26 Kasım 2015 Perşembe

ÇERKES HASAN


Abdülazîz Han’ın katlinde mühim rol oynayan Hüseyin Avni Paşa’yı öldüren subay.
1850 senesinde Silivri’de doğdu. Babası İsmâil Bey, Rus mezâliminden dolayı Kuzey Kafkasya’dan Anadolu’ya yerleşmiş bir Çerkes beyi idi. Çerkes Hasan 1864’de kendisinden bir yaş küçük olan kardeşi Osman Beyle birlikte bahriye idadisine girdi ve okulun kara kısmına geçerek teğmen oldu. Subay çıktıktan sonra atıcılığı ve biniciliği sayesinde pâdişâhın takdirini kazandı. Aynı zamanda ablası Neşerek (Nesrin) kadınefendi sultan Abdülazîz’in zevcesi idi. Şehzâde Şevket Efendi ile Esma Sultan’ın dayısı olduğundan Şûrayı askeri yaveri iken sultan Abdülazîz Han’ın büyük oğlu Yûsuf İzzeddîn Efendi’nin yaverliğine getirildi. Böylesine mühim bir hizmeti başarı ile devam ettirdiği sıralarda, 30 Mayıs 1876 günü Abdülazîz Han bir kaç insafsız ve safdil devlet adamının şahsî çıkarları uğruna tahttan indirildi. Bunların başında; “Kinim dînimdir” diyen Hüseyin Avni Paşa bulunuyordu. Hasan Bey’in ablası Neşerek kadınefendi, sultan Abdülazîz Han’ın hal’edildiği gün, Dolmabahçe Sarayı’ndan Topkapı Sarayı’na nakledilirken mücevher sakladığı şüphesiyle omuzundaki şal, pâdişâhın gözleri önünde Hüseyin Avni Paşa tarafından çekilip alınarak hakarete uğramıştı. Kadınefendi, omuzları açık bir şekilde boğazdan getirilmiş ve hastalanmıştı. Sultan Abdülazîz Han’ın ölümü üzerine ise, şok geçirerek 11 Haziran günü vefât etmişti (Bkz. Abdülazîz Han).
Hüseyin Avni Paşa, hal’den sonra Çerkes Hasan’ın İstanbul’da birinci orduda bulunmasını tehlikeli görerek, kolağası (kıdemli yüzbaşı) rütbesiyle onu merkezi Bağdâd olan altıncı orduya tâyin etti. Ancak Hasan Bey gelişen olaylar üzerine Bağdâd’a gitmeyi reddetti. Bilhassa ablasına karşı yapılan muamele kendisini son derece sarstı ve Hüseyin Avni Paşa’ya haddini bildirmeye karar verdi. Bağdâd’a gitmeyi reddedince tutuklandı. Gideceğine söz verince serbest bırakıldı. Bekâr olan Hasan Bey, eniştesi Ateş Mehmed Paşa’nın Cibâli’deki evinde, dul halasının yanında oturuyordu. Bu konağa gidip baştan ayağa silâhlandı. Görevden alınmasına rağmen hâlâ hassa yaveri kordonlarını takıyordu.
Çerkes Hasan akşam olunca, önce Hüseyin Avni Paşa’nın Kuzguncuk’daki konağına gitti. Hizmetçilerinden onun Midhat Paşa’nın konağında olduğunu öğrenince geri döndü. Abdülazîz Han’ı şehîd ettiren paşalar, başarılarının zevki içinde bâzı devlet mes’elelerini görüşmek için 15 Haziran gecesi Midhat Paşa’nın Bâyezîd’deki konağında toplanmışlardı. Konakta, sadrâzam Rüşdü Paşa, serasker Hüseyin Avni Paşa, hâriciye nâzırı Reşid Paşa, bahriye nâzırı Kayserili Ahmed Paşa, Cevdet Paşa, Şerif Hüseyin Paşa, mâliye nâzırı Yûsuf Paşa, Halet Paşa ve Müşir Rızâ Paşa bulunuyordu.
Hasan Bey, Midhat Paşa’nın konağına rahatlıkla girdi. Üniformalı olduğu ve sarayla ilgisi bulunduğu için hizmetçiler haber getirdi zannettiler. Bu sebeble kolayca konağın üst katına çıktı. Elinde tabancalarından biri olduğu hâlde kabinenin toplantı yaptığı salona girdi. “Davranmayın!” diye bağıran Hasan Bey, aynı zamanda tabancasını ateşleyerek Hüseyin Avni Paşa’yı göğsünden ve karnından vurdu. Orada bulunan paşalar korku içinde bitişik odaya sığınırlarken, Hüseyin Avni Paşa can havliyle kendini sofaya attı. Lâkin Hasan Bey onu öldürmeye azmetmişti. Üzerine yürürken beline sarılan ve kendisini durdurmaya çalışan bahriye nâzırı Kayserili Ahmed Paşa’nın ellerini ve kulaklarını çerkes kaması ile kesti. Daha sonra Hüseyin Avni’nin üzerine çökerek kamasını bir kaç defa karnına sapladı. Ağzını kulaklarına kadar kesti. Avni Paşa’yı öldürdükten sonra salona dönen Hasan Bey, hâriciye nâzırı Râşid Paşa’yı da öldürdü. Kayserili Ahmed Paşa, yaralı hâlde salonun bitişiğindeki odaya sığındı. Çerkes Hasan, Midhat ve Ahmed paşaları da öldürmek için sığındıkları odanın kapısını omuzladı. Arkasına konan masanın üzerine şişman Hâlet Paşa oturtulduğu için kapıyı zorladığı hâlde açamadı. Bu sırada Hasan Bey, karakoldan gelen askerler tarafından yaralı olarak yakalandı. Merdivenlerden inerken, bahriye kolağası Şükrü Bey tarafından ağır şekilde tahkîr olunması üzerine, bir kaç manga asker arasında çizmesinde sakladığı küçük tabancasını çıkarıp onu da öldürdü. Çerkes Hasan bu vak’ada beş kişi öldürdü. Yaralananların sayısı çeşitli kaynaklarda 2 ilâ 10 kişi arasında olduğu söylenmektedir. Bunların hepsini Hasan Bey yaralamış olmayıp, bâzısı asker tarafından aşağıdan açılan ateş neticesinde yaralanmıştır.
Çerkes Hasan, yakalandıktan sonra şimdiki İstanbul Üniversitesi’nin merkez binasının yanındaki Süleymâniye Kışlasına götürüldü. Yaralarını tedavi ettirmeyen Hasan Bey, kısa süren duruşmadan sonra, askerlikten ihraç edilerek îdâma mahkûm edildi. Sorgusu sırasında; “Nefsim için bu işi yapmadım, millet için yaptım. Gayem; bundan sonra kimse pâdişâh hal’etmek falan gibi şeylere cesaret edemesin” demiştir. Ertesi gün Bâyezîd meydanında îdâm edildi. Hüseyin Avni Paşa’nın ölümü halk arasında sevinçle karşılandı. Çerkes Hasan’a ise o nisbetle acı duyuldu ve gönüllerde millî kahraman olarak yerleşti. Senâî, Nâim, Hilmi efendiler, Müşir Eşref Paşa gibi şâirler, Çerkes Hasan, Bey hakkında mersiyeler yazarak kahramanlık ve cesaretini terennüm ettiler. Eşref Paşa mersiyesinin bir bölümünde:
Rabb-i izzet Cennet etsin kabrini Çerkes Hasan
Kâmet-i Avnîye ol esnada biçmişdi kefen.
Edirnekapı’ya defnedilen Çerkes Hasan’ın mezar taşını bir rivayete göre Pertevniyâl Sultan, bir rivâyete göre de İkinci Abdülhamîd Han yaptırmıştır. Etrafı demir parmaklıkla çevrili mezarının büyük taşında; “Ümerâ ve guzât-ı çerâkiseden İsmâil Bey’in oğlu olup, harb okulunu bitirip, kıdemli yüzbaşı rütbesinde iken genç yaşında velînîmeti uğrunda fedâ-yı cân eden Çerkes Hasan Bey’in kabridir” yazısı yer almaktadır.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Îzâhlı Osmanlı Târihi Kronolojisi: cild-4, sh. 280
 2) Asırlar Hoyunca İstanbul (H.Y. Şehsuvaroğlu); sh. 223
 3) Osmanlı İmparatorlunu Târihi; cild-12. sh. 280
 4) Eshâb-ı Kiram; sh. 285
 5) Pâdişâhların Kadınları ve Kızları; sh.163
 6) Bir Darbenin Anatomisi; sh. 261
 7) Büyük Türkiye Târihi; cild-7, sh. 121
 8) Mir’ât-ı Hakikat; cild-1, sh. 115
 9) Kayserili Ahmed Paşa hakkında İkinci Abdülhamîd’in bir hatt-ı hümâyûnu (Uzunçarşılı, Belleten, sene-1943, sayı-27)
10) Abdülhamîd-i sânî ve devr-i saltanatı; cild-1, sh. 39

22 Kasım 2015 Pazar

KUYUCU MURAT PAŞA


Meşhur Osmanlı devlet adamlarından. Rumeli’den devşirme olarak alınıp, sarayda (Enderûn’da) İslâm terbiyesi ile yetiştirildi. Doğum târihi bilinmemektedir, ömrünü devlet ve milletine hizmetle geçirdi. İran üzerine yeni bir sefer hazırlıkları içindeyken, doksan yaşlarında 1611 (H. 1020) yılında Diyarbekir’de vefât etti. İstanbul’da yaptırdığı medresenin bahçesindeki türbesine defnedildi. Vezneciler’de bulunan bu medresinin yerine, İstanbul Üniversitesine âid ek üniteler yapıldığından, bugün eski şeklinde değildir.
Enderûn’da yetişen Murâd Paşa, saray ve hükümet işlerinde vazife aldı. Kethüdâlık, vâlilik, beylerbeyilik, ordu kumandanlığı, diplomatik vezirlik ve sadrâzamlık yaptı. İlk olarak 1554’de Mısır vâlisi Mahmûd Paşa’ya kethüda oldu. Mısır’da başarılı hizmetler yapıp, kabiliyeti dikkat çektiğinden; sancakbeylik ve emir-i haclık vazifesi verildi. 1569’da Mısır beylerbeyi Koca Sinân Paşa ile Yemen’in fethine katıldı. Yemen’e önce vâli, 1576’da beylerbeyi tâyin edildi. Yemen beylerbeyi iken imâr faaliyetlerinde bulunup San’a Kasrı’nda, bir câmi ve Nakîm dağından su getirmek maksadıyla çeşitli te’sisler kurdu. Bu vazifedeyken İstanbul’a çağrıldı. Şarkî Karahisar sancakbeyi oldu. Şarkî Karahisar’dan sonra çeşitli vilâyetlerde vazife aldı. Diyarbekir beylerbeyi iken Karaman’a tâyin edildi. Buradan 1585’de, Özdemiroğlu Osman Paşa’nın komutasında Tebriz seferine katıldı. Tebriz civarındaki savaşın en kritik ânında atı ile beraber savaş meydanındaki kuyuya düştü. Hamza Mirza kumandasındaki Safevî kuvvetlerince esir alınıp, hapsedildi. 1590 Osmanlı-Safevî andlaşmasına kadar, İran’da kalan ve atıyla kuyuya düşmesinden dolayı Kuyucu lakabı verilen Murâd Paşa, İstanbul’a gelince, Kıbrıs beylerbeyiliğine tâyin edildi.
Diyarbekir beylerbeyi uhdesinde olmak üzere, Avusturya seferine katıldı. 1596 Haçova meydan muhârebesinde büyük yararlıklar gösterdi. Uzun seneler, Macaristan cephesinde lâyıkiyle hizmet etti. Cephedeyken bâzı sulh müzâkerelerinde bulundu. Birinci Ahmed Han (1603-1617) Osmanlı sultânı olunca, Kuyucu Murâd Paşa, Şubat 1603’de Rumeli eyâletiyle beraber Budin muhafazasına me’mûr edildi. 1605’de Dîvân-ı hümâyûnda dördüncü vezir oldu. İran’daki Safevî Devleti, (1501-1732)’nin teşvik ve kışkırtmaları neticesinde Anadolu ve Kuzey Suriye’deki isyânlar tehlikeli bir hâl aldığından; Anadolu isyânları ve İran mes’elesi için Ferhat Paşa serdâr tâyin edildi. Kuyucu Murâd Paşa, Avusturya cephesindeki faaliyetlerinden ve Macaristan-Avusturya mes’elesindeki teşebbüslerinden dolayı 13 Mayıs 1606’da Engürüs serdârı oldu.
Kuyucu Murâd Paşa Rumeli’deyken, Osmanlı Devleti için en büyük tehlike; İran mes’elesi ile Anadolu ve Suriye taraflarındaki isyânlar idi. Celâlîleri (Bkz. Celâlîler) cezalandırmak için şeyhülislâm Sun’ullah Efendi’nin tavsiyesi ile Murâd Paşa sadrâzam tâyin edildi (Aralık 1606). Sadâretmührünü Belgrâd’da alan Murâd Paşa, serhâd işlerini yoluna koyarak İstanbul’a geldi.
Osmanlı Devleti’nin 1593 yılından beri, Avrupa cephesinde savaşlarla meşgul olmasını fırsat bilen, İran-Safevî Devleti’nin Anadolu ve Kuzey Suriye’deki kışkırtmaları sonucu, Celali isyânları çok tehlikeli bir hâl almıştı. Murâd Paşa, Kuzey Suriye’de bir dürzî hükümeti kurmuş olan Canbolad oğlu Ali Paşa üzerine 1607 Temmuz’unda İstanbul’dan hareket etti. Yol boyunca âsilere karşı uslandırma hareketlerinde bulunan Murâd Paşa, âsi Canboladoğlu’na karşı Maraş beylerbeyi Zülfikâr Paşa’dan yardımcı kuvvetler aldı. Osmanlı ordusu, Boğros boğazı âsîlerinden ve dürzîlerden meydana gelen kırk bin yaya ve atlıyı İskenderun yakınlarındaki Belen boğazı yanında Oruç ovasında mağlûb etti. Canboladoğlu ve Lübnan dürzî lideri Maanoğlu Fahreddîn ile bütün dürzî kabîle reislerinden canlarını kuratarabilenler kaçtı. Murâd Paşa, Haleb’i ele geçirip, isyâncıları ve bölücüleri bölgeden temizleyerek, kışı orada geçirdi. Bağdâd’daki Taviloğlu Mustafa’nın üzerine Cağalazâde Mahmûd Paşa kumandasında bir kuvvet göndererek kaçırttı. Murâd Paşa Halep’deyken, celâli elebaşısı Kalenderzâde, otuz bin celâli kuvvetiyle İstanbul’u tehdîd etti. Murâd Paşa, İçel’deki Muslî Çavuş’un Kalenderzâde ile birleşmesini önlemek için ona İçel sancakbeyligini verip, Maraş ve Göksun’dan yeni kuvvetler aldı. Kalenderzâde, İstanbul’dan gönderilen bir mikdâr Osmanlı hazîne ve kuvvetlerini almak için Göksün boğazını kapamak istedi. Murâd Paşa daha önce hareket ederek boğazı tuttu. Göksün Maçayır ovasında Kalenderzâde’yi büyük bir bozguna uğrattı: Kalenderzâde ve tarafdârları İran’a sığınmak için doğuya kaçtı. Âsîler tâkib edilerek Eylül 1608’de Şarkî Karahisar’da toplanan binlerce celâlî imha edildi. Anadolu âsîlerden temizlenince Murâd Paşa, 1608 sonunda İstanbul’a döndü.
Murâd Paşa, dâhiyane bir siyâsetle Osmanlı Devleti’nin içinde huzuru bozan âsîleri ortadan kaldırdı. Üsküdar seferi denilen 15 Haziran 1609 yazındaki harekâtla; Musli Çavuş ve Yûsuf Paşa gibi âsîleri ve bunlarla işbirliği yapan kimseleri îdâm ederek, bunların fesat tohumlarını ve köklerini kuruttu. 1610 baharında, Osmanlı Devleti içindeki karışıklıkların planlayıcısı ve destekçisi, İran-Safevî Devleti’ne karşı sefere çıktı. Tebriz’de bulunan Safevî Şâh Abbâs’ın (1587-1628), celâlî isyânları ve Avusturya seferi (1593-1606) esnasında işgal ettiği toprakları ve Kafkasya’yı kurtararak, Osmanlı lehine bir andlaşma sağlamak niyetiyle İran seferine çıktı. Murâd Paşa Tebriz önlerine geldiğinde sefer mevsimi geçtiğinden, kışı geçirmek için Diyarbekir’e çekildi. Fakat ömrü vefâ etmeyip burada vefât etti.
Murâd Paşa; gayretli, dindar, üstün komutanlık, idarecilik ve devletin çıkarlarını her şeyden üstün tutan bir şahsiyete sahipti. Osmanlı ülkesine ve milletine çok hizmeti oldu. Osmanlı sultânına sadâkati (bağlılığı) çoktu. Sultan Ahmed kendisine; “Babam” diye hitâb ederdi. Tecrübeli, samîmi ve ileri görüşlü olduğundan, icrâatlarında tavizsiz hareket ederdi. Nakşibendî yoluna bağlı olup, her hafta Kur’ân-ı kerîmi hatmeder, insanlara zulüm etmeyi hiç sevmezdi. Devletine çok bağlı olduğundan, sabırla hareket etmesini gayet iyi bilirdi. İran-Safevî Devleti’ne ve Anadolu’daki Celâlîlere karşı çok şiddetli mücâdele ederek, İranlı şiîlerin Osmanlı Devleti’ni Avrupa hıristiyanları karşısında acze düşürme hayallerini yok etti. Onun bâzı sertlikleri tenkîde uğramışsa da, idâri kabiliyeti ve otoritesi yerli ve yabancılar tarafından kabul edilmiştir. Bunlardan zamanının İngiliz elçisi Bello; Murâd Paşa’nın devletine iyiliği dokunduğunu, basiret sahibi olduğunu, memleketin iç işlerini düzeltip, hâkimiyet sağladığını, iyi bir asker ve devlet adamı olduğunu itiraf etmektedir. On üç yıl süren Avusturya seferi ve yıllarca devam eden celâlî isyânları neticesinde, mâliyenin durumunu öğrenmek için Ayn-i Ali Efendi’ye, Kavânîn-i âl-i Osman der mezâmîn-i Defter-i dîvân isimli eserini yazdırmış olan Murâd Paşa’nın, Budin vâlisî Kâdızâde Ali Paşa ile evli bir kızı vardı.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Hadîkat-ül-vüzerâ; sh. 55
 2) Hülasat-ül-esar fî a’yân-ül-karn-il-hâdî aşer (Muhibbî, Kahire-1284); cild-3, sh. 355
 3) Şakayık Zeyli (Atâî Efendi); sh. 377
 4) Târih (Selânikî Mustafa Efendi, İstanbul-1281); sh. 12, 199
 5) Târih (Peçevî İbrâhim Efendi, İstanbul-1283); cild-2, sh. 101
 6) Ravzat-ül-Ebrâr (Karaçelebizâde Abdülazîz Efendi, Kahire 1248); sh. 466, 507
 7) Fezleke (Kâtib Çelebi); cild-1, sh. 281
 8) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; sh. 1110
 9) Rehber Ansiklopedisi; cild-10, sh. 366

KÖPRÜLÜLER


On yedinci asrın ortalarında iktidara geçtikten sonra, Osmanlı Devleti’nin gerilemesini uzun müddet durdurmaya, hattâ yeni fütûhata muvaffak olan bir vezir ailesi. Bu aile, bir çok âzası ile on yedinci asrın sonuna kadar sadrâzam, serdâr, sadâret kaymakamı ve kapdân-ı derya gibi, belli başlı devlet vazifelerinde bulunmuş, sonraki asırlarda yine güzide devlet adamları yetiştirmiştir.
On yedinci yüzyıl başlarından itibaren Osmanlı Devleti’nde idâri, mâlî, askerî bakımlardan çöküntü başlamıştı. Uzun yıllar süren savaşlar sonunda, önceki dönemlerde olduğu gibi başarılar kazanılamamış ve bunun sonucu olarak da mâlî sıkıntılar baş göstermişti. Anadolu’da çıkan celâli isyânları, önce Kuyucu Murâd Paşa ve sonra da dördüncü Murâd Han tarafından şiddetli darbelerle önlenmiş ise de, bu değerli pâdişâhın genç yaşta vefât etmesiyle celâiîler yine hareketlenmeye başlamışlardı.
Bu arada sipâhî ve yeniçerilerin karışıklıklar çıkarmaları ve sık sık sadrâzam değiştirilmesi sebebiyle, kuvvetti bir otorite boşluğu meydana gelmişti. Sultan İbrâhim Han’ın başlattığı Girid seferinde, ilk zamanlarda zaferler kazanılıp kuvvetti kaleler fethedildiyse de, sonradan Venedik donanmasının Çanakkale boğazını ablukaya alması sebebiyle, Girid’deki askere yeterli asker ve mühimmat yardımı yapılamamış, yapılan bütün müdâhalelere rağmen bu abluka kaldırılamadığı gibi, Bozcaada, Semendirek ve Limni adaları Venedikliler tarafından işgal edilmişti.
Göreve getirilen bütün vezirler bu işlerin üstesinden gelememişler ve dördüncü Mehmed Han’ın pâdişâhlığının ilk sekiz yılı büyük sıkıntılar ve isyânlarla geçmişti.
Küçük yaşta tahta geçtiğinden, başlangıçta pek etkili olamayan dördüncü Mehmed Han, on beş yaşına geldiğinde karışıklıkların üstüne gitmeye başladı. İstanbul’da zorbalıklar yapıp, karışıklıklara sebep olan sipah ağalarını ve yandaşlarını yakalayıp, katlettirdi. Büyük ümitlerle göreve getirilen, fakat başarılı olamayan Boynueğri Mehmed Paşa’nın yerine dirayetli bir vezir aramaya başladı. Vâlide kethüdası Mimar Kâsım Ağa’nın tavsiyesiyle; güngörmüş, tecrübeli vezir Köprülü Mehmed Paşa saraya çağrıldı. Köprülü Mehmed Paşa, bu görüşmede devletin içinde bulunduğu güçlükleri îzâh ettikten sonra, bu güçlüklerin altından ancak, olağan üstü yetkilerle donatılmış olma hâlinde kalkılabileceğini, aksi takdirde başarılı olmanın mümkün olmadığını arzetti. Bunun üzerine dördüncü Mehmed Han, yaptığı işlere müdâhale edilmeyeceği, aleyhindeki şikâyetleri, kendi görüşünü almadan değerlendirmeyeceği, devlet me’mûriyetlerinde yapacağı tâyin ve azillere karışılmayacağı gibi büyük yetkilerle Köprülü Mehmed Paşa’ya sadrâzamlık mührünü verdi.

Köprülü Mehmed Paşa

Köprülüler ailesine adını veren paşa. Köprülü lakabını, zevcesinin memleketi ve kendisinin de yerleşme ve işden ayrı kaldığı zamanlarını geçirme yeri olup, o zaman Amasya sancağına bağlı bulunan ve bugün Vezirköprü adıyla anılan Köprü kasabasından aldı. Aslen Arnavud’dur. 1571 yılında Belgrad’ın Rudnik kasabasında doğmuş, devşirilerek İstanbul’a getirilip saraya alınmıştı. On yedinci yüzyıl başlarında girdiği sarayda önce 1613’de Matbah-ı âmirede, daha sonra Hazînede ve silâhdâr Hüsrev Paşa’nın yanında çalıştı. Çalışkanlığı ve dürüstlüğüyle tanındı. Hazîneden sipahilikle taşraya çıkarıldı. Bir müddet sonra tımar alarak Köprü’ye gitti. Sancak beyinin kızıyla evlendi. Sarayda yanında hizmet gördüğü Boşnak Hüsrev Paşa yeniçeri ağası olunca, o da yeniçerilere katıldı. Hüsrev Paşa’nın sadrâzam olmasıyla da hazinedarlığa getirildi.
1632 yılında Amasya sancakbeyi olan Köprülü, burada gösterdîği başarıdan dolayı İstanbul ihtisâb ağalığına getirildi. Sonra sırasıyla tophâne nâzırlığı, sipâhî birlikleri ağalığı yaptı. Bağdâd kuşatmasına Çorum sancakbeyi olarak katıldı. Kemankeş Mustafa Paşa’nın sadrâzamlığı sırasında önce saray kapı ağalığına, sonra da ıstabl-ı âmire ağalığına getirildi. Sadrâzam sultanzâde Mehmed Paşa zamanında siyâsette gösterdiği başarılar sebebiyle iki tuğlu vezir yapılarak Trabzon beylerbeyliğine gönderildi.
1647 yılında sultan İbrâhim’in hanımına has olarak verilen Şam’a, vergi tahsildarı oldu. Daha sonra Sivas’da celâli Vardar Ali’yi te’dîb ve uzaklaştırmakla görevlendirdiyse de yapılan çarpışmada tutsak düştü. Fakat İbşir Paşa tarafından kurtarılarak yine celâlîler üzerine gönderildi. Ertesi sene, Katırcıoğlu isyânını bastırmakla görevli iken, halka zulmettiğinden dolayı yakalanması için hakkında hatt-ı hümâyûn çıkan Boynueğri Mehmed Paşa üzerine gönderildi. Aldığı tedbirlerle bu işi de kısa sürede hâlletti. Bundan sonra İstanbul’a dönerek dördüncü Mehmed Han’ın saltanatının ilk yıllarında kubbe veziri oldu. Bir süre sonra sadrâzam Gürcü Mehmed Paşa tarafından azledilerek Köstendil’e sürüldü. Bilâhare bir müddet Köprü’de kaldı. Boynueğri Mehmed Paşa’nın sadâreti esnasında iç ve dış buhranın had safhaya ulaştığı sırada, reîsülküttâb Mehmed Efendi ve mimarbaşı Kâsım Ağa’nın teklifleriyle sadrâzamlığa getirildi.
Köprülü Mehmed Paşa, yıllarca süren devlet hizmeti sırasında dürüst ve kabiliyetli bir yönetici olarak ün yaptı ve çok tecrübeler kazandı. Sadrâzamlık teklif edildiği zaman pâdişâhla görüştü; kendisinden önceki sadrâzamların ne kadar kabiliyetli olurlarsa olsunlar asker ve saray müdâhaleleri sebebiyle iş yapamaz duruma geldiklerini, geniş yetkiler verilmediği takdirde kendisinin de başarılı olamayacağını arzetti. Bunun üzerine dördüncü Mehmed Han, Paşa’ya o güne kadar görülmemiş yetkiler vererek, sadrâzamlık makamına getirdi ve çok duâlar etti (14 Eylül 1656). Paşa bu sırada seksen yaşındaydı.
Köprülü Mehmed Paşa, sadrâzam olduktan sonra saray mensupları, ihtiyar paşanın bir iş yapacağını tahmin etmeyerek, kendisine ehemmiyet vermeden âdetleri üzere hükümet işlerine karışmaya devam etmek istediler. Bunun üzerine Mehmed Paşa, Pâdişâh’a te’sir edip işlerine engel olmak isteyen hasodabaşı Halîl Ağa’yı tekaüde ayırıp, yerine Safer Ağa’yı getirdi. Bozcaada’nın düşman eline geçmesine sebeb olan Abaza Ahmed Paşa’yı İstanbul’a getirterek derhâl îdâm ettirdi. Bunun üzerine sipahilerin ayaklanma çıkarmak istediklerini öğrenince, yeniçerileri kendi tarafına çekip, bütün sipahi elebaşlarını öldürttü. Kilit mevkilere; güvenilir, dürüstlüğüyle tanınan kişileri getirdi.
Devletin içte ve dışla büyük buhranlar geçirdiği bir sırada, içerdeki bâzı gayr-i müslim unsurlar da büyük ümide düşmüşlerdi. Hattâ bu arada ortodoks kilisesinin mevcudiyetini Fâtih Sultan Mehmed’in himaye ve müsamahasına bağlı olduğunu unutan Rum patriği üçüncü Partenios’un, devletin bu karışık vaziyetinden istifâde ile Ortodoks kilisesine bağlı olan Eflâk ve Boğdan voyvodalarını isyâna teşvik ettiği, ele geçen mektubundan anlaşıldı. Ayrıca rumların yeniçeri kıyafetine girip isyân edeceklerine dâir haberler alan Köprülü Mehmed Paşa, derhâl patrikhâneyi bastırdı. Nitekim içeride bu iddiaları doğrulayıcı mâhiyette kırk-elli kat dolama, fes ve yeniçeri üsküfü elde edildi. Bundan sönra rum patriği Partenios’u huzuruna çağıran sadrâzam, devlete karşı giriştiği bu hareketlerin karşılığı olarak, verdiği bir emirle onu Parmakkapı’da îdâm ettirdi (24 Mart 1657).
Fâtih Sultan Mehmed’in tâyin ettiği patrikten itibaren bu üçüncü Partenios’a kadar bütün rum patrikleri, milleti tarafından seçildikten sonra bizzat pâdişâhlar tarafından kabul olunurlarken, bundan sonra kendilerine karşı yapılan bu imtiyazlı muamele kaldırılarak, vezîriâzamlar tarafından kabul edilmeleri kânun olmuş ve bu tarz, tanzîmâta kadar devam etmiştir.
Eski sadrâzamlardan Siyâvuş Paşa, Köprülü’nün kendisini Şam beylerbeyliğinden alma emrine karşı gelerek isyân çıkartınca, Köprülü kendisinin idamını istedi. Siyâvuş Paşa’nın saraydaki yakınları buna mâni olmak için müdâhale ettiklerinde, Köprülü derhâl istifa etmek için huzura çıktı. Fakat dördüncü Mehmed Han kendisine güvendiğini, hizmetlerine devam etmesini emrederek, Siyâvuş Paşa’nın idamı için hatt-ı hümâyûn verdi. Bundan sonra saraydaki ağaların hepsini görevden alan Köprülü Mehmed Paşa, yerlerine emîn devlet adamlarını yerleştirdi (23 Haziran 1657).
İstanbul’da kudret ve iktidarını gösteren Köprülü Mehmed Paşa, Venedik’le olan uzun ve yıpratıcı savaşı sona erdirmeye, Çanakkale ablukasını kaldırmaya ve Girid’in fethini tamamlamaya karar vererek, sefer hazırlıklarına girişip yeni bir donanma hazırlattı. Fakat bütün bu çalışmalara rağmen kapdân-ı derya Topal Mehmed Paşa, Çanakkale boğazındaki ablukayı kaldıramayınca cezalandırıldı. Bir süre sonra Venedik amirali Moçeniko bizzat kendi amiral gemisi başta olduğu hâlde, Osmanlı baştardesini zaptetmek üzere Kumkalesi önünden geçerek taarruz etti. Venedik amiral gemisi tam Osmanlı baştardesini almak üzere iken Kumburnu’ndaki metrislerden Kara Mehmed adındaki bir topçu tarafından atılan bir gülle, Venedik amirali baştardesinin barut mahzenine isabet ederek baştardeyi havaya uçurdu. Bu muvaffakiyetli isabet, bozulmuş olan kuvve-i mâneviyenin düzelmesini sağladı ve Osmanlıların galebesini te’min etti. Akdeniz’de Kuzey Afrika kıyılarındaki Osmanlı gemilerinden meydana getirilen yeni bir filoyla, Bozcaada ve Limni de Venediklilerden alınınca, bundan sonra boğazın Venediklilerce ablukası imkânsız hâle geldi. Yıllardır devleti uğraştıran bu mes’elenin hallolması, Köprülü Mehmed Paşa’nın siyâsî kudretini arttırdı.
Bundan sonra Köprülü ilk olarak Girid’in fethini düşünmekte idi. Ancak Erdel ve Anadolu’da isyânların çıkması bu hayırlı teşebbüse mâni oldu.
Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu karışıklıklardan ve Venediklilerle meşgul olmasından dolayı isyân eden Erdel prensi Gyürgy Rakoczy, katoliklere karşı protestan direnişinin lideri olduğunu îlân ederek İsveç kralı yanında Eflak ve Boğdan prensleriyle de anlaşarak Macaristan ve Lehistan’ı fethetme hayâllerine kapıldı. Durumun vehâmetini sezen Köprülü Mehmed Paşa, dördüncü Mehmed Han’a durumu arzedip, bölgeye Kırım tatarlarının gönderilmesi gerektiğini bildirdi. Gönderilen hatt-ı hümâyûnla harekete geçen Kırım tatarları, büyük bir ordu ile gelerek Erdel’i itaat altına aldılar. Rokoczy, Varşova’dan çekilmek zorunda kaldı. 1657 yazı sonunda Vistül nehri yakınlarında yapılan savaşta da yenildi.
Buna rağmen Rakoczy, Pâdişâh’a bağlılığını tekrarlamaktan kaçınınca, Köprülü Mehmed Paşa büyük bir orduyla üzerine yürüdü (23 Haziran 1658). Kırım tatarları da harekete geçerek akın hareketlerinde bulundular. Eylül 1658’de krallığın merkezi olan Erdel Belgrad’ı zaptedilince, Rakoczy, Habsburg topraklarına kaçtı. Erdel prensliğine Acos Barccai getirildi. Osmanlı birlikleri Yanova, Şebeş ve Lagos kalelerine yerleşerek Erdel’in tekrar ayaklanmasını önlediler. Rakoczy 1660’da ölünce taraftarları, onun generallerinden biri olan Kemeny Janos’un çevresinde toplandılar. Habsburg’luların desteğini de alan Janos, kral îlân edildi. Sonra Barccai’yi öldürüp, ülkenin büyük bir bölümünü ele geçiren Janos, Osmanlı kuvvetlerine yenilip Habsburg topraklarına kaçtı. Bir süre sonra Habsburglulardan sağladığı birliklerle tekrar döndüyse de yakalanıp öldürüldü. Erdel prensliğine Apafi Mihâil’i getiren Köprülü Mehmed Paşa, Anadolu’da çıkan iç isyânları bastırmak için acele ile İstanbul’a döndü.
Nitekim Köprülü Mehmed Paşa’nın ve ordunun Avrupa’da olmasından istifâde eden Abaza Hasan Paşa, çıkardığı büyük bir isyân hareketiyle İstanbul üzerine yürümüştü. Bu tehlikeli durum üzerine Erdel isyânını bastıran Köprülü, hızla İstanbul’a gelerek orduyu Üsküdar’a geçirdi. Askerin kendisine bağlılığını sağlamlaştırmak için altı aylık maaşlarını peşin verdi. İsyanın elebaşılarına gizlice adamlar yollayarak aralarını açmaya çalıştı. Baskıyı hisseden Abaza Hasan Paşa, Eskişehir’e çekilirken, adamlarının çoğunu hem para almak, hem de sadrâzamı öldürmek için Osmanlı ordusuna katılmak üzere gönderdi. Köprülü Mehmed Paşa ise, sayısı 6.000’i bulan bu sahte askerleri tesbit edip hepsini öldürttü. Sonra harekete geçerek Abaza’nın üzerine yürüdü. Bu arada durmadan gerileyen Abaza Hasan Paşa, her geçen gün kuvvet kaybediyordu. Bu yüzden bir süre sonra barış çağrısında bulundu. Köprülü Mehmed Paşa ise bu barış çağrısına uymuş görünerek, tertiplediği bir ziyafette Abaza Hasan Paşa dâhil bütün isyâncı elebaşlarını ele geçirerek cezalarını verdi. Böylece bir darbe ile bütün isyâncıları zararsız hâle getiren Paşa, bundan sonra geniş bir araştırmaya girerek Anadolu’daki isyânlara karışmış, destek olmuş kişileri tespit edip cezalandırdı.
Anadolu’da huzuru sağladıktan sonra İstanbul’a dönen Köprülü Mehmed Paşa, Fransızların Girid’de Venediklilere yardım ettiklerini öğrenince, İstanbul’daki Fransız uyrukluları hapsedip Fransa’yla münâsebetleri kesti. Sonra da çok yorulduğunu bildirip, oğlu Şam beylerbeyi Fâzıl Ahmed Paşa’yı yerine teklif ederek istifa etti. Bu teklif üzerine sadrâzamlığa getirilen Fâzıl Ahmed Paşa, yola çıkıp İstanbul’a geldi aynı gün Köprülü Mehmed Paşa Edirne’de vefât etti (30 Ekim 1661). Cenazesi İstanbul’a getirilip Dîvânyolu’nda yaptırmış olduğu külliyedeki türbesine defnedildi.
Devletin içinde bulunduğu zor durumdan kurtulması için gece-gündüz demeden çalışan Mehmed Paşa, Anadolu ve Rumeli’de bir çok hayır eserleri vücûda getirdi. Bozcaada’da câmi, mescid, mektep, hamam, dükkanlar, yel değirmenleri, Yanova’da câmi, mektep, dükkanlar, Rudnik’de câmi, mektep, Turhal’da han, Vezirköprü’de çeşme ve namazgah, Lefke’de Karaoğlanbeli denilen yerde câmi, mektep, han, Şam eyâletinde köprü, Şugur’da câmi, mescid, mektep, han, Gümüşhacıköy’de câmi, mektep ve han, Bolu sancağında Taraklı kasabasında câmi ve mektep yaptırmıştır. Bunların giderlerinin karşılanması için de; Limni, Yanova, Köprü, Osmancık, Merzifon, Akhisar, Bilecik ve daha bâzı yerlerde mülk köylerini bütün resimleri ve hâsılatı ile vakfetmişti. Ayrıca Erdel’de Arad kasabasında su yolu, Hendek ile Sapanca arasında uzun bir köprü yaptırmıştı. Hekimhanı ve Antalya’da da vakıfları vardı. Vefâtından önce, oğluna Anadolu’daki vakıflarını unutmamasını, Rumeli’deki yarım kalmış hayratı ile Çenberlitaşdaki te’sisleri tamamlamasını vasiyet etmişti.

Köprülü Fâzıl Ahmed Paşa

Köprülü Mehmed Paşa’nın büyük oğlu, vezîriâzam. 1635 senesinde Köprü’de doğdu. Yedi yaşındayken babası tarafından İstanbul’a getirilip, tahsile başlatıldı. Devrin tanınmış ilim adamlarından evvelâ Osman Efendi’den sonra da Karaçelebizâde Abdülaziz Efendi’den ders aldı. Babası Köprülü Mehmed Paşa, devlet yönetiminde büyük başarılar göstermesine rağmen zaman zaman kuvvetli bir tahsîl görememesinin sıkıntısını çektiğinden, oğlunun tahsiline ehemmiyet verdi. Henüz on altı yaşındayken önce hâriç, sonra dâhil müderrisi tâyin edilen Fâzıl Ahmed, 1657 yılında yirmi iki yaşında iken sahn-ı semân müderrisliğine yükseldi. Fakat bir müddet sonra müderrisliği bırakarak idâri göreve geçti ve vezâretle Erzurum daha sonra Şam eyâleti vâliliğine tâyin olundu.
Şam’da iken halktan alınan iki ayrı vergiyi kaldırdığı için halk tarafından çok sevildi. Dürziler üzerine yürüyüp, Şihâboğulları ile Maanoğullarını itaate zorladı ve bunların isyân hareketlerini önledi. Bu zamana kadar voyvodalık ile idare edilen Sayda, Beyrut, Safed havalisi ile Maan ve Şihâboğullarının bulundukları bölgeyi bir beylerbeyilik hâline getirdi. Bu başarıları üzerine Halep beylerbeyiliğine tâyin edildi. Ancak babasının hastalığı ve vasiyeti üzerine Edirne’ye hareket etti. Aynı zamanda babasının vefâtı da vuku bulunduğundan, gelir gelmez sadârete tâyin edildi.
Köprülü Mehmed Paşa zamanında, Erdel isyânları bastırılıp Erdel prensliğine Apafi Mihâil getirilmiş, fakat Anadolu’da isyânlar çıktığı için bölgeye tam bir istikrar kazandırılamadan ordu geri dönmüştü. Avusturya Habsburg hânedânı bölgede devamlı karışıklıklar çıkarmış, serdâr Köse Ali Paşa’ya yenilmelerine rağmen tecâvüzkâr hareketlerinden vaz geçmemişti. Bütün bu mes’eleleri halletmek için İstanbul’da yapılan toplantıda Erdel’e sefer açılmasına karar verildi. Hazırlıklar yapılıp ordu Fâzıl Ahmed Paşa komutasında Belgrad’a geldiği zaman, Avusturya elçileri anlaşma için geldiler. Fâzıl Ahmed Paşa ise eski vaziyetin iadesini ve Kânûni Sultan Süleymân Han devrindeki gibi 30.000 altın verginin ödenmesini istedi.
Şartlarının Avusturya tarafından kabul edilmemesi üzerine Uyvar üzerine yürüyen sadrâzam ve serdâr-ı ekrem Fâzıl Ahmed Paşa, yolda karşısına çıkan bir Avusturya ordusunu mağlûb edip, 17 Ağustos’da Uyvar’ı kuşattı. Bu arada kaleye yardıma gelen 30.000 kişilik bir Avusturya ordusu daha mağlûb edilip, sekiz gün süren bir kuşatmadan sonra kale aman ile teslim oldu. Uyvar müdafileri mal ve canlarına en ufak bir zarar gelmeden kaleyi terkettiler.
Uyvar’ın fethiyle kalenin emniyeti gündeme geldi. Bunun sağlanması için civardaki bir takım kale ve palangaların fethi gerekiyordu. Bunların en önemlisi olan Novigrad yirmi yedi günlük bir muhasaradan sonra ve bilâhare diğerleri de fethedildi. Kırım atlıları ise, Moravya ve Silezya ile Macaristan’ın Avusturya işgalindeki arazisine bir akın düzenlediler.
Kış mevsimi yaklaştığından ordugâhı Belgrad kışlağına taşıyan Fâzıl Ahmed Paşa, baharda yeni bir sefer açmayı plânlıyordu. Fakat kış mevsimi başlar başlamaz Avusturya ordusu harekete geçerek Zigetvar üzerine yürüdü. Bunu haber alan Fâzıl Ahmed Paşa, Halep beylerbeyi Gürcü Mehmed Paşa’yı önden düşman üzerine gönderip, kendisi de büyük bir kuvvetle yola çıktı. Fakat düşman Zigetvar kuşatmasını kaldırıp geri çekildi. Baharda Avusturya kuvvetleri tarafından muhasara edilen Kanije kalesini kurtaran Fâzıl Ahmed Paşa, civardaki birkaç kaleyi de fethetti. Uyvar’ın fethinden sonra peş peşe gelen başarılar, Avrupa’da heyecanın artmasına sebeb oldu. Zîrâ Avusturya’ya doğru önemli bir engel kalmamıştı. Başta Papalık olmak üzere, İspanyollar, Saksonya ve Brondenburg, Avusturya’ya asker ve para yardımında bulundular. Fransa kralı on dördüncü Louis de 5.000 Fransız gönüllüsü gönderdi. Bu kuvvetlerle birleşen Avusturya ordusu, başkumandan Montecuculi emrine verildi. Bu sırada Kanije’ye yakın Komer ve Egerseg kaleleri de Türk kuvvetleri tarafından zaptedildi.
Fâzıl Ahmed Paşa ise, ordusunun başında Saint Gatthard (Sen Gotar) mevkiine geldiğinde, mareşal Montecuculi kumandasındaki; Alman, Fransız, İspanyol ve diğer müttefiklerin kuvvetleriyle karşılaştı. İki taraf arasında yalnızca Raab nehri vardı. Alman kumandanı köprü teşkîlâtı noksan olan Osmanlı kuvvetlerinin nehri geçmelerini bekledi ve Türk topçusunun bombardımanı karşısında nehir kenarındaki kuvvetlerini gerideki ormana çekti. Köprülüzâde de müsait bir yerinden nehri geçip düşmanı bastıktan ve Raab yahut Yanıkkale’yi aldıktan sonra Viyarça’ya doğru gitmek plânını tatbik etmek istiyordu. Ancak ilk plânda köprünün yapımının gevşek tutulması, asker geçirilirken yıkılmasına sebeb oldu. Ayrıca altı bin kadar askerle sür’atle karşıya geçirilen Bosnalı İsmâil Paşa, düşman kuvvetlerini ormana kadar sürdü.
Sabahtan ikindiye kadar devam eden bu harbin ilk safhası Osmanlıların galibiyeti ile bitti. Fakat düşman tâkib edilerek veya gerekli tedbirler alınarak elde edilen muvaffakiyet değerlendirilemedi. Bu sırada yağan şiddetli yağmur, Osmanlı kuvvetinin bulunduğu yerdeki hareket kabiliyetini yok etti. Bu fırsattan istifâde eden Montecuculi, şiddetli bir taarruzla dört bin kadar Osmanlı askerini şehîd etti. Ancak kendi ordusunun da askerce zayiatı az değildi.
Fâzıl Ahmed Paşa’nın bu muvaffakiyetsizliği muahedeye te’sir etmedi. Bir şans eseri olarak kazanılan Sen Gotar muhârebesinden sonra düşman kuvvetleri bir adım ileri gidemedi. Osmanlı ordusu da Vasvar’a döndü. Burada Avusturya murahhasları ile yapılan görüşmeler sonunda Vasvar’da barış imzalandı.
Buna göre Avusturyalılar Erdel’de işgal ettikleri topraklardan çekilecekler, Erdel prensi Apafi yerinde kalacak ve prenslik Osmanlı himayesinde bulunacaktı. Yıkılan kaleler tekrar yapılmayacak, karşılıklı elçiler ve hediyeler gönderilecek, iki devlet arasında bundan önce imzalanan andlaşmalar da yürürlükte kalacaktı.
Fâzıl Ahmed Paşa bu andlaşmadan sonra bölgeden ayrılmayıp, Viyana’dan gelecek olan tasdikli muahede metnini bekledi. Tasdikli metin geldikten sonra, Belgrad’a döndü. Muahede hükümlerinin tatbikatına nezâret etmek üzere kışı Belgrad’da geçirip sonra Edirne’ye döndü (15 Temmuz 1665).
Sultan İbrâhim devrinde başlayan Girid’in fethi, iç karışıklıklar, Avrupa seferleri sebebiyle zamanında yardım gönderilememesi ve deniz yolunun Venedik donanmasının nakliye gemilerine taarruzu yüzünden uzamıştı. Ayrıca henüz fethedilmeyen kalelerin Avrupadan sürekli destek görmesi ve tahkim edilmesi mücâdeleyi Osmanlı aleyhine etkiliyordu. Avusturya cephesindeki savaşı bir andlaşmayla sona erdiren Fâzıl Ahmed Paşa, artık bu mes’eleyle ilgilenebilirdi.
Bu arada Girid serdârı Ankebut Ahmed Paşa’nın imdat mektubu göndermesi üzerine, hemen bir meclis toplanıp bu işin halledilmesi gerektiği karârı alındı. Mühimmat ve donanma tedârikine başlanıldı. Tehlikeyi sezen Venedik, elçi gönderip barış teklifinde bulunduysa da huzura kabul edilmedi. Dördüncü Mehmed Han Girid serdârlığına bizzat sadrâzam Fâzıl Ahmed Paşa’yı getirdi. Fâzıl Ahmed Paşa hazırlıkların tamamlanması üzerine 15 Mayıs 1666’da Edirne’den hareket etti. Gümülcine, Serez, Selanik ve Yenişehir yolu üzerinden Tesalya’ya gelerek Asker toplanması için bir kaç ay burada bekledi. Bu arada Eğriboz adasıyla Benefşe ve Selanik iskelelerinden, donanma muhafazasında Girid’e asker, mühimmat ve cephane nakledildi. Fâzıl Ahmed Paşa da 3 Kasım’da Benefşe’den yola çıkıp 6 Kasım’da Girid’e çıktı. Kışı Hanya’da geçirip, 25 Mayıs 1667’de Kandiye muhasarasını başlattı. Kandiye, yirmi altı ay süren uzun ve şiddetli çarpışmalar sonunda, 5 Eylül 1669’da vire ile teslim oldu ve Girid’in fethi tamamlandı (Bkz. Girid ve Seferleri).
1669-1670 kışını Girid’de geçiren ve meydana gelen hasarların büyük bir bölümünün onarılmasına bizzat nezâret eden Fâzıl Ahmed Paşa, üç buçuk yıl kaldığı adanın yönetimini vezir Ankebut Ahmed Paşa’ya bırakarak 1670 Mayıs’ının ilk günlerinde Girid’den ayrıldı.
1669 yılı Haziran’ında Pâdişâh Yenişehir yaylasında bulunduğu sırada bir elçi gönderip Leh kralı ve Tatar hanından şikâyetle himaye edilmesini ve Avrupa tarafına olan seferde Osmanlı ordusunda hizmetinin kabulünü istirham eden Ukrayna Kazakları Hatman’ı Doreşenko’nun isteği kabul edilmiş ve kendisine bayrak, tuğ ve mehterhâne gönderilmişti. Ancak Lehistan, Doreşenko üzerine saldırılarını yoğunlaştırarak bir kaç palangasını zaptetti. Bunun üzerine Lehistan’a karşı harekete geçmeye karar veren dördüncü Mehmed Han, Fâzıl Ahmed Paşa’yı da yanına alarak Edirne’den yola çıktı. Birinci Lehistan seferi denilen bu sefer sırasında Podolya’nın merkezi ve Lehistan’ın en müstahkem kalelerinden biri olan Kamaniçe, dokuz gün süren kuşatmadan sonra alındı (27 Ağustos 1672). Düşmanda bu kalenin kaybedilmesi şoku sürerken, Halep vâlisi Kaplan Paşa’yla Kırım hanı Selîm Giray ve Doreşenko’nun komutasındaki birlikler, Lehistan’ın ünlü başkomutanı Jan Sobieski’nin savunma hatlarını yarıp, Polonya içlerine girdiler ve irili ufaklı bir çok kaleyi ele geçirdiler. Bunun üzerine Lehistan çok ağır şartlar altında andlaşma imzalamak zorunda kaldı. 18 Ekim 1672’de Bucaş’da imzalanan bu andlaşmayla, Podolya, Osmanlı Devleti’ne bağlı bir eyâlet hâline getirildi. Ukrayna, Osmanlı Devleti’ne bağlı Kazak Hatmanı Doreşenko’ya bırakıldı ve Lehistan’ın Osmanlı Devleti’ne her yıl 220 bin duka altın ödemesi kararlaştırıldı. Podolya, eyâlet olarak Osmanlı Devleti’ne bağlandığı için henüz fethedilmemiş kale ve palangalar Lehistan tarafından terkedildi. Ancak muahede, başta başkomutan Jan Sobieski olmak üzere Lehlilere çok ağır geldi ve Lehistan diyet meclisi bu andlaşmayı tesdîk etmediği gibi, haracı göndermeyip, bâzı kaleleri de teslim etmediler. Bunun üzerine 1673’de ikinci Lehistan seferine çıkıldı. Lehistan ise, savaş hazırlıkları yapıyor ve Avusturya’dan yardım alıyordu. Diğer taraftan Eflâk ve Boğdan voyvodaları Ghika ile Stefan, Osmanlı Devleti’ne ihanet edip, Lehistan safına geçtiler. Jan Sobieski kumandasında bir ordunun Hotin’i muhasara ettiği haberi ordugâha gelince, dördüncü M’ehmed Han, Fâzıl Ahmed Paşa’yı serdâr tâyin ederek o tarafa gönderdi. Kendisi Babadağı kışlağına döndü. Bu arada kale ve Turla köprüsü muhafazasına 30.000 kişilik bir kuvvet ayırıp, Sarı Hüseyin Paşa komutasına verildi. Kaplan Mustafa Paşa da 12.000 kişilik bir kuvvetle Yaş’a gönderildiğinden, Türk ordusu bir kaç parçaya bölünmüş oluyordu.
Turla nehrinin karşı yakasında Hotin’i korumakla görevli Sarı Hüseyin Paşa, Jan Sobieski kumandasındaki 80.000 kişilik düşman ordusunun taarruzuna uğrayınca, kuvvetleri dağıldığından kale, Lehliler tarafından zaptedildi (Kasım 1673). Bunun üzerine Kırım kuvvetleri de yanında olduğu hâlde Hotin önüne gelen Fâzıl Ahmed Paşa, kaleyi kolayca ele geçirdi.
Rusların Doreşenko’nun bâzı kalelerini aldıkları haber alınması üzerine, Leh seferinden vazgeçilerek, Kazak hatmanına yardım edilmek üzere, Osmanlı ordusu Ukrayna’ya girdi. Bâzı kale ve palangalar alındı. Leh elçisi gelip Podolya ve Ukrayna’nın iadesi şartıyla anlaşma istediyse de kabul edilmedi. Bu arada Fâzıl Ahmed Paşa’nın hastalanması üzerine, 1675’de Lehistan serdârlığına İbrâhim Paşa tâyin edildi. Şişman İbrâhim Paşa, kısasürede kırk sekiz kale ve palangayı fethedince, Lehistan tekrar andlaşma istedi. 27 Ekim 1676’da Zorawno’da imzalanan andlaşma ile Podolya ve Ukrayna Osmanlı hâkimiyetinde kaldı.
Köprülü Fâzıl Ahmed Paşa ise, 1676 Ekim ayında Pâdişâhla beraber Edirne’ye dönerken yolda hastalığı daha da arttı. Kemerburgaz’daki Karabiber çiftliğinde bir süre dinlenmesi uygun görüldü. Ancak 2 Kasım’ı 3 Kasım’a bağlayan gece burada vefât etti. Cenazesi İstanbul’a getirilerek babasının Dîvânyolu’ndaki türbesine defnedildi.
Zekî, bilgili, alçak gönüllü ve hayırsever bir sadrâzam olan Fâzıl Ahmed Paşa, 15 yıl 4 ay süren vazifesi boyunca; ilme ve ilim adamlarına kıymet verdi. Babasının Dîvânyolu’ndaki türbe ve medresesinin yakınına bir kütüphâne kurarak kendi kitaplarını buraya devretti. Kendisi çok zengin olmadığından, hayratı babasınınkiyle kıyaslanamayacak kadar azdır. Uyvar, Kamaniçe ve Kandiye’de birer câmisi ve İzmir’de inşâatı, sonradan tamamlanan kargir bir hanı vardır.

Köprülü Fâzıl Mustafa Paşa

Köprülü Mehmed Paşa’nın küçük oğlu, Fâzıl Ahmed Paşa’nın kardeşi. 1637’de Vezirköprü’de doğdu. Ağabeyi Fâzıl Ahmed Paşa gibi iyi bir medrese tahsili görüp, ilmiye sınıfına girdi. Yetişme çağında genellikle ağabeyi Fâzıl Ahmed Paşa’nın yanında bulunup bir takım savaşları gördü, tecrübe edindi. Yönetici olarak yetiştirildi. 1680’de eniştesi, Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’nın tavsiyesi üzerine yedinci vezir oldu.
1676’da altıncı vezirlik, ikinci Viyana kuşatması sırasında Edirne’de sadâret kaymakamlığı, sonra Silistre beylerbeyliği ve serdârlığı yaptı. 1684’de kubbe veziri olarak İstanbul’a geldi. Bir kaç ay sonra üçüncü vezirlik, sonra Çanakkale ve Sakız muhafızlığı yaptı. Abaza Siyâvuş Paşa’nın sadrâzamlığında sadâret kaymakamlığına tâyin edildi. Sultan İkinci Süleymân tahta geçince; Çanakkale, Hanya, Kandiye ve Sakız muhafızlıklarında bulundu.
Viyana bozgununu tâkib eden sıkıntılı günlerde, ikinci Süleymân Han, bu durumun altından kalkabilecek tek komutanın Köprülü Fâzıl Mustafa Paşa olduğunu düşünerek, Sakız adası muhafızlığından geniş yetkilerle sadârete getirdi.
Fâzıl Mustafa Paşa ilk iş olarak bir adâletnâme neşretti ve bâzı vergileri kaldırdı ve âlimlerle müşavere ederek bâzı evkafa ilhak edilmiş olan gelirleri yeni bir hukukî nizâma soktu. Yeniçeri ocağını ele alıp ulufeye müstehak olmayanların isimlerini sildirdi, emekdârların da ilerlemelerini ve haklarını gözden geçirdi. Yolsuz kazançlarla elde edilmiş servetleri hazîneye alarak ordu ve devlet teşkilâtında mühim değişiklikler yaptı.
Böylece hazîneyi güçlendirdi ve gerekli hazırlıkları yaparak, 13 Temmuz 1690’da sefere çıktı. Fâzıl Mustafa Paşa, 28 Eylül’de Niş’i, 9 Kasım’da da, sekiz günlük bir muhasaradan sonra, Semendire’yi düşman elinden kurtardı. Belgrad muhasarasında şehîd olan Rumeli beylerbeyi Arnavud Mustafa Paşa’nın cenaze namazını kıldırıp, kalenin tamir ve tahkim edilmesine nezâret etti. Sonra yeni Palanga, Böğürdelen ve Tuna üzerindeki adanın fetihlerini gerçekleştirdi. Bu sırada Kırım kuvvetleri Rusya içlerini altüst ederken, Türk orduları da Vardar’dan Drava’ya kadar 60.000 kilometre kareden geniş araziyi Avusturyalılardan geri aldı.
Kış aylarını ordunun eksiklerinin tamamlanması için İstanbul’da geçiren Fâzıl Mustafa Paşa, Erdel’i geri almak için Haziran 1691’de Edirne’den ayrıldı. Filibe’de ikinci Süleymân Han’ın vefât edip yerine ikinci Ahmed Han’ın geçtiğini ve sadâretinin devam ettiğini bildiren fermanı aldı. Yoluna devamla 28 Haziran’da Sofya’ya gelen Fâzıl Mustafa Paşa’ya burada Anadolu beylerbeyi Bekir Paşa’yla Macar kralı Tökeli İmre de kuvvetleriyle katıldılar. Belgrad’a gelen Fâzıl Mustafa Paşa, Kırım kuvvetlerini beklemeden yoluna devam ederek, orduyu Sava’nın karşı kıyısına geçirdi. Tuna’nın sağ kıyısında bir köy olan Slankarnen’de Baden prensi Ludwig Wilhelm’in komuta ettiği Avusturya kuvvetleriyle yapılan savaşta askeri harekete geçirmek için kahramanca ileri atılıp düşmana saldırınca, alnından vurularak şehîd düştü. Bütün aramalara rağmen nâşı bulunamadı. Sadrâzamın şehîd olması üzerine o âna kadar düşmana büyük kayıplar verdirilmesine rağmen, savaş yenilgiyle sonuçlandı ve ordu Belgrad’a çekildi.
Fâzıl Mustafa Paşa, sadârette iki yıl kalmasına rağmen önemli işler başarmış, âlim, dindar, kâmil, âlicenâb vakur ve âdil bir devlet adamı olarak kendini kabul ettirmişti. Hadîs ve lügat ilminde söz sahibiydi.
Köprülü sülâlesinden Fâzıl Mustafa Paşa’nın oğulları Nûmân, Abdullah ve Es’ad paşalar da çeşitli eyâletlerde vâliliklerde bulunup, savaşlarda yararlıklar gösterdiler. Nûman Paşa’nın iki aylık sadrâzamlığı da vardır.
Osmanlı Devleti’nin bir devresine damgasını vuran Köprülüler’in ilki olan Mehmed Paşa, sessiz ve gösterişsiz bir şekilde göreve gelip idaredeki boşluğu doldurmuş, aldığı sert tedbirlerle devleti içine düştüğü kötü durumdan kurtarmış, Anadolu’daki eşkıyalık ve haydutluk ruhunu yok ederek celâlî isyânına son vermiştir. Dördüncü Murâd Han’ın vefâtından sonra her bakımdan bozulan idareyi derleyip toparlamış iç ve dış düşmanları sindirmiş, devlet otoritesini ve itibârını yeniden te’sis etmiştir. Kendinden önce sadâret makamına gelen bir çok meşhur askerin yapamadığını yapan Köprülü Mehmed Paşa, devleti eski ihtişamlı vaziyetine getirmiştir.
Bundan sonra vasiyeti üzerine sadârete getirilen Fâzıl Ahmed Paşa ise, etrafına güven veren, vakar sahibi bir devlet adamı idi. Babasından sonra on beş yıl sadârette kalarak, Osmanlı Devleti’ne Kânûnî Sultan Süleymân devrindeki gibi huzurlu bir devre yaşattı. Fâzıl Mustafa Paşa’nın Slankamen meydan muhârebesinde şehîd düşmesi ile devletin bu ihtişamlı dönemi sona erdi.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Kâmûs-ul-a lâm; cild-5, sh. 3907
 2) Köprülüler Ailesi (A. Refik)
 3) Rehber Ansiklopedisi; cild-10, sh. 285
 4) Mufassal Osmanlı Târihi; cild-4, sh. 2067
 5) Hadîkat-ül-vüzerâ; sh. 104, 116
 6) Osmanlı Târihi; cild-3/1, 3/2
 7) Osmanlı İmparatorluğu ve Modern Türkiye; cild-1, sh. 286
 8) Nâimâ Târihi; cild-6, sh. 3 v.d.

KÖLE


Abd, hür olmayan insan, İslâm hukukunda; harbte esir alınıp, İslâm memleketine getirilen kimse. Kadın olursa câriye denir. Köle (abd) kelimesi yerine kullanılan başka kelimeler de vardır: Düşman memleketinde alınan esire rakîk, İslâm ülkesine getirilip gâzilere taksim edilene, memlûk denir. Abd, bir kimsenin başkasının irâdesi altında olduğunu da ifâde eder. Efendisinden bir korkusu, sıkıntısı ve şikâyeti olmadan, sırf kendi isteğine uyarak itaatten ayrılan köleye, âbık denir. Âzâd edilen (serbest bırakılan) köleye ise, mevlâ denir. Esasen mevlâ, efendi mânâsında olup, köle veya câriyenin sahibine denir. Ancak, âzâddan sonra da âzâd edilen köle ile efendisi arasında velâ (yakınlık) ve yardımlaşma devam ettiğinden hem efendiye, hem de âzâd ettiği kölesine mevlâ denmiştir. Hattâ âzâd edilen kölenin işlediği cinayetin diyetini mevlâsı (efendisi) verir. Yine âzâd edilen köle vefât edip, mîrâscısı yoksa mevlâsı (efendisi) ona mirasçı olur. Mevlâ kelimesinin çoğulu, Emevîler devrinde, arab olmayanlar için kullanılmış ve bunlara mevâlî denilmiştir.
Köleliğin târihi çok eskilere dayanır. Bâzı milletler harb esirlerini işkencelerle öldürür, hiçbirini yaşatmazlardı. İsrâiloğullarında da durum böyleydi. Eski Mısırlılar köleyi, serveti arttırmaya yarayan bir âlet, çokluğu ile iftihar edilen bir meta olarak görüyor, diledikleri zaman öldürebiliyorlardı. Hindlilerde köle, sekiz hattâ on beş yolla, elde edilebiliyordu. Bunlardan birisi de borcunu ödemeyen kimsenin, alacaklı tarafından köle yapılabilmesiydi. İran’da ise, halk, dihkân denilen toprak sahiplerinin elinde köle muamelesi görüyordu. Borçlarını ve şahsî vergisini ödeyemeyen pek çok köle vardı. Filozoflar da dâhil, Yunanlılar da kölelerine çok zulmediyorlardı. Köleler onların nazarında eşyadan farksızdı. Aristo köleyi; “Ruhlu bir âlet, canlı bir meta” diye tarif etmişti. Köle bir suç işlerse, alnından kızgın bir şişle dağlanırdı. Yunanlılar, harbten başka sahil memleketlere baskınlar yaparak, köle elde ederlerdi. Bu sebeble, Yunan sömürgeleri birer esir pazarı kaynağı olmuştu. Romalılarda da köle vardı. Vücûdlarına ağır demir parçalarını bağlayarak tarla sürmek, ayaklarından asmak, öldürünceye kadar işkence etmek, Romalıların kölelere tatbik ettikleri cezalardandı. Hattâ bunlar, başkalarının karısını ve kızını çalarak satarlardı.
Îsâ aleyhisselâmdan sonra bozulan hıristiyanlıkta, erkek ve kadın kölelerin, efendilerine mutlak itaati emredilmişti. Fakat kölelerin hukukuna riâyet edilmesine dâir, hükümler konulmamıştı.
İslâmiyet’ten önce, Türklerde kölelik yoktu. Zâten konar göçer bir millet olmaları, buna müsâid değildi. İnsan hakları gözetilirdi. Göktürk metinlerinde kul ve câriye tâbirlerine yer verilmekle birlikte, kendilerinin, birliklerinin bozulmasından istifâde eden Çinliler tarafından köle ve câriye olarak kullandıkları zikredilmiştir. Daha sonraları kölelik, Tabgaçlar ile iç-Asya Uygurlarında görülmüştür. Eski asırlarda ise, Doğu Avrupa Türkleri arasında böyle bir duruma rastlanmaz. Yalnız Kıpçak bozkırlarında bâzı Türk çocuklarını satın alarak köle ticâreti yapan milletlerin varlığı da bir gerçektir. Kısaca eski Türk hayâtında kölelik söz konusu değildi.
Ortaçağda, İslâmiyet’in doğduğu sırada, Arab yarımadasında da kölelik en katı şekli ile devam ediyordu. O zamanki kabîleler, baskınlardan ibaret olan muhârebelerde, ele geçirdikleri erkekleri köle, kadınları câriye yapıyor, en ağır işlerde çalıştırıyorlardı. Kölelik, cemiyete mâlolmuş, adetâ cemiyet hayâtının ayrılmaz bir parçası hâline gelmişti. Bu devirde, her millet karşısındakinin kuvvetini azaltıp, kendisini güçlü hâle getirmek gayreti içerisinde idi. Müslümanlar da düşmana silâhı ile mukabele etmek durumunda idi. Yoksa kendi varlığını tehlikeye atmış olurdu. Bunun içindir ki, İslâmiyet, düşmandan esir almaya izin verdi ve köleliği eşine rastlanmayan bir şekilde ıslâh etti. Sâdece, İslâmiyet’i ortadan kaldırmak isteyenler ve müslümanlara hayât hakkı tanımayanlarla yapılan muhârebeden sonra, ele geçirilen gayr-i müslim esirleri, köle yapmaya izin verdi. Harbde esir alınmayan bir insanı satmaya ve satın almaya müsâade etmedi. Harb dışındaki köle edinme yollarının hepsini yasakladı. Harbden önce düşmana müslüman olması teklif edilirdi. Kabul etmezlerse cizye vermeleri istenirdi. Kabul ettikleri takdirde, hür ve dinlerinde serbest olurlardı. Bunlara zîmmî (gayr-i müslim vatandaş) denirdi. Cizye vermeyi kabul etmezlerse, harb edilirdi. Harbin neticesinde ele geçirilen esirler hakkında devlet başkanı, şu üç husustan birini yapmakta serbestti: İslâmiyet’e ve müslümanlara zararlarını tamamen ortadan kaldırmak için ya öldürülürler, (kadınlar ve çocuklar öldürülmez, Müslümanlara köle olarak taksim edilirdi) veya kötülüklerine mâni olmak ve müslümanların faydalanmaları için köle yapılırlar, yahut şahıs başına cizye ve topraklarından harac alınıp, hür ve serbest bırakılırlar, zimmî olurlardı. Esir edildikten sonra müslüman olurlarsa, katledilmezler, fakat, köle olarak kalırlardı. Esir edilmeden önce müslüman olurlarsa köle yapılamazlardı. Çünkü müslüman olmaları, köle yapılmalarına mâni idi. Kâfir esirler ancak ihtiyaç varsa, mal veya müslüman esirler karşılığında bırakılabilirlerdi. Yoksa fidye ile bırakılmaları caiz değildi. Kölelerin beşte biri Beyt-ül-mâle ayrıldıktan sonra, geri kalanı gâziler arasında taksim edilirdi. Taksimden sonra gâzilerin mülkü olurlardı.
Harbte ele geçirilen kadınlar, İslâm ülkesine getirilmedikçe câriye olmazdı. Efendisinden çocuğu olan câriyeye ümm-i veled denirdi. Câriye (ümm-i veled de olsa) ve köle, efendilerinin izni ile evlenebilirdi. Ümm-i veled satılamazdı. Efendi ölünce, câriye ve köle mîras kalırdı; ümm-i veled ve efendisinden olan çocuğu hür olur, zevcinden olan çocuğu hür olmazdı (Bkz. Câriye).
Câriyelerin kıyafetleri, hür kadınlarınkinden farklı idi. Hür müslüman kadınlar, yüzlerinden ve ellerinden başka her yerini tamamen örterlerdi. Câriyelerin ise, başlarını, saç, boyun, kol ve bacaklarını, diz kapaklarından altını örtmeleri lâzım değildi. Eskiden yalnız câriyeler başları açık gezerlerdi. Efendi, kölesini ve câriyesini evlendirmeye mecbur değildi. Fakat gayr-i meşru münâsebetlerde bulunacağından korkulursa, evlendirmeğe veya satmağa mecburdu. Efendi, kölesinin nafakasını te’min etmekle de mükellefdi. Yoksa, köle çalışarak nafakasını kazanırdı.
İslâmiyet, harbte alınan esirlerin köle, hizmetçi yapılmasını mubah kılmakla beraber, onların durumlarını tanzim etti. Hürriyetlerine kavuşma imkânı verdi. Yemede, içmede, eğitim ve öğretimde köle ile efendiyi eşit tuttuğu gibi, emirlik (başkanlık) hâriç medenî hakların büyük bir kısmında onları aynı seviyede tuttu. Onlara iyilikle muamele edilmesini emretti. Kötülük yapılmasını, şahıslarına karşı işlenen tecâvüzleri, haksız yere dövülmelerini ve cezalandırılmalarını yasakladı.
Allahü teâlâ, Kurân-ı kerîmde Nisa sûresinin otuz altıncı âyet-i kerîmesinde meâlen şöyle buyurdu: “Allah’a ibâdet edin. O’na hiç bir şeyi ortak koşmayın. Ananıza, babanıza (güzel söz ve fiil ile), akrabanıza (sıla-i rahîmle), yetimlere (gönüllerini almakla), fakirlere (sadaka vermekle),akrabanız olan komşularınıza (şefkat ve merhametle), uzak komşunuza (onlar için hayır istemek ve zararı gidermekle), dost ve arkadaşlarınıza (haklarına riâyet etmek ve sevgi ile), yolcuya (ikrâm etmek ve doyurmakla), ellerinizdeki kölelere (ve câriyelere yumuşak muamele etmek suretiyle) iyilik ediniz. Muhakkak ki, Allahü teâlâ(bunlara böyle iyilik etmeyip), kibirlenerek insanlara (karşı) haksız yere övünenleri sevmez.”
Peygamber efendimiz de buyurdular ki; “Kölelere karşı iyi davranmak bereket, kötülük yapmak, ise şeamettir(hayır ve bereket getirmez)ve “Emri altında bulunanlara kötü davranan Cennet’e girmez.” Veda hutbesinde beş vakit namazı tavsiye ve emrederken, hemen ardından kölelere ve emri altında olanlara yiyecek, giyecek ve diğer ihtiyaçlarında, ihsân, iyilik üzere olunmasını emretmiştir. Son vasiyetlerinden birinde şunları buyurdu; “Eliniz altında bulunan kimseler hakkında, Allahü teâlâdan korkunuz! Onlara; yediklerinizden yedirip, giydiklerinizden giydirin! Dayanamayacakları işleri yaptırmayın! Beğeniyorsanız yanınızda tutun, beğenmiyorsanız satın! Allahü teâlânın kullarına, yarattıklarına azâb, cefâ etmeyin! Çünkü Allahü teâlâ onları sizin emrinize verdi. İsteseydi, sizi onların emrine verirdi. “‘
“Şu iki güçsüz; yâni köle ve kadın hakkında Allah’dan korkunuz!”
“Kim kölesinin yüzüne bir tokat atsa, veyahut onu döğse, onun keffâreti köleyi âzâd etmesidir.”
“Sizden biriniz câriyesinin tâlim ve terbiyesine, hayâtına ve sıhhatine kıymet verir, sonra âzâd edip (serbest bırakıp) nikâh ederse iki sevâb kazanır. (Bu, âzâd ile nikâh sevabıdır.)
Yine Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem, kölelerin gönüllerini hoş ederek; “Köle, Rabbine güzel ibâdet eder, üzerinde hakkı bulunan efendisine iyi hizmet eder ve itaat ederse iki sevâb kazanır”buyurmuştur.
Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz köle ve câriyelerle efendilerinin birbirlerine nasıl hitâb edeceklerini de şöyle beyân buyurdular: “Sizden hiç biriniz sakın memlûküne, kölem, câriyem diye seslenmesin. Yiğidim, oğlum, kızım deyiniz. Onlar da size, efendim, velînîmetim desin.”
Köleler, müslümanlardan gördükleri şefkat, merhamet ve güzel muamele karşısında, onların yanında kalmayı, kendi ailelerinin yanına gitmeye tercih ettiler.
Zeyd bin Harise, Peygamber efendimizin kölesi idi. Amcası ile babası, oğullarının köle olduğunu duymuş, Peygamberimize kadar gelerek; para, pul ne isterse ödeyeceklerini, onu kendilerine vermesini rica etmişlerdi. Sevgili Peygamberimiz hiç ücret istememiş, sâdece hazret-i Zeyd bin Hârise’ye, serbest olduğunu, isterse babası ve amcası ile gidebileceğini bildirmiştir. Fakat, Zeyd bin Harise, babası ve amcasının bütün ısrarlarına rağmen, Peygamber efendimizden ayrılmayacağını bildirdi. Peygamber efendimiz onu âzâd etti ve Arabların ileri gelenlerinden ve halasının kızı olan Zeyneb ile evlendirdi. Hattâ onu ve önceki hanımından olan oğlu Üsâme’yi ordu komutanı yaptı. Resûlullah’ın hazret-i Zeyd’i bâzı seferlerinde kâim-i makam olarak yerine bıraktığını Zührî (rahmetullahi aleyh) rivayet etmiştir.
Eshâb-ı kiram da, Allahü teâlânın ve Resûlullah’ın sallallahü aleyhi ve sellem bu husustaki emir ve tavsiyelerine cân u gönülden sarıldılar.
Bedr muhârebesinden sonra Resûlullah efendimiz esirleri Eshâb-ı kiram (radıyallahü anhüm) arasında taksim edip; “Bunlara iyi muamele edin”buyurmuştu. Bedr’de müşriklerin sancakdârı ve bilâhare müslüman olan Ebû Aziz bin Umeyr der ki: “Ben Ensârdan bir cemâatin arasında bulunuyordum. Beni, Bedr’den getirdiler. Resûlullah efendimiz bize iyi davranmalarını tavsiye ettiği için, sabah-akşam yemeklerinde ekmeği ve katığı bana verirler, kendileri yalnız hurma yerlerdi.”
Hazret-i Ömer Şam’ı fethettiğinde, oraya, girerken bir kölesi, bir de devesi vardı. Kölesi ile nöbetleşe deveye binerdi. Bâzan kendisi yürür, devenin yularını çekerdi. Şam’a yaklaştıklarında binme sırası kölede idi. Yol üzerinde bir nehre rastladılar. Hazret-i Ömer, ayakkabılarını koltuğunun altına alıp, deveyi çekerek, o suyu geçti. Şam vâlisi olan Ebû Ubeyde bin Cerrah, onu karşılamak için nehrin kenarına gelmişti. Ebû Ubeyde onu bu hâlde görüp; “Ey mü’minlerin emîri! Şam’ın ileri gelenleri sizi karşılamaya geliyorlar. Sizi böyle görürlerse beğenmez ve başka mânâ verirler” deyince, Ömer (radıyallahü anh); “Biz zelil bir kavim idik. Allahü teâlâ, bizi İslâmiyet ile azîz eylemiş, şereflendirmiştir. Biz, O’nun rızâsını ararız, insanların sözü bizi bağlamaz. Ne derlerse desinler” buyurdu.
Bir gün hazret-i Osman kölesinin kulağını biraz şiddetle çekmişti. Sonra pişman oldu. Kölesine; “Ben senin kulağını nasıl çekmişsem sen de benim kulağımı öyle çek!” buyurdu. Kölenin edebinden yapmak istemediğini görünce, ısrar etti. Aynısını yaptırıp, onunla helâllaştı.
Hazret-i Ali de; “Benim Rabbim Allah’dır diyen bir insanı köle edinmekten haya ederim” buyurmuştur. Yine o, farklı fiyatlarda iki kat elbise alması için kölesine bir kaç dirhem Vermişti. Elbiseleri getirince, pahalı ve iyi kumaşı köleye verip; “İyisi senin olsun. Çünkü sen gençsin. Ben artık ihtiyarladım” buyurdu.
Ayrıca İslâmiyet karşılıksız, Allah rızâsı için köle âzâd etmeyi de teşvik etmiştir. Nitekim Beled sûresinde sekizden on yedinci âyet-i kerîmeye kadar meâlen şöyle buyrulmaktadır: “O(insan) kendisini hiç birinin (Allahü teâlânın) görmediğini (yaptığı kötülüklere karşılık cezalandırmayacağını) mı sanıyor. Biz ona(görecek) iki göz,(kalbine tercüman olacak) bir dil,(ağzını kapayabileceği, yiyip içmekte yardımcı olacak) iki dudak vermedik mi?Biz ona (hayır ve şer olmak üzere) iki de yol gösterdik. Fakat o, akabeyi (sarp yokuşu) aşamadı. (Malını, kıyamet günü Cehennem üzerindeki kılıçtan keskin olan sırat köprüsü akabelerini geçmeye yarayacak şeylere harcamayıp, Resûlullah sallallahü aleyhi ve selleme düşmanlık ve zarar vermek için sarfetti.) “Bu akabenin ne olduğunu (ve onun nasıl aşılıp geçileceğini) sana hangi şey bildirdi?(O akabeyi geçebilmek), köle âzâd etmek, yahut(şiddetli ihtiyaç ve)açlık gününde akraba, olan bir yetimi veya (şiddetli ihtiyâcı sebebiyle toprakda sürünen) fakiri doyurmaktır.(Bundan) sonra (o köle âzâd eden ve fakirleri doyuranın) mü’minlerden olup, birbirlerine (tâatlere, musîbetlere ve mâsiyete karşı) sabrı ve (insanlara) merhameti tavsiye edenlerden olması şarttır.”
Resûlullah efendimiz de hadîs-i şerîfde; “Herhangi bir müslüman bir müslümanı âzâd ederse, Allahü teâlâ, onun her uzvu karşılığında o âzâd eden şahsın bir uzvunu ateşten kurtarır”buyurmuştur.
Bunun içindir ki, müslümanlar İslâm’ı kabul edip, zühd ve takva hâlleri görülen köleleri ekseriyetle âzâd etmişlerdir.
Yine İslâmiyet, köle âzâd etmeye zorlayıcı hükümler de bildirmiştir. Nitekim bâzı ibâdetlerin keffâretinde köle âzâd etmek, emr olunmuştur. Meselâ özürsüz orucunu bozanlar keffâret olarak köle âzâd eder. Köle âzâd edemeyen, ard arda altmış gün oruç tutar. Altmış gün sonra tutmadığı hergün için birer gün daha tutar. Yine yeminini bozanın keffâret olarak ya köle âzâd etmesi, yahut zekât alması caiz olan on fakire bütün bedenini örtecek kadar bir kat çamaşır vermesi veya aç olan on fakiri bir gün iki defa doyurması îcâbeder.
Ayrıca, efendi, vefâtından sonra kölenin hür olmasını vasiyet edince, vefâttan sonra köle hür olabiliyordu. Satın alınan ve borcunu ödeyince âzâd olacak köle (mükâteb), kendilerine zekât verilecek kimselerden sayıldı. Devlet başkanı veya zekât me’mûru, hürriyetine kavuşması için efendisiyle mükâtebe yoluyla anlaşma yapmış olan köleye onu kölelikten kurtaracak kadar zekât malından verirdi. Bu şekilde pek çok köle âzâd edilmiştir.
Düşmanın yanında bulunan kölelere âzâd edilecekleri vâd edilmek suretiyle, onların yardımlarında faydalanıldığı da çok olmuştur. Resûlullah efendimiz Tâif muhasarasında; “Kölelerden kim muhasara altında bulunan düşmanı bırakıp yanıma gelirse hürdür”buyurmuştu.
Köleler cihâda teşvik maksadıyla da âzâd edilirdi. Emevîlerin Horasan vâlisi Cüneyd bin Abdurrahmân, Türk hâkânı Şâ’b ile yaptığı muhârebenin şiddetlendiği sırada; “Harbde kahramanlık gösteren köle hürdür” diye bağırmıştı. Bunun üzerine köleler, kahramanlıklar göstermiş, harb, Emevîler tarafından kazanılmıştı. Müslümanlar, fethettikleri yerlerdeki kölelere, müslüman olurlarsa, âzâd edeceklerini vâdediyorlardı. Böyle pek çok kimse müslüman olmuştu.
Efendileri kölelere o kadar iyi muamele ederlerdi ki, kendilerini çocuklarından ayırmazlardı. Köleler de onları babaları gibi severlerdi. Bu bağlılık, âzâddan sonra da devam ederdi. Harb olduğunda eski efendilerinin emrinde toplanırlar, seve seve savaşa giderlerdi.
Bunların hepsi kendilerini âzâd edenler hakkında fedây-ı cân edecek derecede vefâkar, hürmetkar ve fedakar idiler. Emevî devri kumandanlarından Muhammed Yezîd Mehlebî bir muhârebede bozguna uğrayınca, âzâdlı kölelerini toplayarak; “Ne dersiniz? Asker dağıldı. Her biri bir tarafa kaçtı. Allahü teâlânın takdiri yerini buluncaya kadar, kendim bizzat muhârebeye devam edeceğim. Yanımdan gitmek isteyen gidebilir. Elbette ölmenizi değil, hayatta kalmanızı isterim” dedi. Âzâdlılar da; “Biz esir idik, sen ise âzâd ettin. Yokluk içinde iken refaha ve bolluğa kavuşmamıza, itibârımızın artmasına vesîle oldun. Seni bırakıp gidersek sana karşı nankörlük etmiş oluruz. Senden sonra yaşasak ne olur” cevâbını verdiler.
Mevâlîn (âzâdlıların) İslâm tarihindeki yeri büyüktür. Bunlar arasında tefsîr, hadîs, fıkıh gibi İslâmî ilimlerde mütehassıs âlimlerin yanında; meşhur kumandanlar ve devlet adamları da yetişmiştir.
Bilhassa Hulefâ-i râşidîn (Dört büyük halîfe) devrinde yapılan fetihlerde bol ganimetler elde ediliyordu. Bu arada, elde edilen çocuklar arasında zekî olanlar seçilip, müslümanların elinde terbiye edilip yetiştiriliyordu.
Hâlid bin Velîd (radıyallahü anh) Küfe’nin batısında ve Enbâr yakınlarındaki Aynuttemr kasabasını feth etmişti. Alınan ganimetler arasında kırk tane kabiliyetli çocuk vardı. Bunları hazret-i Ebû Bekr’e gönderdi. O da bu çocukları, muhârebede hizmetleri görülenlere dağıttı. Çocuklar, İslâm terbiyesi üzerine yetiştirilip âzâd edildiler. Daha sonra bunların neslinden büyük âlimler ve devlet adamları yetişti. Mağrib ve Endülüs fâtihi ve aynı zamanda Tabiînin büyüklerinden Mûsâ bin Nusayr, yine Tabiînin büyüklerinden ve rüya tâbiri ilminde mahir büyük âlim Muhammed bin Sîrîn, Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellemin mübarek hayatlarını (Sîret-i nebeviyye’yi) ilk yazan Muhammed bin İshâk onlardandır. İslâm târihinde esir çocuklar hep böyle yetiştirilmiş, kabiliyetli olanların çok büyük hizmetleri olmuştur.
Erkek köleler askerlik yaparak devlet hizmeti de görmüşlerdir. Hattâ ilk defa Abbasîler devrinde köle ve âzâdlılardan askerî birlikler kurulmuştur. Abbasî halîfelerinden Mu’tasım, hilâfet mensuplarını korumaları için, Semerkand’da 3.000 Türk’den müteşekkil özel muhafız birliği kurmuştur. Daha sonra bunların soyundan gelenler, Abbasî ordusunda önemli bir güç teşkil etmişlerdir. Tûlûnoğulları, İhşidler, Sâmânoğulları, Eyyûbîler, Memlûklüler, Gazneliler, Selçuklular, Endülüs Emevîlerinde de köle askerler dâima orduda ehemmiyet arzetmişlerdir. Hattâ Eyyûbîler ve Memlûklüler gibi devletlerin kurucuları menşe îtibâriyle köle idi.
Bilhassa hükümdarların korunmasında faydalanılan köleler, hükümdarların yakınında vazîfe almışlar, yükselebilmek için hür kimselerden daha fazla imkâna sâhib olmuşlardır. Devletin idarî kademelerinde önemli mevkilere gelmişlerdir. Bu şekilde, devletin askerî ve sivil üst kademelerinde köle ve âzâdlı idarecilerin bulunması, İslâm memleketlerine mahsûs bir tatbikattır,
Osmanlılarda da yeniçerilerin çekirdeğini, harb esirlerinden seçilen beşde bir hisse (pençik) teşkil etmekte idi. Zamanla bunların asker ihtiyâcını karşılamaması üzerine devşirilen gayr-i müslim çocukları, acemi ocağında terbiye edildikten sonra, yeniçeri ocağına alınmışlardı. Ayrıca pençik ve devşirmelerden kabiliyetli olanlar, Enderûn’da terbiye edilerek saray hizmetine alınmışlardır. Bunlar arasında pek çoğu devletin en yüksek kademelerinde hizmet görmüşler, hattâ sadrâzam olanları bile görülmüştür.
İslâm ülkelerinde erkek ve kadın oluşlarına göre hizmet sahaları farklı olan kölelerden kadınlar (câriyeler) umumiyetle ev işlerinde, erkek köleler ise dışarıda efendisi ile birlikte çalışmıştır.
Kölelerin hizmet gördükleri yerlerden birisi de, hükümdar saraylarıdır. Erkekler, harem kısmı hâriç, sarayın diğer kısımlarının bütün hizmetlerinde çalışmışlardır. Câriyeler ise, yalnız sarayın harem kısmında istihdam edilmişlerdir. Câriyelerden, haremde pâdişâh hanımlığı derecesine kadar yükselenler de olmuştur (Bkz. Câriye, Harem).
İslâm memleketlerinde kölelere yapılan İslâmî ve insanî muameleye yabancılar bile hayran kalmışlardır. Değişik târihlerde Osmanlı ülkesine gelen Avrupa’lı seyyahlar bu hususu bizzat görüp, eserlerinde îtirâf etmişlerdir.
Kânûnî devrinde İstanbul’da harb esîri olarak kalan bir İspanyol seyyah şöyle demektedir: “Türkler İspanya’da olduğu gibi esirlerin alınlarını dağlıyarak, damgalamıyorlardı. Böyle yapmak, Türklerde büyük günah sayılıyordu. Türklerde dört sene kürek çekmek, İspanyol kadırgalarında bir yıl forsalık yapmakdan iyidir. İspanyol kadırgalarında forsalar bütün yıl kürek çektikleri hâlde, Türk gemilerinde yalnız yazın kürek çekerlerdi. İspanyol gemilerinde doyacak kadar peksimet verilmez. Türk gemilerindeki peksimet hem çok, hem daha kalitelidir. Türkler, inşâatta çalıştırdıkları esirlere ücret öderler. Bu ücretleri, biriktirerek, fidyesini ödeyen esir serbest bırakılırdı. Hâlbuki hıristiyan kadırgalardaki Türk esirler pek eziyet çekerlerdi. Türk kadırgalarındaki forsaların durumu ise gayet iyidir.”
Kânûnî devrinde Türkiye’yi ziyaret eden meşhur seyyah Fransız Belon da, o zaman Osmanlılarda esirlerin durumunu şöyle anlatmaktadır: “Türkiye’de esirlere, Avrupa’daki hizmetkârlardan çok iyi bakılmaktadır. Esirler, efendileri tarafından sevilmekte eşit muamele görmekteydiler. Her esir, kâdıya müracaat edip, hakkını arayabilirdi. Kâdıları, efendisini şikâyette bulunan esirlere gayet iyi davranmaktadır. Köle ve câriyelerin bütün insanî hakları mahfuzdu. Onlara zulmedilmezdi. Avrupa’da bulunan kırbaç cezası bilinmediği gibi kânunların müeyyidesi ile yasaktı. Esir sahibi, yalnız çocuk döğer gibi, terbiye maksadiyle yaralamadan tehlikeli bir şeyle vurmadan döğebilirdi. Aksi hâlde kâdı derhâl müdâhale ederdi.”
1786’da İstanbul’a gelen Venezuellalı İspanyol general Mrandal da şöyle demektedir: “Bizde olduğu gibi, Türklerde zenci ırka karşı az da olsa bir nefret yoktur. Bindiğim geminin kaptanı, kölesi ile yemek yiyordu. Türkler, beyazlara yaptıkları muamelenin aynısını zenci kölelere de yapıyorlar, bu hususta ayırım yapmıyorlardı.”
1836’da Türkiye’ye gelen mareşal Von Moltke de şunları yazar: “Köle iyi korunur, fazla çalıştırılmaz, hastalanırsa, tedavisine ehemmiyet verilirdi. Tarlada çalıştırılmak ve benzeri ağır işler mevzuu bahis değildir. Avrupalı toprağa bağlı kölelere (serflere) göre çok daha rahat idiler. Osmanlılarda köleler, evin bir ferdi idi. Ev halkıyla beraber yer, içer, onlar gibi giyinirdi. Câriyeler de ev işlerinde efendisinin hanımına yardımcı olurdu. Hemen hepsi belirli bir müddet sonra âzâd edilirken, efendisi onu evlendirir, ev sahibi yapar ve mutlaka hayat boyu geçimini te’min ederdi.”
Müsteşrik Van Denberg de şöyle demektedir: “İslâmiyet’te köleler için bir çok hüküm bildirilmiştir. Bunlar, Muhammed sallallahü aleyhi ve sellem ve O’na tâbi olanların kölelere karşı ne derece yüksek bir insanî his taşıdıklarını göstermektedir. Medeniyetin öncülüğünü iddia eden milletler, İslâm’ın köleler hakkındaki hükümlerini, daha, yakın târihlerde tatbik etmeye başladılar. İslâmiyet köleliği kaldırmadı fakat, kölenin durumunu en güzel şekilde ıslâh etti. Ona iyi muamele edilmesini emretti.”
Köle ve câriyeler Osmanlı ülkesinde böyle müreffeh, mes’ûd bir hayat yaşarlarken, hattâ pâdişâhın hanım efendisi, pâdişâh annesi bile olabilirlerken, Avrupa’da esirler, serfler (toprak ile birlikte alınıp satılan köleler), hizmetkârlar, hattâ asîl aileden olmayanlar çok kötü şartlar altında yaşıyorlardı. Bunlara hakaret etmek, dayak atmak, asiller sınıfı için âdet ve normal bir hak idi. Asillerden başkasının yaşamasının bir ehemmiyeti yoktu. Elisabeth Bathory altı yüzelli genç kızı hizmetçi olarak kullanmış, sonra da hepsini işkencelerle öldürtmüştü. Bu cinayeti duyulunca Alman İmparatorluk adaleti onu yalnız dört yıl hapisle cezâlandırmıştı.
On sekizinci asırda Osmanlı bahriye mektebinde (Mühendishâne-i bahr-i hümâyûn) senelerce muallimlik yapan Avrupalı Baron de Tott da; “îtirâf etmeliyiz ki kölelerine (ve câriyelerine) kötü davrananlar Avrupalılardır. Osmanlılar ve diğer doğulular (müslümanlar) köle ve câriye almak için para biriktirirler, biz ise, para biriktirmek için onları satın alırız” demek suretiyle Avrupalıların esirlerini toprakta çalıştırmak, bâzan da yüz kızartıcı işlerde çalıştırmak suretiyle para kazandıklarını îmâ eder. Osmanlılarda ise böyle bir durumla asla karşılaşılmaz.
Avrupa devletleri onları geçim vâsıtası yapmış, bu günkü makina ve âletleri olmadığı için, bunların yerine kullanmış ve en ağır işlerde çalıştırmışlar, metro yolları yaptırıp, tüneller açtırmışlardır. On beşinci, yüzyıl sonunda Amerika keşfedilince, buranın pamuk, kahve, pirinç gibi tabii kaynaklarından faydalanmak için yerlileri çalıştırmak istediler. Fakat yerliler buna alışkın olmadıklarından çalıştıramadılar. Bunun üzerine Amerika’daki hıristiyan papazları, Afrika’dan zenci getirip çalıştırılması için Alman İmparatoru Şarlken’e teklifte bulundular (1519). Bu teklif kabul edilince, yüzyıllarca Afrika’dan Amerika’ya köle taşındı. Taşınma sırasında insanlık haysiyetlerine riâyet edilmedi. Bir kısım Avrupa devletleri de, Afrika’da koloniler kurmak suretiyle yerli halkı kendi topraklarında çalıştırıp metro tünelleri açtırdılar. Buraların tabiî kaynaklarını Avrupa’ya naklettiler. Diğer taraftan Okyanusya kıtasının (Avustralya ve çevresindeki adaların) keşfi, sömürgeci ve köle ticâretinin başını çeken İngiltere’nin çok işine yaradı. Gerek İngiltere gerekse diğer sömürgeci Avrupa devletleri, kölelerin sırtından kendi maddeci medeniyetlerinin, maddî imkânlarını te’min gayreti içerisinde idiler. Nihayet Avrupa’da Siyah kânunu adı ile köleler hakkında bir kânun çıkarıldı. Fransa’nın 1685 tarihli Siyah kânununa göre, hırsızlık yapan köle öldürülürdü. Efendisinin evinden kaçtığında, birinci ve ikinci defalarda kulakları kesilir, demirle dağlanırdı. İngiltere’nin Siyah kânununda ise, efendisinin evinden kaçan köle öldürüldüğü gibi, Fransa’ya ilim tahsîline gitmeleri da yasaktı. Bu târihlerden sonra, kölelerin vaziyetini düzeltmek için zaman zaman bâzı devletler toplandılar. Aslında Avrupalıların bu yöndeki faaliyetleri, daha çok, kötü muamelelere mâruz kalan kölelerin büyük içtimâi (sosyal) hâdiselere sebeb olmaları ve bunun Avrupalılara pahalıya mâlolması sebebiyledir. Çeşitli târihlerde bâzı devletler köleliği kaldırdı. Nihayet 1956 senesinde Birleşmiş milletlere bağlı bir komisyonun teşebbüsüyle toplanan konferansda, köleliğin, köle ticâretinin, köleliğe benzer tatbikatların kaldırılmasını şart koşan anlaşma kabul edildi.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Müsned-i Ahmed bin Hanbel; cild-4, sh. 345
 2) Sünen-i İbni Mâce; Zühd; 42
 3) En-Nihâye; “Abd” maddesi
 4) Lisân-ül-Arab; “Abd” maddesi
 5) Sahîh-i Buhârî; “Itk” bahsi.
 6) Rehber Ansiklopedisi; cild-10, sh. 268
 7) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; sh. 563, 784
 8) Redd-ül-muhtâr; cild-3, sh. 2
 9) Târih-ut-temeddün-il-islâmî; cild-5, sh. 39
10) Târih-ul’Irak-ıl-iktisâdî; sh. 64
11) İslâm Târihi Ansiklopedisi; cild-7, sh 73