göre; bu alayların isimleri hamîdiye süvârî alaylarıdır. Bu alaylar, dört bölükten az, altı bölükten fazla olmayacaktır. Her bölük; dört takımdan, her takım da 32 neferden noksan, kırk sekiz neferden fazla olmayacaktır. Her alay en az 512, en fazla 1152 kişiden meydana gelecektir. Her dört alay bir liva sayılacak. Büyük aşiretlere bir veya birden fazla alay, küçük aşiretlere ise bir kaç bölük kurma hakkı verilecek. Ancak alay kurulması ve eğitim maksadıyla aşiretlerin birleştirilmesi önlenecek, merkezî otoritenin veya ordu kumandanlarının emri ile sâdece savaş zamanında birleştirilecekti. Aşiretlere ve kabîlelere dâhil, 17-40 yaş arasındaki bütün erkekler sayılıp, bir deftere yazılıp; dâhiliye nezâretine, hamîdiye umûm kumandanlığına ve merkez-i ordu-yı hümâyûna bildirilecekti. Hamîdiye, süvârî alaylarını teşkil eden erkekler üç kısma ayrılıyordu. 17-20 yaş arası ibtidâiye, 20-32 yaş arası nizamiye, 32-40 yaş arası redif sınıflarına dâhil edilecekti. Her alaydan iki çavuş ordu-yu hümâyûn merkezine gönderilip mektep alayında eğitime tâbi tutulacaktı. Ayrıca her alaydan bir çocuk seçilerek İstanbul’a gönderilecek, orada süvârî mektebinde tahsil gördükten sonra mülâzımlık (teğmen) rütbesiyle memleketine ve alayına dönecekti. Hamîdiye alayları, elbise, hayvan ve eğer takımlarını kendileri te’min edecekler ise de; tüfek, cephane ve sancak devlet tarafından verilecekti. Hamîdiye alayları mensubu her ferd, devletine ve milletine sadâkatle hizmet edeceğine dâir yemin edecek, efrâddan herhangi biri köyünde veya evinde bulunduğu zaman dahi başka bir ile giderken, bağlı bulunduğu aşîret reîsi ve zabitinden izin alacaktır.
Her ferd, mensubu olduğu aşîretin geleneklerine uygun fakat tek tip elbise giyecek, üzerinde hamîdiye alaylarının alâmetleri, işaret ve numarası bulunacaktır. Her alay mensubu bineceği atını ve takımları te’min etmekle mükelleftir. Atlarda mutlaka alayın damgası olacaktır.
Seraskerlik süvârî dâiresinin denetimi altında, hamîdiye süvari alaylarının bütün subay ve kumandanları alay mensublarından tâyin edilecek, silâh altında iken işlenen suçlarda askerî kânunlar uygulanacakdı. İctimâlarda (toplanma) emredilen yerlerde zamanında bulunmayanlara suç derecelerine göre cezalar verilecekti. Alay mensupları her türlü vergiden muaf olup, vazife anındaki zayiatlarını devlet ödeyecekti. Savaş ve barış durumlarına göre hamîdiye süvârî alaylarının subay ve erlerine verilecek maaş ve tâyin bedelleri, terfî, disiplin ve teftiş usûlleri ayrı ayrı tesbit edilmişti. Hamîdiye alaylarına efrâd yazmada hiç bir şekilde zor ve şiddet kulanılmayacak, her alaydan seçilen bir çocuktan başka isteyen her aşîret mensubu 16-18 yaş arası gençler İstanbul’da harbiye mektebinde üç yıllık süvârî sınıfını bitirerek hamîdiye alaylarına Asteğmen olarak katılabilecekti.
Belirtilen esaslarda kurulan hamîdiye alaylarına katılmak için her aşîret severek müracaat ettiğinden, hepsini alma imkânı olmuyordu. Hamîdiye alaylarının sayısı ilk zamanlar 50 civarında iken, zamanla 100’e yaklaştı. Alaylara katılmak için güneydeki Arab kabîleleri de müracaat ediyorlardı. Hatta 17 ve 18. asırlarda devlete karşı isyân eden ve zarar veren, Haleb civarındaki Şummar Arab kabîlesi de hamîdiye alayları teşkil etmişti. Hamîdiye alaylarına katıldıktan sonra zararlı durumdan çıkmış, Birinci Dünyâ savaşında güneydeki cephede büyük faydalar sağlamışlardı. Libya’da kurulan hamîdiye alayları da 1930’lara kadar İtalyanlara karşı mücâdele ettiler.
Söz konusu nizâmnâmenin hazırlanıp kabul edilmesiyle, müşir Zeki Paşa’nın nezâretinde hamîdiye alayları kuruldu. 1891’de pekçok aşîret reîsi İstanbul’a gelerek sultan İkinci Abdülhamîd Han’ı ziyaret ettiler ve bağlılıklarını arzettiler. Sultan İkinci Abdülhamîd Han da onların her birine armağanlar ve nişanlar vererek taltif etti. Böylece merkezî otorite ile aşîretler arasında önceden olmayan diyalog kuruldu. Fakat her şeye rağmen hamîdiye alaylarıyla dirlik düzenlik sağlamak kolay olmuyordu. Aşîret hayâtına alışmış insanlardan muntazam askeri birlikler meydana getirmek zordu. Bu durumları bilen sultan İkinci Abdülhamîd Han, aşîretlere karşı devamlı hoşgörü ve sabırla muamele edilmesini tavsiye etti. Hattâ irâdelerinin birinde; “Normal askeri birlikler gibi hareket etmeleri imkânsız ise de, hiç olmazsa bu sayede disiplin altına alınmış ve neticede günün îcâblarına göre, az da olsa, eğitilmiş olurlar” dedi.
Askerî yönden stratejik önemi hâiz yerlerde teşkil edilen hamidiye alaylarının her birine, bir tarafında Kur’ân-ı kerîmden bir âyet, diğer tarafında ise pâdişâh armasıyla işlenmiş kırmızı atlastan sancaklarla, beyaz ipek kumaşa yaldızla yazılmış fermanlar verildi. Zaman zaman Erzincan’a gelerek müşir Zeki Paşa’ya bağlılıklarını bildiren aşiret reisleri, 1893’de kalabalık bir grup hâlinde İstanbul’a giderek Pâdişâh tarafından kabul edildiler.
Hamîdiye alaylarıyla ilgili ilk nizâmnâmenin dört yıllık uygulamasından sonra elde edilen tecrübeler ışığında, 1896 yılı başlarında yeni nizâmnâme hazırlanarak yürürlüğe girdi. Birinciye göre daha ayrıntılı olan nizâmnâmede yeni hükümler yer aldı. Ayrıca alay ve bölük kadrolarının yetiştirilmesiyle ilgili yeni hükümler ve uygulamalar getirildi. Bütün askerî okulların kapısı aşiret çocuklarına açıldı. Aşiretleri devlete yakınlaştırmak ve devletle kaynaştırmak için aşiret mektebi açıldı ve pek çok aşiret çocukları yetiştirildi.
Hamîdiye alaylarının kurulmasıyla sultan İkinci Abdülhamîd Han’ın aşiret reisleri ve din adamlarıyla olan sıkı münâsebetleri neticesinde, merkezî otorite kuvvetlenerek çarlık Rusyasının Türkiye üzerindeki emelleri, İngiliz ve Fransızların, ermenileri kışkırtma yoluyla çıkarmak istedikleri olayların yanında, kan dâvası ve aşiret kavgalarının önüne geçildi. Îmâr faaliyetleri hızlanarak yeni te’sisler kurulup sosyal ve iktisadî gelişmelere sebeb oldu. İstanbul ile Diyarbekir arasında ve bölgede telgraf hatlarıyla diğer muhârebe vâsıtaları hamîdiye alayları vesilesiyle gelişti.
O günkü şartlarda Doğu Anadolu’nun ve diğer bölgelerin sosyal ve iktisâdı mes’elelerinin hâllinde çok büyük rolü olan hamîdiye alayları, siyâsî bakımdan emperyalist devletlerin ve azınlıkların hedefi hâline geldi. Çünkü bu güçler ve azınlıklar gayelerine ulaşabilmek yolunda sultan İkinci Abdülhamîd Han’ı ve hamîdiye alaylarını en büyük manî görüyorlardı. Sultan İkinci Abdulhamîd Han’ın tahttan indirilmesinden sonra, iktidara yerleşen İtihâd ve Terakkî, hamîdiye alaylarının teşkîlâtını lağv etti. Aşiret hafif süvârî alayları adıyla yeniden düzenlendi ve sayıları da azaltılarak 24 adede indirildi. Doğuda meydana gelen ermeni isyânlarında önemli faydası görülen bu alaylar, Balkan savaşında yerinden oynatılmadı.
1913 yılında, alaylar yeni bir teşkilâtlanma içerisine sokularak ihtiyat süvârî alayları adı altında iki fırka hâlinde merkezi Erzurum olan dokuzuncu kolorduya bağlandılar. Birinci Dünyâ harbinde doğuda dinç ve zinde olarak Ruslara karşı kahramanca çarpışan bu alaylar, pek çok kahramanlık gösterdiler ve Rus birliklerini ric’ate zorladılar. İran, Rus, İngiliz, Fransız ve ermeni saldırılarına karşı devletin yanında mücâdele veren bu alayların pek çok neferi, çarpışmalar esnasında şehîd düştü.

CEHÂLETİ YOK ETMEK, MAÂRİFDEN GEÇER

Onsekizinci ve Ondokuzuncu yüzyıllarda batılı devletler, Osmanlı Devleti dışındaki İslâm cemiyetlerini siyâsî ve ekonomik hâkimiyetleri altına almışlardı. Emperyalist batı tehlikesi Osmanlı Devleti’ni çepeçevre kuşatmıştı. Bu durum karşısında devletten diğer bâzı bölgelerin ayrılması mukadder gibi görülüyordu. Husûsiyle milliyetçilik propagandası etkisinde kalabilecek Osmanlı Devleti’nden uzak ve İngiliz menfâatlerinin büyük olduğu Araplarla meskûn bölgeler için tehlike mevcûddu. İşte sultan İkinci Abdülhamîd bu tehlikeleri önlemek ve aşiretlerin yoğun ve hâkim olduğu bölgeleri muhafaza etmek için bunların reislerinin ve ağalarının çocuklarını Osmanlı kültürüyle yetiştirerek, devlete ve saltanata bağlamak maksadıyla Aşiret mektebinin açılmasını faydalı buluyordu. Nitekim bu hususta bir lâyiha hazırlanmasını fahr-i yâveri ferik Osman Nuri Paşa’ya emretti.
Osman Nûri Paşa, 9 Haziran 1308 (1892) târihinde aşağıdaki lâyihayı hazırlayarak sultan Abdülhamîd Han’a sunmuştur. Lâyihada okulun açılması şu gerekçelerle îzâh ediliyordu.
“Osmanlı Devleti içerisindeki Arap aşiretlerini hükümetten yâni saltanat ve hilâfetten soğutmak için çeşitli propagandalar yapılmaktadır. Arap aşiretlerinde hüküm süren cehalet yüzünden kötü propaganda ve zararlı eserler oldukça etkisini göstermektedir. Bu tehlikeyi önlemek için cehaleti yok etmek gerekmektedir. Bunun yolu da maârifden geçmektedir. O hâlde aşiret ahâlisi evlâdının tâlim ve terbiyesine mahsus mektepler açmak lâzımdır. Fakat şimdilik bu mekteplere esas olmak üzere İstanbul’da Aşiret mektebi nâmiyle bir mektep te’sisi düşünülmüştür.”
Nihayet bu rapor üzerine nizâmnâmesi ve programı hazırlanan Aşiret mektebi 21 Eylül 1308 (1892) târihinde açılmıştır.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Sultan İkinci Abdülhamîd’in Doğu Anadolu Politikası; sh. 36 v.d.
 2) Doğu Anadolu Gerçeği (S. Ahmed Arvâsi, İstanbul-1988); sh. 48
 3) Osmanlı Târihi (Y. Öztuna) cild-2, sh. 110
 4) Rehber Ansiklopedisi; cild-7. sh. 72
 5) Hamîdiye Alayları (N. Gültepe, Hayat Târih Mecmuası, sene-1976, sayı-7); sh. 47
 6) Osmanlı Târihi (E. Ziyâ Karal); cild-8. sh. 363
 7) Sultan İkinci Abdülhamîd-i Sânî Devri ve Saltanatı (O. Ergin); sh. 761

14 Haziran 2015 Pazar

ÇELEBİ HALİFE


Halvetî yolunun büyüklerinden. Osmanlı evliyâ ve âlimlerindendir. İsmi, Muhammed bin Mahmûd, lakabı Hamîdüddîn, mahlası Cemâl’dir. Meşhur Cemâleddîn-i Aksarâyî’nin torunlarındandır. Amasya’da doğdu. Doğum târihi bilinmemektedir. 1493 (H. 899) târihinde Hicaz’da Mekke-i mükerreme yolunda vefât etti. Vasiyeti üzerine Tebük korusu denilen ve hacıların yol güzergâhı olan bir yere defnedildi.
Çelebi Halîfe, Amasya ve Aksaray’da ilim tahsîl edip, zamanın din ve fen âlimleriyle görüştü. Sa’düddîn-i Teftazânî’nin (rahmetullahi aleyh)Muhtasar-ül-meânî adlı eserini okurken kalbine ilâhî aşk ateşi düştü. Alâaddîn-i Halvetî ve talebelerinden Şeyh Abdullah’ın sohbetine katılıp, feyz ve bereketlerine kavuştu. Sonra Tokat’a gidip, İbn-i Tâhir Halvetî’nin hizmetine girdi. Pek çok riyazet çekip nefsini terbiye etti. Hocasının vefâtı üzerine Erzincan’a giderek, Pîr Muhammed Behâeddîn Erzincânî ile görüştü. Tasavvufta yüksek derecelere kavuştu. İcazet alarak memleketine döndü. Burada insanlara hocaları yoluyla Resûlullah efendimizden aldığı feyzi yaymakla uğraştı. Amasya’da hak âşıkları yetiştirdi. O sırada, Fâtih Sultan Mehmed Han’ın oğlu Bâyezîd, Amasya vâlisı idi. Her şehzâde gibi Bâyezîd Çelebi de babasından sonra pâdişâh olmak, kendisine verilen onca emeğin karşılığını vermek istediğinden, Çelebi Halîfe’ye haber gönderip duâ istedi. Çelebi Halîfe, şehzâde Bâyezîd’e gönderdiği haberde; “Otuz üç gün sonra büyük bir hâdise olacak ve kırk gün sonra da sultan olacaksın” buyurdu. Hakîkaten öyle oldu. Bâyezîd sultan olunca, Çelebi Halîfe’yi İstanbul’a davet etti ve emrine Koca Mustafa Paşa dergâhını verdi. Çelebi Halîfe İstanbul’da yıllarca hizmette bulunup çok talebe yetiştirdi. Pâdişâh Bâyezîd Han iki defa ziyaretine gelip duâlarına kavuştu. Sultân Bâyezîd Han, Çelebi Halîfe’yi kırk talebesiyle birlikte Medîne-i münevvereye gönderdi. O sıralar vuku bulan zelzele ve veba tehlikesinin kalkması için Resûlullah efendimizin huzurunda duâ etmelerini istedi ve sonra yapılan duâlarının kabul olduğu görüldü.
Çelebi Halîfe’nin en gözde talebesi Sünbül Sinân Efendi’dir. Sünbül Sinân Efendi, hocasının vefâtında vasiyeti üzerine yerine geçti ve kızı Safiye Hâtûn ile evlendi. Sünbül Efendi de İstanbul’un meşhur evliyâsından Merkez Efendi’yi yetiştirdi.
Çelebi Halîfe Cemâleddîn Muhammed Efendi, yetiştirdiği pek çok talebe yanında, bir çok kıymetli eser de yazdı. Eserlerinden başlıcaları şunlardır:Tefsîr-i sûre-i Fâtihâ, Şerhu Erba’îne hadisen kudsiyyen, Şerhu Hadîs-i erba’în-i Nevevî, Zübdet-ül-esrâr, Cevâhir-ül-kulûb, Risâle-i etvâr, Risâle-i sad kelime-i Sıddîk-i ekber, Risâle-i fakriyye.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Şekâyık-ı Nu’mâniyye tercümesi (Mecdi Efendi); sh. 284
 2) Osmanlı Müellifleri; cild-1, sh. 51
 3) Esmâ-ül-müellifîn; cildü, sh. 257
 4) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; sh. 995, 1070
 5) Rehber Ansiklopedisi; cild-16, sh. 7
 6) Türk Klasikleri; cild-3, sh. 53
 7) Nefehât-ül-üns tercümesi; sh. 579
 8) İslâm Alimleri Ansiklopedisi; cild-11, sh. 326
 9) Aksaray Târihî; cild-2, sh. 2501

13 Haziran 2015 Cumartesi

HASAN HÜSAMETTİN UŞAKİ


Evliyanın büyüklerinden ve Uşâkî yolunun kurucusu. İsmi, Hasan, lakabı Hüsâmeddîn’dir. 1475 (H. 880) senesinde Buhârâ’da doğdu. Soyu hazret-i Hüseyin’e ulaşır. Hacı Teberrük isminde bir tüccarın oğludur. Anadolu’ya gelip, Uşak’ta yerleştiği için Uşâkî denildi. Sonra İstanbul’a gelerek, Kasımpaşa’da, kendisi için yaptırılan dergâhta, tâliblerine ilim öğretti. Hac farizasını îfâ ettikten sonra, dönüşünde 1594 (H. 1003) senesinde Konya’da vefât etti.
Hüsâmeddîn Uşâkî, ilk tahsîlini babasının nezâret ve himayesinde tamamladı. Babasının vefâtı üzerine ticâretle meşgul olmaya başladı. Üzüntü içinde uyuduğu bir gece, rüyasında ona şöyle denildi: “Boş yere ticâretin zahmetini çekmek, hakîkat ehli için zarar ve ziyandır. Arzun âhiret ticâreti, yâni Allahü teâlâya kavuşmak olsun. Gayen sonsuz sermâyeyi elde etmek ise, dünyâ mallarından yüz çevirip, Anadolu’nun güzel şehirlerinden Uşak’ta oturan Seyyid Ahmed-i Semerkandî hazretlerine varıp teslim ol. Uzlet köşesine çekilip, dâima Rabbin ile ol!”
Bu manevî işaretten ve aldığı emirden sonra kendinde bir başkalık hisseden Hüsâmeddîn Uşâkî hazretleri, bir an önce bu zâta kavuşmak arzusu ile yanıp tutuşmaya başladı. Babasından kalan bütün mallarını, servetini ve kurulu ticâret düzenini kardeşi Mahmûd Çelebi’ye bağışlayıp, kalbinden dünyâ sevgisini uzaklaştırdı. Durmadan içini yakan aşk ateşinin te’siri ile, yaya olarak Buhârâ’dan ayrılıp yola çıktı. Aylarca süren zahmetli ve meşakkatli yolculuktan sonra Seyyid Ahmed-i Semerkandî hazretleri ile karşılaşıp ona bağlanarak sâdık bir talebesi oldu. Hakîkî rehber olan bu büyük âlime bağlılığının kuvveti sayesinde kemâle kavuşup, evliyâlığın yüksek derecelerine ulaştı. Seyyid Emîr Semerkandî hazretleri, kısa zamanda evliyâlık makamına yükselen Hüsâmeddîn Uşâkî’ye, aldığı manevî emir üzerine hilâfetnâme verdi. Sonra Hüsâmeddîn-i Uşâkî, me’mûr edildiği Uşak şehrine giderek yerleşti.
Hocası Seyyid Ahmed-i Semerkandî’nin âhirete irtihâlinden sonra, yerine geçti ve talebe yetiştirmeye başladı. Kısa zamanda ismi duyulmaya ve şöhreti çok uzaklara yayılmaya başladı. O sırada devrin pâdişâhı, sultan ikinci Selîm Han idi. Pâdişâh’ın iki oğlundan biri olan şehzâde Murâd, Manisa’da vâli idi. Şehzâde Murâd, Hüsâmeddîn-i Uşâkî hazretlerine, kendisinin sultan olup olamıyacağını anlamak üzere bir mektupla hizmetçisini Uşak’a gönderdi. Uşak’a varan haberci, doğruca Hüsâmeddîn-i Uşâkî’ye giderek, huzura kabul edilmesini rica etti. Huzura kabul edilen haberci, daha mektubu Hüsâmeddîn-i Uşâkî hazretlerine vermeden ve ziyâreti hakkında bir şey söylemeden, Uşâkî hazretleri ona; “Git! Şehzâdeye söyle! Hemen İstanbul’a hareket etsin. Filan gün saltanat tahtına oturacaktır” dedi. Haberci, hemen Manisa’ya dönerek müjdeyi şehzâdeye bildirdi. Şehzâde Murâd, vakit geçirmeden İstanbul’a hareket etti. Balıkesir’e geldiğinde, vezîriâzam Sokullu Mehmed Paşa’nın gönderdiği elçilerle karşılaştı. Elçiler, sadrâzamın mektubunu şehzâdeye verdiler. Mektubu okuyan şehzâde, bu mektupta babası sultan İkinci Selîm’in vefât ettiğini öğrendi. İstanbul’a giderek, Hüsâmeddîn-i Uşâkî’nin haber verdiği zamanda, sultan üçüncü Murâd Han namıyla tahta geçti.
Bu hâdiseden sonra, sultan Murâd Han’ın, Hüsâmeddîn-i Uşâkî hazretlerine karşı sevgisi ve hürmeti çoğaldı. Onun kâmil bir zât olduğuna güveni bir kat daha ziyâdeleşti ve İstanbul’a davet etti. Bunun üzerine Hüsâmeddîn-i Uşâkî, Uşak’tan ayrılıp, İstanbul’a geldiğinde; Pâdişâh erkânı ve büyük bir halk topluluğu tarafından hürmet ve tazim ile karşılandı. Aksaray civarında oturması için kendisine bir ev tahsis edildi. Bir müddet orada kalan Hüsâmeddîn-i Uşâkî hazretleri, Pâdişâh’a yakınlığından istifâde etmek isteyenlerin verdiği sıkıntıdan dolayı, Uşak’a dönmeye karar verdi. Yol hazırlıklarının yapıldığını haber alan Pâdişâh, bu büyük zâtın İstanbul’da kalması için ricada bulundu. Uşâkî hazretleri, sultan üçüncü Murâd Han’ın ricasını kabul edip, İstanbul’da kalmaya karar verdi. Pâdişâh’ın emriyle Kasımpaşa civarında Kendi adına bir dergâh inşâ edildi. Hasan Uşâkî burada uzun zaman kalarak, çok talebe yetiştirdi. Sohbetlerinde çok kimseler kemâle geldi. Hilâfet verdiği talebelerini Anadolu’nun çeşitli yerlerine, halka doğru yolu göstermeleri için gönderdi.
Şöyle anlatılır: “İnsanların kalabalığından rahatsız olan Hüsâmeddîn-i Uşâkî, Pâdişâh’tan hacca gitmek ve Resûlullah efendimizi sallallahü aleyhi ve sellem ziyaret etmek için izin istedi. Pâdişâh ona izin verdi. Sefere çıkmadan önce, oğlu Mustafa Efendi’ye hanımının hâmile olduğunu söyleyerek; “Bizim fânî âlemi terketmemiz yakındır. O saâdetli oğlumun ismini Abdürrahîm koy ve kendisinin ilim ve terbiyesi ile meşgul ol” diye vasiyette bulundu.
Hüsâmeddîn-i Uşâkî, hac farizasını yerine getirip geri dönerken, Konya’da rahatsızlandı ve orada vefât etti. Cenaze namazı Konya’da kılındı. Vasiyeti üzerine İstanbul’a götürülmek üzere yola çıkarıldı. Konya vâlisi, yola çıkmadan önce Hüsâmeddîn-i Uşâkî’nin kokmaması için ilaçlatmak istedi. Fakat oğulları ve talebeleri buna karşı çıkarak, Uşâkî hazretlerinin kokmıyacağını söylediler ve ilaçlatmadılar. Mübarek bedeni, hiç kokmadan İstanbul’a getirildi ve şimdiki kabrinin bulunduğu yere defnedildi.
Hüsâmeddîn-i Uşâkî, çeşitli eserler yazdı. Bunlardan bâzıları şunlardır: 1-Evrâd-ı kebîr, 2- Hizb-üt-tesbîh, 3- Ahzâb-ı Usbûiyye, 4- Şerhu virdi Settâr.

RÜYÂSINDA ONU GÖRDÜ

Bir zelzele yüzünden Hüsâmeddîn-i Uşâkî’nin türbe ve dergâhı harâb olup çökmüştü. Kabir, sokak zemininden çok aşağı kaymıştı. Yağmur suları kabre doluyordu. Zamanın Pâdişâhı sultan İkinci Abdülhanud Han bir gece rüyasında onu gördü. Uşâkî hazretleri Sultân’a; “Kabrimdeki mahzuru izâle ediniz” dedi. Sultan uyanınca, hemen yakını Hacı Ali Paşa’yı huzuruna çağırıp, rüyasını ona anlattı. Sultan Abdülhamîd Han, dergâhın yerini bilmiyordu. Hacı Ali Paşa’ya dergâhın ve türbenin yerini bulmasını söyledi. Hacı Ali Paşa, Kasımpaşa’da dergâhın ve türbenin yerini araştırarak buldu. Dergâhın zelzeleden ve su baskınından sonra yıkık ve dökük bir hâlde olduğunu Sultân’a bildirdi; Sultân’ın emri ile, dergâh ve türbe yeniden yaptırılarak şimdiki hâline getirildi.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Sefînet-ül-evliyâ; cild-4, sh. 179
 2) Mir’ât-ı İstanbul; cild-1, sh. 529
 3) Hadîkat-ül-cevâmî; cild-2, sh. 23
 4) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; cild-14, sh. 77

HALET EFENDİ


Sultan İkinci Mahmûd Han devri devlet adamlarından. Asıl ismi Mehmed Saîd olup, Hâlet Efendi denmekle meşhur oldu. 1760 târihinde İstanbul’da doğdu. Kırımlı Kâdı Hüseyin Efendi’nin oğludur. Nüfuz ve iktidarını kötüye kullandığından 1823 (H. 1238) târihinde Konya’ya sürülüp îdâm edildi ve oraya defnolundu.
Hâlet Efendi, babası gibi, şeyhülislâm Şerîf Efendi’nin yanında yetişti. Şerîf Efendi’nin vefâtından sonra bir müddet Atâullah Efendi’nin, sonra da rikâb-ı hümâyûn reisi Mehmed Râşid Efendi’nin mühürdar yamağı oldu. Bir müddet sonra buradan ayrılıp Rumeli vâlisi Ebû Bekr Sami Paşa dâiresine girmek için Manastır’a gitti ise de iltifat görmeyince Ohrili mîr-i mîrân Ahmed Paşa’nın hizmetine girdi. Burada da uzun süre kalamadı. İstanbul’a dönüp Galata mevlevîhânesi şeyhi meşhur Şâir Galip Dede’nin dergâhına girdi.
Hâlet Efendi, zahîre nâzırı Râsih Mustafa Efendi ve kasabbaşı Hacı Mehmed Efendi’nin kitabetinde de (sekreterliğinde) bulunduktan sonra, derya tercümanı Kallimaki vasıtasıyla Fenerli rumlarla dostluk kurdu. Mehmed Râşid Efendi sayesinde beylik kîsedârı maiyetine girerek hâcegânlık rütbesi aldı. Pek az zaman sonra da baş muhasebeci payesi ve ortaelçi ünvânıyla Paris’e gönderildi. O sırada Mısır’dan yeni dönen Bonapart, Mısır’daki başarısızlıkları ile Akka’da Türklere mağlûbiyetini bir türlü hazmedemediğinden, Hâlet Efendi’ye hiç yüz vermedi. Üç seneden fazla Paris’te kalan Hâlet Efendi’nin elçiliği çok sönük geçti. 1807 târihinde İstanbul’a döndü ve dîvân-ı hümâyûn beylîkçiliğine, kısa bir süre sonra da rikâb-ı hümâyûn reisliğine getirildi. Bu vazifesi sırasında Fransız elçisi Sebastiani’nin ihbarına göre İngilizlerle gizli işleri olduğu ortaya çıkarılınca, vazifesinden alınarak Kütahya’ya sürüldü. Bir sene sürgünde kaldıktan sonra İstanbul’a geri döndü.
Saîd Bey’in Bağdâd vâlisi olmasıyla, me’mûr olarak Bağdâd’a gönderildi. Buradaki bâzı hizmetleri sonucu İstanbul’a dönünce boş bulunan rikâb-ı hümâyûn kethüdâlığına tâyin edildi.
Fenerli rumların bâzılarına kâtiplik yaptığından, onlara tarafdâr olarak devlet aleyhine bâzı yolsuz hareketlerde bulundu. Fenerli rumlardan elde ettiği paralarla servetini çoğaltarak yeniçerilere para dağıtıp geleceğini garanti etmeye çalıştı. Hattâ bu sırada Mora’da kargaşalık belirtileri yeteri kadar açıklığa kavuştuğu zaman, Hâlet Efendi eskiden fenerlilerden (rumlardan) gördüğü iyilik yüzünden rumlara toz kondurmak istememiştir. “İhtilâl söylentileri Yanya vâlisi Tepedelenli Ali Paşa’nın karıştırıcılığı sonucudur. O adam, o tarafta kaldıkça halka rahat yüzü yoktur. Yunanistan’ı yatıştırmak, Tepedelenli’nin başını ezmeye bağlıdır”, gibi sözler söyliyerek, Yunan âsîlerinin hakkından gelebilecek biricik insanın kanına girdi. Nitekim paşanın öldürülmesi ile Yunan haydutluğu durmadı, tersine daha da gelişerek Yunan topraklarının dolaylarına ve bütün adalara sıçradı. Bütün bu olaylara rağmen Hâlet Efendi’nin iki yüzlü politikası devam ediyordu.
Yeniçeriliğin ilgâsına karşı olan Hâlet Efendi, dâima sultan İkinci Mahmûd Han’a muhalif olmuştur. On üç sene süren ikbâl devrinde, gerek halkın gerek pâdişâhın üzerinde nüfuzunu sürdürebilmek için yeniçeri ocağını dâima elinde tutarak, kendisine dayanak noktası yapmıştır.
Hâlet Efendi, zamanındaki âlimlerin en büyüklerinden evliyânın kutbu Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî hazretlerinin şöhret ve îtibârını çekemeyerek, kendisini halîfeye çekiştirmiş; “On binlerle adamı vardır. Devlet ve saltanat için tehlikelidir. Ortadan kaldırılması lâzımdır” diyerek cezalandırılmasına çalışmış, sultan Mahmûd ise; “Din adamlarından devlete zarar gelmez” diyerek sözüne kıymet vermemiştir. Mevlânâ Hâlid hazretleri bunu duyunca halîfeye hayır ve selâmetle duâ edip; “Hâlet Efendi’nin işi (mevlevî olması dolayısıyla) pîri Celâleddîn-i Rûmî’ye havale olundu. Onu huzuruna çekip cezasını verecektir” buyurmuştur. Az zaman sonra sultan Mahmûd Hah Mora isyânına sebeb olduğu için Hâlet Efendi’yi Konya’ya sürdü ve kısa bir süre sonra Hassa hasekilerinden Arif ağa tarafından ikâmet ettiği Çelebi Efendi dâiresinde îdâm edildi.
Devrinin ilgi çekici şahsiyetlerinden olan Hâlet Efendi, zekî ve hitabeti kuvvetli bir şahıs olarak kendini göstermiştir. Son derece kindar olup, muhaliflerini ve menfaatine dokunanları bilhassa makamına rakîb gördüklerini kat’iyyen affetmez, onları uzaklaştırıp ezmedikçe kalbi rahat etmezdi.
Bir gün bahçede gezerken, bahçıvan bir incir fidanını söküp atmış. Yakınlarından biri bahçıvana; “Bu fidanı atma! Birinin ocağına dikmek için efendi hazretlerine gerekir” demiş. Hâlet Efendi, kethüdâlık mertebesine yükselen Moralı Osman Efendi’yi azlettirmiş, rütbesini aldırmış, geçim derdine sokmuştu. Bütün bunlara rağmen, Osman Efendi bayramlaşmak için Hâlet Efendi’ye geldiğinde, kapıda karşılar, kapıya kadar teşyi ederdi. Bu davranışı hakkında soranlara; “Evet ben bu adamı sevmem, elinden her şeyini aldım. Fakat üzerinde bir Osmanlı efendiliği var ki, işte onu alamıyorum” demiştir.
Sultan ikinci Mahmûd bir gün Galata mevlevîhânesine gittiği zaman mezar taşına gözü ilişince, dergâhın şeyhi olan Kudretullah Dede’ye dönerek; “Şeyhim bizim Hâlet’e ne dersin?” demesi üzerine, Dede; “Efendim o da bir hâlet idi geçti” cevâbını verdiği meşhurdur.
Hâlet Efendi’nin ölümünden sonra aşağıdaki mısralar halkın dilinde sık sık tekrarlanmıştır.
Ne kendi eyledi rahat ne halka verdi huzûr,
Yıkıldı gitti cihândan, dayansın ehl-i kubur.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Kâmûs-ül-a’lâm; cild-3, sh. 1915
 2) Tezkire (Fâtin Efendi, İstanbul-1271); sh. 54
 3) Sefînet-ur-rü’asâ; (İstanbul-1269); sh. 157
 4) Târih Musâhebeleri; sh. 27
 5) Târih-i Cevdet; cild-8, sh. 315
 6) Hâlet Efendi’nin Paris Büyükelçiliği (E. Z. Karal, İstanbul-1939)
 7) Rehber Ansiklopedisi; cild-7, sh. 38

MAKBUL İBRAHİM PAŞA


Kânûnî Sultan Süleymân Han’ın ikinci sadrâzamı. 1493 yılında Epir’de Parga yakınlarında bir köyde doğdu. Altı yaşlarında iken Bosna beylerbeyi İskender Paşa’nın bir akını sırasında ele geçirildi. İstidat ve kabiliyeti görülerek Kefe sancakbeyi olan şehzâde Süleymân’a hediye edildi. Onunla beraber büyüdü. İslâm terbiyesi ile yetiştirildi. Şehzâde Süleymân’ın îtimât ve dostluğunu kazandı. Onun 1520’de babasının yerine tahta geçmesi üzerine, İstanbul’a geldi. Sarayda mühim vazîfeler gördü ve gittikçe nüfuz kazandı. 1521’de kapıağası (Bâbüsseâde ağası) oldu. Belgrad seferine katıldı. Bu esnada İstanbul’da onun için bir konak yapıldı. Sadrâzam Pîrî Mehmed Paşa, konağın inşâsı ile sefer esnasında bile alâkadar oldu. 1522’de yapılan Rodos seferine hasodabaşısı ve iç şahinciler ağası sıfatıyla katılan İbrâhim Ağa’nın, birçok işlerde nüfuz ve te’siri gün geçtikçe daha bariz şekilde görünmeye başladı. Pâdişâh; bilgisi, görgüsü ve kültürü ile vezir olacak şekilde yetiştirilmiş olan İbrâhim Ağa’yı sadrâzam yapmak istiyor, onun üstün vasıflarından bir an önce ve daha te’sirli şekilde istifâde etmeyi arzu ediyordu. Baba yadigârı sadrâzam Pîrî Mehmed Paşa’ya da bir şey diyemiyordu. Fakat Pîrî Mehmed Paşa, vaziyeti öteden beri biliyor, İbrâhim Ağa’nın ehil hâle gelmesi, yerine lâyık olması için elinden geleni esirgemiyordu. Pâdişâh bir gün Pîrî Mehmed Paşa’ya; “Hizmetinden gayet memnun olduğum bir hizmetkârımı Enderûn dışında bir işle görevlendirmek isterim, bilmem ne mansıbla çıkarsam?” dedi. Durumu hemen anlayan Pîrî Mehmed Paşa; “Ona bendenizin yeri münâsibdir” diyerek sadrâzamlık mührünü Kânûnî Sultan Süleymân Han’a teslim etti. Pâdişâh da hasodabaşı İbrâhim Ağa’yı Rumeli beylerbeyliği de uhdesinde olmak üzere sadrâzam yaptı. Pîrî Mehmed Paşa, emekliye ayrıldı. Sadrâzamlık bekleyen ikinci vezir Hâin Ahmed Paşa, Mısır beylerbeyliğini isteyerek İstanbul’dan ayrıldı. Mısır’a vardıktan bir müddet sonra da isyân etti.
Sadrâzamlığının birinci senesi sonunda, Hâin Ahmed Paşa isyânının bastırılmasını müteakip, ikinci defa Mısır beylerbeyi olan Güzelce Kâsım Paşa ile defterdârı arasındaki ihtilâfları hâlletmek ve Mısır halkının isyâna destek vermesinin sebeplerini yerinde görmek için sadrâzam İbrâhim Paşa donanma ile yola çıktı (1524). Yanında, defterdâr İskender Çelebi ile tezkireci Celâlzâde Mustafa Çelebi de vardı. Pâdişâh, adalara kadar teşyî etti. Fırtına sebebiyle deniz yolunu terk ederek Marmaris’de karaya çıkıp, Halep-Şam yolu ile Kâhire’ye ulaştı. Kâhire’de üç ay kalarak mâlî ve idâri ıslâhat yaptı. Mısır beylerbeyliğine Süleymân Paşa’yı, defterdârlığa da Hamravî’yi tâyin etti. Varîdât fazlası sekiz yüz altının her sene İstanbul’a gönderilmesini kararlaştırdı. Bu sırada İstanbul’da yeniçeriler arasında karışıklık oldu. İbrâhim Paşa Sarayı’nın hazîne ve eşyası yağmalandı. Bunun üzerine Pâdişâh, sadrâzamı İstanbul’a çağırdı.
1525 Eylül’ünde İstanbul’a gelen İbrâhim Paşa, Mısır’daki icrâatı ile Pâdişâh’ı gayet memnun etmişti. Onu, 1526’da açılan Macaristan seferine serdar tâyin etti. Başta Pâdişâh olduğu hâlde İstanbul’dan hareket eden ordu, Sofya-Belgrad yolu ile ilerledi. İbrâhim Paşa, Petervaradin kalesini muhasara ile zabtedip, Uylak kalesini teslim aldıktan sonra, Mohaç ovasına yaklaşırken, sefer maksadının Budin’in fethi olduğu îlân edildi. 29 Ağustos’da, askeri yerli yerine yerleştirdikten sonra, pâdişâh huzurunda serhâd beyleriyle yapılan istişare toplantı sırasında düşmanın görülmesi üzerine, harp nizâmına geçildi. Rumeli kuvvetlerinin başında savaşa katılan İbrâhim Paşa, emrindeki kuvvetlerle ilk safta düşmanın hücumunu karşıladı. Macar kuvvetleri karşısında bir hayli hırpalanan Rumeli kuvvetleri, Hüsrev ve Bâli beylerin düşmanı yandan çevirmesi ve Osmanlı topçusunun müessir ateşi sayesinde tehlikeden kurtuldu. Bir kaç saat içinde Mohaç meydan muhârebesi kazanıldı (Bkz. Mohaç Meydan Muhârebesi). Pâdişâh sadrâzamla birlikte Budin’e girdi. Kurban bayramını burada geçirdikten sonra, Segedin’den Tisa yoluyla dönüşe geçen İbrâhim Paşa, Tuna yakınlarında Titel kalesini fethettikten sonra, köprü kurarak karşıya geçip Pâdişâh’la buluştu. Birlikte İstanbul’a döndüler. Ordu, Mohaç meydan muhârebesi ile meşgulken; Anadolu’da Kalender Şâh adında biri, İran’dan destek alarak başına topladığı bazı kimselerle isyâna kalkıştı. Mohaç seferi dönüşünde Kalender Şâh üzerine serdâr tâyin edilen İbrâhim Paşa, isabetli tedbirler alarak Başsız yaylasında âsileri mağlûb edip dağıttı (1527). Pâdişâh’ın dördüncü sefer-i hümâyûnu olan, birinci Viyana muhasarasının yapıldığı seferde orduya yine serasker tâyin edildi. Sefer esnasında Rumeli kuvvetlerinin başında Sofya’dan îtibâren öncü olan İbrâhim Paşa, Belgrad’da Osmanlı ordusunu karşılayıp, Mohaç’da bağlılığını arz için gelen Macar kralı Zapolya’yı karşıladı. Budin’i beş günlük bir muhasaradan sonra Avusturyalılardan teslim aldı. Viyana muhasarasında bir hayli gayretleri görüldü. Tebdîl-i kıyâfetle surların etrafını dolaşıyor, hücuma kalkan askeri teşyî ediyordu. Mühimmat ve zahîrenin azalması ve kış mevsiminin yaklaşması üzerine, kumandanlarla yaptığı istişare netîcesinde muhasara kaldırıldı (Ekim 1529). İstanbul’a dönen İbrâhim Paşa, Avusturya kralı Ferdinand’ın elçilerine yüz vermedi. O devirde hiçbir Avrupa devleti pâdişâha hitâb edemez, en büyük kral ve imparatorları bile sadrâzamla muhabere ederlerdi. Kral Ferdinand’ın elçileri İstanbul’da barış müzâkereleri ile uğraşırken, kumandanlarından biri de Budin’i muhasaraya kalkıştı. Bunun üzerine Alaman sefer-i hümâyûnu gerçekleşti (1532). Pâdişâh’ın beşinci seferi olan bu savaşta da İbrâhim Paşa’ya serdarlıkla birlikte, Rumeli beylerbeyliği tekrar verildi. Köseg kalesini muhasara eden İbrâhim Paşa, bir müddet sıkıştırdıktan sonra kaleyi sulhla teslim aldı. Muhafızını yerinde bırakarak, Osmanlı Devleti’ne tâbi olan Macar kralı Zapolya’ya itaati şart kılındı. Düşman kralları yine ortada görünmüyordu. Habsburg imparatoru ve İspanya kralı Şarlken’i meydanlara çekemeyen Osmanlı ordusu, akıncıları düşman ülkesine sokup geniş çapta bir yıpratma hareketi yaptırdıktan sonra, İstanbul’a döndü. İbrâhim Paşa, kral Ferdinand’a gönderdiği mektupda Şarlken’i bulamayan Pâdişâh’ın İstanbul’a döndüğünü alaylı bir dille anlattı. Osmanlı Pâdişâhı’nın bu işdeki kararlılığını gören kral Ferdinand, İstanbul’a elçi göndererek Osmanlı Devleti’nin bütün isteklerini kabul ederek sulh yaptı. Osmanlı Devleti’ne tâbi bir kral hâline gelen Ferdinand, Kânûnî Sultan Süleymân Han’ı babası, İbrâhim Paşa’yı da biraderi bilecek, Pâdişâh da Avusturya topraklarını kendi toprağı, halkını da tebeası kabul etme lütfunda bulunacaktı (1533). Batıda barış yapılması, İran tarafına rahat sefer yapılmasını te’min etti. Serasker ünvânıyla İbrâhim Paşa, Ekim 1533’de İstanbul’dan İran seferi için öncü olarak hareket etti. Kışı Halep’de geçirdi. Burada, İstanbul’dan gelen Barbaros Hayreddîn Paşa’yı kabul etti. 1534 Nisan’ında Diyarbekir’e doğru yola çıktı. Pâdişâh da Haziran’da İstanbul’dan hareket etti. İbrâhim Paşa, Doğu Anadolu’daki Osmanlı Devleti’ne tâbi olmayan yerleri itaate aldı. Van’ı alıp Azerbaycan’a girdi. İran ordusunu mağlûb ederek Ağustos 1534’de Tebriz’i aldı. Geylân ve Şirvan vâlilerinin itaatlerini kabul etti. Van ve Tebriz’i tahkim ettirdi.
İran Şahı Tahmasb’ın geldiğini haber alınca da Pâdişâh’ı haberdâr etti. Eylül sonlarında Tebriz’e gelen Pâdişâh’la birlikte, 30 Kasım 1534’de savaşsız olarak Bağdâd’a girdiler. İmâm-ı a’zam ve Abdülkâdir-i Geylânî (rahmetullahi aleyhim) gibi büyüklerin kabirlerini ziyaret edip, türbelerini tamir ve tezyin ettirdiler. Kışı Bağdâd’da geçiren Pâdişâh, İran Şâh’ı Tahmasb’ın Tebriz’i alıp Van’ı kuşatması sebebiyle tekrar Tebriz üzerine yürüdü. Osmanlı ordusu ile savaşmayı göze alamayan Tahmasb, İran içlerine çekildi. Tebriz’e tekrar giren Kânûnî Sultan Süleymân Han, şehirde lüzumlu tahkimatı yaptıktan sonra, İbrâhim Paşa ile birlikte İstanbul’a döndü (1536) (Bkz. İran Harpleri).
İstanbul’da Fransızlara verilen imtiyazlarla (kapitülasyonlarla) ilgili andlaşmayı yapan İbrâhim Paşa, sarayda kaldığı bir gece, bilinmeyen bir sebeple verilen bir emir üzerine boğularak öldürüldü. Cesedi gizlice kaldırılarak, Galata’da Tersane arkasındaki Canfedâ zaviyesi mezarlığında defnedildi.
Bir kaç lisan bilen İbrâhim Paşa, târih, coğrafya ve harp târihi ile ilgili kitaplar okurdu. Osmanlı Devleti târihi içinde hiç bir sadrâzamın erişemiyeceği bir ihtişama sahipti. Galata’da eski Yağkapanı Câmii, Mekke, Selanik, Hezargrad ve Kavala’da; câmi, imaret, mektep, medrese, dârülhadîs, tâbhâne, hamam, çeşme, sebil ve bâzı kasabalarda; mescid, tekke ve zaviyeler yaptırdı. Yaptığı zengin vakıflarla bunların uzun süre yaşamasını te’min etti. Ayrıca Muhsîne Hâtûn ismindeki hanımı da, İbrâhim Paşa adına Kumkapı’daki câmi ile bitişiğindeki zâviyeyi yaptırdı.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Hadîkat-ül-vüzerâ; sh. 24
2) Peçevî Târihi; cild-1, sh. 20
3) Tabakât-ül-memâlik (Celâlâde Mustafa Çelebi, Millet Kütüphânesi, 779); sh. 119
4) Âli Târihi; cild-2, sh. 5
5) Rehber Ansiklopedisi; cild-8, sh. 48
6) Münşeât-üs-selâtîn; cild-1. sh 508
7) Osmanlı Târihi (Uzunçarşılı); cild-2, sh. 545
8) Devlet-i Osmaniye Târihi (Hammer); cild-5, sh. 36, 160
9) Mufassal Osmanlı Târihi; cild-2, sh. 888
10) Osmanlı Târihinde Gizli Kalmış Vesikalar (Uzunçarşılı, Belleten, sayı-163, 1977)
11) Târih-i Solakzâde; sh. 446
12) Kânûnî Sultan Süleymân’ın vezîriâzamı
13) Makbûl ve Maktûl İbrâhim Paşa, Pâdişâh Dâmâdı Değildi (Uzunçarşılı, Belleten, sayı-114, 1965)

11 Haziran 2015 Perşembe

HARAC


Gayr-i müslim vatandaşlardan alınan toprak vergisi. Toplandığında beytülmâle konup, müslümanların umûmî menfâatlerine, kamu hizmetlerine sarfedilir. Harâc, küçüklük, alçaklık ifâde eder. Ağır bir vergidir. Onda, ceza mânâsı vardır. Bu vergi, kâfir olmalarından dolayı gayr-i müslimlere konmuştur. Haracın alınması hazret-i Ömer’in ictihadı ve Eshâb-ı kiramın icmâ’ı ile sabittir. Muhârebe bittikten sonra kâfirlerden zorla veya Resûlullah efendimiz zamanında olduğu gibi harb yapılmadan sulh yoluyla alınan mala fey denir. Harâc da bunlardandır. Ebû Yûsuf (rahmetullahi aleyh); “Fey, bize göre harâcdır” buyurmuştur. Bu sebeple cizye ve İslâm ülkesinde bulunan gayr-i müslimlerden alınan gümrük vergisi de feydir. Çünkü, bunlar gayr-i müslimlerden harbsiz (sulh ile) alınmaktadır.
Harâc alınan araziye haraclı toprak denir. Bunlar şöyle sıralanabilir:
1- Harbte zorla alınıp, gayr-i müslim sahiplerinin elinde bırakılan topraklar, Hanefî mezhebine göre sahiplerinin mülkü olup, satabilirler ve diledikleri gibi tasarrufta bulunabilirler. Irak, Suriye ve Mısır toprakları böyledir. Basra arazisi kıyâsa göre harâc toprağıdır. Fakat Eshâb-ı kiramın icmâ’ı ile öşür arazisi olmuştur. Mekke-i mükerreme de harble alınmasına rağmen, Peygamber efendimiz oraya harâc koymamışlardır. Bu sebeble öşür arazisi sayılmıştır.
Hazret-i Ömer, daha önce hazret-i Ebû Bekr gibi ganimetleri taksim ettiği halde Irak, Şam ve Mısır fethedildiğinde böyle yapmadı. Eshâb-ı kiram ile istişare edip, menkûl malları Gâziler arasında taksim etti. Araziyi de sâhiblerinin elinde bırakarak Gâzilere taksim etmedi. Ganimetlerin hepsinin taksimini istiyenlere Haşr sûresinin 7-10. âyet-i kerimelerini delîl getirdi. O, şu iki husus üzerinde duruyordu: 1- Elde edilen toprakların yalnız zenginler arasında dolaşan bir servet olmaması, 2- Sonra gelecek olanların da bundan istifâde etmesi. Bu ise, ancak toprakların taksim edilmeyip, eski sahiplerine bırakılarak, mahsûlünden harâc, kendilerinden cizye almakla mümkün idi. Hazret-i Ömer bu hususta şöyle buyurdu: “Allahü teâlâ, sonra gelecek olanları bu fey’e ortak etti. Eğer ben size taksim edersem, sizden sonra geleceklere bir şey kalmaz. Taksim edilmezse, harbe iştirak etmeyen San’a’daki çoban da bu fey’den nasibini mutlaka alır.”
Irak fâtihi Sa’d bin Ebî Vakkâs, Şam fâtihi Ebû Ubeyde bin Cerrah ve Mısır fâtihi Amr bin As, bu ülkelerin arazi ve bağlık bahçelik yerlerinin durumlarını sorduklarında, halîfe Ömer (radıyallahü anh) her üçüne aynı cevâbı vermiştir: “Allah’ın sana nasîb ettiği şeylere baktım. Sorduğun hususlarda Allah’ın Resulünün Eshâbı ile müşavere ettim. Re’yim, Allah’ın kitabına tâbidir. Araziyi işleyicilerine bırak. Kıyamete kadar bütün müslümanların faydasına tâbi olarak kalsın. İnsanlara bu şekilde vakıflarda, atiyyelerde bulunulmazsa, medeniyetler, şehirler söner gider.”
Bütün bunların yanına, şayet bu topraklar, Gâziler ve müslümanlar arasında taksim edilseydi, müslümanlar bu arazileri ekip biçmekten cihâda çıkmaya fırsat bulamayacaklar, cihâddan geri kalacaklardı. Başlangıçta taksimini isteyenler oldu ise de, bilâhere onlar da hazret-i Ömer’in dediğine geldiler. Bu hususta Eshâb-ı kiram arasında icmâ’ yâni söz birliği meydana geldi.
İmâm-ı Ebû Yûsuf, Kitâb-ul-Harâcisimli meşhur eserinde; “Hazret-i Ömer’in, fethedilen arazileri, gâzilere taksim etmemek hususundaki ictihadı, Allahü teâlânın ona bir lütfudur. Bu muamelesi ile ortaya çıkan fayda bütün müslümanlara şâmil olmuştur. Onun bu arazilerden vergi alması ve toplanan vergileri müslümanlar arasında taksim etmesi, cemiyete âid umûmî bir faydadır. Şayet, bu arazîlerin gelirleri, atiyye (maaş) ve masraflarda kullanılmak üzere bütün müslümanlar için vakfedilmiş olmasaydı, kaleler korunamaz ve ordular cihâd için yola çıkamazdı. Bu arazilerden elde edilen gelirlerle ihtiyâçları karşılanan ordular bulunmasaydı, ehl-i küfrün, İslâm beldelerine tecâvüzleri önlenemezdi. Hayrın ve faydanın nerede olduğunu Allahü teâlâ bilir” buyurmaktadır.
Diğer üç mezhep imâmına göre bu kısım araziler, rakabesi (mülkiyeti) beytülmâle âid olmak üzere, müslümanlar için vakıftır, işleme ve tasarruf hakkı üzerindekilere bırakılır. Böyle arazilere memleket arazisi veya fey arazisi denir. Osmanlı İmparatorluğundaki arazi de bu şekilde arâzi-yi memleket idi ki, mîrî toprak diye bilinirdi. Halkın mülkü değildi. Ariyet yoluyla ekip biçmek ile ve diğer istifâde yollarıyla tasarrufta bulunup haracını verirlerdi. Kimse, müdâhale, tecâvüz ve taarruz etmeyip, ölünceye kadar aynı şartlarla tasarrufta bulunurlardı. Vefât ettiklerinde, oğulları kendilerinin yerine kâim olup, önceki şartlarla aynen tasarrufta bulunurlardı. Ebüssü’ûd Efendi, pâdişâhın emri üzerine konu ile ilgili esasları tesbit ederken şöyle buyurmaktadır: “Öşür ve harâc arazisi olmayan topraklara, memleket arazisi denir. Aslı haraclı topraklardır. Fakat (bu harâc arazileri) sahiplerine mülk olarak verildiğinde kalabalık olan mîrâscılar arasında paylaştırılınca, her birine cüz’î parçalar düşmekte ve hisselerine göre harâc tâyin edilmekte, dolayısıyla bir takım zorluklar zuhur etmektedir. Bu sebeple, toprağın rakabesi (mülkiyeti) beytülmâle bırakılıp halka ariyet yolu ile verilmiştir. Halktan da ekip biçmek ve bağ bahçe yapmak suretiyle yetiştirdiklerinden, harâc-ı mukâseme ve harâc-ı muvazzaf vermeleri emrolunmuştur. Sevâd-ı Irak arazisi (Irak toprağı) bâzı fukahâya göre bu nevî bir arazidir.”
Arazi verilen kimselerden birisi tasarrufunda olan yeri, üç sene boş bırakırsa ellerinden alınıp, başkalarına tapuya (kiraya) verilirdi.
2- Harâclı toprakların ikinci kısmı; fethedildiğinde asıl sahipleri sürülüp, yerlerine başka taraftan getirilerek yerleştirilen kimselere mülk olarak verilen topraklardır. Bu topraklar işleyenlerin mülküdür. İlk sahiplerinin sürülmeleri rastgele olmazdı. O toprakların sakinleri güçsüz oldukları için düşmanın tecâvüzü söz konusu ise veya müslümanların sırlarını düşmana bildirmelerinden korkulursa sürülürlerdi. Ancak kendilerine başka taraftan arazilerinin kıymeti mikdârında yer verilirdi.
3- Hâraclı toprakların üçüncü kısmı; sulh ile alınıp, harâc vergisi karşılığında rakabesi (mülkiyeti) sahiplerine bırakılan topraklardır.
4- Dördüncü kısım; müslümanlarla beraber harbe iştirak ettiği veya harbte yol gösterdiği için devlet başkanı tarafından zımmîye (gayr-i müslim vatandaşa) ganîmetten verilen arazidir. Harbe iştirak ettiği için verileneradh, yol gösterdiği için verilene ücret denirdi.
5- Zımmînin, Müslüman hükümdarın izni ile ihya ettiği mevât (faydalanılmayan, sahipsiz boş) araziden de harâc alınırdı.
6- Bir zımmînin, Müslüman hükümdarın izni ile ihya ettiği mevât arazi, yakınındaki arazinin hükmünü alırdı. Harâc alınan araziye yakınsa, harâc; öşür alınan toprağa yakınsa, öşür alınır. Bu, İmâm-ı Ebû Yûsuf’a göredir. Tatbikat da buna göre olmuştur.
7- Zımmî, yâni gayr-i müslimin satın aldığı öşürlü bir toprak haraclı olurdu. Çünkü kâfirden harâc alınırdı. harâclı toprak sahibi müslüman olsa veya bu toprağı vakfetse, yine harâc verilirdi.
Kâfir ölürse vârisleri yine harâc verirdi. Vâris kalmazsa, beytülmâlın (mîrî toprak) olup, harâc sakıt olur, yâni verilmezdi. Hükümet bu mîrî toprağı satar veya vakfederse, mahsûlden öşür verilirdi. Anadolu topraklarının çoğu bu yoldan öşürlü olmuştur. Hükümet beytülmâl toprağını kiraya verirse, her sene alınan kira, devlet reîsi hakkında harâc yerine geçer. Ayrıca öşür alınmaz. Çünkü harâc alınan yerden öşür alınmaz. Alınan kira, para ise muvazzaf harâc olur. Mahsûlün bir kısmı alınırsa mukâseme haracı olur. Araziden alınan kira, kiracı hakkında ücret olur. Haracı, toprağın sahibi müslümana bağışlarsa ve müslümanın da beytülmâlden mal almaya hakkı varsa kullanılır. Böyle bir hakka sahip değilse, hakkı olana verir. Devlet, öşrü bağışlarsa caiz olmaz. Hükümetin kaldırması ile öşür af olmaz. Toprak sahibinin, öşrünü beytülmâlden hakkı olanlara vermesi lâzım olur.
Harâclı araziyi sel alsa, yahut suyu kesilse veya yangın ve şiddetli soğuk gibi semavî bir âfet isabet etse, harâc alınmazdı.
Harâclı arazideki bağ veya meyve fidanı, meyvesini vermeye başlayınca, o bağ ve bahçenin verimine göre harâc konur.
Harâc alınması iki kısımda mütâlâa edilirdi:
1- Mukâseme haracı: Mukâseme, bölüşmek demektir, Bu harâc, araziden elde edilen mahsûle göre, onda bir, beşte bir, dörtte bir, üçte bir ve mahsûlün yarısı arasında değişir. Toprağın verimli ve değerli oluşuna göre yarıya kadar alınabilir. Daha fazlası alınmaz. Yalnız senede kaç kere mahsûl alınırsa, her defasında harâc alınır.
2- Muvazzaf harâc: Muvazzaf, muayyen demektir. Her sene muayyen mikdârda alınır. Bunda, toprağın şahsın zimmetinde, mülkiyetinde olması esastır. Çiftçi, mülkiyetindeki araziyi ekmese de haracını öder. Nitekim hazret-i Ömer, Irak topraklarından sulanan yerler ve muayyen mikdârlardaki saha için muayyen mikdârda harâc koymuştur. Bununla beraber Irak’ın bâzı yerlerinde mukâseme usûlü ile de harâc toplandığı olmuştur.
Hazret-i Ömer, harâc me’mûrlarını yâni âmilleri çok sıkı murakabe ederdi. Onları vazîfe yerlerine göndermeden önce sâhib oldukları mallarını tesbit ettirir, vazifelerini bitirip döndüklerinde tekrar saydırırdı. Fazlalık görürse, tamâmına veya bir kısmına el koyar, hazîneye bırakırdı. Fakat bu artışın meşru yollardan olduğu ortaya çıksa, ona dokunmazdı. Onun zamanında Irak bölgesinde harâc geliri yüz yirmi sekiz milyon dirheme ulaşmıştı.
Emevîler devrinde harâc gelirleri daha da arttı. Vergilerin toplanmasında yine aynı titizlik gösterildi. Nitekim Abdülmelik bin Mervân zamanında harâc ve diğer gelirleri toplayan kimseler, vazife mahallerine gönderildiklerinde haklarında sıkı tahkikat yapılırdı. Vazifelerini daha iyi yapabilmeleri için Dâr-ül-ıstıhrâc denilen binalar yapılmıştı. Alınan harâclar, gerekli yerlere sarfedilirdi. Emevİ vâlilerinden Yûsuf bin Ömer, Sevâd’dan topladığı 100 milyon dirhemi şöyle harcıyordu: Altmış-yetmiş milyon dirhemi hilâfet merkezine gönderiyor, on altı milyon dirhemini emrindeki Şam askerinin masrafları için harcıyor, dört milyon dirhemini posta ve istihbarat teşkilâtına, iki milyon dirhemini tabiî musibet ve âfetlere ayırıyor, bütün bunlar çıktıktan sonra kalan sekiz milyon dirhemi de zabıta teşkilâtına ve diğer gereken yerlere harcamak üzere yanında bırakıyordu.
Emevîler devrinde, Irak’ın harâc varidatı yüz otuz, Mısır’ın otuz altı, Şam’ın yirmi milyon dirhem civarında olup, toplam yüz seksen altı milyon dirheme ulaşıyordu. Kayda geçirilmemiş olanlar bunun hâricinde idi.
Abbasîler, harâc toplamada şu usûlü tâkib etti; 1- Muhasebe usûlü:Harâcın ya para, yahut mahsûl veya her ikisi şeklinde alınması. 2-Mukâseme usûlü: Halîfe Mansur’a kadar harâclar ekseriyetle harâc-i muvazzaf usûlü ile toplandı. Onun zamanından itibaren mukâseme usûlüne dönüldü. 3- Mukâtaa (iltizam) usûlü: Harâc ve diğer devlet gelirlerinin toplanmasının bâzı devlet ileri gelenlerine, meselâ kumandanlara tahsis edilmesidir. Bu usûl, Abbasîler devrinde, askerlik Türklerin eline geçince ortaya çıkmıştır. Harâc vergisinin ekseriyeti bu yolla toplanmışlır. Bu usûl, Selçuklu ve Osmanlılar zamanında da devam etmiş 1856 ıslâhat fermanı ile kaldırılmıştır.

HARÂC EMÎRİ

Abbasîler devrinde harâc vergisinin hükûki tedvinine ehemmiyet verilmiştir. Bilhassa Hârûn Reşîd zamanında bu husus daha da göze çarpar. Halîfe, asrın en büyük âlimlerinden İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe’nin (rahmetullahi aleyh) talebesi İmâm-ı Ebû Yûsuf’a harâc, öşür, zekât, cizye ve bunların toplanması hususunda, bilinip tatbik edilmesi için lâzım olan malûmatı ihtiva eden temel bir eser yazmasını emretti, İmâm-ı Ebû Yûsuf (rahmetullahi aleyh) bu kıymetli eserinde Halîfe Hârûn Reşîd’e harâc toplama hususunda şu tavsiyelerde bulunuyordu: “Allahü teâlâ, mü’minlerin emîrine uzun ömürler versin. Vergi toplama işinde bana sorarsanız; sâlih, dindar, güvenilir kimseler bulup, onları harâc emirliğine tâyin et. Bu vasıfları taşıyanlardan âmil yaptıkların; âlimlerle, re’y sahibi olanlarla istişare eden, iffetli, Allah yolunda, kınayanın kınamasından korkmayan, muhafaza ettiği bir hak, mahalline teslim ettiği bir emânete karşılık yalnız Cennet’i isteyen, eğer kötülük yaparsa öldükten sonra karşılaşacağı azâbdan korkan, şâhidlik ettiğinde, şâhidliği kabul edilen, insanlar arasında ahlâksız tanınmayan, bir işte hâkimlik yaptığında haksızlık etmeyeceğinden emin olunan kimseler olsun. Kötü bir âmil (me’mur) topladığı vergilerden istediğini sana gönderir, istediği kadarını da kendisine ayırır. Bir vâli veya âmil, güvenilir değilse devlet malları ona emânet edilmez.
Amil ve vâli tâyin ettiğin kimselerin, maiyyetlerinde bulunanlara zulüm ve hakaret etmemeleri, fakat sertlik ile yumuşaklık arasında muamelede bulunmalarını, halka mükellef olmadıkları işleri yaptırmamalarını tavsiye et. Müslümanlara yumuşak, zâlimlere ve ahlâksızlara karşı sert olsunlar. Zımmîlere adaletle, mazluma insafla, haksız ve haddi aşanlara şiddetle muamele edip, halka af ile davransınlar. Böyle yapmak halkı itaatli olmaya sevkeder. Onlardan resmî kayıtlarda gösterilen kadar vergi alsınlar.
Bu söylediklerimi, me’mûrlarına emreder, niyetinde sâdık olursan, milletin idaresine iyi kimseler getirmek istediğini, iyileri kötülere tercih ettiğini bilen Allahü teâlânın seni muvaffak kılacağını umuyorum. Bütün bu tavsiyelerime riâyet ettiğin hâlde, onlardan birisi, vazifesinde kötülüğe sapar, emre muhalif işler yapar, halka zulmederse; Allahü teâlânın onu yakalayıp, senin nâmına cezalandırması, sana da niyet ve ihlâsına göre sevâb yazması muhakkaktır.
Adaletli ve mazluma insaflı olmak, zulümden kaçınmak, ecir ve sevabının yanında, haracın çoğalmasına, memleketin ma’mûr olmasına vesile olur. Adaletin olduğu yerde feyz ve bereket bulunur. Zulüm ile bunlar yok olur. Zulüm ile haksızlıkla alınan harâc sebebiyle memleket harâb olur. Hazret-i Ömer, Sevâd halkından haracı insaf ve adaletle aldığı için milyonlarca dirhem harâc vergisi topladı.
Ey mü’minlerin emîri! Bir veya iki ay müddetle mezâlim meclisleri kurup, halka; şikâyetlerini bildirme, haklarını müdâfaa etme imkânı vermiş ve bu şekilde Allahü teâlânın rızâsına yaklaşmış olursan, ümid ederim ki, milletin ihtiyâç ve derdlerini görme imkânını bulursun. Zâtı-âlinizin bu işler yoluna girinceye kadar bir kaç defa böyle meclislerde hazır bulunması kâfi gelecektir. Böylece; zâlimler, zulümleriyle senin huzuruna çıkmaktan korkacaklar, bir daha zulüm yapmaya cesaret edemiyeceklerdir. Zayıf kimseler de bu meclislerde bulunup, işlerine muttali olman sebebiyle ümidlenip kalbleri kuvvet bularak, hakkında hayır duâlar edeceklerdir.
Fesat ve haksızlık üzerine yürüyen hiç bir şey asla devam edemez. Adalet ve doğruluk ile de hiç bir şey azalmaz. Helak olan milletler, ancak hakkı gasbetmeleri, kendilerine harâc ödeninceye kadar zulüm etmeleri sebebiyle helak olmuşlardır. Harâc mükelleflerine, ödemeye mecbur olmadıkları vergileri yüklemek helâl olmayıp, apaçık zulüm ve haksızlıktır.
Ömer bin Abdülazîz’in âmili Adiy bin Ertâd kendisine şöyle yazdı: “Burada bâzı kimseler, baskı yapmadan haraclarını vermiyorlar...” Bunun üzerine Ömer bin Abdülazîz ona şöyle cevâb verdi: “Benim rızâ göstermem seni Allahü teâlânın azabından koruyabilecekmiş gibi insanlara azâb ve eziyet etmek hususunda benden izin istemenize son derece taaccüb ettim. Mektubum sana ulaşınca, vergilerini kolaylıkla verenlerden al. Zorluk gösterenlere sâdece yemin ver. Onların Allahü teâlânın huzuruna kendi suçları ile varmaları, benim onlara azâb ederek Allahü teâlâya kavuşmamdan daha sevgilidir.”
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Kitâb-ül harâc; sh. 25
 2) Es-Siyâsetü vel-iktisâd (Dr. Ahmed Çelebi, Kâhire-1964); sh. 226
 3) El-Hidâye; cild-2, sh. 156
 4) İbn-i Âbidîn: cild-3, sh. 255
 5) Kitâb-ül-emvâl; sh. 59, 77, 686
 6) Kitâb-ül-harâc (Yahyâ bin Âdem); sh. 27
 7) Kitâb-ül-harâc (Kudâme bin Cafer); vr. 90
 8) Kitâb-ül-harâc (Z. Rîs); sh. 114
 9) El-Ahkâm-üs-sultâniyye; sh. 142
10) Osmanlı Târih Deyimleri
11) Osmanlı Mâliyesi (A. Tabakoğlu, İstanbul-1985)