22 Kasım 2015 Pazar

KÖLE


Abd, hür olmayan insan, İslâm hukukunda; harbte esir alınıp, İslâm memleketine getirilen kimse. Kadın olursa câriye denir. Köle (abd) kelimesi yerine kullanılan başka kelimeler de vardır: Düşman memleketinde alınan esire rakîk, İslâm ülkesine getirilip gâzilere taksim edilene, memlûk denir. Abd, bir kimsenin başkasının irâdesi altında olduğunu da ifâde eder. Efendisinden bir korkusu, sıkıntısı ve şikâyeti olmadan, sırf kendi isteğine uyarak itaatten ayrılan köleye, âbık denir. Âzâd edilen (serbest bırakılan) köleye ise, mevlâ denir. Esasen mevlâ, efendi mânâsında olup, köle veya câriyenin sahibine denir. Ancak, âzâddan sonra da âzâd edilen köle ile efendisi arasında velâ (yakınlık) ve yardımlaşma devam ettiğinden hem efendiye, hem de âzâd ettiği kölesine mevlâ denmiştir. Hattâ âzâd edilen kölenin işlediği cinayetin diyetini mevlâsı (efendisi) verir. Yine âzâd edilen köle vefât edip, mîrâscısı yoksa mevlâsı (efendisi) ona mirasçı olur. Mevlâ kelimesinin çoğulu, Emevîler devrinde, arab olmayanlar için kullanılmış ve bunlara mevâlî denilmiştir.
Köleliğin târihi çok eskilere dayanır. Bâzı milletler harb esirlerini işkencelerle öldürür, hiçbirini yaşatmazlardı. İsrâiloğullarında da durum böyleydi. Eski Mısırlılar köleyi, serveti arttırmaya yarayan bir âlet, çokluğu ile iftihar edilen bir meta olarak görüyor, diledikleri zaman öldürebiliyorlardı. Hindlilerde köle, sekiz hattâ on beş yolla, elde edilebiliyordu. Bunlardan birisi de borcunu ödemeyen kimsenin, alacaklı tarafından köle yapılabilmesiydi. İran’da ise, halk, dihkân denilen toprak sahiplerinin elinde köle muamelesi görüyordu. Borçlarını ve şahsî vergisini ödeyemeyen pek çok köle vardı. Filozoflar da dâhil, Yunanlılar da kölelerine çok zulmediyorlardı. Köleler onların nazarında eşyadan farksızdı. Aristo köleyi; “Ruhlu bir âlet, canlı bir meta” diye tarif etmişti. Köle bir suç işlerse, alnından kızgın bir şişle dağlanırdı. Yunanlılar, harbten başka sahil memleketlere baskınlar yaparak, köle elde ederlerdi. Bu sebeble, Yunan sömürgeleri birer esir pazarı kaynağı olmuştu. Romalılarda da köle vardı. Vücûdlarına ağır demir parçalarını bağlayarak tarla sürmek, ayaklarından asmak, öldürünceye kadar işkence etmek, Romalıların kölelere tatbik ettikleri cezalardandı. Hattâ bunlar, başkalarının karısını ve kızını çalarak satarlardı.
Îsâ aleyhisselâmdan sonra bozulan hıristiyanlıkta, erkek ve kadın kölelerin, efendilerine mutlak itaati emredilmişti. Fakat kölelerin hukukuna riâyet edilmesine dâir, hükümler konulmamıştı.
İslâmiyet’ten önce, Türklerde kölelik yoktu. Zâten konar göçer bir millet olmaları, buna müsâid değildi. İnsan hakları gözetilirdi. Göktürk metinlerinde kul ve câriye tâbirlerine yer verilmekle birlikte, kendilerinin, birliklerinin bozulmasından istifâde eden Çinliler tarafından köle ve câriye olarak kullandıkları zikredilmiştir. Daha sonraları kölelik, Tabgaçlar ile iç-Asya Uygurlarında görülmüştür. Eski asırlarda ise, Doğu Avrupa Türkleri arasında böyle bir duruma rastlanmaz. Yalnız Kıpçak bozkırlarında bâzı Türk çocuklarını satın alarak köle ticâreti yapan milletlerin varlığı da bir gerçektir. Kısaca eski Türk hayâtında kölelik söz konusu değildi.
Ortaçağda, İslâmiyet’in doğduğu sırada, Arab yarımadasında da kölelik en katı şekli ile devam ediyordu. O zamanki kabîleler, baskınlardan ibaret olan muhârebelerde, ele geçirdikleri erkekleri köle, kadınları câriye yapıyor, en ağır işlerde çalıştırıyorlardı. Kölelik, cemiyete mâlolmuş, adetâ cemiyet hayâtının ayrılmaz bir parçası hâline gelmişti. Bu devirde, her millet karşısındakinin kuvvetini azaltıp, kendisini güçlü hâle getirmek gayreti içerisinde idi. Müslümanlar da düşmana silâhı ile mukabele etmek durumunda idi. Yoksa kendi varlığını tehlikeye atmış olurdu. Bunun içindir ki, İslâmiyet, düşmandan esir almaya izin verdi ve köleliği eşine rastlanmayan bir şekilde ıslâh etti. Sâdece, İslâmiyet’i ortadan kaldırmak isteyenler ve müslümanlara hayât hakkı tanımayanlarla yapılan muhârebeden sonra, ele geçirilen gayr-i müslim esirleri, köle yapmaya izin verdi. Harbde esir alınmayan bir insanı satmaya ve satın almaya müsâade etmedi. Harb dışındaki köle edinme yollarının hepsini yasakladı. Harbden önce düşmana müslüman olması teklif edilirdi. Kabul etmezlerse cizye vermeleri istenirdi. Kabul ettikleri takdirde, hür ve dinlerinde serbest olurlardı. Bunlara zîmmî (gayr-i müslim vatandaş) denirdi. Cizye vermeyi kabul etmezlerse, harb edilirdi. Harbin neticesinde ele geçirilen esirler hakkında devlet başkanı, şu üç husustan birini yapmakta serbestti: İslâmiyet’e ve müslümanlara zararlarını tamamen ortadan kaldırmak için ya öldürülürler, (kadınlar ve çocuklar öldürülmez, Müslümanlara köle olarak taksim edilirdi) veya kötülüklerine mâni olmak ve müslümanların faydalanmaları için köle yapılırlar, yahut şahıs başına cizye ve topraklarından harac alınıp, hür ve serbest bırakılırlar, zimmî olurlardı. Esir edildikten sonra müslüman olurlarsa, katledilmezler, fakat, köle olarak kalırlardı. Esir edilmeden önce müslüman olurlarsa köle yapılamazlardı. Çünkü müslüman olmaları, köle yapılmalarına mâni idi. Kâfir esirler ancak ihtiyaç varsa, mal veya müslüman esirler karşılığında bırakılabilirlerdi. Yoksa fidye ile bırakılmaları caiz değildi. Kölelerin beşte biri Beyt-ül-mâle ayrıldıktan sonra, geri kalanı gâziler arasında taksim edilirdi. Taksimden sonra gâzilerin mülkü olurlardı.
Harbte ele geçirilen kadınlar, İslâm ülkesine getirilmedikçe câriye olmazdı. Efendisinden çocuğu olan câriyeye ümm-i veled denirdi. Câriye (ümm-i veled de olsa) ve köle, efendilerinin izni ile evlenebilirdi. Ümm-i veled satılamazdı. Efendi ölünce, câriye ve köle mîras kalırdı; ümm-i veled ve efendisinden olan çocuğu hür olur, zevcinden olan çocuğu hür olmazdı (Bkz. Câriye).
Câriyelerin kıyafetleri, hür kadınlarınkinden farklı idi. Hür müslüman kadınlar, yüzlerinden ve ellerinden başka her yerini tamamen örterlerdi. Câriyelerin ise, başlarını, saç, boyun, kol ve bacaklarını, diz kapaklarından altını örtmeleri lâzım değildi. Eskiden yalnız câriyeler başları açık gezerlerdi. Efendi, kölesini ve câriyesini evlendirmeye mecbur değildi. Fakat gayr-i meşru münâsebetlerde bulunacağından korkulursa, evlendirmeğe veya satmağa mecburdu. Efendi, kölesinin nafakasını te’min etmekle de mükellefdi. Yoksa, köle çalışarak nafakasını kazanırdı.
İslâmiyet, harbte alınan esirlerin köle, hizmetçi yapılmasını mubah kılmakla beraber, onların durumlarını tanzim etti. Hürriyetlerine kavuşma imkânı verdi. Yemede, içmede, eğitim ve öğretimde köle ile efendiyi eşit tuttuğu gibi, emirlik (başkanlık) hâriç medenî hakların büyük bir kısmında onları aynı seviyede tuttu. Onlara iyilikle muamele edilmesini emretti. Kötülük yapılmasını, şahıslarına karşı işlenen tecâvüzleri, haksız yere dövülmelerini ve cezalandırılmalarını yasakladı.
Allahü teâlâ, Kurân-ı kerîmde Nisa sûresinin otuz altıncı âyet-i kerîmesinde meâlen şöyle buyurdu: “Allah’a ibâdet edin. O’na hiç bir şeyi ortak koşmayın. Ananıza, babanıza (güzel söz ve fiil ile), akrabanıza (sıla-i rahîmle), yetimlere (gönüllerini almakla), fakirlere (sadaka vermekle),akrabanız olan komşularınıza (şefkat ve merhametle), uzak komşunuza (onlar için hayır istemek ve zararı gidermekle), dost ve arkadaşlarınıza (haklarına riâyet etmek ve sevgi ile), yolcuya (ikrâm etmek ve doyurmakla), ellerinizdeki kölelere (ve câriyelere yumuşak muamele etmek suretiyle) iyilik ediniz. Muhakkak ki, Allahü teâlâ(bunlara böyle iyilik etmeyip), kibirlenerek insanlara (karşı) haksız yere övünenleri sevmez.”
Peygamber efendimiz de buyurdular ki; “Kölelere karşı iyi davranmak bereket, kötülük yapmak, ise şeamettir(hayır ve bereket getirmez)ve “Emri altında bulunanlara kötü davranan Cennet’e girmez.” Veda hutbesinde beş vakit namazı tavsiye ve emrederken, hemen ardından kölelere ve emri altında olanlara yiyecek, giyecek ve diğer ihtiyaçlarında, ihsân, iyilik üzere olunmasını emretmiştir. Son vasiyetlerinden birinde şunları buyurdu; “Eliniz altında bulunan kimseler hakkında, Allahü teâlâdan korkunuz! Onlara; yediklerinizden yedirip, giydiklerinizden giydirin! Dayanamayacakları işleri yaptırmayın! Beğeniyorsanız yanınızda tutun, beğenmiyorsanız satın! Allahü teâlânın kullarına, yarattıklarına azâb, cefâ etmeyin! Çünkü Allahü teâlâ onları sizin emrinize verdi. İsteseydi, sizi onların emrine verirdi. “‘
“Şu iki güçsüz; yâni köle ve kadın hakkında Allah’dan korkunuz!”
“Kim kölesinin yüzüne bir tokat atsa, veyahut onu döğse, onun keffâreti köleyi âzâd etmesidir.”
“Sizden biriniz câriyesinin tâlim ve terbiyesine, hayâtına ve sıhhatine kıymet verir, sonra âzâd edip (serbest bırakıp) nikâh ederse iki sevâb kazanır. (Bu, âzâd ile nikâh sevabıdır.)
Yine Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem, kölelerin gönüllerini hoş ederek; “Köle, Rabbine güzel ibâdet eder, üzerinde hakkı bulunan efendisine iyi hizmet eder ve itaat ederse iki sevâb kazanır”buyurmuştur.
Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz köle ve câriyelerle efendilerinin birbirlerine nasıl hitâb edeceklerini de şöyle beyân buyurdular: “Sizden hiç biriniz sakın memlûküne, kölem, câriyem diye seslenmesin. Yiğidim, oğlum, kızım deyiniz. Onlar da size, efendim, velînîmetim desin.”
Köleler, müslümanlardan gördükleri şefkat, merhamet ve güzel muamele karşısında, onların yanında kalmayı, kendi ailelerinin yanına gitmeye tercih ettiler.
Zeyd bin Harise, Peygamber efendimizin kölesi idi. Amcası ile babası, oğullarının köle olduğunu duymuş, Peygamberimize kadar gelerek; para, pul ne isterse ödeyeceklerini, onu kendilerine vermesini rica etmişlerdi. Sevgili Peygamberimiz hiç ücret istememiş, sâdece hazret-i Zeyd bin Hârise’ye, serbest olduğunu, isterse babası ve amcası ile gidebileceğini bildirmiştir. Fakat, Zeyd bin Harise, babası ve amcasının bütün ısrarlarına rağmen, Peygamber efendimizden ayrılmayacağını bildirdi. Peygamber efendimiz onu âzâd etti ve Arabların ileri gelenlerinden ve halasının kızı olan Zeyneb ile evlendirdi. Hattâ onu ve önceki hanımından olan oğlu Üsâme’yi ordu komutanı yaptı. Resûlullah’ın hazret-i Zeyd’i bâzı seferlerinde kâim-i makam olarak yerine bıraktığını Zührî (rahmetullahi aleyh) rivayet etmiştir.
Eshâb-ı kiram da, Allahü teâlânın ve Resûlullah’ın sallallahü aleyhi ve sellem bu husustaki emir ve tavsiyelerine cân u gönülden sarıldılar.
Bedr muhârebesinden sonra Resûlullah efendimiz esirleri Eshâb-ı kiram (radıyallahü anhüm) arasında taksim edip; “Bunlara iyi muamele edin”buyurmuştu. Bedr’de müşriklerin sancakdârı ve bilâhare müslüman olan Ebû Aziz bin Umeyr der ki: “Ben Ensârdan bir cemâatin arasında bulunuyordum. Beni, Bedr’den getirdiler. Resûlullah efendimiz bize iyi davranmalarını tavsiye ettiği için, sabah-akşam yemeklerinde ekmeği ve katığı bana verirler, kendileri yalnız hurma yerlerdi.”
Hazret-i Ömer Şam’ı fethettiğinde, oraya, girerken bir kölesi, bir de devesi vardı. Kölesi ile nöbetleşe deveye binerdi. Bâzan kendisi yürür, devenin yularını çekerdi. Şam’a yaklaştıklarında binme sırası kölede idi. Yol üzerinde bir nehre rastladılar. Hazret-i Ömer, ayakkabılarını koltuğunun altına alıp, deveyi çekerek, o suyu geçti. Şam vâlisi olan Ebû Ubeyde bin Cerrah, onu karşılamak için nehrin kenarına gelmişti. Ebû Ubeyde onu bu hâlde görüp; “Ey mü’minlerin emîri! Şam’ın ileri gelenleri sizi karşılamaya geliyorlar. Sizi böyle görürlerse beğenmez ve başka mânâ verirler” deyince, Ömer (radıyallahü anh); “Biz zelil bir kavim idik. Allahü teâlâ, bizi İslâmiyet ile azîz eylemiş, şereflendirmiştir. Biz, O’nun rızâsını ararız, insanların sözü bizi bağlamaz. Ne derlerse desinler” buyurdu.
Bir gün hazret-i Osman kölesinin kulağını biraz şiddetle çekmişti. Sonra pişman oldu. Kölesine; “Ben senin kulağını nasıl çekmişsem sen de benim kulağımı öyle çek!” buyurdu. Kölenin edebinden yapmak istemediğini görünce, ısrar etti. Aynısını yaptırıp, onunla helâllaştı.
Hazret-i Ali de; “Benim Rabbim Allah’dır diyen bir insanı köle edinmekten haya ederim” buyurmuştur. Yine o, farklı fiyatlarda iki kat elbise alması için kölesine bir kaç dirhem Vermişti. Elbiseleri getirince, pahalı ve iyi kumaşı köleye verip; “İyisi senin olsun. Çünkü sen gençsin. Ben artık ihtiyarladım” buyurdu.
Ayrıca İslâmiyet karşılıksız, Allah rızâsı için köle âzâd etmeyi de teşvik etmiştir. Nitekim Beled sûresinde sekizden on yedinci âyet-i kerîmeye kadar meâlen şöyle buyrulmaktadır: “O(insan) kendisini hiç birinin (Allahü teâlânın) görmediğini (yaptığı kötülüklere karşılık cezalandırmayacağını) mı sanıyor. Biz ona(görecek) iki göz,(kalbine tercüman olacak) bir dil,(ağzını kapayabileceği, yiyip içmekte yardımcı olacak) iki dudak vermedik mi?Biz ona (hayır ve şer olmak üzere) iki de yol gösterdik. Fakat o, akabeyi (sarp yokuşu) aşamadı. (Malını, kıyamet günü Cehennem üzerindeki kılıçtan keskin olan sırat köprüsü akabelerini geçmeye yarayacak şeylere harcamayıp, Resûlullah sallallahü aleyhi ve selleme düşmanlık ve zarar vermek için sarfetti.) “Bu akabenin ne olduğunu (ve onun nasıl aşılıp geçileceğini) sana hangi şey bildirdi?(O akabeyi geçebilmek), köle âzâd etmek, yahut(şiddetli ihtiyaç ve)açlık gününde akraba, olan bir yetimi veya (şiddetli ihtiyâcı sebebiyle toprakda sürünen) fakiri doyurmaktır.(Bundan) sonra (o köle âzâd eden ve fakirleri doyuranın) mü’minlerden olup, birbirlerine (tâatlere, musîbetlere ve mâsiyete karşı) sabrı ve (insanlara) merhameti tavsiye edenlerden olması şarttır.”
Resûlullah efendimiz de hadîs-i şerîfde; “Herhangi bir müslüman bir müslümanı âzâd ederse, Allahü teâlâ, onun her uzvu karşılığında o âzâd eden şahsın bir uzvunu ateşten kurtarır”buyurmuştur.
Bunun içindir ki, müslümanlar İslâm’ı kabul edip, zühd ve takva hâlleri görülen köleleri ekseriyetle âzâd etmişlerdir.
Yine İslâmiyet, köle âzâd etmeye zorlayıcı hükümler de bildirmiştir. Nitekim bâzı ibâdetlerin keffâretinde köle âzâd etmek, emr olunmuştur. Meselâ özürsüz orucunu bozanlar keffâret olarak köle âzâd eder. Köle âzâd edemeyen, ard arda altmış gün oruç tutar. Altmış gün sonra tutmadığı hergün için birer gün daha tutar. Yine yeminini bozanın keffâret olarak ya köle âzâd etmesi, yahut zekât alması caiz olan on fakire bütün bedenini örtecek kadar bir kat çamaşır vermesi veya aç olan on fakiri bir gün iki defa doyurması îcâbeder.
Ayrıca, efendi, vefâtından sonra kölenin hür olmasını vasiyet edince, vefâttan sonra köle hür olabiliyordu. Satın alınan ve borcunu ödeyince âzâd olacak köle (mükâteb), kendilerine zekât verilecek kimselerden sayıldı. Devlet başkanı veya zekât me’mûru, hürriyetine kavuşması için efendisiyle mükâtebe yoluyla anlaşma yapmış olan köleye onu kölelikten kurtaracak kadar zekât malından verirdi. Bu şekilde pek çok köle âzâd edilmiştir.
Düşmanın yanında bulunan kölelere âzâd edilecekleri vâd edilmek suretiyle, onların yardımlarında faydalanıldığı da çok olmuştur. Resûlullah efendimiz Tâif muhasarasında; “Kölelerden kim muhasara altında bulunan düşmanı bırakıp yanıma gelirse hürdür”buyurmuştu.
Köleler cihâda teşvik maksadıyla da âzâd edilirdi. Emevîlerin Horasan vâlisi Cüneyd bin Abdurrahmân, Türk hâkânı Şâ’b ile yaptığı muhârebenin şiddetlendiği sırada; “Harbde kahramanlık gösteren köle hürdür” diye bağırmıştı. Bunun üzerine köleler, kahramanlıklar göstermiş, harb, Emevîler tarafından kazanılmıştı. Müslümanlar, fethettikleri yerlerdeki kölelere, müslüman olurlarsa, âzâd edeceklerini vâdediyorlardı. Böyle pek çok kimse müslüman olmuştu.
Efendileri kölelere o kadar iyi muamele ederlerdi ki, kendilerini çocuklarından ayırmazlardı. Köleler de onları babaları gibi severlerdi. Bu bağlılık, âzâddan sonra da devam ederdi. Harb olduğunda eski efendilerinin emrinde toplanırlar, seve seve savaşa giderlerdi.
Bunların hepsi kendilerini âzâd edenler hakkında fedây-ı cân edecek derecede vefâkar, hürmetkar ve fedakar idiler. Emevî devri kumandanlarından Muhammed Yezîd Mehlebî bir muhârebede bozguna uğrayınca, âzâdlı kölelerini toplayarak; “Ne dersiniz? Asker dağıldı. Her biri bir tarafa kaçtı. Allahü teâlânın takdiri yerini buluncaya kadar, kendim bizzat muhârebeye devam edeceğim. Yanımdan gitmek isteyen gidebilir. Elbette ölmenizi değil, hayatta kalmanızı isterim” dedi. Âzâdlılar da; “Biz esir idik, sen ise âzâd ettin. Yokluk içinde iken refaha ve bolluğa kavuşmamıza, itibârımızın artmasına vesîle oldun. Seni bırakıp gidersek sana karşı nankörlük etmiş oluruz. Senden sonra yaşasak ne olur” cevâbını verdiler.
Mevâlîn (âzâdlıların) İslâm tarihindeki yeri büyüktür. Bunlar arasında tefsîr, hadîs, fıkıh gibi İslâmî ilimlerde mütehassıs âlimlerin yanında; meşhur kumandanlar ve devlet adamları da yetişmiştir.
Bilhassa Hulefâ-i râşidîn (Dört büyük halîfe) devrinde yapılan fetihlerde bol ganimetler elde ediliyordu. Bu arada, elde edilen çocuklar arasında zekî olanlar seçilip, müslümanların elinde terbiye edilip yetiştiriliyordu.
Hâlid bin Velîd (radıyallahü anh) Küfe’nin batısında ve Enbâr yakınlarındaki Aynuttemr kasabasını feth etmişti. Alınan ganimetler arasında kırk tane kabiliyetli çocuk vardı. Bunları hazret-i Ebû Bekr’e gönderdi. O da bu çocukları, muhârebede hizmetleri görülenlere dağıttı. Çocuklar, İslâm terbiyesi üzerine yetiştirilip âzâd edildiler. Daha sonra bunların neslinden büyük âlimler ve devlet adamları yetişti. Mağrib ve Endülüs fâtihi ve aynı zamanda Tabiînin büyüklerinden Mûsâ bin Nusayr, yine Tabiînin büyüklerinden ve rüya tâbiri ilminde mahir büyük âlim Muhammed bin Sîrîn, Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellemin mübarek hayatlarını (Sîret-i nebeviyye’yi) ilk yazan Muhammed bin İshâk onlardandır. İslâm târihinde esir çocuklar hep böyle yetiştirilmiş, kabiliyetli olanların çok büyük hizmetleri olmuştur.
Erkek köleler askerlik yaparak devlet hizmeti de görmüşlerdir. Hattâ ilk defa Abbasîler devrinde köle ve âzâdlılardan askerî birlikler kurulmuştur. Abbasî halîfelerinden Mu’tasım, hilâfet mensuplarını korumaları için, Semerkand’da 3.000 Türk’den müteşekkil özel muhafız birliği kurmuştur. Daha sonra bunların soyundan gelenler, Abbasî ordusunda önemli bir güç teşkil etmişlerdir. Tûlûnoğulları, İhşidler, Sâmânoğulları, Eyyûbîler, Memlûklüler, Gazneliler, Selçuklular, Endülüs Emevîlerinde de köle askerler dâima orduda ehemmiyet arzetmişlerdir. Hattâ Eyyûbîler ve Memlûklüler gibi devletlerin kurucuları menşe îtibâriyle köle idi.
Bilhassa hükümdarların korunmasında faydalanılan köleler, hükümdarların yakınında vazîfe almışlar, yükselebilmek için hür kimselerden daha fazla imkâna sâhib olmuşlardır. Devletin idarî kademelerinde önemli mevkilere gelmişlerdir. Bu şekilde, devletin askerî ve sivil üst kademelerinde köle ve âzâdlı idarecilerin bulunması, İslâm memleketlerine mahsûs bir tatbikattır,
Osmanlılarda da yeniçerilerin çekirdeğini, harb esirlerinden seçilen beşde bir hisse (pençik) teşkil etmekte idi. Zamanla bunların asker ihtiyâcını karşılamaması üzerine devşirilen gayr-i müslim çocukları, acemi ocağında terbiye edildikten sonra, yeniçeri ocağına alınmışlardı. Ayrıca pençik ve devşirmelerden kabiliyetli olanlar, Enderûn’da terbiye edilerek saray hizmetine alınmışlardır. Bunlar arasında pek çoğu devletin en yüksek kademelerinde hizmet görmüşler, hattâ sadrâzam olanları bile görülmüştür.
İslâm ülkelerinde erkek ve kadın oluşlarına göre hizmet sahaları farklı olan kölelerden kadınlar (câriyeler) umumiyetle ev işlerinde, erkek köleler ise dışarıda efendisi ile birlikte çalışmıştır.
Kölelerin hizmet gördükleri yerlerden birisi de, hükümdar saraylarıdır. Erkekler, harem kısmı hâriç, sarayın diğer kısımlarının bütün hizmetlerinde çalışmışlardır. Câriyeler ise, yalnız sarayın harem kısmında istihdam edilmişlerdir. Câriyelerden, haremde pâdişâh hanımlığı derecesine kadar yükselenler de olmuştur (Bkz. Câriye, Harem).
İslâm memleketlerinde kölelere yapılan İslâmî ve insanî muameleye yabancılar bile hayran kalmışlardır. Değişik târihlerde Osmanlı ülkesine gelen Avrupa’lı seyyahlar bu hususu bizzat görüp, eserlerinde îtirâf etmişlerdir.
Kânûnî devrinde İstanbul’da harb esîri olarak kalan bir İspanyol seyyah şöyle demektedir: “Türkler İspanya’da olduğu gibi esirlerin alınlarını dağlıyarak, damgalamıyorlardı. Böyle yapmak, Türklerde büyük günah sayılıyordu. Türklerde dört sene kürek çekmek, İspanyol kadırgalarında bir yıl forsalık yapmakdan iyidir. İspanyol kadırgalarında forsalar bütün yıl kürek çektikleri hâlde, Türk gemilerinde yalnız yazın kürek çekerlerdi. İspanyol gemilerinde doyacak kadar peksimet verilmez. Türk gemilerindeki peksimet hem çok, hem daha kalitelidir. Türkler, inşâatta çalıştırdıkları esirlere ücret öderler. Bu ücretleri, biriktirerek, fidyesini ödeyen esir serbest bırakılırdı. Hâlbuki hıristiyan kadırgalardaki Türk esirler pek eziyet çekerlerdi. Türk kadırgalarındaki forsaların durumu ise gayet iyidir.”
Kânûnî devrinde Türkiye’yi ziyaret eden meşhur seyyah Fransız Belon da, o zaman Osmanlılarda esirlerin durumunu şöyle anlatmaktadır: “Türkiye’de esirlere, Avrupa’daki hizmetkârlardan çok iyi bakılmaktadır. Esirler, efendileri tarafından sevilmekte eşit muamele görmekteydiler. Her esir, kâdıya müracaat edip, hakkını arayabilirdi. Kâdıları, efendisini şikâyette bulunan esirlere gayet iyi davranmaktadır. Köle ve câriyelerin bütün insanî hakları mahfuzdu. Onlara zulmedilmezdi. Avrupa’da bulunan kırbaç cezası bilinmediği gibi kânunların müeyyidesi ile yasaktı. Esir sahibi, yalnız çocuk döğer gibi, terbiye maksadiyle yaralamadan tehlikeli bir şeyle vurmadan döğebilirdi. Aksi hâlde kâdı derhâl müdâhale ederdi.”
1786’da İstanbul’a gelen Venezuellalı İspanyol general Mrandal da şöyle demektedir: “Bizde olduğu gibi, Türklerde zenci ırka karşı az da olsa bir nefret yoktur. Bindiğim geminin kaptanı, kölesi ile yemek yiyordu. Türkler, beyazlara yaptıkları muamelenin aynısını zenci kölelere de yapıyorlar, bu hususta ayırım yapmıyorlardı.”
1836’da Türkiye’ye gelen mareşal Von Moltke de şunları yazar: “Köle iyi korunur, fazla çalıştırılmaz, hastalanırsa, tedavisine ehemmiyet verilirdi. Tarlada çalıştırılmak ve benzeri ağır işler mevzuu bahis değildir. Avrupalı toprağa bağlı kölelere (serflere) göre çok daha rahat idiler. Osmanlılarda köleler, evin bir ferdi idi. Ev halkıyla beraber yer, içer, onlar gibi giyinirdi. Câriyeler de ev işlerinde efendisinin hanımına yardımcı olurdu. Hemen hepsi belirli bir müddet sonra âzâd edilirken, efendisi onu evlendirir, ev sahibi yapar ve mutlaka hayat boyu geçimini te’min ederdi.”
Müsteşrik Van Denberg de şöyle demektedir: “İslâmiyet’te köleler için bir çok hüküm bildirilmiştir. Bunlar, Muhammed sallallahü aleyhi ve sellem ve O’na tâbi olanların kölelere karşı ne derece yüksek bir insanî his taşıdıklarını göstermektedir. Medeniyetin öncülüğünü iddia eden milletler, İslâm’ın köleler hakkındaki hükümlerini, daha, yakın târihlerde tatbik etmeye başladılar. İslâmiyet köleliği kaldırmadı fakat, kölenin durumunu en güzel şekilde ıslâh etti. Ona iyi muamele edilmesini emretti.”
Köle ve câriyeler Osmanlı ülkesinde böyle müreffeh, mes’ûd bir hayat yaşarlarken, hattâ pâdişâhın hanım efendisi, pâdişâh annesi bile olabilirlerken, Avrupa’da esirler, serfler (toprak ile birlikte alınıp satılan köleler), hizmetkârlar, hattâ asîl aileden olmayanlar çok kötü şartlar altında yaşıyorlardı. Bunlara hakaret etmek, dayak atmak, asiller sınıfı için âdet ve normal bir hak idi. Asillerden başkasının yaşamasının bir ehemmiyeti yoktu. Elisabeth Bathory altı yüzelli genç kızı hizmetçi olarak kullanmış, sonra da hepsini işkencelerle öldürtmüştü. Bu cinayeti duyulunca Alman İmparatorluk adaleti onu yalnız dört yıl hapisle cezâlandırmıştı.
On sekizinci asırda Osmanlı bahriye mektebinde (Mühendishâne-i bahr-i hümâyûn) senelerce muallimlik yapan Avrupalı Baron de Tott da; “îtirâf etmeliyiz ki kölelerine (ve câriyelerine) kötü davrananlar Avrupalılardır. Osmanlılar ve diğer doğulular (müslümanlar) köle ve câriye almak için para biriktirirler, biz ise, para biriktirmek için onları satın alırız” demek suretiyle Avrupalıların esirlerini toprakta çalıştırmak, bâzan da yüz kızartıcı işlerde çalıştırmak suretiyle para kazandıklarını îmâ eder. Osmanlılarda ise böyle bir durumla asla karşılaşılmaz.
Avrupa devletleri onları geçim vâsıtası yapmış, bu günkü makina ve âletleri olmadığı için, bunların yerine kullanmış ve en ağır işlerde çalıştırmışlar, metro yolları yaptırıp, tüneller açtırmışlardır. On beşinci, yüzyıl sonunda Amerika keşfedilince, buranın pamuk, kahve, pirinç gibi tabii kaynaklarından faydalanmak için yerlileri çalıştırmak istediler. Fakat yerliler buna alışkın olmadıklarından çalıştıramadılar. Bunun üzerine Amerika’daki hıristiyan papazları, Afrika’dan zenci getirip çalıştırılması için Alman İmparatoru Şarlken’e teklifte bulundular (1519). Bu teklif kabul edilince, yüzyıllarca Afrika’dan Amerika’ya köle taşındı. Taşınma sırasında insanlık haysiyetlerine riâyet edilmedi. Bir kısım Avrupa devletleri de, Afrika’da koloniler kurmak suretiyle yerli halkı kendi topraklarında çalıştırıp metro tünelleri açtırdılar. Buraların tabiî kaynaklarını Avrupa’ya naklettiler. Diğer taraftan Okyanusya kıtasının (Avustralya ve çevresindeki adaların) keşfi, sömürgeci ve köle ticâretinin başını çeken İngiltere’nin çok işine yaradı. Gerek İngiltere gerekse diğer sömürgeci Avrupa devletleri, kölelerin sırtından kendi maddeci medeniyetlerinin, maddî imkânlarını te’min gayreti içerisinde idiler. Nihayet Avrupa’da Siyah kânunu adı ile köleler hakkında bir kânun çıkarıldı. Fransa’nın 1685 tarihli Siyah kânununa göre, hırsızlık yapan köle öldürülürdü. Efendisinin evinden kaçtığında, birinci ve ikinci defalarda kulakları kesilir, demirle dağlanırdı. İngiltere’nin Siyah kânununda ise, efendisinin evinden kaçan köle öldürüldüğü gibi, Fransa’ya ilim tahsîline gitmeleri da yasaktı. Bu târihlerden sonra, kölelerin vaziyetini düzeltmek için zaman zaman bâzı devletler toplandılar. Aslında Avrupalıların bu yöndeki faaliyetleri, daha çok, kötü muamelelere mâruz kalan kölelerin büyük içtimâi (sosyal) hâdiselere sebeb olmaları ve bunun Avrupalılara pahalıya mâlolması sebebiyledir. Çeşitli târihlerde bâzı devletler köleliği kaldırdı. Nihayet 1956 senesinde Birleşmiş milletlere bağlı bir komisyonun teşebbüsüyle toplanan konferansda, köleliğin, köle ticâretinin, köleliğe benzer tatbikatların kaldırılmasını şart koşan anlaşma kabul edildi.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Müsned-i Ahmed bin Hanbel; cild-4, sh. 345
 2) Sünen-i İbni Mâce; Zühd; 42
 3) En-Nihâye; “Abd” maddesi
 4) Lisân-ül-Arab; “Abd” maddesi
 5) Sahîh-i Buhârî; “Itk” bahsi.
 6) Rehber Ansiklopedisi; cild-10, sh. 268
 7) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; sh. 563, 784
 8) Redd-ül-muhtâr; cild-3, sh. 2
 9) Târih-ut-temeddün-il-islâmî; cild-5, sh. 39
10) Târih-ul’Irak-ıl-iktisâdî; sh. 64
11) İslâm Târihi Ansiklopedisi; cild-7, sh 73