14 Ağustos 2015 Cuma

ÖŞÜR


Toprakdan alınan mahsûlün zekâtı. Kelime mânâsı, onda bir demektir. Yağmur, nehir veya dere suyu ile sulanan haraclı olmayan bütün topraklardan (öşürlü toprak olmasa bile) ve vakf toprakdan çıkan şeylerden onda bir öşür (zekât) olarak verilir. Öşür vermek âyet-i kerîme ile emredilmiş, onda birinin verilmesi ise hadîs-i şerîf ile bildirilmiştir. Kur’ân-ı kerîmde En’âm sûresinin yüz kırk birinci âyet-i kerîmesinde meâlen şöyle buyrulmuştur: “Çardaklı, çardaksız, Cennet gibi üzüm bağlarını, meyvaları ve lezzetleri çeşitli hurmaları, hububatı, bir bakıma birbirine benzeyen, bir bakıma benzemeyen zeytinleri, narları inşâ eden (yetiştiren) O’dur. Her birinin verdiği (yetişip olgunlaştığı) vakit mahsûlünden yeyin! Devşirildiği veya biçildiği gün de hakkını (öşrünü) verin ve (sadaka vermede) israf etmeyin. Zîrâ Allah israf edenleri sevmez.”
Hadîs-i şerîfte de; “Yağmur, nehir veya dere suyu ile sulanan ağaçların ve ekinlerin öşrü, yâni onda biri verilir. Hayvan gücü veya dolap, kova ile sulanan yerdeki mahsûl elde edilince, öşrün yarısı, yâni yirmide biri verilir” buyruldu.
İmâm-ı a’zam’ın (rahmetullahi aleyh) ictihadına dayanan fetvalara göre; her sebze ve meyve, az olsun, çok olsun, mahsûl topraktan alındığı zaman, onda birini veya kıymeti kadar altın veya gümüşü, müslüman fakirlere vermek farzdır. Hayvan gücü veya dolap, motor ile sulanan yerdeki mahsûl elde edilince, yirmide biri verilir. İster onda bir, ister yirmide bir olsun; hayvan, tohum, âlet, gübre, ilâç ve işçi masraflarını düşmeden evvel vermek lâzımdır. Bir sâ’dan (3,5 kg.) az mahsûlün öşrü verilmez. Toprağın sahibi; çocuk, deli, köle bile olsa, öşrü verilir, öşrü vermeyenden hükümet zorla alır. Ne kadar olursa olsun, ev bahçesindeki meyve ve sebzeler için, odun, ot ve saman için öşür verilmez. Balın (fennî te’sisât ve masraflar yapılsa dahi), pamuğun, çayın, tütünün, dağdaki ağaç meyvelerinin (meselâ zeytinlerin, üzümlerin) onda biri, öşür olarak verilir. Zift, petrol ve tuz için öşür yoktur. Çift sürmekle hâsıl olsun, bağdan hâsıl olsun, mahsûlün onda birini fakîr müslümana vermeden önce yemek haramdır. Eğer ölçü ile çıkarıp, ölçü ile yedikten sonra, yediğinin de öşrünü hesâb edip verirse, önce yediği helâl olur.
On kile buğday alan; bir kilesini müslüman fakire vermezse, yalnız o bir kilesi değil, on kilenin hepsi haram olur. Sahibinin rızâsı yok iken, onun yerini ekip mahsul alan kimseye, elde ettiği mahsûlden yalnız masrafı, sermâyesi kadarı helâl olup, fazlası haram olur. Fazlasını fakirlere sadaka vermesi lâzımdır, öşürde sene geçmesi şart olmadığı için, bir yerden senede bir kaç defa mahsûl alınırsa, her defasında öşür vermek vâcib olur. Öşrünü vermediği bilinen toprak sâhiblerinin gönderdiği hediyenin onda birini ayırıp, fakîre verdikten sonra geri kalanı yemek daha iyidir.
İmâm-ı Ebû Yûsuf ve İmâm-ı Muhammed’e (rahmetullahi aleyhimâ) göre, öşür vermek için, toprakdan çıkan mahsûlün bir sene dayanıklı ve mikdârının bin iki yüz elli litre olması lâzım ise de, fetva İmâm-ı a’zam’ın (rahmetullahi aleyh) ictihadına göre verilmiştir.
Hükûmetin kaldırması ile öşür affolmaz. Toprak sahibinin, öşrünü, Beytülmâl’den hakkı olanlara vermesi lâzım olur.
Devlet, Beytülmâl’de toplanan zekâtı, zekât verilen, yedi sınıf kimseye verir. Bunlardan başkasına veremez. Verirse, öder.
Osmanlılar zamanında, Beytülmât’e âit mîrî toprakları tapu ile kiralayanların, tımarcılara mahsûlün onda birini vermelerini sultânlar emretmiş olup, bu verilenlere öşür denilmekde ise de, bu zekât mânâsındaki öşür olmayıp, kira ücretidir. Ebüssü’ûd Efendi’nin fetvasına göre mîrî topraktan devletin aldığı kira harac gibidir. harac alınan topraktan öşür alınmaz, öşür tâbiri, İslâm dîninde; bilhassa özel mülk sahiplerinin, elde edilen mahsûlün belli bir nisbetini fakîr, muhtâc ve diğer hak sâhiplerine zekât olarak vermesi mânâsında kullanılır. İslâm dîninde öşür; ne bir kira, ne de vergidir, dînin emrettiği farz bir ibâdettir. İslâm’ın temel şartlarından biridir.
Öşrü verilen topraklara arâzi-yi öşriyye denir. Bunlar:
1- Müslüman devlet başkanının izniyle, müslümanların mevât (ölü=işlenmemiş) araziden ihya ettikleri topraklar,
2- Harb ile fetholunup, gâzilere veya başka Müslümanlara taksim edilen araziler,
3- İslâmiyet’i isteyerek kabul edenlerin ellerinde bırakılan araziler olmak üzere üç kısımdır.
Devlet reîsi toprağı kimseye vermeyip, Beytülmâl’e de verebilir. Böyle toprağa mîrî toprak denir. Öşürlü ve haraclı toprağın sahibi ölüp, hiç vârisi kalmazsa, bu toprak Beytülmâl’ın olur. Yâni mîrî toprak olur. Memleketimizde mîrî arazinin çoğu, devlet tarafından vakfedilmiş veya millete satılmış, her iki şekilde de öşürlü olmuştur. Böylece Anadolu ve Rumeli’deki toprakların hemen hepsi, milletin mülkü olup, öşürlü olmuştur (Bkz. Toprak Hukuku).
Bir kimse, öşürlü toprağını kiraya verirse, mahsûlünün öşrünü, İmâm-ı a’zam’a göre kendisi verir. Kira ücreti yüksek olan yerlerde, böyle fetva verilir. İki İmâma göre, kiracı verir. Kira az olan yerlerde de bu fetva uygulanır.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Redd-ül-muhtâr; cild-2, sh. 49
2) Kitâb-ül-emvâl; sh. 77, 686
3) El-Ahkâm-us-sultâniyye; sh. 153
4) Kitâb-ul-harâc; sh. 71
5) Mîzân-ül-kübrâ; sh. 370
6) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; sh. 259
7) El-Mebsût; cild-3, sh. 18
8) Rehber Ansiklopedisi; cild-14, sh. 30

13 Ağustos 2015 Perşembe

HAREM-İ HÜMAYUN


Sarayda; pâdişâhın annesi, hanımları, çocukları, hizmetçi câriyeler ve hadım ağalarının kaldığı kısım. Asıl adı Dârüsseâdedir. Pâdişâhın sarayından başka diğer saray ve konaklarda büyükçe, evlerde de küçük odalar hâlinde kadınlara mahsus harem denen bir kısım vardı. Haremin kelime mânâsı, girilmesi yasak olan ve saygı duyulan yer demek idi. Bu bölüme yakın akraba olmayan erkekler giremezdi. Erkeklere âid olan bölüme selâmlık denirdi.
Haremin târihi çok eskilere uzanır. İslâmiyet geldikten sonra kendine has bir hüviyet kazanan harem, İslâmiyet’in tesettür ve benzeri emirlerine uygun bir şekil almıştır. Harem, Resûlullah efendimiz ve hulefâ-i râşidîn devirlerinden sonra Emevîler, Abbasîler, Selçuklular ile diğer İslâm devletleri ve nihayet Osmanlı saraylarında daha teferruatlı ve teşkilâtlı bir hâle gelmiştir.
Osmanlı Devleti’nin gelişmesine paralel olarak, pâdişâhların oturduğu saraylar da büyümüştü. Bursa’daki mütevazı Osmanlı sarayına karşılık, Edirne’de daha teşkilâtlı saraylar yapılmıştı. Fâtih’in İstanbul’u fethinden sonra ise, bugünkü Bâyezîd’de üniversitenin bulunduğu sahada bir saray yaptırıldı. Daha sonra bu sarayın yerine Sarayburnu’nda bugünkü Topkapı Sarayı yapılmıştır. Fetihten sonra Harem, üçüncü Murâd’a kadar eski sarayda, Dolmabahçe Sarayı yapılıncaya kadar da Topkapı Sarayı’nda idi.
Topkapı Sarayı’nda harem-i hümâyûnun giriş kapısı Kubbealtı’nın arkasına düşer. Buraya Araba kapısı denir. Kapıdan sonra dolaplı kubbe denilen yere girilir. Buranın çevresi dolaplarla çevrilidir. Buradan fıskiyeli avlu veya fıskiyeli şadırvan denen dikdörtgen avluya çıkılır. Avlunun sağında kule kapısı, solunda ise perde kapısı vardır. Perde kapısından sonra dar sokağa benzeyen bir geçit başlar. Haremağalarına mahsus hamam ile kızlarağası köşkü buradadır. Daha ileride harem ağalarına mahsus dâireler, şehzâdeler mektebi, baş muhasip ağa ve baş hazînedâr ağa dâireleri yer alır. Haremağaları dâiresi bir çok oda ve koğuştan meydana gelmiştir.
Şehzâdeler mektebinde pâdişâhın çocukları, yeğenleri ve amca oğulları eğitim görürlerdi. Burada ders görenler küçük yaştakiler olup, yetişkinlere hocaları dâirelerine giderek özel ders verirlerdi. Salon ve koridorları süslü ve güzel olan Şehzâdeler mektebinin duvarları altın yaldızlı nakışlarla ve müzeyyen çinilerle kaplı idi.
Şehzâdeler mektebi geçildikten sonra ileride sağda bulunan kuşhane kapısından girilince, harem ağalarının nöbet tuttukları yere gelinirdi. Haremle ilgisi olanlar bu kapıdan girip çıkarlardı. Buranın sağ tarafında uzun bir koridor olup, buraya altınyol denilirdi. Burası Hırka-i saâdet dâiresine kadar uzardı. Ortadaki kapı, Vâlide Sultan taşlığına açılırdı. Solda câriyeler dâiresine âid olan üçüncü bir kapı daha vardı.
Bu alana harem ağalarının nöbet yeri denilirdi. Burada harem ağaları sıra ile nöbet tutarlardı. Haremin dış ile ilgisini bunlar sağlarlardı. Harem-i hümâyûnun bu iç kesiminde sırasıyla, çeşmeli sofa denilen yer, hünkâr sofası, hünkâr hamamı, vâlide sultan dâiresi, asma bahçe ve daha bir kaç tane pâdişâh odası yer alır. Harem-i hümâyûnda ayrıca bir kaç tane de mescid yer almaktadır.
Netice itibariyle harem; salon, oda, koridor, hol, sofa ve taşlıkla dolu idi.
Harem-i hümâyûnda pâdişâh, pâdişâh zevceleri, çocukları, hânedân üyelerinden bâzı akrabaları yanında yüzlerce görevli yaşamaktaydı.
Osmanlı hareminin en yüksek makamı vâlide sultanlıktı. Dolayısıyla haremin fahrî başı pâdişâhın annesi idi. Haremde hünkâr sofasından sonra en geniş dâire de vâlide sultânınki idi. Vâlide sultanın geniş bir câriye (hizmet gören) kadrosu vardı. Haremi, hazinedar usta vasıtasıyla idare ederdi. Bütün kadınlar, sultanlar, ustalar ve câriyeler kendisinden çekinirler ve sayarlardı. Haremdeki bütün işler onun emriyle yapılırdı.
Haremde vâlide sultandan sonra söz sahibi kadın efendidir. Osmanlı pâdişâhlarının kadınlarına genel olarak kadın-kadın efendi denilirdi. Pâdişâhın ilk hanımına başkadın denirdi. Başkadın diğerlerine göre üstündü. Dâiresinde hizmet eden câriyeler ve kalfaları diğerlerinden fazla olurdu. Pâdişâhın hanımlarına on altıncı yüzyıldan îtibâren haseki de denilmeye başlanmıştır.
Başlangıcından îtibâren pâdişâhların evlilikleri hususiyet arzeder. İlk Osmanlı pâdişâhları, on altıncı asır başlarına kadar, etrafındaki Anadolu beylerinin, Bizans İmparatoru’nun, Sırp ve Bulgar krallarının kızlariyle evlendiler. Bunlarla evlenmeleri hissi olmayıp, akrabalık yoluyla kuvvetlenmek veya mîrâs yoluyla toprak elde etmek gibi siyâsî maksadlı idi. Nitekim Germiyanoğullarından Yıldırım’a gelin gelen Devlet Hâtun’la bu beylik topraklarından bir kısmı da çeyiz olarak verilmişti. Yıldırım’ın ve ikinci Murâd’ın Sırp prensesi olan zevceleri meşhûrdur. Bunların Sırbistan’daki Osmanlı siyâsetinin desteklenmesi hususunda büyük rolleri olmuştur. Hattâ, Fâtih Sultan Mehmed Han, vâlidem diye hitâb ettiği Sırplı üvey annesinden Balkanlardaki siyâsî mes’elelerde çok faydalanmıştır. Bununla beraber on altıncı yüzyıl ortalarına kadar pâdişâhların bu hanımları yanında câriyelerden de zevceleri vardı. Ancak Kânûnî’den îtibâren etrafta pâdişâhların evleneceği hükümdar ve krallık aileleri kalmadığı veya lüzum görülmediğinden, bâzı istisnaları dışında artık daimî olarak câriyelerle evlenme usûlü devam etmiştir. İslâm hukukuna göre hür kadınlarla olan evlilikteki tahdîd, câriyelerle evlilikde konulmamıştır. Buna rağmen pâdişâhların câriyelerle evliliği de hep mahdûd (sınırlı) kalmıştır. Söylendiği gibi pâdişâhlar’ın yüzlerce câriye ile evlilik yaptığı doğru değildir. Hattâ on altıncı yüzyıl sonuna kadar ömürleri seferlerde geçen pâdişâhların, normal harem hayâtını yaşayabildikleri bile söylenemez.
Bunlardan başka Pâdişâhların tanınmış ve asîl bir ailenin kızıyla evlenme imkânları olduğu hâlde, bâzı mahzurlarından dolayı bu evliliği tercih etmemişlerdir. Pâdişâhın annesi veya zevcesi tarafından İstanbul’da veya taşrada akrabasının bulunması mahzurlu idi. Zamanla ana tarafından akrabalar saraya dolacak, şahsî ve siyâsî birtakım isteklerde bulunacaklar, arzuları yerine getirilmeyenler, pâdişâh ile akrabalığına güvenerek birtakım entrikalara teşebbüs edecekler, neticede, o devir Avrupa devletlerinde olduğu gibi, kanlı hâdiseler yüzünden devlet güvenliği sarsılabilecekti.
Pâdişâhların haremdeki diğer aile ferdleri şunlardır:
Sultanlar: Osmanlıların ilk devirlerinde, pâdişâh kızlarına Selçuklularda olduğu gibi, hâtûn deniliyordu. Fâtih devrinden sonra sultan denildi. Osmanlı pâdişâhları kızlarına daha çok Ayşe Hadîce, Fatma, Esma, Emine gibi isimler veriyorlardı. Erkek evlâda sultan tâbiri isimden önce konulduğu hâlde, kızlarda, isimden sonra konuluyordu. Ayşe Sultan, Fatma Sultan gibi. Sultan tâbiri yalnız olarak söylendiğinde de kız evlâd anlaşılmaktaydı.
Sultanlar doğar doğmaz kendisine bir dâire ayrılır, emrine dadı, sütnine, kalfa ve câriyeler verilirdi. Çocuğun eğitimiyle kendi anneleri, dadı ve kalfaları uğraşırdı. Sultanlar okuma çağına gelince, derse merasimle başlarlardı. Ekseriyetle merasimlere pâdişâh da katılır ve Besmeleyi bizzat kendisi çektirirdi. Bundan sonra husûsî hocalar tarafından okutulurlardı. Sultanların Kur’ân-ı kerîmi doğru okumaları hususunda ehemmiyetle durulurdu. Sultanlara Kur’ân-ı kerîmden sonra lüzumlu olan dînî ve dünyevî bilgiler de öğretilirdi.
Şehzâdeler: Osmanlı hânedânının erkek çocuklarına şehzâde denirdi. 5-6 yaşına geldiklerinde kendilerine hoca tâyin edilerek törenle derse başlarlardı. İlk dersi şeyhülislâm verirdi. Sonra husûsî hocalar okuturdu (Bkz. Şehzâde).
Haremde hizmet veren halk iki gruba ayrılır.

1- Hârem Ağaları ve Dârüssaâde Ağası

Daha önceki İslâm devletleri saraylarında olduğu gibi, Osmanlılarda da zenci hadım ağaları vardı. Bunlar harem-i hümâyûn denilen saray dâiresinin (kadınlar kısmının) hizmet ve muhafazasında bulunurlardı. Bundan dolayı kendilerine harem ağası denilirdi.
Esir tüccarları; Mısır, Habeşistan ve Orta Afrika’ya kadar giderler, türlü yollarla elde ettikleri zenci çocuklarını hadım ettirdikten sonra; Mısır, İstanbul başta olmak üzere diğer Akdeniz limanlarında satarlardı. Atâ Efendi, hadım ağalarının harem hizmetine ilk defa ikinci Murâd zamanında alındığını kaydeder. Bundan sonra hareme alınan zenci hadımlardan bir ocak kuruldu ve buna ağalar ocağı adı verildi. Ağalar ocağına alınan zenci çocukları kendilerinden daha büyük zenci hadım ağalarınca sıkı bir disiplin altında yetiştirilirdi. Enderûn mektebinde olduğu gibi, bunlara İslâmî bilgiler, sarayın ve haremin usûl ve âdabı, nazarî ve tatbikî olarak öğretilir, saray kültürü ile yoğrulurlardı.
Belli bir yaşa kadar eğitildikten sonra hadım zenci çocukları haremdeki şehzâdeler, kadın efendiler ve sultanların hizmetine verilirler, bunların yanında bir çeşit staj yaparlardı.
Saray dışından evlenen sultanların ve hânedân üyelerinin saraylarına da hadımağaları bu ocakdan gönderilirdi. Sabah-akşam harem-i hümâyûn kapılarını kilitlemek, kapıda nöbet beklemek, girip-çıkanları kontrol etmek, arabalara refakat etmek, doktorlarla beraber girip-çıkmak, hâriçten hiç kimseyi içeriye bırakmamak hadım ağalarının başlıca görevleri idi.
Harem-i hümâyûna ilk giren zenci ağaları en aşağı ünvânla hizmete başlarlardı. Sonra sıra ile acemi ağalığı, nöbet kalfası olurlar, daha sonra ortanca hasıllı veya hasırlı olup, on ikinci hasıllıdan en eskisi terîî edince yayla başı gulâmı, sonra yeni saray başı kapı gulâmı olurdu. Bunlar bir takım dereceler daha katettikten sonra, dârüssaâde ağalığına çıkarlardı.
Kızlar ağası diye de bilinen dârüssaâde ağası, Osmanlı sarayının ve bütün enderûn ve harem-i hümâyûn ağalarının en büyüğü idi. Derece itibariyle sadrâzam ve şeyhülislâmdan sonra gelirlerdi. Harem-i hümâyûnun korunması ve pâdişâhın husûsî hizmetlerine kadar pek çok hizmet görürdü. 1532’ye kadar kızlarağası ak hadım ağalarından seçilirken, bu târihten itibaren devamlı olarak zenci hadım ağalarından seçildi. Emri altında harem-i hümâyûn hizmetinde istihdam edilen zenci hadım ağaları vardı. Zenci hadım ağaları derecelerine göre bâbüsseâde ağasından sonra vâlide sultan ağası, şehzâdelerin muhafızı olan şehzâdeler ağası, vâlide sultan hazinesiyle onun odasındaki kadınlara nezâret eden hazinedar ağa ve yine vâlide sultânın şeker, şerbet vesâiresine bakan kiler ağası, büyük odadaki kadınların nâzırı büyük oda ağası ve küçük odanın nâzırı küçük oda ağası, kadınlar dâiresinin baş kapıcısı başkapı ağası gelmektedir.
Bâbüssaâdeyi bekleyen harem ağaları beyaz olup, bunlara ak hadım ağaları adı verilirdi. 1582 yılına kadar bâbüssaâde ağası bunlardan seçilirdi. Ak hadım ağaları, Osmanlı sarayına önceleri Macar, Alman ve Slavlardan getirilen esirlerden alınarak istihdam ediliyordu. Daha sonraları Gürcü, Ermeni ve Çerkezlerden de satın alınmak yoluyla sağlandı.
Bâbüssaâdeyi bekleyen ak ağaların en önemli görevi; pâdişâhın mâbeyn dâireleri ile harem dâiresini korumaktı. Bunun için ilgililerden başka hiç kimseyi bâbüssaâdeden içeri sokmazlardı. Sarayın en iyi korunan kapısı burası idi. Ak ağalar bâbüssaâdenin karşısında yer alan odada yatıp kalkarlar ve haremin iç kısmına kat’iyyen sokulmazlardı.
Ak hadım ağaları derecelerine göre sırasıyla; kapı ağası, saray-ı cedîd ağası, saray kethüdası, başkapı gulâmı, ikinci kapı gulâmı idi. Ak hadım ağaları arasında dışarı devlet hizmetine çıkarak vezirlik ve sadrâzamlık eden pek çok kimse vardır. Nitekim Hadım Sinân Paşa, Hadım Ali Paşa, Hadım Süleymân Paşa ve Hadım Gürcü Mehmed Paşa bunlardandır.

2- Câriyeler

Haremdeki ikinci hizmet grubunu câriyeler meydana getirmektedir. Câriyeler bilgi, kabiliyet ve belirli vasıfları hâiz olmalarına göre harem teşkîlâtı içerisinde çeşitli derecelere ve hattâ pâdişâh hanımlığına kadar yükselebilirdi.
Harem-i hümâyûnda çalışan câriyeler yaptıkları işe göre isimler alırlardı. Bunlar derecelerine göre şu şekildedir:
Ustalar: Harem teşkilâtında câriyelerin yükselebileceği en üstün makamdır. Harem-i hümâyûndaki bütün câriyelerin âmiri ve en nüfuzlusu ise kâhya kadın idi. Bunun amirlik alâmeti olarak elinde gümüş kaplı bir değnek ile hünkâr dairesindeki muhtelif eşyayı mühürlemek için yanında mühr-i hümâyûn vardı. Pâdişâhın kadınları bile ona hürmet gösterirlerdi. Kâhya kadın, kızların terbiyesine ve usûle muhalif bir harekette bulunmamalarına dikkat eder, kendilerine sarayda nasıl yaşamak lâzım geldiğini ihtar edip öğretirdi. Kâhya kadının muavinine hazinedar usta derlerdi. Bu usta, hükümdarın elbiselerine ve harem-i hümâyûn levâzımâtına bakardı.
Ustalar değişik hizmetler görürlerdi. Pâdişâhın sofra hizmetini görenlere Çâşnigîr usta, çamaşırlarını yıkayanlara çamaşırcı usta, pâdişâhın eline su döken iprîkdâr, traş takımlarına bakana berber usta, kahvesini yapana kahveci usta, pâdişâhın kilerine ve kiler takımlarına bakana kilerci usta denirdi. Hükümdara şerbet ve meyve sunulacağı zaman, bu görevi, kilerci usta, yardımcıları olan câriyelerle birlikte yapardı.
Bunlardan başka haremin genel hizmetleri ile uğraşan ustalar da olup, yaptıkları işlere göre isim alırlardı.
Vekil usta: Hazinedar usta adına haremdeki bütün câriyeleri o idare eder, başlarında bulunup, gerekli emirleri verirdi.
Kethüda usta: Haremin teşrifâtçısıdır. Bayramlarda, düğünlerde, doğumlarda yapılan bütün merasim ve toplantıları idare ederdi. Bu sebeple kethüda; câriye ve kalfaların en görgülü ve kabiliyetlileri idiler. Pâdişâh ve hânedân mensuplarına nasıl muamele edileceğini kethüda usta öğretirdi.
Hastalar ustası: Haremde hasta câriyelere bakarlardı. Yardımcıları, hastalar kethüdaları idi.
Kalfalar: Acemilik derecesini bitiren câriyeler kalfa olurlardı. Makam bakımından ustalardan sonra gelirler. Kalfalar, kabiliyet ve gerekli vasıfları hâiz olmalarına göre, vâlide sultan, kadın efendi, şehzâde ve sultanların dâirelerinde hizmet ederlerdi. Eskiliklerine göre büyük, ortanca ve küçük kalfa olmak üzere üçe ayrılırlardı. Bunlar, bulundukları dâirelerin işlerini emrindeki kalfalar ve câriyelerle görürlerdi. Ustalar gibi, haremin genel hizmetlerinde de bulunan kalfaların hemen hepsi okur yazardı. Kalfalar beraberlerindeki câriyelerle bir haftalık harem nöbeti tutarlardı. Haremin hünkâr sofasında yatsıdan sabaha kadar oturup, ikişer-üçer bütün dâirelerin bahçelerini dolaşırlardı. Bunlara nöbetçi kalfalar denirdi. Gece bir kaza ve hastalık olursa, hemen baş kâtibeye haber verirlerdi. Perşembe günü bütün dâireleri temizlerlerdi ki buna Perşembe hizmeti denirdi. Cuma günü nöbeti diğer kalfaya teslim ederlerdi.
Yine bir hafta süre ile aş nöbeti tutarlardı. Her dâirenin kalfası yanındaki câriyelerle getirilen yemekleri içeriye alırlar ve kurulu sofralara dağıtırlardı. Sofraları temizleme ve kapları yıkama işi acemi câriyelere âiddi.
Sarayda temizliğe çok dikkat edilirdi. Her ay başında haremde genel temizlik yapılırdı. Ortanca kalfadan gençler, bütün sofaları, koridorları, merdivenleri, hamamları, bodrum katını hep beraber temizlerlerdi. Her tarafı ve ince Mısır hasırlarını sabun köpüğü serperek temizlerlerdi.
Sarayın en ağır ve zor işlerini, güçlü, kuvvetli oldukları için zenci câriyeler yaparlardı. Bunlar; sarayın duvarlarını temizlemek, sofaları silip süpürmek, sofalardaki yastıkları onarmak ve korumak, mangalları parlatmak ve bakmak, câmilerdeki halı, kilim ve hasırları temizlemek, şerbet ve pilavın hazırlanmasına yardım etmek gibi işleri yaparlardı.
Haremde diğer kadın hizmetçiler şunlardır:
Ebe:Doğum işlerine bakardı.
Dâye:Pâdişâhın kızlarına veya şehzâdelerine süt emzirmek için tutulan kadın ve câriyelerden olurdu. Dâyenin asîl ailelerden olmasına bilhassa dikkat edilirdi. Câriyelerden olanlar ise, umumiyetle kalfa derecesinde olurlardı. Pâdişâhlar dâyelerine pek hürmet gösterirlerdi.
Dadı:Pâdişâhın çocuklarına bakan câriye ve kadınlardı. Ayşe Sultan, dadısını şöyle anlatır: “Beni büyük bir îtinâ, şefkat ve muhabbetle giydirir, her işimi yapardı. Ben de onu öper; “Benim cici dadıcığım” derdim. O da bana “Bir taneciğim, melek sultânım” derdi” (Bkz. Câriye).
Yabancı erkeklerden sakınmak ve gizlilik esas olduğundan, mecbur kalmadıkça esas görevliler dışında saray haremlerine kimse alınmazdı. Saray hekîmi, tâmirâtçı gibi kimselerin dışında, ne sadrâzam, ne vezirler ne diğer saray personeli, ne de büyükelçiler, Osmanlı sarayı haremine giremezlerdi. Bunlar ise iş îcâbı girdiklerinde, bina ve mefruşattan başka bir şey görmezler ve kadınlara asla rastlamazlardı.
Türk ve yabancı devlet adamlarına yemekler, ikrâmlar, toplantı ve huzura kabuller hep harem dışında olurdu.
Topkapı Sarayı’nın üçüncü yerinde inşâ olunan harem-i hümâyûn kalın duvarları çevresinde harem ağaları ve diğer ocakların daireleriyle geçilmesi imkânsız bir bütünlük arz eder. Bu sebeple harem-i hümâyûnda geçen günlük hayat hakkında bilinenler pek mahdûd ve sınırlı kalmaktadır. Harem hakkında dışa sızabilecek malûmat harem ağaları veya içerde yaşıyan kadınlardan elde edilebilir. Fakat târihî hakîkatlerden de anlaşılıyor ki, ne haremden çıkarılarak evlendirilenler, ne de harem ağaları, haremin mahremiyetine gömülen haber ve malûmatı dışarıya sızdırmamışlar, görüp işittiklerini içlerine hapsetmişler ve onlarla birlikte âhirete göçmüşlerdir. Gizli olarak saraya girebilmek istenirse, Ayasofya tarafından üç, deniz tarafından ise bir çok has bahçeyi geçmek îcâb ederdi ki, bu da mümkün değildi. Dolayısıyla bâzı ecnebî ve onların hayranı olan bâzı yerli yazarların haremi gördüm diyerek kendi şahsî düşünce ve fikirlerini kaleme alarak yazdıkları eserler tamâmiyle hayâl mahsûlüdür. Çünkü Türkiye’yi ziyaret eden yabancıların çoğunun Türkçe bilmemeleri azınlıklarla görüşüp onlardan edindikleri bilgileri en ufak tenkid süzgecinden bile geçirmeden kitaplarına yazmaları onları fahiş hatâlar yapmaya sürüklemiştir. Değil Türk kadınları, erkekleriyle bile konuşamayan ve anlaşamayan yabancı seyyah ve ressamların, Osmanlı hakkında verdikleri hükümler ve yazdıkları kitaplar, o kadar indî ve kafadan yazılmıştır ki, bunları düzeltmek için düzineler dolusu kitap yazmak îcâb eder. Nitekim ciddî bâzı batılı tarihçiler dahi saray kapılarının çok sıkı korunduğunu ve kapıdakilerin haberi olmadan hiç bir kimsenin haremin bulunduğu kısma giremeyeceğini yazmaktadırlar.
Harem teşkîlâtı içerisinde, pâdişâhın kadın ve kızları, harem görevlileri ve bunların vazîfeleri, harem-i hümâyûndaki teşrîfât ve usûlleri ile ilgili bilgiler doğru olarak ancak hânedânın bir nevî husûsî arşivi olan Topkapı Sarayı Arşivi ile Başbakanlık Arşivi’ndeki belgelerden öğrenilebilmektedir. Harem-i hümâyûna âid olarak bu belgelere dayanmayan bütün bilgiler şüphe ile karşılanmalıdır.
Harem içerisinde görevli olan hadım ağaları belli ölçüler içerisinde hareket ederlerdi. Bunlar kadın efendi ve kızlarıyla konuştuklarında, ya kapı aralığından veya araya perde asmak suretiyle görüşmek zorundaydılar. Kazara sultânın veya kadınların yüzünü açık görseler başlarını yere eğmek, hareme girerken “Destur” diye bağırmak ve orada bulunan câriyeleri uyarmak mecbûriyetindeydiler.
Haremde yaşayan kadınların serbest bir şekilde bahçelerde, mesirelerde eğlenmelerine halvet denirdi. Kapalı havalarda pâdişâh; kadınları, sultanları ve oğulları ile görüşmek isterse onları dâiresine çağırtır, konuşur ve görüşürdü. Pâdişâhın aile efradının hepsi veya bir bölümü ile yaptığı bu toplantıya muhtasar halvet adı verilirdi.
Bir de hasbahçede yapılan halvetler vardı. Pâdişâh halvet yapılacağını bir hatt-ı hümâyûnla bildirir ve rahatsız edilmemesini emrederdi. Hasbahçenin bâzı yerlerinde devamlı olarak halvet sokakları ile perdeleri bulunurdu. Halvet günü üçüncü avlu tamâmiyle boşalır, bahçenin görülebilecek yerleri halvet bezleri ile örtülürdü. Bahçede kadınların ve câriyelerin dolaşacağı yollar üzerine ve etrafına çadırlar kurulurdu. Bunlardan başka oturulacak, namaz kılınacak, eğlenilecek ve yemek yenilecek çadırlar da kurulurdu. Bu gelenek, saltanatın kaldırılmasına kadar devam etmiştir.
Baharlarda ve yaz aylarında zaman zaman hasbahçe ve saray dışındaki gezi yerlerine de gidilirdi. Fakat harem halkı çok kalabalık olduğundan gruplara ayrılırlar ve gezi yerlerine nöbetleşe giderlerdi. Geziye çıkılmadan önce gidilecek yerlere çadırlar gönderilirdi. Baş ve ikinci kâtibe, gezintinin nereye yapılacağını ve hangi câriyelerin bu geziye katılacaklarını haremde îlân ederlerdi. Herkes en güzel elbiselerini giyer, gidişe hazırlanırdı. Geziye katılacak kadınlar, sultanlar ondan sonra ustalar, kalfalar ve câriyeler arabalarına binerler, haremden göç yerine hareket ederlerdi.
Kafilenin önünde ve yanlarında atları üzerinde harem ağaları bulunurdu. Arabalarının perdeleri yarıya kadar indirilirdi. Kafile ağır bir yürüyüşle gezi yerine varır, harem halkı arabalarından iner, hazırlanmış olan çadırlarına girerlerdi. Yeşil renkli çadırların ağaçlar, çiçekler ve yeşillikler arasında bulunması etrafa ayrı bir görünüş verir, gönüllere ferahlık getirirdi. Harem burada akşama kadar eğlenir, türlü oyunlar ve eğlencelerden sonra saraya dönerlerdi.
Haremde dînî günler ve geceler çok değişik bir havada geçerdi. Ramazandan bir hafta önce hazırlık başlar, temizlik yapılırdı. Ramazân ayında saray ve haremde yaşıyanların hepsi oruç tutarlar ve hatim indirirlerdi. Ramazanın ilk gecesi bütün dâirelerin sofalarına kafesler kurulur, seccadeler yayılır ve topluca namaz kılınırdı. Teravih namazından sahura kadar dâirelerde türlü eğlence ve sohbetler yapılır, gecenin tatlı geçmesine çalışılırdı. Sarayın harem dâiresi Ramazan’da adetâ câmi hâline girer, herkes ibâdet ve tâatle vakit geçirir, vâzlar verilirdi. Akşam topla beraber önce akşam namazı kılınır, sonra zemzem-i şeriflerle oruç bozulur, çeşit çeşit iftar yemekleri yenir, buzlu limonatalar, şuruplar içilirdi.
Pâdişâh, devlet erkânını iftara çağırdığı gibi, kadınefendi ve sultanlar da haremde bulunan öbür kadınları iftara çağırırlardı. Ramazan’ın on beşinde, başta pâdişâh olmak üzere şehzâdeler, sultanlar, kadınefendiler ustalar, kalfalar ve câriyeler hırka-i saadet dâirelerini ziyaret ederlerdi. Kandil ve bayram günlerinde de harem halkının aynı şekilde çeşitli merasimler tertipledikleri olurdu.
Sâir zamanlarda haremde yaşıyanlar günlerini vazifeleri dışında ibâdet etmekle ve okumakla geçirirlerdi.

KİMSEYE SEN DİYE HİTÂB ETMEZDİ

Sultan İkinci Abdülhamîd Han’ın kızlarından Ayşe Osmanoğlu, Hâtıralarım isimli kitabında babasının kendi terbiyeleri üzerinde itinâ ile durmasını şu sözleriyle ifâde ediyor. Bu ifâdeler aynı zamanda pâdişâhın haremde kızları ile olan ilgi ve alâkası için de güzel bir nümûne teşkil etmektedir.
“Babam işleri hafif olduğu zaman, haremlerinden ve kızlarından kimi isterse haber gönderip çağırtır, onlarla görüşürdü. Gerek haremlerinin, gerekse kızlarının resmî işlere karışmasını asla istemezdi. Terbiyemiz hususuna pek dikkat ederdi. En küçük kusurlarımızı dahi hoş görmez, kendisiyle yüz göz etmezdi. Bir kusurumuzu gördüğü, hissettiği zaman bizlere bir şey söylemez, analarımıza haber gönderirdi. Huzurunda ne suretle konuşacağımızı, nasıl hareket edeceğimizi biz de pek iyi bilirdik.
Çok sâde giyinmemizi isterdi. Cicili bicili şeyler giymemizi istemezdi. Yakalarımız hafif açık olabilirdi. Fakat kollarımız tamâmiyle kapalı idi. El işaretleriyle, yüksek sesle konuşmamızı istemezdi. Dâima sakin ve nâzik hareketli olmamıza dikkat ederdi. Büyüklerimize, annelerimize, kardeşlerimize, dâima saygılı davranmamızı, önlerine geçmeyip sıramızı muhafaza etmemizi ister, şımarıklıktan hiç hoşlanmazdı.
Kimseye “Sen” diye hitap etmediği gibi, câriyelerine bile “Getiriniz” ve “Götürünüz” gibi nazikâne şekilde emir verirdi. Bizlere ya “Kızım” veya “Sultan” diye hitâb ederdi. Kadınlarına da pek saygılı muamelede bulunurdu. “Başkadın” yahut “Baş ikbâl” şeklinde haber gönderir ve çağırırdı.”
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Osmanlı Devleti’nin Saray Teşkilâtı (Uzunçarşılı); sh. 110-150
 2) Germiyanoğulları Târihi (M. Ç. Varlık, Erzurum-1974)
 3) Büyük Türkiye Târihi; cild-8, sh. 243, 246
 4) Harem (Çağatay Uluçay) sh. 13, 20, 25, 41, 58, 67, 75, 148, 150, 162, 163,
 5) Babam Abdülhamîd (Ayşe Osmanoğlu); sh. 85, 87, 117
 6) Nâimâ Târihi; cild-6, sh. 63, 64
 7) Abdurrahmân Şeref, Topkapı Sarayı (T.O.E.M. I, İstanbul 1329); sh. 465, 475
 8) Saray Hâtıraları (Safiye Ünüvar, İstanbul-1964); sh. 14, 27, 28, 50, 72
 9) Târih-i Enderûn (M. Atâ Bey)
10) Hayâtımın Acı ve Tatlı Günleri (Şâdiye Osmanoğlu)

MAHMUD PAŞA (Veli)


Fâtih Sultan Mehmed Hanlın sadrâzamlarından. Doğum târihi bilinmemektedir. Sırp kavmine mensup, asîl bir ailenin çocuğudur. Küçük yaşta serhâd gâzileri tarafından, Yenidağ’dan Semendire’ye giderken esir edilip, Edirne’ye getirildikten sonra, ümerâdan Mehmed Ağa satın alarak okutmuş ve ikinci Murâd Han’a takdim etmiştir. Daha sonra Fâtih Sultan Mehmed Han’ın hizmetine verildi. Zekâsı, ilmi ve kuvvetli şahsiyeti, Fâtih Sultan Mehmed Han tarafından takdir edildiğinden, on beş yıl sadrâzam olarak devlete ve millete büyük hizmetlerde bulundu. 1474 senesi sonlarında İstanbul’da vefât etti.
Mehmed Ağa tarafından ikinci Murâd Han’a takdîm edilen Mahmûd Paşa, Edirne Sarayı’nda uzun süre tahsil görüp, Fâtih Sultan Mehmed Han’ın cülûsundan sonra yeni pâdişâhın teveccüh ve iltifatına mazhâr olarak, ocak ağalığı rütbesini aldı. İstanbul muhasarasında, pâdişâh tarafından Bizans’a elçi gönderildi ve beyhude yere kan dökülmemesi için şehrin teslimini istedi. Fakat bu istek, Bizanslılarca reddedildi. Mahmûd Paşa da kuşatma boyunca Anadolu beylerbeyi İshâk Paşa ile birlikte Haliç surları tarafında vazîfe aldı ve kahramanca çarpıştı.
İstanbul’un fethinden sonra, Fâtih’in maiyyetinde olarak, bir çok sefere katıldı ve büyük muvaffakiyetler gösterdi. Nitekim Belgrad muhâsarasındaki şecâatına mükâfat olarak vezirliğe yükseltildi ve Rumeli beylerbeyliğiyle taltîf edildi. Sırbistan’ı malikâne olarak Papa’ya vermek isteyen kraliçe Helene’nin, Mahmûd Paşa’nın kardeşi, Michail Abogoviteh’i bir hileyle bertaraf edip, katolik bir Bosnalıyı işbaşına getirmesi, Sırp boylarının hoşuna gitmedi. Fâtih Sultan Mehmed’e başvurarak Sırbistan’ı Osmanlı Devleti’ne teslim edeceklerini bildirdiler. Sultan bu işle Mahmûd Paşa’yı vazifelendirdi.
Rumeli askeri ve bin kadar yeniçeriyle Sırbistan’a giden Mahmûd Paşa, Sırpların menfî tavrıyla karşılaştı. İlk hamlede Resav ve Kuruca kalelerini alıp Semendire’yi muhasara etti. Kuvveti az olduğundan kaleyi düşüremeyeceğine kanâat getirip geri çekildi. Belgrad’ın karşısındaki Avala palangasını tamir edip, Ostcoviça ve Durnik kalelerini feth etti. Güvercinlik kalesini ele geçirip, tahkim etti ve Minnetoğlu Mehmed Bey’i Macaristan üzerine akıncı göndererek, Mora seferinden sonra Üsküb’e gelen Sultan’ın yanına döndü.
Mahmûd Paşa, Fâtih’in ikinci Mora seferinde despot Demetrius’un elindeki Mistra kalesinin fethiyle vazifelendirildi. Paşa kısa zamanda kaleyi kuşatarak despotu teslim olmaya razı etti ve Fâtih Sultan Mehmed Han’ın huzuruna getirdi.
Mahmûd Paşa ertesi sene, Fâtih’in maiyyetinde; Amasra, Sinop ve Trabzon seferine iştirak ederek büyük muvaffakiyet gösterdi. Bilhassa Trabzon’un teslim alınmasında, imparatorun baş mâbeyncisi ve aynı zamanda kendisinin de akrabası olan Gorgüs Amiratzes’i kullanarak büyük rol oynadı.
Fâtih’in Karadeniz kıyısında seferde olmasından faydalanan Eflâk voyvodası Vlad, hâince tuzak kurup Silistre beyi Yûnus Bey ile Niğbolu beyi Çakırcıbaşı Hamzâ’yı ve askerlerini vahşîce katlederek Osmanlı topraklarını yağma edince, 1462’de Eflâk seferine karar verildi. Düşman uzun süre görünmeyince, Sultan, Evrenos Bey’i Eflâk içlerine akıncı gönderdi. Aldığı görevi yerine getiren Evrenos Bey’in akından döndüğünü haber alan voyvada Vlad (Kazıklı Voyvoda), akıncıların yolunu kesmeye karar verdi. Mahmûd Paşa bunu farkederek sür’atle bölgeye yetişip akıncıları büyük bir tehlikeden kurtarıp Eflâk kuvvetlerini imha etti.
1462 yılında Midilli’nin fethiyle görevlendirilen Paşa, 60 kadırga ve 7 nakliye gemisinden ibaret donanma ile adayı muhasara etti. Mukavemetin imkânsız olduğunu gören şehir kumandanı müdafaasız teslim oldu.
Osmanlı kalelerine tecâvüz eden Bosna kralının Ağaçhisarı’nı da yakması üzerine, Bosna’ya sefere karar verildi. Ordu, Bosna topraklarına girince kaçan kralın yakalanması görevi, Mahmûd Paşa’ya verildi. Yirmi beş bin kişilik kuvvetle Bosna’nın merkezi olan Yayça’yı kuşatan Paşa, kralın buradan birgün önce Sokol kasabasına kaçtığını öğrenince, hemen hareketle burayı kuşattı. Kralın yine kaçtığını öğrenince takibe karar vererek kuşatmayı kaldırdı. Kralın kaçtığı Kliuteh’e gitmek için dar bir boğazdan geçmek lâzımdı. Çok sarp ve tehlikeli olan bu boğazdan geçmeyi istemeyen Paşa’nın maiyyeti, Sokol kasabasının muhasarasında ısrar ettilerse de, paşa, karârını değiştirmedi ve bütün gece, meş’alelerin ışığında boğazı geçip ovaya ulaştı.
Bu boğazın kolayca geçilemeyeceğine inanarak kaleden ayrılmayan kral, şehrin sabah akıncı kuvvetleri tarafından kuşatıldığını görünce, asıl kuvvetleri görmediğinden hemen saldırdı. Mahmûd Paşa arkadan yetişerek kralın askerini bozdu ve kaleye çekilmeye mecbur etti. Bunu beklemeyen kral, mukavemetin mânâsız kalacağını, kalelerinin bir bir Türklerin eline geçtiğini anlayarak teslim oldu.
Mahmûd Paşa bundan sonra, Mora’daki Rum şehirlerini isyâna teşvik eden Venediklilerin, tecâvüzlerini önlemeye me’mûr edildi. Mora’ya çıkarak, Germe-Hisata doğru yürüdü ve Venediklileri hezimete uğratıp kaleyi zaptetti. Bu muzafferiyet üzerine diğer rum şehirleri de teslim oldu. Mahmûd Paşa, Venedik kuvvetlerince kuşatılan Midilli’ye imdâd etmekle vazifelendirdiğinden, Mora’ya Ömer Bey’i bırakıp yüz on parçalık filoyla hareket etti ve adayı kurtardı.
1464’de Yayça’yı muhasara eden Fâtih, Macarların taarruza geçip Sıwornik’i kuşatmaları üzerine, Mahmûd Paşa’yı kış ortasında Macar seferiyle görevlendirdi. Gönderdiği habercilerle Swornik’i mukavemete teşvik eden Paşa, Mihaioğlu Ali Bey ile akıncıları kaleye göndererek Macarları geri çekilmeye mecbur etti.
Karamanoğlu İbrâhim Bey’in ölümünden sonra ortaya çıkan problemleri çözmek için düzenlenen seferde, Konya ve Gevele’ye kadar giden Mahmûd Paşa, Karamanoğlu Pîr Ahmed’in takibiyle görevlendirildi ise de yakalayamadı. Karaman ilindeki amele ve san’at erbabının İstanbul’a nakli için yine Mahmûd Paşa’yı görevlendirdi. Fakat rakibleri boş durmayarak, zenginlerden rüşvet alarak yerlerinde bıraktığını ve sâdece fakirleri İstanbul’a naklettiğini iddia ettiler. Bu çalışmalar semeresini göstermekte gecikmedi ve Mahmûd Paşa sadrâzamlıktan azledildi.
Mahmûd Paşa bu azilden sonra hassına çekilmiş ise de, çok geçmeden Gelibolu sancakbeyliği uhdesinde kalmak üzere kapdân-ı deryalığa getirildi. Ağrıboz seferinin hazırlıklarını yapmakla vazifelendirildi.
5 Haziran 1470’de idaresi altındaki büyük bir donanma ile harekete geçen Mahmûd Paşa, yolu üzerindeki Şira adasını zaptederek 14 Haziran’da Ağrıboz’u kuşattı. Öte yandan Fâtih Sultan Mehmed Han da, 70 veya 100.000 kişilik bir kuvvetle karadan Ağrıboz’un karşısına gelmişti. Adanın karaya en yakın yerinde gemiler toplanıp geceli-gündüzlü çalışarak karayla adayı birbirine bağladılar. Bu suretle ordu adaya geçirildi.
Bütün ağırlık adaya geçirildikten sonra Pâdişâh da adaya geçerek surlara yakın bir yerde otağını kurdurdu. Kale üç yerden kuşatılmasına rağmen deniz yolunun bir tarafı açıkta kalmıştı. Düşmanın buradan yardım alması mümkündü. Burayı gemilerle sarmak, ancak kalenin önünden geçmekle mümkündü. Bu ise pek güç ve tehlikeli idi. Onun için İstanbul’un fethinde olduğu gibi gemilerden bir kısmı karadan yürütülerek kalenin öte tarafına geçirilmiş ve bu suretle o yol da kapatılmıştı. Bir kaç defa hücum edilip çok müstahkem olan kaleye girilemeyince, kalenin alınamayacağını düşünenler, hattâ Pâdişâh’ı geri dönmeye teşvik edenler oldu. Fakat Fâtih Sultan Mehmed Han ve Mahmûd Paşa’nın kararlı tutumları bunları düşüncelerinden vazgeçirdi. Bu arada yardıma gelen Venedik donanması karaya asker çıkarmaya çalıştı. Mahmûd Paşa bölgeye gönderilerek, düşmanın bu teşebbüsü önlendi. Köprüye saldırdıklarında da ağır kayıplar verdirilerek geriye çekilmeye mecbur edildi. Yardım ulaşamamasına rağmen kale bir aya yakın cesaretle mukavemet etti. Bütün surlarda açılan gediklerden sonra, 11 Temmuz Çarşamba günü başlayan hücum, bütün gece devam etti ve sabahleyin kale düştü. Bunu gören Venedik donanması bölgeyi terketti.
Bu seferdeki başarılarından dolayı Mahmûd Paşa tekrar sadârete getirildi.
1472 senesi sonlarında Venedik ve Papa ile ittifak kuran Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan, Osmanlı Devleti’ni ortadan kaldırma hazırlıklarına başladı. Bu arada Uzun Hasan’ın, Macar kralına gönderdiği elçi yakalanarak, İstanbul’a getirildi. Sorgulama sonunda Uzun Hasan’ın Osmanlı’ya karşı kendisine yardım için Avrupa’da bir haçlı ittifakı meydana getirmeye çalıştığını öğrenen Sultan, 1473 kışını harb hazırlıkları ile geçirip, sefere çıktı.
Öncü kuvvetlerinde Has Murâd Paşa’yla beraber görevli olan Mahmûd Paşa, Erzincan civarında Fırat nehrinin genişlediği yerde Akkoyunlu kuvvetleri ile karşılaştı. Çarpışma başlayınca düşmanın hîle ile geri çekilmesine aldanan tecrübesiz Murâd Paşa’nın, ileri atılıp şehîd olmasına rağmen, Mahmûd Paşa tedbirli hareketleriyle fazla bir zâyiât vermeden başarıyla geri çekildi.
11 Ağustos’da Tercan civarındaki üç ağızlı mevkiine gelen Osmanlı kuvvetleri, burada ordugâh kurmak ve istirahat etmek mecburiyetinde kaldılar. Çünkü etrafı yüksek dağlarla çevrilmiş olan bu dar vadinin geçilmesi oldukça güçtü ve artık hayvanların bile yürüyecek hâli kalmamıştı.
Burada, ordunun henüz tertipten mahrum olduğu bir sırada, Otlukbeli denilen karşı tepelerde Uzun Hasan’ın komutanlarından Gavur İshak’ın kuvvetleri görüldü. Otlukbeli sırtlarını tutan Akkoyunlular, Osmanlı ordusunu bu tehlikeli yerde harbi kabule mecbur bırakmışlardı. Burası öyle bir yerdi ki, bozulan mutlaka mahvolurdu. Durumu değerlendiren Sultan, Gavur İshak’ın kuvvetlerini karşılamak üzere Dâvûd ve Mahmûd paşalara görev verdi. Aldıkları emir üzerine hızla harekete geçen Dâvûd ve Mahmûd paşalar, düşmanın tepeden aşağı inmesine mâni oldular. Aynı zamanda kahramanca çarpışarak düzlüğe çıktılar ve şiddetli bir çarpışmadan sonra tepeyi tutarak düşmanın geri çekilmesini sağladılar. Bu sırada Sultan da, kuvvetleriyle tepeye tırmandı. Dâvûd ve Mahmûd paşaların düşmanı yeterince oyalayıp ordunun tepeye çıkmasını sağlamaları, durumu Osmanlı lehine döndürdü (Bkz. Otlukbeli Savaşı).
Otlukbeli muhârebesinin zaferle sonuçlanmasında büyük yararlıklar gösteren Mahmûd Paşa aleyhine, rakipleri yeni tertipler peşine düştüler. Neticede mevcûd târihi kaynaklardan kesin olarak anlaşılmayan bâzı siyâsî sebeblerle zindana atılmasına ve boğdurulmasına sebeb oldular. Türbesi Mahmûd Paşa Câmii’nin kıble duvarı önündedir.
Adnî mahlası ile şiirler de yazan Mahmûd Paşa’nın, devrine göre sâde ve ahenkli bir dili vardır. Tezkereciler ondan takdir ile bahsederler. Zâhiri, Faryâbî, Hâfız gibi meşhur İran şâirlerine nazîreler yazmış ve Hâce-i cihân tarafından bir kasîde ile medhedilmiştir.
Halk arasında çok sevilen ve İslâmî ilimlerde ileri derece sahibi olan Mahmûd Paşa’yı, Fâtih Sultan Mehmed Han çok sever, medreselere derse gittiği zaman onu da yanında götürürdü. Ali Tûsî ile beraber Tetimme ve Sahn-ı semân medreselerinin kurucularındandır. İstanbul’un bilinen ilk kütüphânelerinden biri de onun evindeydi. Devrin ricali, şeyhleri ve âlimleri ile dost olan Mahmûd Paşa, İstanbul’da faaliyetlerde bulunan sapık hurûfîlerin te’sirsiz hâle getirilmesini sağlamış, maddî, manevî destek vererek pek çok ilmî eserin yazılmasına önayak olmuştur.
Farsça şiirleri kadar nesirleriyle de şöhret kazanmıştır. Fâtih Sultan Mehmed Han’ı metheden bir kasîdeyle başlayan ve bugün üç nüshası bulunan Dîvân’ı henüz basılmamıştır. Dîvân’ın sonunda Fâtih tarafından, bâzı hükümdarlara gönderilmiş Farsça altı mektup sureti bulunmaktadır.
İyi bir komutan, değerli bir âlim ve şâir olan Mahmûd Paşa, bir çok hayır eseri yaptırmış ve vakıflarıyla yüzyıllarca yaşamasını te’min etmiştir. Mahmûd Paşa’nın Ankara’da yaptırdığı bedesteni ve hanı, yüzyıllar boyunca san’at ve ticâret merkezi olmuş, 1940’lardan sonra restore edilerek, Arkeoloji müzesi olarak kullanılmaya başlanmıştır. İstanbul ve Sofya’da Mahmûd Paşa câmileri, İstanbul’da Mahmûd Paşa hamamı, Bursa’da Mahmûd Paşa hanı ve İstanbul’daki Mahmûd Paşa kervansarayı bunlardan bâzılarıdır.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Kâmûs-ül-a’lâm; cild-6, sh. 4223
2) Rehber Ansiklopedisi; cild-11, sh. 162
3) Osmanlı Târihi (Uzunçarşılı); cild-2, sh. 530
4) Hadîkat-ül-Vüzerâ; sh. 9
5) Şakâyık-ı nu’mâniyye Tercümesi; sh. 176
6) Menâkıb-ı Mahmûd Paşa-i Velî (Üniversite Kütüphânesi, TY. No: 2425)
7) Osmanlı Müellifleri; cild-2, sh. 15
8) Türk Klasikleri; cild-2, sh. 218
9) Adnî Dîvânı (Bercis Miskioğlu, Üniversite Kütüphânesi, tez, 2123)
10) Resimli Türk Edebiyatı Târihi; cild-1, sh. 447
11) Fâtih Sultan Mehmed’in Siyâsî ve Askerî Faâliyetleri (S. Tansel, İstanbul-1971).
12) Îzahlı Osmanlı Târihi Kronolojisi (Danişmend); cild-1
13) Tezkiret-üs-Şuârâ (Kınalızâde Hasan); cild-2, sh. 612

MAHMUT NEDİM PAŞA


Tanzîmât dönemi Osmanlı sadrâzamlarından. Şam ve Bağdâd vâliliklerinde bulunmuş olan vezirlerden Gürcü Mehmed Necîb Paşa’nın oğludur. 1818’de İstanbul’da doğdu. Zamanının usûlüne göre tahsilini tamamladıktan sonra, 1831’de sadâret mektûbî kalemine girdi. 1834’de hâcegânlık rütbesine terfî eden Mahmûd Nedim Efendi, 1837’de serasker Dâmâd Bursalı Saîd Paşa’ya dîvân kâtibi, daha sonra da sadâret mektûbî muavini olau. 1841’de Âmedî kalemine girdi. Mustafa Reşîd Paşa’nın birinci sadâretinde 1847’de rütbe-i ûlâ sınıf-ı sânîsiyle sadâret mektubculuğuna tâyin edildi. Sadrâzamın iltifatını kazanarak, 1849’da vekâleten, 1850’de asil olarak dîvân-ı hümâyûn amedciliğine, 1853’de dîvân-ı hümâyûn beylikçiliğine, 1854’de rütbe-i bâlâ ile sadâret ve hâriciye müsteşarlığına getirildi. 1855’de vezirlik rütbesi verilerek Sayda vâliliğine tâyin olundu. Aynı sene içinde Şâm vâliliğine, 1856’da İzmir vâliliğine getirildi. 1858’de Meclis-i Tanzîmât âzâlığına ve Fuâd Paşa’nın Paris’e gitmesi üzerine hâriciye nezâreti vekâletine tâyin edildi. Aynı sene içinde Ticâret nezâretine getirildi. 1859’da bu vazifeden azledildi. Kendi isteği üzerine 1860’da Trablusgarb vâliliğine tâyin olundu. Bu sırada İstanbul’da toplanan Yeni Osmanlılar cemiyeti mensûblarının, Âlî Paşa’nın ve diğer nâzırların ortadan kaldırılarak, Mahmûd Nedîm Paşa’nın sadrâzamlığa aday gösterilmesini kararlaştırmalarıyla ilgili haber yayılınca, Alî Paşa ile arası açıldı. İstanbul’a gelen Mahmûd Nedîm Paşa, çeşitli yollara başvurarak kendini Âlî Paşa’ya affettirdi.
Yedi sene bulunduğu Trablusgarb vâliliğinden affedilmesini istedi. İstifası kabul edilerek, 1867’de Meclis-i vâlâ âzâlığına tâyin edildi. Aynı sene içinde Deâvî nezâretine nasbedildi. 1868’de İkinci defa sadâret müsteşarlığına getirildi. Müsteşarlığa tâyin edilmesinden bir hafta sonra, Hakkı Paşa’nın ölümü sebebiyle boşalan Bahriye nezâretine getirildi. Serasker Hüseyin Avni Paşa’nın maaşı arttırıldığında, kendi maaşının da arttırılmasını istemek üzere sadrâzamın isteği dışında saraya müracaat ettiği için yeniden Âlî Paşa ile arası açılmaya başladı. Âlî Paşa’nın hastalanarak 1871’de ölümü üzerine sadârete getirildi.
Mahmûd Nedîm Paşa, sadrâzam olunca, Âlî Paşa’ya karşı öteden beri beslediği kini açığa vurarak, Âlî Paşa’nın yakınlarından başlamak üzere, onun bütün dostlarını ve iş arkadaşlarını bulundukları vazifelerden alıp, başka yerlere tâyin etti. Bu arada meziyetsizliklerinden ve kötülüklerinden dolayı zaman zaman vazifesinden azledilip, çeşitli entrikalarla tekrar bir makam kapmayı başaran Hüseyin Avni Paşa’yı, rütbe ve nişanlarını sökerek Isparta’ya sürdü. Bu sebeple Hüseyin Avni Paşa, Mahmûd Nedîm Paşa’ya ve Mahmûd Nedîm Paşa’nın sadârete getirilmesini istememesine rağmen, sadârete getirdiği için sultan Abdülazîz Han’a karşı kin beslemeye başladı. Böylece Abdülazîz Han’ın ileride tahttan indirilmesine ve şehîd edilmesine sebeb olacak hâdiselerin tohumu atıldı.
Mahmûd Nedîm Paşa, sadrâzamlığı sırasında, üsdâdı olan Mustafa Reşîd Paşa’nın İngiliz hayranlığı, Âlî ve Fuâd paşaların Fransız hayranlığına dayanan politikalarının tersine, Rus hayranı bir dış politika tâkib etti. Rusya’ya yaklaşıp, Rusya’nın bütün isteklerini yerine getirdi. Bu sebeple halk arasında Nedimof diye kınandı. Rusya taraflısı bir dış siyâset tâkib ettiği için diğer Avrupa devletleri karşısında Osmanlı Devleti yalnız kaldı. Ayrıca Osmanlı mâliyesini ıslâh edeceğim diyerek me’murların maaşlarında kısıntıya başvurdu. Vilâyet nizamnamesini değiştirerek, vâlilerin ödeneklerini kesti. Îcâb etmediği hâlde yeni vilâyetler kurdu ve devletin idaresini zorlaştırdı. Me’murlar arasında sürekli tâyin ve nakiller ise, tedirginliğin artmasına sebeb oldu. On bir ay süren sadrâzamlığı sırasında 5 serasker, 4 bahriye nâzın, 4 adliye nâzırı, 5 mâliye nâzırı, 6 tophane müşîri, 5 sadâret müsteşarı, 6 serasker müsteşarı değiştirdi. Vâliler ve taşra me’murları arasında sık sık yer değişikliği yaptı.
Mahmûd Nedîm Paşa’nın tedirgin edici, uygunsuz ve beceriksiz muameleleri, sultan Abdülazîz Han tarafından tasvip edilmediği için, 1872’de sadrâzamlıktan azledildi. Kastamonu vâliliğine tâyin edilerek İstanbul’dan uzaklaştırıldı. Sonra da Adana vâliliğine nakledildi ve üç sene sonra İstanbul’a geldi. Tekrar ikbâl ve makam sevdasına düşen Mahmûd Nedîm Paşa, Hersek’te başlayan ayaklanmanın bastırılmasında sadrâzam Es’ad Paşa’nın âciz kalmasını fırsat bilerek, gezdiği yerlerde; “Bu mes’ele bir haftada hallolacak bir iştir. Bâb-ı âlî acizlik gösteriyor” kabilinde sözler sarf etti. Sadârete getirilirse mes’eleyi derhâl hâlledeceğini îmâ etti. Sultan Abdülazîz Han, muhalifleriyle arasını bulmak için 1875’de Mahmûd Nedîm Paşa’yı Şûra-yi devlet reisliğine, Midhat Paşa’yı Adliye nezâretine, Hüseyin Avni Paşa’yı seraskerliğe tâyin etti. Daha sonra da kaht-ı rical (adam kıtlığı) sebebiyle, mecbur kaldığından, Mahmûd Nedîm Paşa’yı aynı sene içinde ikinci defa sadârete getirdi. Hersek’de çıkan isyâna, Sırbistan’da zuhur eden karışıklıklara mâni olamayan Mahmûd Nedîm Paşa, yayımlattığı bir beyânname ile devletin dış borçlarının 6 Ekim 1875’de o yıla âid devlet bütçesinin, vâdesi gelmiş borçların faiz ve amortisman paylarının ödenmesine müsait olmadığı gerekçesiyle ancak yarısının ödeneceğini îlân etti. Zâten fena olan mâlî durum iyice bozuldu. Bu sebeple Avrupa’da çıkan gazeteler, Osmanlı Devleti’nin îtibârı aleyhinde pekçok neşriyat yaptılar. Aslında bu karar Hüseyin Avni Paşa, Mütercim Rüşdî Paşa ve diğer ileri gelenlerin hazır bulunduğu bir toplantıda alınmıştı. Buna rağmen tek sorumlu olarak Mahmûd Nedîm Paşa’nın gösterilmesi, onun banker Hristaki ile beraber borsa oyunları ile büyük kazanç sağlaması sebebiyledir.
Rusya tarafdârı olan Mahmûd Nedîm Paşa, Rus elçisi İgnatiyef’in telkinlerine kapılarak Bulgaristan’da çıkan isyâna karşı yeterli tedbir almadı. O bölgeye yeterli asker gönderme imkânı varken göndermedi. Balkanlarda vuku bulan çeşitli hâdiseler büyük devletlerin müdâhalesine zemin hazırladı.
Mahmûd Nedîm Paşa’yı sadârete getirdiği için sultan Abdülazîz Han’a karşı düşmanlıkları fazlalaşan Midhat ve Hüseyin Avni paşalar, yeni oyunlar hazırlamaya başladılar. Medrese talebelerine para dağıtarak, pâdişâh aleyhinde gösteriler yaptırdılar. Fâtih ve Bâyezîd meydanlarında toplanan medrese talebelerinin arasına ard niyetli kışkırtıcılar da katıldı. Zuhur eden bu hâdiseler, Bosna-Hersek isyânını bastıramaması ve mâlî krizin iyice artması üzerine 12 Nisan 1876’da sadâretten azledilen Mahmûd Nedîm Paşa’nın yerine Mütercim Rüşdî Paşa getirildi. Mahmûd Nedîm Paşa Çeşme’de ikâmete mecbur edildi. Serasker Hüseyin Avni Paşa gizlice onu öldürtmek istediyse de Midhat Paşa’nın karşı çıkması üzerine muvaffak olamadı. Daha sonra Sakız adasına gönderilen Mahmûd Nedîm Paşa, sultan İkinci Abdülhamîd Han zamanında saraya yazdığı arîza (dilekçe) üzerine affedilerek İstanbul’a getirildi. Musul vâliliğine tâyin edildi ise de, özür beyân ederek Midilli’ye gitti. Daha sonra tekrar İstanbul’a getirtilerek 1879’da Saîd Paşa kabinesinde Dâhiliye nâzırlığına tâyin edildi. Midhat Paşa’nın muhakemesi için tahkikatı yürütecek hey’ette vazifelendirildi. Dâhiliye nâzırlığı sırasında halka ve me’murlara çok iyi muamelede bulundu. Ahmed Vefik Paşa’nın ikinci sadâretinden azli üzerine sadâret makamına tâyin edildiyse de daha sonra vaz geçildi. Hastalığı sebebiyle 1883’de Dâhiliye nezâretinden azledildi. 15 Mayıs 1883’de İstanbul’da öldü. Vasiyeti üzerine Cağaloğlu Kapalıfırın civarında satın alınan arsaya defnedildi. Daha sonra kabri üzerine türbe yapıldı.
Şiirlerinin toplandığı bir Dîvan’ı ve basılmamış olan Reddiye adlı eseriyleHikâye-i Melik-i Muzaffer, devlet idaresine dâir Âyine-i devlet ve nazm şeklinde yazılmış Hasbihâl adlı eserleri bulunan Mahmûd Nedîm Paşa, menfaatine düşkün, bilhassa ikbâl ihtirası içinde bir kimse idi. Meziyetleriyle yüksek mevkilere çıkamıyacağını bildiği için, Pâdişâh’ın gözüne girmeye çalışırdı. Mustafa Reşîd Paşa bile; “Bizim mektubcu bey cıvık sabuna benzer, ne el yıkar, ne çamaşıra gelir” demek suretiyle onun işe yaramaz birisi olduğunu bildirmiştir.
Bir zamanı diğer zamanına uymaz, uzun müddet iltifat ettiği bir kimseye ehemmiyetsiz bir sebeple gücenir, her şeyden şüphelenir ve yaptığı işin sonunu düşünmezdi. Bütün halk kendini medh etse aldırmaz, fakat aleyhinde söylenen önemsiz bir sözden nem kapıp incinirdi. Gayet alıngan olduğu için; “Bir adam yalınıza bakıyordu” dense, bundan türlü türlü mânâ çıkarırdı.
Devlet idaresinde bir programı olmayan Mahmûd Nedîm Paşa, keyfî ve gelişigüzel hareket ederdi. Kültürü, târih bilgisi; Rusya’nın bize dost olamıyacağını, dost göründüğü zamanlarda ise, daha ziyâde fenalık yapacağını tahmin edemeyecek kadar noksandı. Nitekim Rus elçisi İgnatiyef’in telkinleriyle yaptığı işler yüzünden devletin başına büyük gaileler açılmıştı.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Mâruzât; sh. 4, 5, 197
2) Tezâkir; cüz-1-12, sh. 16 v.d.
3) Son Sadrâzamlar; cild-1, sh. 264
4) Kâmâs-ül-a’lâm; cild-6, sh. 4230
5) Osmanlı İmparatorluğu Târihi; cild-12, sh. 249
6) Bîr Darbenin Anatomisi; sh. 538
7) Osmanlı Târihi (E. Z. Karal); cild-7, sh. 131
8) Eshâb-ı Kiram; sh. 282
9) Rehber Ansiklopedisi; cild-11, sh. 161
10) Târih Musâhebeleri; sh. 120
11) Mesâil-i Mühimme-i Siyâsiyye; cild-2, sh. 373

LALE DEVRİ


Osmanlı târihinde 1718-1730 seneleri arasındaki döneme sonradan verilen isim. Bu devirde İstanbul’da lâle zevki artıp, devlet adamları dâhil, İstanbulluların bahçelerinde çeşit çeşit lâle yetiştirilmesi yaygınlaşınca, şâir ve tarihçiler tarafından bu devre Lâle devri denilmiştir.
Lâle devri; Osmanlı sultânı üçüncü Ahmed Han (1703-1730) ve sadrâzam Nevşehirli Dâmâd İbrâhim Paşa zamanında Osmanlı-Rus-Avusturya-Venedik harplerinden sonra imzalanan Prut ve Pasarofça andlaşması ardından başladı. Yıllarca süren harpler ve isyânlardan bıkan halk, antlaşmalardan sonra korku ve endişeden uzak bir hayât sürmeye başladı. İstanbul’da sünnet ve düğün merasimleri artarak, mevsimine göre kır, deniz seyâhatleri ve helva sohbetleri tertiplendi. Edebî faaliyet hızlanıp gelişti. Pâdişâh dâhil devlet adamları, lâle mevsiminde Sâdâbâd, Şerefâbâd, Kasr-ı Süreyya, Vezirbahçesi köşklerine, Tersane bahçesi, Çırağan bahçesi ve Beşiktaş yalılarına giderlerdi. Devlet adamları, ahâli ve çiçek esnafı iki yüzden fazla lâle çeşidi yetiştirdiler. Mahbud, devrin en meşhur ve pahalı lâle çeşidi oldu. İstanbul başta olmak üzere bütün memleket sathında park, bahçe tanzimi, köşk, saray, çeşme, sebîl, imâret, medrese, kütüphâne ve câmiler dâhil pek çok san’at eseri yapıldı. İnşâ ve tamir edilen san’at eserlerinin süslenip tezyini için İstanbul’a çini fabrikası kuruldu. Dâmâd İbrâhim Paşa’nın doğum yeri olan bugünkü Nevşehir, bu devrin eseridir.
Yine bu devirde, on altıncı asırdan beri İstanbul ve diğer Osmanlı şehirlerinde Arapça, Ermenice, İbrânice, Rumca kitap basan matbaaların ardından, şeyhülislâm Abdullah Efendi’nin fetvası ile Osmanlıca kitap basan matbaa kuruldu ve basılacak kitapların kontrolü için âlimler vazifelendirildi. İstanbul’da bulunan ve bütün dünyâda kıymetli eserlerin yazılmasını sağlıyan doksan bin kadar hattatın durumları dikkate alınarak ilk zamanlar dînî kitaplar basılmadı. Hattatlıkla uğraşan kalem ehlinin bir kısmı matbaada tab işlerinde musahhihlik yaparak zamanla denge sağlandığından, dînî kitapların da basımına geçildi. Matbaanın ve hattatların ihtiyâcını karşılamak için kâğıt fabrikası kuruldu. Avrupa ile münâsebetler arttırılıp, Viyana’ya konsolos tâyin edilerek, çeşitli başşehirlere dostluk nâmeleri gönderildi.
Bu devir sulh, sükûn ve huzurla geçtiğinden, Osmanlı kültür, san’at ve ilim âleminde kıymetli şahsiyetler yetişti. Eski eserler, hattatlar vasıtasıyla çoğaltılarak her tarafa dağıtıldı. İlmî encümen, hey’et ve büroları kurularak, Arabça, Farsça, Yunanca kitaplar tercüme edildi. Bu devirde yapılan saray ve köşklerdeki ilim meclislerinde, sohbetlere kıymetli âlimler, san’atkârlar, şâirler ve edipler katılırdı. Sohbetlere, doğu dillerini iyi bilen ve ilim erbabından şâir Nedim ayrı bir renk katardı. Nedim, Lâle devrinin günlük hayâtını ve İstanbul’un tasvirini:
Bu şehr-i İstanbul ki, bi-mîsl ü bahâdır;
Bir sengîne yekpare Acem mülki fedâdır.
Kâlâ-yı maârif satılır sûklarında,
Bâzâr-ı hüner mâden-i ilm ü ulemâdır.
mısrâları ile yapmıştır.
Lâle devrindeki huzur ahengini; İran mes’elesi, devlet adamlarının îmâr faaliyetlerini, ordudaki düzenlemeleri ve meclis toplantılarını istemeyen yabancılar ile yazılan eserlerin yanlış açıklanıp, anlaşılması bozdu. Patrona Halil adında devşirme bir tellak, yeniçeri ihtilâl hazırlığını tamamladıktan sonra, sultan üçüncü Ahmed Han sefer hazırlıkları içinde iken ve tatil günü devlet adamlarının yazlıklarında bulundukları esnada isyâna başladı. 28 Eylül 1730’da baş gösteren bu isyân ile Dâmâd İbrâhim Paşa ve yakınları âsîlerin arzusu ile vazîfeden alınıp öldürüldü (Bkz. Patrona Halîl isyânı). Âsîlerin arzusu bitmiyerek, sultan Ahmed’in hal’ini istediler. İsyan sırasında, İstanbul’da yapılan yalılar yağma edilip yıkılarak, lâle bahçeleri ve bütün yeşil saha tahrib edildi. Bir çok güzîde san’at eserleri âsilerin tahribine uğradığı gibi; san’atkârlar, şâirler, edipler, ilim ve devlet adamları da öldürülüp her hususta vahşice hareket edildi. Dâmâd İbrâhim Paşa’nın öldürülmesi ve sultan Üçüncü Ahmed’in tahttan indirilmesi ile Osmanlı târihinde sonradan Lâle devri denilen dönem sona erdi.
Bu devir; sulh, sükûn, huzur, îmâr faaliyetleri, güzîde san’at eserleri yapılması, İlmî eserlerin çoğaltılarak dağıtılması, ihtiyâç duyulan maddelerin ülkede imalâtı için fabrika te’sisi, askerî yenilikler, dünyâda olup biten yenilik ve olayların tâkib edilmesi, İstanbul’da İtfaiye teşkilâtının kurulması; âlim, edip, şâir ve san’atkârların korunmasına ayrı bir îtinâ gösterilmesi bakımından, Türkiye târihinde başkalık arz etmesi sebebiyle önemlidir.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Türkiye Târihi (Y. Öztuna); cild-6, sh. 290
2) Îzahlı Osmanlı Kronolojisi (İ. Hami Danişmend); cild-4, sh. 16
3) Osmanlı Târihi (İ. Hakkı Uzunçarşılı); cild-4, bölüm-1, sh. 162
4) Râşid Târihi; cild-5, sh. 19, 420
5) Rehber Ansiklopedisi; cild-11, sh. 30
6) Osmanlı Târihi Deyimleri; cild-2, sh. 314
7) Osmanlı İmparatorluğu ve Modern Türkiye; sh. 318