25 Eylül 2015 Cuma

PARİS ANTLAŞMASI


Kırım harbinden sonra, 30 Mart 1856 târihinde Osmanlı Devleti ile Avusturya, Fransa, İngiltere, Prusya, Rusya ve İtalya arasında Fransa’nın başşehri Paris’te imzalanan sulh andlaşması. Bu andlaşmayla Kırım harbi sona erdi.
On dokuzuncu yüzyılın ilk yarısında dünyâda iki büyük İslâm devleti vardı. Birisi Osmanlı Devleti, ikincisi Hindistan’daki Gürgâniye Devleti idi. Her iki devletin sultanları İslâm dîninin bekçisi idiler. İslâm’ın en büyük düşmanı olan İngilizler, bu iki bekçiyi yok etmek için pek sinsi plânlar hazırladılar. Önce Gürgâniye Devleti’ni parçalamaya karar verdiler. Böylece Hindistan’daki müslümanları başsız bırakmayı ve Hindistan’ın hazînelerine, ticâretine hâkim olmayı düşündüler. Böyle bir harekete mâni olacağından korktukları Osmanlı Devleti’ni devre dışı bırakmaya çalıştılar. Osmanlılarla Rusları savaştırmaya gayret ettiler. Avusturya ve Prusya, Osmanlı-Rus savaşının önlenmesini istedilerse de İngilizler elde ettikleri Mustafa Reşîd Paşa’yı harbe teşvik ettiler. Yardım edeceklerine, zafer kazanacağına, böylece Osmanlıların bir numaralı adamı olacağına inandırdılar. Mustafa Reşîd Paşa, Bâb-ı âlî’de 163 kişiyi toplayarak Rusya’ya karşı harb açılmasına karar verdirdi. Bu karârı bir hileyle sultan Abdülmecîd Han’a da tasdîk ettirdi. Böylece 1853 yılında Rusya’ya karşı harb ilân edildi. İngilizler, Rus çarı birinci Nikola’nın Kudüs’de katoliklere karşı Ortodoksları ayaklandırdığını ileri sürerek, Rusların Akdeniz’e inmesini istemeyen Fransa’yı harbe soktular. İngiltere ve Sardunya’nın (İtalya) da katıldığı Rusya’ya karşı yapılan Kırım harbi, Rusya’nın mağlubiyetiyle sona erdi. Savaş sona ermesine rağmen Rusya sulha yanaşmak istemedi. Avusturya’nın ültimatomu üzerine bu devletle de savaşa girişmemek isteyen Rusya, barış görüşmesini kabul etti. 1 Şubat 1856’da Viyana protokolü ve sulhun ana hatları kabul edildi. Savaş resmen sona erdi. Protokole göre sulh konferansı Paris’te toplanacaktı. 25 Şubat 1856’da Paris’te sulh konferansı açıldı. 1 ay 4 gün süren ve 30 Mart’ta imzalanan sulh görüşmelerine; İngiltere, Fransa, Osmanlı Devleti, Rusya, Avusturya, Prusya ve Sardunya (İtalya) devletleri katıldı. Osmanlı Devleti’ni sadrâzam Alî Paşa ile Mustafa Reşîd Paşa’nın oğlu Paris büyükelçisi Mehmed Cemil Bey’in temsil ettiği sulh müzâkereleri sırasında, İngiltere’yi hâriciye nâzırı Lord Clorendon, Fransa’yı hâriciye nâzırı Kont Walevvski, Rusya’yı Kont Orlof, Avusturya’yı hâriciye nâzırı Kont Buot-Schauenstein, Prusya’yı hâriciye nâzırı Baron Manteuffel, Sardunya’yı (İtalya) başbakan Kont Cavour başkanlığındaki hey’etler temsil etti.
Osmanlı Devleti’nin toprak kaybına sebeb olmadığı hâlde, siyâsî yönden aleyhine olan Kırım harbi sonunda Paris’te toplanan barış konferansında, müttefik devletler arasında anlaşmazlık çıktı. Osmanlı Devleti ve İngiltere, Rusya’ya karşı ağır şartlar ileri sürülmesinden yanaydılar. Fransa ise, Osmanlı Devleti’nin kendilerinden çok İngiltere’ye yanaştığını düşünerek ve Avusturya ile Prusya’nın birlikte hareket etmelerinden gocunarak, Rusya’ya yanaşmak istedi. Hattâ Fransız delegesi Walevvski, Rus delegelerine karşı; “Savaş sahasında kaybettiğinizi siyâset masasında kazanırsınız” deme cesaretini gösterdi. Bu sözü işiten Rus delegeleri müttefikler arasında görüş ayrılıklarının olduğunu sezerek, barış görüşmelerini kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirmek istediler. Osmanlı ve İngiliz delegelerinin karşı çıkması üzerine pek başarı elde edemediler. Fransız delegesi Walevvski’nin başkanlık ettiği Paris konferansı bir aydan fazla sürdü. Uzun müzâkerelerden sonra 34 madde olarak Paris andlaşması imzalandı. Andlaşma şu hususları ihtiva ediyordu:
1- Andlaşmanın tasdîkinden itibaren müttefik devletler ile Rusya arasındaki sulh devamlı kalacak.
2- Taraflar aldıkları yerleri geriiade edecekler, 2, 3, 4, 30 ve 31. maddelere göre; Osmanlılar ve diğer müttefik devletler Rusya’ya; Sivastopol, Balaklava, Kamış, Gözleve, Kerç, Yenikale, Kılburnu’nu, Rusya ise; Anadolu cephesinde işgal ettiği Kars’ı ve çevresindeki diğer yerleri Osmanlı Devleti’ne iade edecekler. Anadolu’daki hudud ihtilâfını sekiz ay içinde hâlletmek için iki Osmanlı, iki Rus, bir İngiliz ve bir Fransız komiserinden meydana gelen komisyon kurulacaktır.
3- Beşinci maddeye göre; andlaşmayı imzalayan devletler harb suçlularına umûmî af îlân edecekler. Altıncı maddeye göre esirler karşılıklı değiştirilecektir.
4- Yedinci maddeyle; Osmanlı Devleti Avrupa hukukundan faydalanacak, Osmanlı Devleti’nin istiklâli ve toprak bütünlüğü korunacaktır.
5- Sekizinci maddeye göre; Osmanlı Devleti ile Paris andlaşmasını imzalayan diğer devletlerden biri veya bir kaçı arasında sulhu bozacak önemli bir ihtilâf vuku bulduğu takdirde, mes’ele taraflara bildirilip halledilecektir.
6- Dokuzuncu maddeye göre; Bâb-ı âlî’nin 18 Şubat 1856 târihinde îlân ettiği Islâhât fermanı devletlerce tescil edilecek ve bu devletler pâdişâh ile tebeası arasına girmeyecekler, Osmanlı Devleti’nin iç işlerine karışmayacaklardır (Bkz. Islâhat Fermanı).
7-10, 11, 12, 13, 14. maddelere göre; Boğazların kapalılığına dâir 1841 Londra andlaşması aynen yürütülecek, Karadeniz tarafsız duruma getirilecek, bütün devletlerin ticâret gemilerine açık fakat savaş gemilerine sürekli kapalı olacak, Osmanlı Devleti ve Rusya Karadeniz’de donanma bulunduramayacağı gibi tersaneleri yıkıp yenilerini yapamıyacaklar, sahil muhafazası için en büyüğü 300 tonluk altışar, 200 tonluk dörder gemi bulundurabileceklerdir.
8-15, 16, 17, 18 ve 19. maddelere göre; Tuna nehrinde ulaşım serbest olacak, bunu andlaşmada imzası bulunan devletlerin temsilcilerinden kurulacak bir komisyon yürütecek, Rusya tarafından terk edilecek olan Tuna nehri deltasının bir bölümü Boğdan’a verilecek, Tuna’daki gemi işletmeciliği ve muhafazası Avrupa devletlerinin kefaletinde olacaktı.
9- 20 ve 21. maddelere göre; Kırım Rusya’da kalmak şartıyla, Besarabya’nın Câhu, İsmâil ve Belgrad kazalarından meydana gelen kısmı, Osmanlı hakimiyetindeki Boğdan beyliğine verilecek, Rusya Tuna nehri ağzından uzaklaştırılacaktı.
10- 22, 23, 24, 25, 26, 27. maddelere göre; Memleketeyn denilen Eflâk ve Boğdan beylikleri Osmanlı himayesinde olacak, ancak bunların sâhib oldukları imtiyaz ve haklar genişletilecek, kânunlarını kendileri yapacaklar, millî bir ordu bulundurabilecekler. Bâb-ı âlî, Memleketeyn’de çıkan bir hâdiseyi devletlerle müşavere ettikten sonra düzeltmeye çalışacak. Bu verilen imtiyaz ve haklar andlaşmada imzâsı bulunan devletlerin ortak garantisi altında olacak, hiç bir devlet bu beyliklerin iç işlerine karışmıyacaktır.
11- 28 ve 29. maddelere göre; sırbistan prensliği Osmanlı hâkimiyetinde kalmak şartıyla, tarafların kefaletinde imtiyazlı olacaktı. Devletlerin onayı alınmadan, Osmanlı Devleti Sırbistan’a hiç bir şekilde asker sokamayacak, ancak eskiden olduğu gibi bir kaç Sırbistan kalesinde Osmanlı askeri bulunabilecekti.
12- 32, 33, 34. maddeler ise Osmanlı Devleti’yle ilgili değildi. Bu maddeler bâzı sınır tashihleri yanında, Baltık denizindeki Aland adalarıyla ilgiliydi. Fin adaları için Fransa, İngiltere ve Rusya aralarında özel andlaşmalar imzaladılar.
Bu andlaşmaya bağlı olarak, andlaşmaya katılan devletler arasında 1841’de imzalanan Londra andlaşmasını yenileyen Paris Boğazlar Sözleşmesi, Osmanlı Devleti ile Rusya arasında Karadeniz’le ilgili Paris andlaşması imzalandı. Daha sonra da yine Paris andlaşmasına bağlı olarak Osmanlı Devleti ile Rusya arasında 5 Aralık 1857’de Rusya ile sınır andlaşması imzalandı.
Osmanlı Devleti’nin toprak kaybına sebeb olmayan, fakat siyâsî ve ekonomik zararına yol açan, dış borçlanma sebebiyle Avrupa’ya bağımlılığın kapısını aralayan, Kırım harbi sonunda imzalanan Paris andlaşması, Avrupa devletlerinin Osmanlı Devleti’nin iç işlerine karışmalarına sebeb oldu. Gayr-i müslimlerle ilgili maddeler konulması, hattâ Osmanlı Devleti’nde yapılacak ıslâhatların müşterek kefalet altına alınması bunun delili idi (Bkz. Islâhat Fermanı).
Paris barış andlaşmasıyla Kırım harbine son verilmek suretiyle Osmanlı Devleti’nin daha fazla yıpranması önlendiyse de, hâkimiyeti altındaki Memleketeyn ve Sırbistan’a muhtariyet verilmekle, Osmanlı Devleti’nin hükümranlık hakları zedelendi ve devletin bölgedeki nüfuzu azaldı.
Karadeniz’in tarafsızlığının sağlanmasıyla ve Eflak-Boğdan ve Sırbistan topraklarındaki idarelerin, konferansa katılan devletlerin ortak garantisi altına alınmasıyla, bu bölgedeki Rus nüfuzu da ortadan kaldırıldı. Rusya’nın güneyinde bir tampon bölge meydana getirildi. Bu suretle Rusya’nın güneye inme ve Akdeniz’e açılma politikası önlendi. Bu ise, Rusya’nın Asya’da genişleme politikasına önem vermesine sebeb oldu. Osmanlı Devleti kongreye galip devletler arasında katıldığı hâlde, Karadeniz’le ilgili hususlarda mağlûb devlet olan Rusya ile aynı statüye tâbi tutuldu.
Osmanlı Devleti’nin devletler hukukundan faydalanması ve bununla Avrupa devletler ailesinden sayılması kabul edildi. Ancak bu husus görünüşten ileri geçemedi. Çünkü Osmanlı Devleti’nin Avrupa devleti sayılması ve devletler hukukundan faydalanabilmesinin pratikte bir önemi yoktu. Avrupa devletleri kendi aralarında bile bu prensiplere pek saygı göstermiyorlardı. Bu sebeple bundan sağlanacak garantilerin kâğıt üzerinde kalması kesindi.
Gayr-i müslimler lehine yeni hak ve imtiyazlar sağlayan ve Alî Paşa tarafından ilân edilen Islâhat fermanının Paris barış andlaşmasında yer alması Osmanlı Devleti aleyhine yeni bir faktörü ortaya çıkarttı. Avrupa devletleri her ne kadar bu madde ile Osmanlı Devleti’nin iç işlerine karışmamayı garanti ettilerse de aslında bu fermanın uygulanmasından doğacak mes’eleler ile Osmanlı Oevleti’nin iç işlerine aynı zamanda ve ortaklaşa müdâhale edebilecekleri yeni bir kapıyı açmış oldular. Gayr-i müslimlere ve Avrupa devletlerine verilen ticarî imtiyazlar hüviyetindeki kapitülasyonların kaldırılmayıp, sürdürülmesi de bu müdâhaleyi kolaylaştırdı.
Bu sebeplerle Paris andlaşması uygulama imkânlarından mahrum şartları ile Osmanlı Devleti’nin geleceği için bir garanti olmaktan uzaktı. Bu ise, barışın uzun ömürlü olmamasına sebeb olacaktı.
Paris andlaşması Kırım savaşına katılan diğer devletlere doğrudan çıkar sağlayan bir durum meydana getirmedi. Ancak dolaylı olarak her devlet kendisine göre bâzı çıkarlar elde etti.
İngiltere, Rusya’nın Karadeniz’deki donanma ve tersanelerinin yok edilmesi ve bu denizde donanma bulundurmasını önlemekle, sömürgeleri ve yakın doğu ticâreti için büyük bir tehlikeyi bir müddet için de olsa kaldırmış oldu.
Fransa, Rusya’nın özellikle mukaddes yerler mes’elesini bahane ederek, Boğazlar ve Akdeniz’e inerek kendi nüfuz sahasına göz diktiğini gördüğünden savaşa girmişti. Paris andlaşmasıyla bu tehlike önlendi. Ayrıca Kırım savaşı ve bu müddet içinde yapılan ittifaklar ile önceden kendisine karşı kurulmuş ittifak grubunu parçaladı. Andlaşmanın Paris’te imzalanması ise, Fransa’nın Avrupa siyasetindeki nüfuzunun yükselmesini sağladı.
Sardunya (İtalya) da, Paris konferansına katılmakla, İtalyan birliğini kurma düşüncesini devletler arası bir kuruluşta tanıtma ve savunma imkânına kavuştu. Böylece İtalyan birliği mes’elesini Avrupa politikasının konuları arasına sokturma fırsatını elde etti.
Netice olarak, Kırım savaşı sonunda imzalanan Paris andlaşmasıyla, Avrupa’da yeni bir siyâsî denge kurulmuş oldu. Bütün bunlara rağmen Paris andlaşmasının getirdiği barış çeşitli sebeplerle uzun ömürlü olmadı. Nitekim andlaşmanın hemen arkasından Osmanlı Devleti ve diğer Avrupa devletleri yeni iç ve dış mes’elelerle karşılaşmaya başladılar.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Büyük Türkiye Târihi; cild-7, sh. 54
2) Osmanlı Târih Lügati; sh. 276
3) Rehber Ansiklopedisi; cild-14, sh. 86
4) Siyâsî Târih (Rıfat Uçarol); sh. 156
5) Eshâb-ı Kiram; sh. 141

HOCAZADE


Osmanlı âlimlerinin büyükle­rinden. İsmi, Mustafa, künyesi Hocazâde'dir. Bursa'da doğdu. Doğum târihi bilinmemektedir. 1488 (H. 893) târihirıde Bursa'da vefât etti. Bursa'da Emir Sultan Türbesi civârında medfûndur.
Hocazâde, babasının ticâret mesleğini terkedip ilim öğren­meye yöneldi. Bu sebeble babası ve kardeşleri tarafından terk edildi. Sıkıntı ve yokluk içinde babasından yardım görmeksizin tahsiline devam etti. Emir Sultan hazretlerinin talebelerinden Şeyh Velî Şemsüddîn'in teşvikiyle Kâdı Ayasoluğ ve Hızır Bey bin Celâl'den aklî ve naklî ilimleri öğrendi ve icazet aldı. Sultan Murâd tarafın­dan Kestelli kâdılığına, sonra da Bursa'daki Esediyye Medresesi' ne müderris tâyin edildi. Daha sonra istanbul'a geldi. Fâtih Sul­tan Mehmed Han onu kendisine hoca tâyin etti. Sonra Edirne kazaskeri oldu.
Hocazâde'nin kazasker olma haberi babasına ulaşınca, önce inanamadı. Daha sonra haber yaygınlaşınca inandı ve diğer oğullarıyla birlikte ziyaret için Edirne'ye gitti. Babasının gel­mekte olduğu haberini alan Hocazâde, âlimlerden ve Edirne eşrafından bir toplulukla onu kar­şıladı. İzzet ve ikrâmda bulundu. Babası muhcûbiyetle eski kusur­larını hatırlayıp özür dilemeye başlayınca; "Olsun, siz öyle yapmasaydınız, biz böyle o! mazdık" diyerek alçak gönüllü­lük gösterdi.
Hocazade, Fâtih Sultan Meh­med tarafından Bursa Sultaniye Medresesi'ne, daha sonra da İstanbul Sahn-ı semân Medrese­si'ne müderris tâyin edildi.
Bu sırada Fâtih Sultan Meh­med Han, İmâm-ı Gazâlî'nin, fel­sefecilerin bozuk ve sapık görüşlerini inceleyip din ve fen ölçüleri ışığında çürüttüğüTehâfüt-ül-felâsife adını taşı­yan eseri ile İbn-i Rüşd'ün bu esere yazdığı reddiyeyi incele­mişti. İlmî bir meclisin toplanarak imâm-ı Gazâlî ile ibn-i Rüşd'ün görüşlerinin incelenip bir kitap hâlinde mukayese ve muhakeme­sinin yapılmasını emretti. Devrin âlimlerinden Hocazâde ile Ali Tûsî'yi bu işle görevlendirip, eser hazırlamalarını bildirdi. Hoca­zâde bu konudaTehâfüt adında bir eseri dört ayda yazdı. Ali Tûsî de incelemelerini altı ayda tamamlayıp eserini hazırladı ve adını Ez-Zahîre koydu. İki âlim, Sultân'ın huzurunda Molla Hüsrev'in hakemliğinde eserlerini savundular. Hocazâde'nin çalış­ması ve ilmî îzâh tarzı daha başa­rılı görüldü. Bu münazaranın sonunda hem Hocazâde hem de Ali Tûsî mükâfatlandırıldı. Ali Tûsî tekrar memleketi olan İran'a döndü. Gerçekte Hocazâde'nin çalışması tam anlamıyla ilmî tarafsızlık vasfını taşıyor ve imâm-ı Gazâlî'nin haklı olduğunu ortaya koyuyordu. Ali Tûsî de aynı gerçeğe ulaşmıştı. Fakat o daha ziyâde, İmâm-ı Gazâlî'nin görüş ve izahlarını yorumlamak ve açıklamakla iktifâ etmişti.
Daha sonra Hocazâde; Edirne kâdılığı, İstanbul ve İznik müftîlikleri yaptı. Sultan ikinci Bâyezîd Han tahta geçince, İstanbul'a geldi ve Bursa Sultaniye Medresesi'ne tâyin edildi. Bu vazifede iken el ve ayaklarına felç geldi. Ancak sol eliyle yazı yaza­biliyordu. Bu hâlde sultan ikinci Bâyezîd'in emriyle Şerh-i mevâkıf adlı esere haşiye yazdı.
Hocazâde, yazdığı eserlerle bütün âlimlerin takdirini kazandı. Ali Kuşçu ve Celâleddîn Devânî bunlardandır. Hocazâde'nin Tehâfüt adlı eserinden başka, Hâşiye-i Şerh-i Mevâkıf, Hâşiye-i Şerh-i Hidâyet-ül Hikme, Şerhu Tevâlî-ul-envâr, Şerh-ül-izzî fit-Tasrîf, Hâşiyet-ü ale't-Tel-vîh fil-usûl gibi başka kıymetli eserleri de vardır.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Mu’cem-ül müellifîn; cild-12, sh. 290
 2) Şakâyık-ı Nu’mâniyye tercümesi; sh.145
 3) Şezerâtüz-zeheb; cild-7, sh. 354
 4) Fevâid-ül-behiyye; sh. 214
 5) Esmâ-ül-müellifîn; cild-2, sh. 433
 6) Keşf-üz-zünün; cild-1, sh. 497, cild-2, sh. 1139
 7) Brockelmann; Sup. 2, sh. 322
 8) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; cild-12, sh. 93

19 Eylül 2015 Cumartesi

İMARET


Osmanlı Devleti’nde yer alan hayır kurumlarından biri. Fakir ve muhtaçlara yemek yedirilen ve yemek dağıtılan yerlere imâret denilmiştir. İmâret; mâmur etmek, şenlendirmek, mâmurluk, hayır için fakirlere yemek verilen yer manasınadır. İmâr edilen her türlü yapı veya külliye için de bu tâbirin kullanıldığı görülmektedir. Sonradan aşevi, aşhâne denilen imâretler; umumiyetle bir külliye meydana getiren câmi, medrese, dârüşşifâ gibi bölümlerden biri olmuştur. Bir imâretten, medrese talebeleri, câmi ve hayratta vazifeli olanlar, fakir ve misafirler istifâde ederler ve günde dört-beş bin kişiye öğle ve akşam yemeği verilirdi.
İmâret, ilk defa asr-ı saadette kurulmuştur. Medîneli Ensâr ile Muhacirlerin fakirleri Mescid-i Nebî yanındaki Suffa denilen büyük çardak altında yaşarlar, ilim öğrenmek ve öğretmekle uğraşırlardı. Ömürlerinin çoğu, Resûlullah ile birlikte ilim öğrenmekle, cihâd etmekle geçerdi. Bunlara Eshâb-ı suffa denirdi. Sayıları değişirdi. Çok zaman yetmiş kişi olup, arttığı da olurdu. Bunlardan başka diğer eshâbın çoğu zengindi. İmaret müessesesi, Eshâb-ı kiram tarafından başlatılan daha sonraları da çok parlak devirler geçiren bir hayır kuruluşudur. Bu müesseseler dört halîfe, Emevîler, Abbasîler, Selçuklular devirlerinde devam ederek Osmanlılara geçen müesseselerdendir.
Cami, hastahâne, kervansaray, köprü, han, hamam ve çeşme gibi içtimaî müesseselerden biri de imâretler olup, bunların cemiyete ne kadar hayırlı oldukları yakın zamanlara kadar görülmüştür. Kuşları himaye ve onların kışın kar yağdığı zamanlarda bile yiyeceklerini ve yaz sıcaklarında içecekleri suyu te’mine kadar şefkat gösteren ecdadımızın, medreselerde okuyan talebelerle yolculara, muhtâc ve kimsesizlere ne kadar merhametli ve müşfik davrandıkları belli olmaktadır. Nitekim bugün eski vakıf ve arazi tahrir defterlerinden Osmanlı Devleti dâhilinde binlerce imâretin faaliyet hâlinde olduğu görülmektedir. Osmanlı Devleti, hâkimiyeti altında bulunan yerlerde ilmî müesseselerin yanısıra sosyal müesseselerin yapımına da büyük önem vermekteydi. Bu sosyal müesseseler (imâretler)’in muhafaza ve devamını sağlamak için de çevrelerinde han, hamam ve dükkan gibi yerler yaptırılarak, gelirleri bunlara bırakılırdı. Yine yeni fethedilen yerlerde yapılan imâretlere bir çok köyün malikâne hisseleri vakıf olarak veriliyordu. Diğer bütün sosyal müesseselerde olduğu gibi, imâretlere verilen vakıf gelirleri de evkaf defterlerinde kaydedilmiştir. Meselâ İstanbul’da Bâyezîd imâretinin yıllık geliri 9 milyon akçe idi. Yine Fâtih Câmii ve imâretini yaşatmak için Fâtih Sultan Mehmed, İstanbul’un çeşitli semtlerinde; 1.130 ev, 2.466 dükkan, 3 han, 54 değirmen, 14 Hamam, 9 bahçe gelirini vakfetmişti.
Osmanlılarda ilk İmareti 1336’da kuran Orhan Gâzi, müessesesinin açılışını yaparak fakirlere bizzat, yemek dağıttı. Osmanlıların son zamanlarına kadar devam eden bu müesseselerin yerine sonradan aşevleri kuruldu.
İznik ve Bursa’da pâdişâhlar ile hayırsever zengin kimselerin kurduğu imâretler yirmi dörde ulaşmıştı. Anadolu ve Rumeli gibi bir çok yer ile; İstanbul, Ankara, Edirne, Manisa, Amasya, Kayseri, Erzurum, Filibe, Selanik, Bolayır, Gelibolu ve daha bunun gibi bir çok yerde imâretler vardı. Bunlar misafirlere, medreselerde okuyan talebelere ve fakir halka en büyük destekdi. İmâretlerde verilen yemeklerin derecesi, onu besleyen vakfın veya şahsın zenginliğine göre değişirdi. Günde iki öğün yemek verileceği, mübarek gecelerde helva yapılıp dağıtılacağı ve vakıf sahibinin ruhuna Kur’ân-ı kerîm okunacağı vakfiyelere şart olarak konurdu. Mütevellî hey’eti bu hükümlere uymaya mecburdu. İmâretlerin yaptıkları hayırlı işler arasında bir kısım kimsesiz çocukların yetiştirilmesi işini üzerine alarak hayatlarını kazanacak bir çağa gelinceye kadar yetimlere maaş bağlanması da vardı. Nitekim Ayasofya vakfından 200, Edirne’deki sultan İkinci Murâd vakfından 40 ve Fâtih imâreti vakfından 250 yetime maaş bağlanmıştı. Bu yetimlerin seçilmesi işi ile İstanbul kâdısı meşgul olmakta ve her türlü işler kâdı siciline geçirilmekteydi.
İmâretlerin vakfiyelerinde vakfın idâresinin kimler elinde ve nasıl olacağı da belirtiliyordu. Buna göre vakıfla alâkalı bütün vazîfeliler sene sonunda adetâ bir umûmî hey’et hâlinde toplanarak vakfiyeyi beraberce okumakta ve sene içinde her şartın yerine getirilip getirilmediğini müzâkere etmekteydiler.
İmâretler bir tek yapı olabildiği gibi, külliye hâlinde teşkil edilenleri de vardı. On altıncı asra kadar tek yapı hâlinde olanlar meşhurdu. Bu asırdan sonra daha çok külliye hâlinde olanlara rastlanıyordu. İmarethâne binâları, Türk mîmârî geleneklerine uygun plânlara sâhib olarak yapılır, iki yanında bitişik birer misafirhâne ile ortada namaz kılacak yeri bulunurdu. Misafirhâne odalarının içinde birer ocak ile dışarıya açılan kapıları vardı. Ortada bulunan namaz kılma yerinin genellikle yüksek bir kulesi bulunur, kule üzerindeki aydınlatma feneri ile şadırvan ve iç bölmeler aydınlatılırdı.
Fâtih Sultan Mehmed Han’ın câmi, medrese ve dârüşşifâ ile beraber yaptırdığı imârette, günde iki defa yemek pişer ve medrese talebeleriyle hastahâne ve kütüphâne me’murları ile külliyenin bütün hizmetlileri, misafirler ve fakirler olmak üzere, her öğünde bin kişi yemek yerdi. Bütün İstanbul’daki imâretlerde bu sırada otuz binin üzerinde kişiye yemek verilirdi. İmârette hizmetlerin muntazam yürütülmesi için kâfi derecede idareci, me’mur ve hizmetçi vazîfelendirilmişti. Fâtih dârüşşifâsının da ayrı bir imâreti vardı.
İmâretler Osmanlıların hayırseverliliğini, adalet ve insafını, insanlık anlayışını, kültür ve medeniyet seviyesini gösteren yüzlerce müesseselerden biri idi.
“Hüner, bir şehir bünyâd eylemektir.
Reâyâ kalbin âbâd eylemektir”
beytindeki anlayış ve davranışla bayındırlık ve sosyal yardım mes’eleleriyle meşgul olan Osmanlı sultanları, günümüzde hastalık hâlini almış dilencilik, kötü yola düşme ve intihar gibi fiillerin önünü kesmişlerdi.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Rehber Ansiklopedisi; cild-8, sh. 156
 2) Mîmâr Sinân ve Eserleri; cild-1, sh. 332
 3) Osmanlı Târih Deyimleri; cild-2, sh. 61
 4) Osmanlı Târihi (Uzunçarşılı); cild-1, sh. 542
 5) Büyük Türkiye Târihi; cild-10, sh. 190
 6) Şehirlerin Teşekkül ve İnkişâfı Târihi Bakımından Osmanlı İmparatorluğunda İmâret Sitelerinin Kuruluş ve İşleyiş Tarzına Ait Araştırmalar (Ö.L. Barkan. İ.F.M. sayı-23)

11 Eylül 2015 Cuma

MAGNİSAVİZADE


Fâtih Sultan Mehmed Han devrinin büyük âlimlerinden. İsmi, Mevlânâ Muhyiddîn Muhammed’dir. Mağnisavîzâde diye meşhur oldu. 1483 (H. 888) senesinde vefât etti. Zamanının âlimlerinden okudu ve Molla Hüsrev’in ders verdiği Ayasofya Medresesi’ne talebe oldu. Medresenin en üst bölümündeki odasında, bütün gece kandilini yakar, ders çalışır ve çalışması sabah namazına kadar sürerdi.
Fâtih Sultan Mehmed Han, ilim yuvalarına ilgisi büyük olduğundan fırsat buldukça medreseleri dolaşır, okutulan dersleri dinler, talebe ile meşgul olurdu. Geceleri kalkar, saray penceresinden zaman zaman medreseleri gözden geçirir, hücrelerde bulunan talebeden hangisinin lâmbası geç vakitlere kadar yanar diye merak ederdi. Molla Hüsrev’in müderris bulunduğu kısımdaki talebelerden birinin, sabaha kadar uyumadığını ve bu hâlin aylarca devam ettiğini gördü. Merak edip, bir gün Molla Hüsrev ile görüşürken şöyle sordu: “Talebeniz arasında en zekî, en çalışkan ve istikbâl vâdeden hangisidir?” Molla Hüsrev de; “Muhyiddîn Mağnisavîzâde’dir Sultânım” deyince, Fâtih tekrar sordu: “Ondan sonra kimdir?” Molla Hüsrev; “Yine Magnisavîzâde’dir” dedi. Sultan Fâtih; “Medresenizde iki tane mi Mağnisavîzâde bulunur?” diye sorunca, Molla Hüsrev; “Hayır Sultân’ım, bir tanedir. Lâkin bin talebeye bedeldir. Çok zekî ve çok çalışkandır. Okuduğu bütün dersleri ezberlemiştir. Şu ânda müderrislik yapacak durumdadır. Zekâ ve hafıza gücü fevkalâde, sür’at-i intikâl ve mantık kuvveti yerindedir. Mütâlâa ettiği kitaplar hakkında üstün bilgi sahibidir” dedi. Sultan Fâtih; “Medresenin en üst bölümünde, şu karşıdaki hücrede hangi talebeniz kalır?” diye sordu. Molla Hüsrev, hücrelere dikkatle baktı ve Sultân’ın işaret ettiği hücrenin Mağnisavîzâde’ye âid olduğunu anlayınca; “Magnisavîzâde’ye aittir” dedi. Sultan tekrar sordu: “Peki bu talebe sabaha kadar hiç uyumaz mı?” Molla Hüsrev; “Az zaman uyur, çoğu vaktini ders mütâlâası ile geçirir. Bu sebeple okuduğu eserleri ezberlemiş ve hafızasına nakşetmiştir” dedi. Magnisavîzâde’nin bu hâlinden, Fâtih sultan Mehmed Hân çok memnun oldu. Onu takdîr ve tebrik etti.
Vezîr Mahmûd Paşa, İstanbul’da bir medrese yaptırdı. Fâtih Sultan Mehmed ile görüşerek buraya bir müderris tâyinini istedi. Sultan öteden beri unutamadığı ve çalışmasını çok beğendiği Magnisavîzâde’yi tavsiye etti. Mahmûd Paşa, Molla Hüsrev ile görüşüp, Muhyiddîn Magnisavîzâde’nin bu medreseye tâyin edilmesinin uygun olup olmadığını sordu. O da; “Hiç tereddüd etmeden medreseyi ona teslim edebilirsiniz” dedi. Magnisavîzâde’nin ilk dersinde, başta Mola Hüsrev ve Hatîbzâde olmak üzere bir çok âlim hazır bulundular. Dersten sonra Molla Hüsrev şöyle dedi: “Hayâtımda tatlı ve doyurucu iki ders dinledim. Biri, Sultan Medresesi’nde Muhammed Şâh Fenârî’nin, diğeri de şimdi dinlediğim Magnisavîzâde’nin dersidir.”
Fâtih Sultan Mehmed Hân, Magnisavîzâde’yi Sahn-ı semân medreselerinden birine tâyin etti. Çok geçmeden de İstanbul kazaskerliğine getirdi. Sultan, Rumeli tarafına olan bir seferinde, Magnisavîzâde’yi de beraberinde götürdü. Beraberinde pek çok ilim adamı da vardı. Yolda ilmî müzâkere ve müşahedelerde bulundular. Sultan Fâtih, bu sohbetleri büyük bir dikkatle tâkib etti. Bir ara Mağnisavîzâde’ye Arabca altı mısralık bir beyt okuyup, mânâsını ve aruzun hangi ölçüsünde olduğunu sordu. Mağnisavîzâde, bunun cevâbını daha sonra yazıp arzederim diyerek, cevap vermekte zorluk çekti. Fâtih, Arab edebiyatını bilmemenin noksanlık olduğuna dikkat çekerek, beraberindeki Nişancı Hoca Sirâcüddîn’i çağırıp, beytin mânâsını ve bahrini sordu. Sirâcüddîn Hoca Arab dili ve edebiyatında üstün derecede olduğundan, beytin tahlilini yapıp, güzel bir mânâ verdi. Vezin ve bahrini söyledi. Fâtih, bu etraflı îzâh şekline hayran kalıp, memnuniyetini bildirdi. İstanbul’a dönüşde, Magnisavîzâde’yi kazaskerlikten azledip, Sahn-ı semân medreselerinden birine tâyin etti.
Sultân’ın maksadı, Magnisavîzâde’nin bu konu üzerinde de çalışma yapmasını sağlamaktı. Zekâ ve ilmiyle isim yapan Mağnisavîzâde, ikinci Bâyezîd Han tarafından tekrar kazasker yapıldı. Vefâtına kadar bu vazîfede kaldı. Bir Ramazan akşamı, iftar sofrasının başında, tam ezan okunduğu bir sırada, henüz iftarını açmadan kendisine bir fenalık geldi. Oradaki bir sedir üzerine uzandı. Oruçlu bir hâlde âhirete göç etti.
Mevlânâ Kasım Anlatır: “Bir Ramazan akşamı, evinde iftar yemeğinde idik. Biraz rahatsız olduğunu ve bizim yemeği yememizi söyleyip, istirâhate çekildi. Biz yemeği yedik. Hizmetçilerinden biri gelip, rahatsızlığının arttığını söyledi. Gidip baktığımızda, vefâtının yaklaştığını anladık. Derhâl Yâsîn-i şerif sûresini okuduk ve sûrenin bitmesiyle birlikte ruhunu teslim etti.”
Magnisavîzâde’nin naklî ilimlere dâir küçük bir risâlesi vardır.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Şakâyık-ı Nu’mâniyye tercümesi (Mecdi Efendi); sh. 208
2) Sicilli Osmânî; cild-4, sh. 319
3) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; cild-12, sh. 256

MABEYN-İ HÜMAYUN


Sarayda harem dairesiyle dış dâireler arasında yer alan ve selâmlık dâiresi denilen kısım. Mâbeyn-i hümâyûn-u cenâb-ı mülûkâne adı da verilir. Hükümdarlar gündüzleri saraydan çıkmayacak olurlarsa burada ikâmet ederlerdi. Sarayın dışarısı ile her türlü muhâberât ve münâsebeti mâbeyn dairesince görülürdü.
Dört halîfe (radıyallahü anhüm) zamanında halktan bir kimse istediği zaman halîfe ile görüşebilirdi. Zamanla devlet büyüyünce, Emevîler devrinde hâcibler kullanıldı. Bunlar hükümdara halkın dilek ve isteklerini arz ederdi.
Osmanlı Devleti’nin ilk kuruluşunda sadelik hüküm sürdüğü için, ilk pâdişâhlar herkesle teşrîfât ve merasime hacet kalmaksızın görüşürlerdi. Devletin büyümesi ve gelişmesi neticesinde saray ve saray teşrifatı ortaya çıktı. Fâtih Sultan Mehmed Han, kanunnâmeler çıkartıp teşrifat için maddeler koydurmuş ve; “Evvelâ bir arz odası yapılsın. Cenâb-ı şerîfim pes perdede oturup haftada dört gün vüzerâm ve kazaskerim ve defterdârlarım rikâb-ı hümâyûnuma arza girsünler” demiştir. Bu duruma göre acele hâller dışında vezirler bile haftada ancak dört gün pâdişâhla görüşebilecekti.
Pâdişâhla görüşebilmek için müracaatlar, kapıağasına yapılır, o da mâbeynci görevi yapan kapıcılar kethüdasına duyururdu. Daha sonra sırayla vezir ve kazaskerlere haber verilirdi. Sultan İkinci Mustafa Han’dan itibaren silâhdarlâr aynı zamanda mâbeyncilik de yapmaya başladılar. Çuhâdâr ve rikâbdâr da her zaman pâdişâhın huzuruna girebilirdi.
Osmanlılarda ilk defa mâbeynci ünvânıyla me’mûr istihdamı sultan üçüncü Selim Han zamanında vâki oldu. Ondan sonra bu ünvân ile me’mûrlar tâyin edildi ve ehemmiyetleri de arttı.
Sultan İkinci Abdülhamîd Han devrinde mâbeyn başlı başına bir dâire hâline geldi. Saraydaki mâbeyn dâiresinde başmâbeynci, ikinci mâbeynci ve öbür mâbeynciler kendilerine ayrılan odalarda oturur, sırayla nöbet tutarlardı. Abdülhamîd Han mâbeyncileri bizzat seçerdi. Sadrâzam ile vezirler saraya geldiklerinde kendilerine ayrılan odalarda, diğer ziyaretçiler mâbeyn dairesindeki odalarda beklerdi,
Mâbeyn vazifelileri şunlardı:
Mâbeyn başkâtibi: Sarayın yazı işlerini idare eden teşekkülün (kurumun) reisidir. Diğer bir tarifle Osmanlı sultânı ile hükümet teşkilâtının başında bulunan sadrâzam arasındaki haberleşme ve yazı işlerine bakan me’murun ünvânı olup, bu vazife sahibinin asıl adı sır kâtibi idi. Emrindeki diğer me’mûrlara mâbeyn kâtibi denirdi.
Mâbeyn başkâtibi olarak hizmet edenlerden vezirler ile yüksek devlet me’mûriyetinde bulunanların yanında, Sa’îd Paşa gibi sadrâzam olanlar da vardır.
Mâbeynci: Pâdişâhın dışarı ile olan işlerine bakan ve dilekleri kendisine ulaştıran saray me’murlarıdır. Bunun yerine, yakın mânâsında kurenâtâbiri de kullanılmıştır. Enderûn ağalarından silâhdâr, çuhadar, rikâbdâr, tülbent ve peşkir gulâmı ile baş müezzin, sır kâtibi baş çuhadar, sarıkçıbaşı, kahveci başı ve tüfekçibaşı Mâbeyn dâiresinde hizmet ettikleri için, kendilerine Mâbeynci adı verilmiştir.
Mâbeynciler, nöbetleşe sarayda kalırlar ve nöbetçi oldukları günün gecesi odalarında yatarlardı.
Mâbeyn çavuşu: Buna hünkâr çavuşu da denilmiştir. Pâdişâhı korumak, atla habercilik yapmak ve davetlileri saraya çağırmakla görevli askerî saray me’murudur.
Mâbeyn erkânı: Saray ileri gelenlerine verilen ad olup; başkâtip, başmâbeynci, mâbeyn müşiri, dârüsseâde ağası, baş imâm, hazîne-i hassa nâzırı, ıstabl-ı âmire müdiri ve emsâli bu kabildendir.
Mâbeyn ferîki: Pâdişâhı korumakla görevli askerlerin, tümgeneral rütbesindeki kumandanıdır. Mâbeyn müşiri: Sarayda pâdişâh maiyyetindeki mareşal rütbeli askerî mümessildir. Plevne kahramanı Osman Paşa, mâbeyn müşirlerinin en meşhurudur.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Büyük Türkiye Târihi; cild-8, sh. 342
2) Rehber Ansiklopedisi; cild-11, sh. 124
3) Osmanlı Târih Deyimleri; cild-2, sh. 375
4) Devlet-i Osmaniye Târihi (Hammer); cild-3, sh. 230

LALA MUSTAFA PAŞA


Kıbrıs fâtihi, Kafkasya’nın fethinde İran’la yapılan muhârebelerin muzaffer serdârı. Bosna eyâletinin Sokol (Sokolovici) köyünde doğdu. Sokullu Mehmed Paşa’nın akrabası, İkinci vezirliğe kadar yükselen Deli Hüsrev Paşa’nın kardeşidir. Ağabeyi Hüsrev Paşa’nın delaletiyle Yavuz Sultan Selîm Han zamanında Enderûn-ı hümâyûna alındı. Burada yüksek tahsil ve terbiyesini tamamladıktan sonra altı yıl Kânûnî Sultan Süleymân’ın berberbaşılığını yaptı. Daha sonra çaşnigîr ve bilâhare mîrahûr (emîr-i âhûr) olarak Enderûn’un yüksek me’murluklarında bulundu.
1555 yılında Filistin-Safed sancakbeyiiğine gönderildi. Bir sene bu vazifede kaldıktan sonra, Manisa vâlisi şehzâde Selîm’in (ikinci Selîm Han) lalalığına tâyin edildi. 14 Eylül 1560’da önce Budin-Pojega sancakbeyi, sonra Tameşvar beylerbeyi, bir müddet sonra da Van beylerbeyi oldu. Fakat İran’a karşı yaptığı sert hareketler o yıllardaki devlet politikasına uymadığından, 1561 yılında Erzurum, oradan Halep beylerbeyliği, sonra da Şam beylerbeyliğine nakledilen Lala Mustafa Paşa, ikinci Selîm Han tahta geçtiğinde bu görevde bulunuyordu.
1567’de Yemen’de Zeydî imâmlarından Topal Mutahhar’ın isyân çıkarması üzerine, vezâret payesi verilerek bölgeye serdâr tâyin edildi. Mısır’da Yemen harekâtının hazırlıkları ile meşgulken, yerine Koca Sinân Paşa tâyin edilip İstanbul’a çağrıldı ve altıncı vezîr olarak dîvân-ı hümâyûna girdi.
Kânûnî Sultan Süleymân Han devrinde denizlerde Osmanlı egemenliği mutlak hâkim olmuş ve adaların pek çoğu fethedilmişti. Kânûnî Sultan Süleymân Han, yaklaşık yarım asır boyunca batı ve doğuda giriştiği büyük savaşlar arasında Kıbrıs’la ilgilenmek fırsatı bulamamıştı. İkinci Selîm Han ise Venediklilerin elinde bulunan ve Mısır’a giden gemi, tüccar ve hacılara saldıran korsanların sığınağı durumunda olan Kıbrıs’ı bir an önce fethetmek niyetinde idi. Dîvân-ı hümâyûn azalarından Lala Mustafa ve Piyâle paşalar da doğu Akdeniz’de çıban başı gibi duran bu adanın, bir an önce fethedilmesini istiyorlardı.
Pâdişâhın niyetini öğrenen Venedik, Avrupa’dan yardım istediyse de, Fransa ve Avusturya yenilecekleri kesin muhârebeye girmek istemediklerinden, Osmanlı Devleti ile yeni anlaşma imzaladıklarını bahane edip yardıma yanaşmadılar. Fakat Papa’nın önderliğinde yapılan hummalı çalışmalar sonunda; Papalık, Ceneviz, İspanya, Malta ve Venedik gemilerinden meydana gelen büyük bir donanma çıkarmayı başardılar.
Osmanlı kuvvetlerine serdâr tâyin edilen Lala Mustafa Paşa, 1570 Mayıs’ında adaya asker çıkardı. Önce Lefkoşe ve sonra Magosa’da yaptığı şiddetli çarpışmalar ve muhasaradan sonra bir yıl içinde kaleyi fethetti. Anadolu Türklerini yerleştirip idarî teşkîlâtı kurduktan sonra, 15 Eylül 1571’de adadan ayrıldı ve büyük karşılama merasimi, gürleyen top sesleri arasında İstanbul’a geldi (Bkz. Kıbrıs).
1578 yılında İran orduları tarafından ülkeleri istilâ edilen sünnî Dağıstan, Şirvan ve Gürcistan beylerinin ağır İran tazyikleri karşısında Osmanlı Devleti’nden yardım istemeleri ve İran kuvvetlerinin Irak’ta Osmanlı topraklarına tecâvüz ederek 29 Mayıs 1555 Amasya andlaşmasını bozmaları üzerine İran’a karşı harbe karar verildi. Dîvân-ı hümâyûnda yapılan toplantı sonunda tecrübeli vezîr Lala Mustafa Paşa, İran serdârı tâyin edildi.
5 Nisan 1578’de İstanbul’dan hareketle yola çıkan Lala Mustafa Paşa, orduyu Erzurum’da topladı. Bu arada Diyarbekir kışlağında bulunan Habeş ve Yemen fetihlerinin meşhur kumandanı zamanın dehâ sahibi ve askeri olan Özdemiroğlu Osman Paşa’yı da, maiyyetine aldı. Erzurum’dan hareketle Ardahan yolundan ilerleyen Osmanlı orduları; Çıldır, Koyungeçidi, Şamahı savaşlarında İran’a büyük darbeler vurarak Kuzey Azerbaycan, Kafkasya ve Dağıstan’ı fethettiler (Bkz. İran Harpleri). 30 Eylül 1579’da Sokullu Mehmed Paşa’nın şehîd edilmesi üzerine ikinci vezirliğe yükseltilip İstanbul’a çağrıldı. Bunun üzerine Koca Sinân Paşa İran serdârı oldu.
İstanbul’a dönmesinden bir müddet sonra sadrâzam Ahmed Paşa vefât edince vekîl-i saltanat ünvânıyla sadrâzam oldu. Üç ay dokuz gün sonra bu görevdeyken 7 Ağustos 1580’de vefât etti. Eyyûb Sultan’da bir müddet önce hazırlattığı mezarına defnedildi.
Yavuz Sultan Selîm, Kanunî Sultan Süleymân, ikinci Selîm ve üçüncü Murâd Han devirlerinde Osmanlı Devleti’ne hizmet eden Lala Mustafa Paşa, ilk evliliğini Mısır Memlûklü hükümdarı Kansu Gavri’nin oğlu, Mehmed Bey’in kızı Fatma Hâtun’la yaptı. Bu evliliğinden olan oğlu Mehmed Paşa, babasının vefâtından beş yıl önce Halep beylerbeyi iken vefât etti. İkinci evliliğini Kânûnî Sultan Süleymân Han’ın oğlu, Şehzâde Mehmed’in kızı Hümâ Sultan ile yaptı. Bu evliliğinden de Sultanzâde Abdülbâkî Bey isimli bir oğlu oldu.
Lala Mustafa Paşa; büyük bir kumandan, iyi bir devlet adamıydı. Osmanlı Devleti’nin en ihtişamlı devirlerinde, devlete yüksek kademelerde hizmet etme imkânını bulması, zekî ve iyi bir idareci olduğunun en açık delîlidir. İlk büyük başarısını Kıbrıs serdârlığında gösterdiğinden, Kıbrıs fâtihi diye tanındı. İran serdârlığında da büyük muvaffakiyetler sağladı. Peçevî İbrâhim Efendi, târihinde; “İranlılar, ondan yedikleri dayağı hiç bir serdârdan yemediler” diye başarılarını övmektedir.
Lala Mustafa Paşa’nın idaredeki hizmetleri kadar önemli olan diğer bir hizmeti ise, Osmanlı Devleti’nin bir çok yerini inanılmaz azamette, âbide ve hayır eserleriyle donatmasıdır. Başta Kıbrıs ve Kafkasya fetihlerindeki ganîmet hissesi olmak üzere, elde ettiği büyük serveti bu yolda harcadı. Konya’da şehzâde Selîm’in lalasıyken Ilgın’da câmi, bedesten, kervansaray, Erzurum’da beylerbeyi iken Lala Mustafa Câmii, Şam’da beylerbeyi iken üç yüz altmış odalı Lala Paşa Han’ı ve hamamı, tekke, Kunaytira’da câmi ve imâret, Kıbrıs seferi serdârlığında Lefkoşe’de açtığı hazret-i Ömer Câmii’ne vakıflar, İran seferi serdârı iken Kars Tiflis’de yaptırdığı câmiler hayratından bâzılarıdır. Hicaz bölgesinde Mekke ve Medîne’de de bâzı hayrâtı vardır.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Lala Mustafa Paşa Üzerine Notlar (Belleten); cild-22, sh. 556 v.d.
2) Peçevî Târihi; cild-1, 2
3) Rehber Ansiklopedisi; cild-11, sh. 27
4) Osmanlı İmparatorluğu ve Modern Türkiye
5) Îzahlı Osmanlı Târihi Kronolojisi; cild-2, 3
6) Mufassal Osmanlı Târihi; cild-3

5 Eylül 2015 Cumartesi

MAHMUT SAMİNİ


Evliyanın meşhurlarından. Erzurum’un Palu kasabasının Hun köyünde doğdu. Doğum târihi bilinmemektedir. 1897 (H. 1315)’de Palu’da vefât etti, seyyiddir. Kabri Murâd suyunun kenarındadır. Şafiî mezhebinde ve tasavvuf da mütehassıs idi. Tasavvufda hocası Ali Septî’dir. On üç sene hocasına hizmet ederek, ders ve sohbetlerinde kemâle erdi. Tasavvufda yirmiye yakın velî yetiştirdi. En meşhur talebeleri; Harput’lu Hâfız Osman Bedreddîn Efendi (İmâm Efendi) ve o zamanın Erzurum kazası olan Kığı kasabasında Hacı Yûsuf Efendi ile oğlu Muhammed Efendi ve Kığı müftîsi Muhammed Nûreddîn Efendi’dir. Mahmûd Sâminî hazretleri, en başta gelen talebesi Hâfız Osman Bedreddîn’i yetiştirmek için çok gayret sarfetmiş, onu tasavvufda kemâle erdirmek için manevî işaretler almıştır. Daha o, huzuruna gelip talebe olmadan geleceğini, vasıflarını belirtmiş, başından geçen önemli hâdiselere işaret etmiştir. Neticede onun tasavvufda yetiştirip kemâle erdirmiş ve böylece iki yüz bin kişiden ziyâde insanın kurtularak, sâlih mü’min olmasına sebep olmuştur.
Sâminî hazretlerinin Hâfız Osman Bedreddîn hazretlerine nasihatlerinden bâzıları:
“Hafız! Bir çocuk tahsîl çağına geldiği zaman, okuyup yazmaya nasıl harfleri öğrenmekle başlarsa, Hakk’a ermek de tavsiye edeceğim şu hususlara uymakla gerçekleşir:
1- Allahü teâlâyı tanımak, 2- Muhabbetullah (Allahü teâlâya muhabbet), 3- Gönlü toplamak, 4- Teslimiyet, 5- Nefsin arzularına uymamak, 6- Bu yolda gayret göstermek, 7- Kesrette vahdet, 8- Çok salevât okumak, 9- Kelime-i Tevhidi çok söylemek, 10- Az yemek, 11- Temiz giyinmek, 12- Halka faydalı olmak, 13- Mütehallik olmak (Güzel ahlâk sahibi olmak), 14- Mürşide itaat, 15- Arkadaşlarına şefkat, 16- Âleme ibret nazarı ile bakmak, 17- Vaktin kıymetini bilmek, 18- Hükümete itaat, 19- Hasedden ârî (uzak olmak), 20- Kimseye buğz ve düşmanlık etmemek, 21- Komşu hakkını ileri tutmak, 22- Sözünün eri olmak, 23- Kendini tanımak, 24-Dünyâdan lüzumlu kadar nasîb almak, 25- Âhireti unutmamak, 26- Doğruluktan ayrılmamak, 27- Haddi aşmamak, 28- Huzurla sükûn bulmak. Tasavvufun elifbası bunlardır. İnsanlar arasında aşk ateşiyle dolaş, fenalıkları yak, iyilikleri besle. İnsanı insana yaklaştır, Hakk’a ulaştır. Asla ilmine güvenme, fadlına kanma. Dünyâya aldanma, nefsine uyma, şeytanı at. Aşk ile yan, şevk ile kalk. Peşinden gelenleri ne olursa olsun iyi gözet, sapıkları düzelt. Huzûra dikkat, her sözün hakîkat, görüşlerin marifet olsun.
Hafız! Makâm-ı irşâd bir şimşektir. Çaktığı vakit etrafını aydınlatır ve düştüğü yeri de yakar. Marifet; o aydınlığı insanların kararan kalbine nüfuz ettirmek (sokmak) ve kalbleri aydınlatmaktır.
Tasavvufda yol bir arı kovanına benzetilmiştir. Arı gibi gayet muntazam çalışmak ve arı gibi bal yapmak, karıncalar gibi kanaatkar olmak lâzımdır. Bal yapmak idrâkine eriştiğinde, bu şifalı baldan müslüman kardeşlerine tattırmak elzemdir. Çalışanlar tadını alır. Çalışmayanları da çalıştırmak rehberin vazifesidir. Mahlûkâtın yaratılışındaki güzellikde, ilâhî hikmetler var. Bunlarda esrâr-ı mevcûddur. Evliyâ zâtlar iğnenin ufacık deliğinden Hindistan’ı seyrederler. Bu hâl ise, âlem-i misâlin altında bir hâldir. Âlem-i misâl bunun üstündedir. Resûl-i ekrem efendimizden nurlarını alırlar ve ondan sonra vahdet sarayının ezelî ve ebedî varlığında erirler. Benliklerinden sıyrılırlar. Sırr-ı Sübhânda, mazhâr-ı lutfa ererler” (Bkz. Osman Bedreddîn).
Hafız Osman Bedreddîn hazretleri hocası Mahmûd Sâminî hazretleri için yazmış olduğu bir şiiri şöyledir:
Kim gelip girse bu gün Sâminî gülzârına
Bir kademde vâsıl olur her kişi dildârına
Bir nefesde mürde dil bulur hayât-ı câvidan
Sâminî enfâs-ı kudsîden erer hem yârına
Âlem-i mânâda şâh olmak dilersen tâlibâ
Gel bugün ver varlığın Sâminî’nin vârına
Hem gönül âyinesin derd-i sivâdan pâk kıl
Er huzûr-i hazrete yanma bu furkat nârına
Âlem-i kudse erişmek ister isen Bedriyâ
Sıdk ile gel bende ol gir Sâminî bâzârına.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; sh. 1092
2) Osman Bedreddîn Efendi, Hayatı ve Hocaları (Ahmed Yazıcı, Türkiye Gazetesi kütüphânesi)
3) Harput Yollarında (İshak Sungur)