15 Nisan 2016 Cuma

SÜLEYMAN PAŞA


Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda; yiğitliği, cömertliği ve gazâ yollarında gösterdiği başarılarıyla ün yapan Rumeli fâtihi, mücâhid Osmanlı şehzâdesi. 1316 (H. 716) senesinde Bursa’da doğdu. Orhan Gâzi’nin büyük oğludur. Annesi ise Yarhisar tekfurunun kızı Nilüfer (Holofira) Hâtûn idi.
Süleymân Paşa, iyi bir tahsîl ve terbiye gördü. İznik ve İzmit’in fetihlerine katılarak askerî tecrübelerini artırdı. Olgunluk yaşına bastığında, yiğitliğini takdîr eden pederi Orhan Gâzi, onu Kocaeli’ye vâli yaptı. Göynük ve Mudurnu yöresi kendisine tımar olarak tahsîs edildiğinde, bir süre bu bölge Süleymân Paşa ili adıyla anılmıştır. Karesi ilinin fethinde önemli rol oynayan velîaht-şehzâde Süleymân Paşa bu beyliğin meşhur kumandanlarından Gâzi Fâzıl, Ece Halil, Evranos ve Hacı İlbeyi gibi beyleri maiyyetine alarak, Bizans ve Balkanlardaki gelişmeleri dikkatle takibe başladı.
1346’da Sırp kralı İstefan Duşan’ın Selânik’i kuşatması üzerine, Bizans imparatoru üçüncü Kantakuzen’in isteği ve babası Orhan Gâzi’nin emri ürerine 10 bin kişilik bir kuvvetle ilk defa Rumeli’ye geçen Süleymân Paşa, Bizans donanmasının da yardımı ile Selanik’i kurtardı. Bundan sonra Bizans İmparatorluğu için başlayan Kantakuzen-Yuannis mücâdelesinde Kantakuzen tarafını tutan Osmanlı kuvvetleri, Süleymân Paşa idaresinde bir kaç defa daha Rumeli’ye geçtiler. 1353 yılında Kantakuzen anlaşma mukabili olarak Süleymân Paşa’ya üs olarak kullanabilmesi için Çimbe kalesini verdi. Daha sonra büyük bir donanma ile Gelibolu kalesi ve Çimbe yöresi Süleymân Paşa tarafından feth edildi. İşte Osmanlıların Rumeli’deki hakîkî yerleşmeleri bu târihte başlamaktadır.
Bu arada Orta Anadolu şehirlerine hâkim Emir Eratna’nın ölümü dolayısıyla, ortaya çıkan karışıklıktan faydalanmak isteyen Sultan Orhan Gâzi, oğlu Süleymân Paşa kumandasında bir orduyu doğu hududunda kuvvetli bir nokta olan Ankara üzerine gönderdi. Nitekim Süleymân Paşa 1354’de gelerek şehri kolayca fethetti. Ankara kalesinin fethi önemli bir hâdise olup, Osmanlıları Sakarya ile Kızılırmak arasındaki topraklara hâkim kılmıştır. Bundan sonra tekrar Rumeli üzerine sevkedilen Süleymân Paşa’nın faaliyetleri sonucu Balkanlarda fetih ve yerleşme başladı.
Bu arada Gelibolu ve çevresi şiddetli bir deprem sonucu büyük hasar gördü. Bu fırsatı değerlendiren Süleymân Paşa, yanında Gâzi Fâzıl ve Halil Ece gibi kumandanlar da olduğu hâlde başta yıkılan kaleleri kolaylıkla ele geçirdi. Bundan sonra Gelibolu yarımadasının en dar yeri olan Eksamilye berzahını aşarak Doğu Trakya’ya ayak bastı. Malkara ile Keşan’ı aldı. Ardından Çorlu’yu fethedip İstanbul Edirne yolunu kesti. Bu fütûhat esnasında Osmanlıların şehir ve köyler halkına İslâm’ın güzel adaleti ile muamele etmeleri ve ihsânlarda bulunmaları, fetihleri kolaylaştırdı. Süleymân Paşa ayrıca fethettiği bölgelere Biga’dan Türk ahâli getirterek iskân etti. Böylece bölge halkının müslüman ahâli ile tanışarak İslâmiyet’in yayılmasını sağladı.
Diğer taraftan Gelibolu yarımadasının Türklerce fethi Bizans’ı karıştırdı. Bu fütûhata sebeb olarak gösterilen Kantakuzen iktidarı paleologlara bırakarak bir manastıra çekildi. Kantakuzen bu arada rakibi paleologlara Türk fütûhatına karşı durmanın imkânsız olduğunu da belirtti. Nitekim bu sırada Balkan devletlerinin birbirleri ile çarpışmaları, Süleymân Paşa’nın faaliyetlerini kolaylaştırıyordu.
1358’den itibaren yanına kardeşi şehzâde Murâd’ı da alan Süleymân Paşa, Ferecik ve Dimetoka’yı da fethederek Meriç’i aştığı gibi, İstanbul surlarına kadar akınlar yaptırdı. Süleymân Paşa buraları da Türkleştirmek için Anadolu’daki Osmanlı arazisinden (Karesi taraflarından) bir kısım yörük nakledip yerleştirdi. Buna mukabil elde edilen yerlerin askeri sınıftan olan Rumlarını da, isyân çıkarma ihtimâli üzerine Anadolu’ya yâni Balıkesir ve havalisine geçirdi.
Süleymân Paşa, hayâtının en faal devresinde Bolayır ile Seydikavağı arasında avlanırken atının sürçmesi sonucu düşerek vefât etti (1359). Ölümünde 43 yaşında bulunan şehzâdenin cenazesi, Bolayır’a getirilip kendi yaptırdığı imâretin bahçesine defnedildi.

Akıllı Kişiler Öğünmekten Ar Ederler

Süleymân Paşa’nın Rumeli’de giriştiği fütûhat, küffâr diyarında görülmedik bir te’sir bıraktı. Macar, Bulgar, Eflak ve Sırp kralları bu bahadırın ortaya çıkmasıyla korkuya düşerek yeni yeni ordular toplamaya başlamışlardı. Bunlar Bizans İmparatoru’na gönderdikleri haberde; “Şimdiye dek Rum ülkesi, düşmanın saldırılarından korunabilmekte iken, İslâm ordularının baskısı iyice gelişmiş ve kale ile hisarları ele geçirmede, kiliseleri, putları yıkmada gayretleri günden güne artmış, güçleri çoğalmıştır. Karşı çıkmakta gevşeklik gösterirsek cümlemizin yok olmasına, onların devletlerinin yücelmesine yol açılmış olur. Henüz ayakları yere iyice basmadan, bu diyarda dayanakları sağlamlaşmadan ve atalarımızdan kalan devletlerin bayraklarını, kılıçları paralamadan, ayaklarını ülkemizden kesmek için, gayret sarfetmek başlıca mes’elemizdir” demişlerdir.
Şanlı şehzâde, düşmanın saldırı haberlerini alınca, emrinde din yolunda savaşanlara, din kardaşlığında bulunanlara şu güzel sözlerde ve vasiyetlerde bulundu:
“Şu gördüğümüz olağan üstü işler, yaptığımız akıl almaz girişimler, şimdiye dek zaferleri rehber edinen ordumuzun yeni ülkeler açmasına sebeb olmuştur. Bu fetihler, gerçekte Allahü teâlânın yardımı ve cenâb-ı Peygamberin mucizesinden başka bir şey değildir. Yoksa, bu kısa zamanda, bu kadar az bir askerle böyle bir destek ve yardım olmasa, bu kadar çok iş görmek kolay şey değildir. Meydana gelen fetihler, İ’lâ-yı kelimetullah için gerçekleşmiştir. Sağlam inançlara sahip kişiler, cihâd yolunda gayret edip, baş koymak yolunu seçmek zorundadırlar. Hele şimdi, sonu kötü olan düşmanın toptan harekete geçmesi, asker toplaması bunu gerektirir. İslam ehline lâyık ve uygun olan budur ki, “Ne kadar az bir topluluk Allah’ın izniyle, çok kalabalık bir birliği yenilgiye uğratmıştır” buyruğuna inanarak din yolunda savaşırken, kullarının efendisi olan Allah’ın yardımına güvenerek, yaradılışı kötü küffar ile cenge çıkmalı, sapıklığında inatçı düşman üzerine atılmalı, yılmadan ürkmeden direnmelidir. Hayat, herkese giydirilen emânet bir elbisedir. Bununla akıllı kişiler öğünmekten ar eyler. Size gerek olan, iyi anılar bırakmaktır. Her kişinin nefesleri sayılı, sonu da bilinmektedir. Yaşamaktan sonra ölüm gerçek iken, cihânı yaradan da, “Hayat ve ölümü yarattı” buyurmakla buna işarette bulunmuştur. Böylece herkesin, ölümün her an hazır ve ruhları derleyen meleğin de ensesinde beklediğini bilmesi gerekir. Eğer vâdedilen ölüm günüm gelib çatar ve devletli yıldızım yokluk akşamında kaybolur, talihin amansız kılıcı ömür bağımı keserse, sakının ki, din düşmanlarından yüz döndürmeyesiz ve sonu kötü kâfirlerin önünden kaçmayasız. İslâm’ın sancakları din yolunda savaşanların gayretiyle durmuş ve İslâm ülkeleri bir düzene konmuş iken Allah’ın desteğinden ümid kesmek, apaçık akılsızlık eseri olur. Başbuğumuzun yokluğu yenilgiyi gerektirmez. Gerçek serdârımız iyilerin efendisi, hayra koşanların başbuğu olan Hazrettir. Keremli pâdişâhların görünmesine sebeb ve hazret-i Muhammed’in dinini kuvvetlendiren O’dur. Yüce Allah’ın salât ve selâmı üzerine olsun. Şimdi benim vasiyetim ve sizlere söyleyeceğim son tavsiyeler bunlardır ki, sonu kötü olan bu kalabalık, toptan hazırlandığına göre, onlarla savaşın, Allahü teâlânın emri olduğunu kesinlikle bilesiz. Safları boşaltıp kaçmanın en büyük günahlardan ve utançlardan olduğuna inanmış ve sapkınlar ordusunu yenmeye azmetmiş olasız. Sapkınlarla savaşta tokuşta korkaklık etmek, en büyük vebal ve kusurdur. Dindarlığın gereği, Allah’ın desteğine güvenerek kılıç kullanmaktır. Rabbimizin desteği yâr olunca, karşımıza çıkan tepelenesice topluluğun sonu felâket olmak gerekir. Safları düzenlemek, önünüze çıkan belâları göğüslemek, benim varlığıma bağlı değildir. Doğru yolları gösteren Hazrete sığınarak, Peygamberlerin efendisi olan zâtın rûhâniyetine bağlanarak, hasımlarımıza karşı direnmede sabır ve tahammül idesiz.”
İşte yirmi üç yıl boyunca kâfirlerle cihâd eden ve Rumeli’yi Türklere ikinci vatan yapan şanlı şehzâde Süleymân Paşa, her seferinden önce böyle güzel sözlerle yanındaki gâzilerin gönüllerini alır ve onları şecâata getirirdi.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Tâc-üt-tevârih (Hoca Sâdeddin Efendi); cild-1, sh. 88, 92
2) Osmanlı Târihi (Uzunçarşılı); cild-1, sh. 156-158
3) Âşıkpaşazâde; sh. 48
4) Neşri Târihi; cild-1, sh. 172, 186

ÜÇÜNCÜ SELİM HAN


Babası.................... : Üçüncü Mustafa Han
Annesi.................... : Mihrişâh Sultan
Doğumu.................. : 24 Aralık 1761
Vefâtı..................... : 28 Temmuz 1808
Tahta Geçişi............ : 7 Nisan 1789
Saltanat Müddeti..... : 19 sene 3 ay 21 gün
Halîfelik Sırası......... : 93
Osmanlı sultanlarının yirmi sekizinci ve İslâm halîfelerinin doksan üçüncüsü. Sultan üçüncü Mustafa Han’ın oğlu olup, 24 Aralık 1761’de Topkapı Sarayı’nda doğdu. Annesi Mihrişâh Sultan’dır. Sultan üçüncü Mustafa’nın ilk erkek çocuğu olduğu için, şehzâde Selîm’in doğumunda yedi gün yedi gece (Şehrâyîn) tertiplenen merasimlerle büyük şenlikler yapıldı. Şehzâdeliğinde, en değerli hocalar elinde mükemmel bir eğitim ve öğretim gösterilerek, yetiştirildi. Yüksek din ve fen ilimlerini, Arapça ve Farsça’yı öğrendi. Babasının ölümü üzerine tahta çıkan amcası birinci Abdülhamîd Han devrinde de eğitim ve öğretimine devam etti. O devre kadar şehzâdeler sarayda sıkı bir kontrol altında yaşarlardı. Birinci Abdülhamîd Han, yeğeni velîahd şehzâde Selîm’e şefkatle muâmete ederek, onu yaşayışında serbest bıraktı. Şehzâde Selîm, ilim ve edebiyatla uğraşırken, aynı zamanda memleket işleriyle de meşgul olmaya imkân buldu. Hükümdarlık sırasının kendisine de geleceğini düşünerek, Avrupa devletlerinin siyâsetini, idâri ve askerî teşkilâtlarını öğrenmeye çalıştı. Selîm bir taraftan da memleket işleri ile alâkadar oluyor ve halkın daha rahat edebilmesi için neler yapılabileceği üzerinde çalışmalarda bulunuyordu.
Nihayet sultan birinci Abdülhamîd Han, Özi kalesinin Rusların eline geçtiğini bildiren havadis kâğıdını okurken duyduğu derin acıdan dolayı vefât edince, tahta üçüncü Selîm geçti (7 Nisan 1789).
Bu sırada Osmanlı-Rus ve Avusturya harpleri devam ediyordu. Yeni Pâdişâh, sadrâzam ve serdâr-ı ekrem Yûsuf Paşa’yı vazîfesinde bıraktı. İşte ve dıştaki mes’eleleri halletmek için 16 Mayıs 1789’da yüksek rütbeli me’murların katıldığı büyük bir dîvân topladı ve devlet mes’elelerinin halli için herkesin fikrini açıkça söylemesini istedi. Netîcede idâri, mâlî, siyâsî ve askerî mes’elelerin halli için, talimat verdi. Avusturya ve Rusya ile harbin devamına karar verildi. Mâliyenin düzelmesi için sarayda bulunan altın ve gümüş eşyanın büyük bir kısmı paraya çevrilmek için darphâneye gönderildi. Bu emre şehzâdeler, kadın efendiler ve câriyeler îtirâz etmeksizin katıldılar. Saray halkının bu hareketi, halka iyi bir örnek oldu. Merkez ve eyâletlerdeki halk da sultan Selîm Han’a yardımcı olmak ve saraya uymak için, altın ve gümüşlerini devlete teslim etti.
Bu sırada cephede Yûsuf Paşa zor durumda idi. Ruslar Özi kalesini aldıktan sonra Dinyester nehri kenarındaki önemli kalelerden biri olan Bender’i muhasara etmişlerdi. Bir kısım Avusturya-Rus ordusu Boğdan’da bulunmakta olup, bunlar vaziyete göre birlikte hareket ediyorlardı. Bir süre sonra Tuna’yı geçerek Kalas üzerine yürüyen Rus kuvvetleri altı bin kadar Osmanlı kuvvetiyle yaptıkları muhârebeyi kazanarak, iki bin Osmanlı askerini esir aldılar. Boğdan’ı kurtarmak için çalışırken Kalas’ın elden çıkması, Osmanlı ordusunu zor durumda bıraktı. Serdâr-ı ekrem İstanbul’dan para ve mühimmat yardımı istedi ve Boğdan’ı kurtarmak için Yerköy’ünde kuvvet topladı. Ordunun başına beylerbeyi Kemankeş Mustafa Paşa’yı tâyin etti. Sultan üçüncü Selîm, Kalas’ın düştüğünü öğrenince, sadrâzam Yûsuf Paşa’yı azlederek yerine Çerkes Hasan Paşa’yı getirdi. Hasan Paşa, harb adamı, tedbirli ve değerli bir Osmanlı kumandanı olmasına rağmen, serdâr-ı ekremliği taşıyacak kudrette değildi. Bunda ordunun maneviyâtının bozuk olmasının da te’siri vardı. Ayrıca mühimmat ve nakîl vâsıtalarının bulunmaması ordunun ileri gitmesine imkân vermiyordu. Rus ordusunun bir kolu Hocabey’de, bir kolu Lehistan’da, bir kolu da Yaş’ta bulunuyordu. Sultan üçüncü Selîm bu durumda Osmanlı Devleti’nin tek başına Rusya ile Avusturya’nın hakkından gelemiyeceğini anladı. Bu sebeple Rusya’nın düşmanı İsveç ve Avusturya’nın düşmanı olan Prusya ile dostluk andlaşmaları yapmaya çalıştı. Ancak İsveç’in savaşa devam edebilmesi için paraya ihtiyâcı vardı. Yapılan görüşmeler netîcesinde Beykoz kasrında 11 Temmuz 1789 günü Osmanlı-İsveç ittifakı imzalandı. Dört maddeden meydana gelen andlaşmanın en önemli maddesi, Osmanlı Devleti’nin İsveç’e yirmi bin keselik mâlî yardımda bulunması idi.
Rumeli beylerbeyliği pâyesiyle Yerköyü ordu kumandanlığına getirilen Kemankeş Mustafa Paşa, Temmuz ayının ortalarında hareket ederek Boğdan hududundaki Fakaşâni kasabasına ulaştı. Eflak beyi Mavroyani Bey de burada Kemankeş Mustafa Paşa kuvvetlerine katıldı. Yirmi beş bine ulaşan kuvvetlerine güvenen Kemankeş, tedbir almaksızın Yaş’da bulunan düşman kuvvetlerinin üzerine doğru ilerledi. Bu sırada iki yönden âni bir baskın düzenleyen Rus-Avusturya birlikleri, Osmanlı ordusunu mağlûb etti (1 Ağustos 1789). Osmanlı ordusunun ağırlıkları ve cephanesi düşman ordusunun eline geçti. Mağlûbiyet haberi serdâr-ı ekremi çok üzdü. Derhâl üç bin kişilik bir yardım kuvveti gönderdi ve Silistre’den ayrılarak otuz günde Maçin’e geldi. Hasan Paşa kayıklarla orduyu 30 Ağustos 1789 günü İbrâil sahrasına geçirdi. Burada iken sultan Selîm Han’dan gelen cesaret, teşvik ve nasîhat veren ferman, sadrâzam tarafından orduya ulaştırıldı. İbrâil’den hareket eden ordu, Bozasuyu üzerine kurulan köprü vasıtasıyla karşı tarafa geçti, öncü kumandanı Abdi Paşa’nın yeniçerileri yerleştirmek için işaret ettiği mevki askerin ağırdan alması üzerine düşman eline geçti. Osmanlı ordusu böyle dağınık bir hâlde iken Avusturya-Rus birlikleri önce Kemankeş Mustafa Paşa’nın kuvvetlerine, daha sonra da Abdi Paşa’nın süvârî kuvvetlerine saldırarak bozguna uğrattılar. Geri çekiliş hareketinde Bozasuyu köprüsü geçilirken arkadan düşmanın geldiğini sanarak telâşa kapılan Osmanlı kuvvetleri, karmakarışık bir duruma geldi ve askerin pek çoğu boğuldu. Bu ağır mağlûbiyetten sonra Sadrâzam İbrâil’e geldi ve durumu bildiren bir mektubu Sultan’a gönderdi.
Bu arada İsmail’i kuşatan Rus kuvvetleri, Cezâyirli Hasan Paşa’nın şiddetli taarruzuyla mağlûb olarak geri çekildiler (23 Aralık 1789). Hasan Paşa muhtemel bir Rus taarruzuna karşı serdâr-ı ekremden yardım istedi. Serdâr da Kili, Akkerman kalelerine, mümkün olduğu kadar asker ve para yardımı yaptı. Kışın yaklaşması üzerine sadrâzam, kış karargâhı olan Şumnu kasabasına çekildi. Osmanlı ordusu Şumnu yolunda iken, Ruslar Akkerman kalesini kuşattılar. Buraya denizden ve karadan yardım gelmesi mümkün iken, asker ve zahîre azlığı yüzünden, ahâlinin baskısı üzerine, kale komutanı Tayfur Paşa kaleyi teslim etmek mecburiyetinde kaldı.
Avusturya cephesinde ise, Avusturyalılar, kışın harbe devam edecek şekilde hazırlandıkları ve Belgrad’ı almaya azmettikleri için, savaş devam ediyordu. Belgrad’ı kuşatan Avusturya ordusu, kaleyi yoğun top ateşine tuttu. Belgrad’a yardım için Rumeli beylerbeyi Abdi Paşa me’mur edildi. Avusturya ordusu komutanı vire ile teslim olmayı teklif etti. Kalede yaklaşık altı ay kadar yetecek mühimmat ve zahîre olmasına ve yardım kuvvetlerinin yaklaşmasına rağmen, kale komutanı Osman Paşa, 3 Ekim 1789’da kaleyi Avusturyalılara teslim etti. Bu sırada muhasara edilmekte olan Semendire kalesi de düşmanın eline geçti. Feth-ül-İslâm palangasının muhafızı olan Pekmezci Mehmed Paşa’nın, bölgeyi boşaltması üzerine burası da düşman işgaline uğradı. Diğer taraftan Avusturya kuvvetleri; Akkale, Vidin ve Niş bölgelerini tehdîd etmeye başladı.
Her iki cephe vaziyetinin fenalaşması, bir çok kalenin birbiri ardından düşmesi üzerine, sultan üçüncü Selîm Han sadârete Cezâyirli Hasan Paşa’yı getirdi. Cezâyirli Hasan Paşa, sadrâzam olur olmaz, mağlûbiyetlerde suçlu olan bâzı kumandanlar ile Akkerman kalesini müdafaasız teslim eden Tayfur Paşa’yı îdâm ettirdi. Sultan, Cezâyirli Hasan Paşa’ya harp ve sulh için bütün işlerinde tam yetki verdi.
İsmâil kalesinin önünde mağlûb olan Rus kuvvetleri geri çekilirken Dinyester kenarına yakın Bender kalesini muhasara ettiler. Rus komutanı, eğer kaleyi teslim ederlerse halkın mal, can ve evlâdlarına dokunmayacaklarını ve istedikleri yere gidebileceklerini bildiren bir mektubu kaleye gönderdi. Bender kalesinde asker ve mühimmat az idi. Halk, can ve mal kaygısına düşerek, Ruslarla anlaşmayı istediler. Kale komutanı Gümrükçü İsmâil Paşa’nın bütün gayretlerine rağmen, halk kaleyi müdâfaaya yanaşmadığı için yirmi maddelik bir anlaşma ile kaleyi Ruslara teslim etti. Bender’i ele geçiren Ruslar, burasını kendilerine karargâh yaptılar.
Öte yandan Osmanlı Devleti Avusturya karşısında savaşa sokmak istediği Prusya ile uygun görüşmelerden sonra 1 Şubat 1790’da beş maddelik bir ittifaknâme imzalandı. Bu anlaşmaya göre: 1- Prusya devleti 1790 ilkbaharında Rusya ve Avusturya’ya harb îlân edecek ve Osmanlı Devleti bir sulh akdedinceye kadar harpten çekilmeyecekti. 2- Prusya ticâret gemileri Akdeniz’de diğer devletlere verilmiş olan imtiyazlara mâlik olacaktı. 3- Eğer sulh anlaşmasından sonra Avusturya ve Rusya, Prusya’ya savaş açarsa, Osmanlı Devleti bunu kendine karşı açılmış kabul edecek ve Prusya’nın yanında yer alacaktı. 4- Sulh akdinde Prusya kralı, Osmanlı Devleti elinde kalacak yerlerin muhafazasında kefil olacak, Fransa ve İngiltere’nin sâhib olduğu kapitülasyonlar Prusya’ya da verilecekti. 5- Muahede beş ay zarfında iki tarafça tasdîk edilecekti.
Osmanlı Devleti-Prusya ittifak andlaşmasının imzalanmasından bir süre sonra, Cezâyirli Hasan Paşa vefât etti. Sultan üçüncü Selîm Han sadârete Çelebizâde Şerif Hasan Paşa’yı tâyin etti. Yeni sadrâzam ordudaki bozukluğu kendisinden öncekilere atfederek, Mayıs ayı geldiği halde sefere çıkmamıştı. Osmanlı-Prusya ittifakını haber alan Rusya ve Avusturya devletleri, Osmanlı Devleti ile ayrı ayrı barış imzalamak için teşebbüse geçtiler. Fakat Prusya hükümeti, mevcûd ittifaktan bahs ederek sulh anlaşmasına mâni oluyordu. Zor durumda kalan Avusturya imparatoru, ne olursa olsun Osmanlı Devleti’ni sulhe mecbur etmek için yaz başında bir kaç koldan saldırı emri verdi. Bükreş’te bulunan prens Koburg 30.000 kişilik bir kuvvet ve 70 top ile Yerköyü üzerine yürüyerek kaleyi kuşattı. Yardım gelmesi üzerine kaledeki kuvvetler huruç hareketi yaptılar ve şiddetli bir muhârebeden sonra Avusturya ordusu bozularak kaçtı. Bütün mühimmat ve erzak Osmanlı kuvvetlerinin eline geçti (8 Haziran 1790). Sadrâzam bu başarısından dolayı kale kumandanı Abdullah Paşa’ya vezirlik rütbesi verdi. Yerköyü zaferi, Ramazan bayramına rastladığından İstanbul’da iki bayram birden yapıldı.
Yerköyü mağlûbiyeti üzerine Avusturya imparatoru, hemen sulhe yardımcı olması için Prusya kralına müracaat etti. Böylece Prusya’nın isteği olmuştu. Avusturya hududundaki Reichenbach şehrinde Prusya’nın müttefiki İngiltere ve Felemenk murahhaslarının da bulunduğu müzâkereler neticesinde bir andlaşma imzalandı (Ağustos 1790). Bu andlaşmaya göre Avusturya hükümeti, bu savaşta elde ettiği toprakları geri verecek, mutlak bir tarafsızlık tâkib edecek, Rusya’ya herhangi bir yardımda bulunmayacak ve Osmanlı-Avusturya savaşına son verecekti. Sultan üçüncü Selîm Han, Avusturya ile anlaşıp, bütün kuvvetlerle Rusya üzerine yüklenmeyi istiyordu. Görüşmeler neticesinde Reîsülküttâb Abdullah Berrî tarafından 18 Eylül 1790’da Reichenbach andlaşması esasları çerçevesinde dokuz aylık bir mütâreke akdedildi. Bu mütârekeden sonra sadrâzam, ordusu ile Rus cephesine yönelmek için Ruscuk’a döndü.
Bu sırada Osmanlı Devleti ile birlikte Rusya’ya karşı savaşan İsveç, 1790’da bir biri ardına zaferler kazandı. İsveç kralı bu zaferlerin ardından İspanya’nın tavassutu ile aniden Osmanlı Devleti ile olan ittifakına rağmen Rusya ile barış andlaşması imzaladı. Böylece Ruslar bu cephedeki ordusunu, Osmanlı cephesine nakletti. Prusya ve Lehistan’ın, Fransız ihtilâli yüzünden Rusya’ya karşı savaş açmamaları üzerine, Rusya, Osmanlı Devleti’ni sulhe mecbur bırakmak için geniş bir taarruz hareketi başlattı. Rus orduları başkumandanı kış başlangıcında İsmâil kalesini kuşattı. Aynı anda ordunun diğer bir kolu Kili kalesini kuşattı. Ordu erkânının kararsızlığı yüzünden Kili kalesine yardım yetiştirilemedi. Bundan dolayı 30 Ekim günü Kili kalesi vire ile teslim oldu. Kili’nin düşmesi, Rusların Tuna deltası üzerindeki serî hareketleriyle bir fâciâ hâlini aldı. 16 Kasım’da Tulca, 25 Kasım’da İsakçı kaleleri düşmanın eline geçti. İsmâil kalesi müdafileri ise büyük kahramanlıklar göstererek şiddetle mukavemet ettiler. Kaleyi, kara tarafından yapılan hücumlarla ele geçiremeyeceğini anlayan Rus ordusu başkumandanı, İnce donanma ile nehir tarafından da taarruza başladı. 23 Aralık’ta Rusların düzenlediği umûmî hücum, kale müdafileri tarafından geri püskürtüldü. Buna rağmen Rusya, kale önüne yeni birlikler sevk etti. Bir süre sonra Rus askeri Osmanlı tabyalarına girmeyi başardı. Boğaz boğaza geçen kanlı çarpışmalara rağmen, halkın ihaneti Rus askerinin şehre girmesine yol açtı. Kale muhafızı Mehmed Paşa, kale müdafileri ve müslüman halk da dâhil düşman eline geçmiş oldu. İsmâil kalesini ele geçiren Ruslar, otuz bin kişiyi hunharca şehîd ettiler.
Rus cephesindeki bu felâketler Sultan’ı ve orduyu büyük üzüntüye düşürdü. Sultan üçüncü Selîm Han, sadrâzam Şerif Hasan Paşa’yı azlederek yerine eski sadrâzam Koca Yûsuf Paşa’yı getirdi. Serdâr-ı ekrem ve sadrâzam Koca Yûsuf Paşa orduya elinden geldiği kadar çeki düzen verdikten sonra Şumnu sahrasında topladı. İsmâil kalesini geri almak için 5-6 bin kişilik bir kuvvet gönderdi ise de, bunlar kale önüne varmadan prens Repnin kumandasındaki küçük orduya yenilerek geri çekildiler. Bunun üzerinde Ruslar Maçin kalesini muhasara edip, ele geçirdiler. Maçin’i alan Rus kuvvetleri İbrâii’i muhasara ettiler ise de, kale müdâfîlerinin şiddetli mukavemeti ile karşılaştılar ve çok sayıda zayiat verdikten sonra geri çekildiler.
Dört seneden beri harp eden ordu, yıpranmış bir hâlde idi. Mevcudu yüz bini bulmasına rağmen, tâlimsiz, itaatsiz ve yağmacı bir kalabalıktan ibaret idi. Bu durumda harp etmenin kötü neticeler vereceğini düşünen Yûsuf Paşa, askeri Hirsova sahrasında topladı ve Müverrih Vâsıf Efendi’ye yazdırdığı bir hitabeyi askere okuttu. Bu hitabede düşmanla muhârebede sabır ve sebat edilmesi ve düşmandan kaçılmaması tavsiye ediliyordu. Asker sebat edeceğine dâir söz verdi. Düşman kuvvetlerinin Maçin taraflarına gelmesi ve Mustafa Paşa’nın yardım istemesi üzerine, bölgeye yardıma giden Osmanlı ordusunu, Ruslar pusuya düşürerek mağlûb ettiler. Disiplinden uzak Osmanlı askeri, ordugâhı yağmaladıktan sonra kaçmaya başladı. Bu durum yardıma gelen sadrâzamın ordusuna da sirayet etti. Cephane ve zahire asker tarafından yağmalandı. Sadrâzam mecburen Hırsova’ya döndü. Böyle bir ordu ile muhârebeye girilmeyeceğinin anlaşılması üzerine, serdâr-ı ekrem Yûsuf Paşa, Rus generaline bir mektup yazarak sulh isteğinde bulundu. İç ve dış karışıklıklar yüzünden Ruslar derhâl mütâreke teklifini kabul ettiler.
Diğer taraftan mütâreke imzalanan Avusturya ile sulh görüşmeleri Prusya, İngiltere ve Felemenk hükümetlerinin aracılığı ile Ziştovi’de devam ediyordu. Uzun ve çetin müzâkerelerden sonra, 4 Ağustos 1791 Perşembe günü Ziştovi andlaşması imzalandı. On maddeden meydana gelen bu anlaşmanın önemli maddeleri şunlardı: 1- Avusturya hükümeti, bu muhârebe sırasında zapt ve işgal ettiği bütün şehir ve kasabaları Osmanlı Devleti’ne iade edecek, kale ve palangalar alındığı gibi cephâneleriyle geri verilecek, 2- Hotin kalesi, Ruslarla bir sulh andlaşması imzalanıncaya kadar Avusturyalıların işgalinde kalacak ve Avusturya hiç bir suretle Rusya’ya yardımda bulunmayacak, 3- Esirler karşılıklı olarak serbest bırakılacak, 4- Belgrad kalesi Osmanlılara bırakılacaktı. Kasım 1791’de Yaş şehrinde başlayan sulh müzâkereleri on beş celselik uzun görüşmeler sonunda 10 Ocak 1792 târihinde bitti. Yaş muahedesi on üç maddeden meydana geliyordu. Bu andlaşmanın önemli maddeleri şunlardı: 1- Küçük Kaynarca (1774) ve ondan sonra imzalanan bütün andlaşmalarla Kırım ile Taman’ın Rusya’ya terki ve Kuban nehrinin sınır olarak kabulü hakkındaki 1784 andlaşmasının ve bu andlaşma ile kaldırılmayan madde ve hükümleri yine yürürlükte kalacaktı. Dinyestor (Turla) nehri iki devlet arasında ebedî sınır olacak, bunlardan Özi suyuna kadar olan arazi Rusya’ya verilecek, Rusya da Turla nehrinin karşı yakasında işgal etmiş olduğu araziyi Osmanlı Devleti’ne teslim edecekti. 3- Diğer hududlar, bu muhârebeden önceki gibi olacak, Rusya bu sınırların ötesinde işgal ettiği bütün kaleleri, Bucak bölgesi, Kili, Akkerman, İsmail, Bender ve bütün Boğdan’ı tahliye edecek, Eflak ve Boğdan’a bundan önceki andlaşmalarla tanınan bütün haklar bundan böyle yürürlükte kalacaktı. 4- Bu andlaşmanın imzasından sonra, Rusya’nın ince donanması ve askerleri, işgal ettikleri Osmanlı arazisinden 1792 Mayıs’ının on beşine kadar çekilecekti.
Sultan Selim Han’ın tahta çıkmasından beri dört sene devam eden savaş, anlaşmalar ile neticelendikten sonra, ordu, 1792 Pazartesi günü İstanbul’a döndü. Pâdişâh, ordu-yı hümâyûnu Dâvudpaşa kışlasında karşıladı. Napolyon Bonapart’ın Mısır’ı istilâsına kadar geçen sulh devresinde sultan üçüncü Selîm şehzâdeliğinden beri düşündüğü ıslâhatların icrâatına geçti.
Sultan üçüncü Selîm Han’ın pâdişâhlığının üçüncü ayında çıkan Fransız ihtilâli sırasında Avrupa devletleri bu devlete cephe almasına rağmen, Osmanlı Devleti mes’eleye karışmadığı gibi, münâsebetlerini de dostâne devam ettirdi. Nizâm-ı cedîd için Fransa’dan teknik ve yetişmiş eleman getirtti. Osmanlı Devleti, ihtilâlle değişen yeni Fransız idaresini tanıyan ilk devletlerdendi. Fakat Fransa, 1795 Basel andlaşmasında Venediklilerden Dalmaç kıyılarını aldı. Bu durumla Balkanlarda başlattığı istiklâl fikri propagandası, tâkib edilen siyâsetin değişmesine sebeb oldu. Adâlet-eşitlik-hürriyet fikirleriyle yapılan Fransız ihtilâli çıkış gayesinden uzaklaşarak, Fransa’nın yayılma siyâsetine döndü. Hırvat, Rum ve Sırpları ihtilâle, yahûdîleri de Filistin’de istiklâle teşvik ettiler. Fransa bununla da kalmayarak, sömürgecilik zihniyetiyle, İngiltere’yi Akdeniz’den çıkarıp Uzak doğudaki İngiliz sömürgelerini ele geçirmek için Hind’e giden yolların en kısası olan Mısır’a sâhib olmak ideâli ile, Osmanlı Devleti’nin toprak bütünlüğünü ihlâl etti. Napolyon Bonapart, beş yüze yakın gemiye aldığı Fransız ordusuyla Akdeniz’e açılıp Malta’yı işgal ettikten sonra, 2 Temmuz 1798’de İskenderiye’den Mısır’a çıkarma yaptı. Napolyon Mısır topraklarına ayak bastığı an; âsi Memlûklülere karşı Osmanlı hükümetini takviye ve Fransız ticâretini himaye için geldiğini bildiren beyanname yayınladı. Napolyon İskenderiye’yi zaptettikten sonra hızla Kahire üzerine yürüdü. Mısır vâlisi Ebû Bekir Paşa, Memlûklü beylerinden Murâd ve İbrâhim beylerle birleşerek mukavemete hazırlandı. 13 Temmuz’da Kahire yolunu kapatmak isteyen Memlûklü beylerinden Murâd Bey’in on bin askerini Rahmânîye’de kolayca dağıtan Napolyon, 21 Temmuz’da Mısır beylerbeyi Ebû Bekir Paşa’nın yirmi bin kişilik ordusunu bir-iki saat içinde bozdu. Bu mağlûbiyetler üzerine vâli Ebû Bekir Paşa Âdiliyye’ye, Murâd Bey yukarı Mısır’a, İbrâhim Bey de Suriye taraflarına çekildi. Ertesi gün Napolyon Kâhire’ye girdi.
Napolyon’un bu sevinç günleri uzun sürmedi. Bütün Akdeniz limanlarında Fransız donanmasını arayan İngiliz amirali Nelson, Fransızları Ebûkır’da en gayri müsait şartlar içinde yakaladı. Derhâl hücuma geçen İngiliz donanması, dördü hâriç bütün Fransız gemilerini yakıp batırdı. Nil zaferi adı verilen bu galibiyetle, Fransız ordusunun anavatanla alâkası kesilerek, Mısır’da mahsur bırakıldı.
Fransızların Mısır’ı ele geçirmeleri üzerine, sadrâzam İzzet Mehmed Paşa, 30 Ağustos’da azledilerek yerine Erzurum beylerbeyi Yûsuf Ziyâeddîn Paşa sadârete getirildi. Yûsuf Ziyâeddîn Paşa, kabiliyetli ve kültürlü bir devlet adamı idi. Osmanlı Devleti 2 Eylül 1798’de Fransa’ya harb îlân etti ve Fransa ile savaş hâlinde bulunan İngiltere’nin müttefiki oldu. Âzımzâde Abdullah Paşa, Mısır beylerbeyliğine, Cezzâr Ahmed Paşa da Mısır seraskerliğine tâyin edildi. 3 Ocak 1799’da Osmanlı-Rus, bir kaç gün sonra Osmanlı-İngiliz ittifakı imzalandı.
Napolyon 1799 Şubat’ının ilk günlerinde Kâhire’den hareketle Gazze’yi alarak Filistin’e girdi. 13 Mart’ta Yafa’yı alan Napolyon şehirdeki on bin kadar asker ve sivili öldürdü. Gayesi yerli halkın gözünü korkutup kısa yoldan Filistin, Lübnan ve Suriye’yi ele geçirmekti. 19 Mart’ta Cezzâr Ahmed Paşa tarafından savunulan Akka kalesini kuşattı. Akka kalesini Nizâm-ı cedîd askeri müdâfâ ediyordu. Türk-İngiliz donanması Akka önüne gelerek Fransız ordusunu topa tuttu. Napolyon, Akka’da hiç ümid etmediği bir mukavemetle karşılaştı. Zayiatı gün geçtikçe arttı. Yardım kuvvetlerinin gelmesi Napolyon’u zor durumda bıraktı. Fransız ordusunun Akka’daki başarısızlığını öğrenen Mısır halkı, bölgede bırakılan Fransızlara baş kaldırdı. 21 Mayıs’ta ağırlıklarını gizlice gömdüren Napolyon, Akka önünden çekildi. Napolyon, Akka’da aldığı dersi hayâtı boyunca unutamayarak, bir daha asla kale muhasarasına girişmedi. Napolyon Mısır’a vardığında, Köse Mustafa Paşa’nın komutasındaki sekiz bin kişilik kuvvetle İskenderiye yakınlarına çıktığını öğrenince, bölgeye hareket etti ve Köse Mustafa Paşa’yı mağlûb ederek esir aldı. Napolyon bu başarısına rağmen Fransa ile irtibatı kesildiği için devamlı zâyiât veriyor ve hiç bir yerden yardım alamıyordu. Diğer taraftan güçlü bir Osmanlı ordusu İstanbul’dan Mısır’ı geri almak için hareket etmişti. Bu yüzden Napolyon 22 Ağustos 1799’da iki gemi ile Mısır’dan ayrıldı. Türk ve İngiliz gemilerine görünmeksizin Fransa’ya varmaya muvaffak oldu.
Napolyon, Mısır’dan ayrılırken yerine general Kleber’i hâl ve şartlara göre Mısır’ı tahliye etme yetkisi vererek bırakmıştı. İngiliz donanmasının Mısır sahillerini tehdîd etmesi ve Osmanlı ordusunun başındaki Yûsuf Ziyâ Paşa’nın Mısır’a yaklaşması üzerine Kleber Mısır’ı tahliye etmeyi teklif etti. Osmanlı-İngiliz-Fransız murahhasları 24 Ocak 1800’de yirmi iki maddelik El-Ariş mukavelesini imzaladılar. Bu mukaveleye göre Fransızlar üç ay içinde silâhları ve ağırlıkları ile Mısır’ı tahliye edeceklerdi. Fransa komutanı Mısır’ın güney bölgelerini tahliye ederek, sadrâzama teslim etti. Fransız askerleri İskenderiye’ye inmeye başladığı sırada İngiltere hükümeti El-Ariş mukavelesini tanımadığını, Fransız askerlerinin harb esiri muamelesi görmelerini Kleber’e bildirdi. Bunun üzerine Kleber, Osmanlı ordusuna saldırarak mağlûb etti ve Mısır’a tekrar yerleşti. Osmanlı ordusu yeniden hazırlıklara başladığı sırada, Halebli Süleymân adında bir Türk gencinin, general Kleber’i hançerliyerek öldürmesi üzerine, Fransa ordusunun başına general Menu getirildi. Fransa ordusunda bu değişiklik olduğunda İngilizler Hindistan’dan getirdikleri sekiz bin askeri Ebûkır’a çıkardılar ve İstanbul’dan gönderilen kaptân-ı derya Küçük Hasan Paşa, 70 Osmanlı gemisi ile İskenderiye’de Fransızların ric’at yolunu kapattı. Bundan sonra, Fransızlar yer yer mağlûb olmaya başladılar. General Menu, Fransa’dan yardım geleceğinden ümidini keserek 27 Haziran 1801’de Mısır’ın boşaltılması hakkında ikinci bir anlaşmayı imzaladı. Osmanlı ordusu, 10 Temmuz’da Kâhire’ye, 26 Ağustos’da da İskenderiye’ye girdi. Bu durum İstanbul’da 4 gün 4 gece şenlik yapılarak kutlandı. Sultan üçüncü Selîm Han’a Gâzî ünvânı verildi. 25 Haziran 1802’de Türkiye ile Fransa arasında Paris muahedesi imzalandı. Bu anlaşma ile Osmanlı hükümeti Fransa ile İngiltere’ye Karadeniz’de ticâret yapma hakkını tanıdı. Bu târihe kadar Karadeniz ticâreti, Türk ticâret gemilerinin elindeydi. Napolyon Bonapart ülkesine döndükten kısa bir süre sonra imparator olmuştu. İmparatorluğu zamanında Osmanlı Devleti ile iyi münâsebetler kurmaya çalıştı ve üçüncü Selîm Han’a ıslâhat işlerinde maddî yardımlarda bulundu. Mühendishâne-i Berr-i hümâyûna fennî âletler hediye etti.
Osmanlı Devleti Mısır mes’elesini hallettikten bir süre sonra, Arabistan yarımadasındaki Vehhâbîler, Avrupalılardan gördükleri yardımlar ile, isyân ederek Tâif’i ele geçirdiler ve ahâlinin çoğunu öldürdüler. 30 Nisan 1803’d’e Mekkeyi zaptettiler. Hicaz beylerbeyi Şerîf Paşa, 6 Ağustos’ta Vehhâbîleri şehirden çıkardı. Daha sonra Mısır vâlisi Kavalalı Mehmed Ali Paşa, Sultan’dan aldığı emirle Vehhâbî isyânını bastırıp Arabistan’da kısmen huzur ve asayişi te’min etti (Bkz. Vehhâbîlik).
Osmanlı Devleti, Mısır’ı Fransız işgalinden kurtardıktan sonra tekrar sulh dönemine girdi. Islâhat hareketlerine devam edildi. 24 Nisan 1805’de sadrâzam Yûsuf Ziyâeddîn Paşa, sadâretten çekilince, yerine kapdân-ı derya Hâfız İsmâil Paşa getirildi. 1805 senesi sonlarına doğru yeni kurulan Nizâm-ı Cedîd ordusu yavaş yavaş başarılı olmaya başladı. İstanbul’da Asâkir-i Şâhâne alayları kurulduğu gibi, sultan üçüncü Selîm Han’ın en büyük yardımcılarından olan Karaman beylerbeyi Kâdı Abdurrahmân Paşa da Anadolu’da büyük modern birlikler kurdu. Rumeli’nde yeni ordu kurulması için harekete geçildi. Fransız ihtilâlinin yaydığı milliyetçilik hareketi, Rumeli’ne de sirayet etmeye başladı. Bölgede türeyen âyânlar, vâlileri hattâ sultanın fermanını dinlemez oldular. Sultan üçüncü Selîm, itaatsiz âyânları ortadan kaldırmak için Karaman vâlisi Abdurrahmân Paşa’yı İstanbul’a çağırdı. 24.000 askeri ile İstanbul’a gelen Abdurrahmân Paşa, derhâl bölgeye hareket etti. Bir çok eşkıyayı ve âsiyi ortadan kaldıran Abdurrahmân Paşa, hakkında yapılan asılsız şikâyetler yüzünden geri çağrıldı. Bu durum Rumeli’deki âyânları tamamen söz dinlemez hâle getirdi.
Diğer taraftan Ruslar, durmadan Sırpları Osmanlı Devleti’ne karşı isyâna teşvik ediyordu. Bu sırada vezirlik payesi verilmiş olan âsi Pazvandoğlu da işe karıştı. Sırp isyâncılarının başına Karayorgi adında bir domuz çobanı geçti. Avusturya ve Rusya’dan yardım alan Karayorgi, isyân hareketini genişletti. Bosna vâlisi Ebû Bekir Paşa bölgeye gönderildi. Ruslar aynı zamanda Karadağlıları da isyâna teşvik ediyordu. Karayorgi, 13 Aralık 1806’da Belgrad’ı ele geçirerek oradaki müslümanları kılıçtan geçirdi. Bu sırada Karayorgi’yi desteklemek, Besarabya ve Güney Podolyayı geri almak için general Michelson kumandasındaki 60.000 kişilik ordu ile harp ilânına gerek duymaksızın Osmanlı topraklarına girerek Hotin, Bender, Kili, Akkerman kalelerini ele geçiren Ruslara, İsmâil kalesi önünde mağlûb edildiler. Osmanlı Devleti 22 Aralık 1806’da Rusya’ya resmen harb îlân etti. Harb ilânını müteakip sadrâzam Hâfız İsmâil Paşa azledilerek yerine İbrâhim Hilmi Paşa getirildi. Serdâr-ı ekrem olarak Rumeli’ye gönderilirken, hıyaneti ile meşhur Köse Kâdı sadâret kaymakamı olmuştu.
Osmanlı Devleti, Rusya’ya harb îlân etmekle Osmanlı-İngiliz-Rus ittifakından ayrılmış oldu. Fransa ile harb hâlinde olan İngiltere bu durum karşısında derhâl harekete geçti. 16 gemiden müteşekkil İngiliz donanması, Çanakkale boğazındaki istihkâmların hazırlıksız olmasından istifâde ederek 20 Şubat 1807’de boğazı geçip İstanbul önlerine geldi. Donanma komutanı Bâb-ı âlî’ye yazılı bir ültimatom verdi. Bunda; Fransız elçisinin sınır dışı edilmesini, Eflâk ve Boğdan’ın terk edilmesi suretiyle Rusya ile sulh andlaşması imzalanmasını, te’minât olarak da Çanakkale istihkâmlarının muvakkaten İngilizlere teslimini istiyordu. Verilen süre kısa olduğundan Hoca İshak Efendi, İngiliz amiralinden bir kaç günlük müddet istemek için Sultan tarafından amirale gönderildi. Görüşmeler neticesinde amiral üç gün müddet tanıdı. Bu müddet içinde İstanbul halkı; kadınları, çocukları dâhil geceli gündüzlü çalışarak İstanbul sahiline namluları İngiliz gemilerine doğru çevrilen 1.250 top yerleştirdi. Üç gün müddet geçince, tekrar amiralin yanına giden Hoca İshak Efendi, İngiliz tekliflerinin hiç birinin kabul edilmediğini bildirdikten sonra eliyle İstanbul sahillerini gösterdi. Durumun vehâmetini fark eden İngiliz amirali, Çanakkale boğazı daha fazla tahkim edilmeden kaçıp kurtulmaya çalıştı. Fakat Çanakkale boğazından geçerken iki İngiliz gemisi batırıldı.
Çanakkale boğazından çıkan İngiliz donanmasına, Mısır’ın işgal edilmesi görevi verildi. Mısır’daki Memlûklülerden yardım göreceğini ümid eden İngiliz amirali, İskenderiye sahiline 6-7 bin kişilik kuvvet çıkardı ise de, Mehmed Ali Paşa Memlûklüleri tamamen sindirdiğinden, İskenderiye’yi işgal eden İngilizler, Reşîd üzerine yaptıkları bir harekâtta mağlûb oldular ve Mehmed Ali Paşa kuvvetleri karşısında tutunamıyarak gemilerine çekilmek mecburiyetinde kaldılar.
Bu sırada sadrâzam İbrâhim Paşa, ordu-yı hümâyûn ile Rus cephesine hareket etti (12 Nisan 1807). Yeniçeriler bu sefere Nizâm-ı cedîd ordusu ile katılmak istemediklerinden, modern silâhlarla donatılmış bu ordu İstanbul’da bırakıldı. Osmanlı-Rus savaşının ilk safhaları, Osmanlı ordusu yönünden oldukça iyi geçti. Rusçuk âyânı Alemdâr Mustafa Paşa’nın bir çok muvaffakiyetleri görüldü. Rus ordusunun İsmâil kalesi üzerine yaptığı hücumlar te’sirsiz kaldı. Bozcaada’ya kadar gelen Rus donanması, kapdân-ı derya vezir Cezâyirli Seydi Ali Paşa tarafından geri püskürtüldü. Rusların Tiflis’i ele geçirmeleri üzerine, Erzurum vâlisi Yûsuf Ziya Paşa’ya doğu seraskerliği verilerek, bölgede savunma tedbirleri alındı. Bu başarılar İstanbul’da umûmî bir sevinç meydana getirdi.
Osmanlı ordusu cephede başarılar elde ederken, İstanbul’da Nizâm-ı cedîd düşmanları harekete geçti. Bâzı devlet adamlarının teşvikiyle boğaz yamaklarından olan Kabakçı Mustafa, 25 Mayıs 1807’de isyân etti (Bkz. Kabakçı Mustafa). Sultan üçüncü Selîm, isyânın büyümemesi için 28 Mayıs’ta Nizâm-ı cedîdi kaldırdığını resmen açıkladı. Nizâm-ı cedîd korkusu kalmayan isyâncılar, At meydanında toplanarak Sultan’dan Nizâm-ı cedîd tarafdârı olan on kişinin başını istediler. Sultan Selîm Han, fazla kan dökülmemesi için isyâncıların bu isteğini yerine getirdi ve sarayda bulunanları teslim etti. Zîrâ Sultan, âsîlerin bu isteklerinin yerine getirilmediği takdirde, zorla saraya girip isteklerini gerçekleştireceklerini biliyordu. İsyancılar, listede ismi geçenleri çeşitli işkencelerle öldürdüler. Fakat yamakları isyâna teşvik eden devlet ricali, bu kadarını kâfi görmedi ve tekrar onları kışkırtarak Pâdişâh’ın tahttan indirilmesini istemelerini telkin ettiler.
Kabakçı Mustafa, Şeyhülislâmı At meydanına davet ederek, ondan zorla pâdişâhın hal’ fetvasını aldı. Bunun üzerine âsîler; “Sultan Selîm’i istemiyoruz” diye bağırmaya başladılar. Bir hey’et, hal’ fetvasını Pâdişâh’a götürdü. Selîm Han, derin bir acı ile pâdişâhlıktan çekildiğini bildirdi. Sultan Selîm Han’a saltanattan ferâgattan önce, ordu-yı hümâyûnu İstanbul’a çağırarak isyânı bastırması teklif edilmişti. Bu teklife; “Olmaz, sonra Rus orduları Çatalca’ya kadar gelir” cevâbını verdi. Böylece en büyük felâket ânında dahi, devlet ve memleketi düşünerek hareket etti. Osmanlı tahtına yeğeni dördüncü Mustafa Han geçti. İstekleri yerine gelen âsiler dağıldı.
Sultan üçüncü Selîm Han, Topkapı Sarayı’nda bir odada nezâret altında yaşamaya başladı. Kendisine sâdık devlet adamları ve âsîlerin hükümetteki icrâatlarını beğenmeyen tarafdârları, tekrar tahta geçirmek için faaliyet gösterdiler. Sultan Selîm Han tarafdârları, Rusçuk’daki Alemdâr Mustafa Paşa’nın etrafında toplanıp harekete geçtiler. Alemdâr Mustafa Paşa, sultan Selîm Han’ı tekrar tahta geçirmek için Rumeli’deki maiyyetiyle İstanbul’a geldi. 28 Temmuz 1808’de Bâb-ı âlî ve Topkapı Sarayı’nı basıp, sultan üçüncü Selîm Han’ı tahta geçirmek istediyse de, muvaffak olamadı. Sarayda bulunan zorbaların bir kısmı, harem dâiresinde ibâdetle meşgul olan sultan Selîm Han’a alçakça saldırdılar. Nizâm-ı cedîd çalışmalarında olduğu gibi, canını müdâfaada da yalnız kalan Sultan Selîm, hançer darbeleriyle şehîd edildi. 29 Temmuz’da kalabalık bir cenaze merâsimiyle, Lâleli Câmii yanında babası üçüncü Mustafa Han’ın türbesine defnedildi.
Tebaasına karşı çok merhametli ve şefkatli olan sultan üçüncü Selîm Han, yaradılışından halîm, selîm ve çok zekî idi. Çok yumuşak olup, kan dökmekten nefret ederdi. Milletini ve devletini kendisinden çok düşünürdü. Cömert olup, etrafındakilere hediye vermekten zevk duyardı. Şâir ve hattattı. Şiirlerinde İlhâmî mahlasını kullanan ve çok iyi yetiştirilen Selîm Han, Devlet’in büyük bir tehlike içinde olduğunu, eğer süratli bir şekilde ıslâhat yapılmazsa, geleceğin kötü olacağını çok iyi biliyordu. Bu samîmi düşüncesi ve bütün kudreti ile devleti kurtarmak için; askerî, idâri, mülkî, içtimaî ıslâhatları Nizâm-ı cedîd adıyla tatbîkât safhasına koydu. Son sefer ve harblerdeki mağlûbiyet ve kesin netîce alınmaması, askeriyenin ıslâhını daha fazla gerektiriyordu. Teknik ve tecrübe bakımından Avrupa hakkında daha geniş malûmata sahip olabilmek için büyük ilim adamı Ebû Bekir Râtıp Efendi’yi elçi olarak Viyana’ya gönderdi. Râtıp Efendi, sekiz ay Viyana’da kaldıktan sonra, araştırmalarının neticelerini bir rapor hâlinde Sultan’a takdîm etti.
Sultan Selîm, yapılacak olan ıslâhatın milletin malı olması için devlet adamlarının da fikirlerine müracaat ederek, onlardan ıslâhat hakkındaki fikirlerini belirten lâyihalar istedi. Bu lâyihaların hepsinde ağırlık noktasını askerî ıslâhat meydana getiriyordu. Bunun üzerine Selîm Han, on kişilik bir komisyon kurarak, ıslâhat programının hazırlanmasını istedi. Komisyonun başına, İbrâhimpaşazâde İbrâhim İsmet Bey’i getirdi. Bu komisyon yetmiş iki maddelik bir program hazırladı. Bu programda askerî ıslâhatın yanı sıra; mülkî, idâri, ticarî, ictimâî ve siyâsî ıslâhatlar da yer alıyordu. Sultan Selîm, 24 Temmuz 1793’de Bostancı ocağına bağlı olarak modern tarzda Nizâm-ı cedîd adıyla yeni bir ordu kurdu (Bkz. Nizâm-ı cedîd). Bu ordunun masraflarının karşılanması için irâd-ı cedîd defterdârlığı kurulup, eski sadâret kethüdalarından Mustafa Reşîd Efendi de bu işle vazifelendirildi. Levend çiftliğinde kışla kurulup, yeni ordu tâlime başlatıldı. Nizâm-ı cedîd ordusuna getirilen yenilik ve tâlimler, yeniçerilere de tatbik editmek istendi ise de, yenilik ve tâlimleri kabûllenmiyen yeniçeriler, birkaç ay sonra eğitimi terkettiler.
Ordunun teknik sınıfları takviye edilerek; humbaracı, lağımcı, topçu ocakları için yeni kânunlar yapıldı. 1794’de Teknik üniversite mâhiyetinde Sütlüce’de Mühendishâne-i Berrî-i hümâyûn kuruldu. Okulun öğretim üyesi, kitap, ders, âlet ve edevatı yurt içi ve dışından bütünüyle karşılandı. Nizâm-ı cedîd ordusu yetiştirilmek üzere Ankara, Kayseri ve Konya’da teşkîlât kurulup, askerin mevcudu arttırılmaya çalışıldı. Mülkî ıslâhat da yapılıp, Anadolu ve Rumeli toprakları yirmi sekiz eyâlete ayrıldı. Âyânların eskiden olduğu gibi halk tarafından seçilmesi kânun hâline getirildi. Resmî dâirelere tâlimât gönderilerek, yazışmalara, kullanılan dile, tâbirlere dikkat edilmesi ve halkın işlerinin sür’atle takip ve yerine getirilmesi istendi. İlmiye ricali için yeni nizâmnâme çıkarıldı. İlmî eserler yazılıp, pek çok kitap tercüme edilerek, yayınlandı. Ticarî ve iktisadî sahada yenilik yapılıp, zahîre nâzırlığı kuruldu. Tecdîd-i Kânûnî tımar ve zeamet kanunuyla, harbe katılmayan tımar ve zeamet sahiplerinden topraklarının geri alınması esâsı getirildi. Gayr-i müslim esnaf ve tüccardan bâzıları vergi ve yurt dışına para kaçırmak için Osmanlı ülkesinde oturduğu hâlde, yabancı devlet tebeasına giriyorlardı. Bu durum ve paranın dışarıya çıkarılmasına karşı tedbir alındı. Avrupa devletlerine daimî elçilikler kurularak, 1793’de ilk tâyinler yapılıp, Avusturya, Fransa, İngiltere ve Prusya merkezlerine gönderilen elçiler; bulundukları memleketlerin yalnız siyâseti ve diğer devletlerle olan münâsebetleri hakkında bilgiler toplamakla kalmayıp, aynı zamanda, oraların kültürleri, her türlü ilerleme ve gelişmeleri hakkında bilgiler toplayarak, rapor hâlinde İstanbul’a gönderdiler.
Sultan Selîm Han, hayırsever olup, pek çok hayır müessesesi ve eserler yaptırdı. Üsküdar’da Selimiye Câmii ile Çiçekçi Câmii’ni yaptırdı. Eyyûb Câmii’ni büyülterek yeniden yaptırdı. Karacaahmed’de Miskinler Tekkesi denilen Dedeler mescidini yaptırıp, Küçük Mustafa Paşa’daki Gül Câmii’ni inşâ ettirdi. Üsküdar’da hâlâ kullanılan meşhur Selîmiye kışlasını, Heybeliada’da Deniz Harb Okulu olan Bahriye mektebini yaptırdı.
Saltanatı müddetince içte ve dışta büyük düşmanlarıyla mücâdele etmesine rağmen, ülke îmâr edilip fazla toprak kaybı olmadı. Fakat başlatmış olduğu ıslâhat çalışmalarının meyvelerini alacağı sırada şehîd edilmesiyle duran yenileşme hareketleri, daha sonra ikinci Mahmûd Han’la devam etti.

GAYRET-İ İSLÂMA NE OLDU?

Sultan üçüncü Selîm Han’ın 1787- Rus savaşında ordu-yı hümâyûna gönderdiği ferman şöyledir: “Sizin tereddüt göstermeden ve düşmana mukavemet etmeden terk ettiğiniz toprakları, ecdadımız göğsünü düşmanın top ve tüfeğine siper ederek, düşman karşısında demir yumruk gibi durarak, arslan gibi kükreyerek zaptetmişti. Size ne oldu? Siz onların evlâdları değil misiniz? Bu hâl ne hâldir ki, yüz geri edip memleketi düşmana terk edersiniz. Moskof askeri kraliçeleri olan bir avretin gayreti için, açlığa, susuzluğa soğuğa, sıcağa, yaraya, bereye, kan ve ölüme katlanıp beş yüz senedir cihânı titreten devletimize galebe eder. Fethedüp, ele geçirdiği Türk ve müslüman memleketlerinde akla gelmez facialar yapar. Düşman istilâ ettiği yerlerde, eteğinin ucunu göstermemiş ve niceleri Peygamber evlâdından olan müslüman kız ve gelinlerini esir edip kocalarının, baba ve kardeşlerinin önünde ırzlarına saldırdılar. Yazık, çok yazık! Sizde hiç millet, vatan sevgisi, ırz, namus kaygısı yok mu? Gayret-i İslâm’a ne oldu? Ben şehzâde iken, bunları işitip kan ağlardım. Şimdi kalbim parçalanıyor. Dünyâ çabuk geçer ne kadar yaşasak sonunda ölümün pençesinden kurtuluş mümkün değildir. Şimdi düşman elinde esir düşmüş olan kadınlar ve kızlar, ana ve babalarından ayrılmış çocuklar, mahşer gününde yakamıza yapışacaklardır. Ben, kudretim dâhilinde sizlerden hiç bir şey esirgemedim. Bakalım bundan sonra gâzi dilâver kullarım, hepinizden istirhamım gayret kemerini belinize birkaç yerden bağlayıp korkaklık ve alçaklık edenleri kabul etmeyip, İslâm gayretinin tamamlanmasına ve Allahü teâlânın fazlı ile düşmandan intikam almaya ihtimam edesiniz. Benim duâm sizinle beraberdir. Büyüğünüz ve küçüğünüz berhudar olasınız. Allahü teâlâ sizlere yardım ve sizleri muzaffer eylesin.”

NAT

Nola fahr etse yazarken hâme na’tu midhatin,
Ol Resûl-i kibriyânın vasf-ı zât-ı devletin.
Bî-nazîr mahbûb-ı Hak’tır görmemiş mislin felek,
Nûrdan bir serve benzetmiş görenler kâmetin.
Hilkat-i dünyâ bâis zât-ı pâkindir senin,
Arşdan a’lâ yâ Resûlallah kadr ü rif’atin.
Hamd ola Hakk’a bizi çün ümmetinden eyledi,
Şükrün etmek nice mümkindür bu uzmâ nîmetin.
…………………..
Dâima zikr-i salâtım ola evrâdım benim,
Olur ise ey şeh-i taht-ı risâlet himmetin.
Mülhem oldun yazmaya bu nüsha-i vassâfi çün,
Tâ şefaat eyleye bu na’t-ı pâke himmetin.
Bin salât ile selâm eyler revân-ı pâkine,
Eyler İlhâmî recâ nakd-ı şefâat ruhsatin.
Açıklaması: O büyük Peygamberin yüce kişiliğine âit vasıfları övüp na’tımı yazmadan, kalemimin övünmesine şaşılır mı? Allahü teâlânın feleğin eşini görmediği, benzersiz sevgilisinin boyunu görenler, nurdan bir serviye benzetmişler. Dünyânın yaratılışına sebeb senin temiz kişiliğindir, ey Allah’ın Resulü! Senin değerin ve yüceliğin arştan da yüksektir. Bizi senin ümmetinden eylediği için Allahü teâlâya şükürler olsun. Bu büyük nimetin şükrünü etmek nasıl mümkün olur? Ey peygamberlik tahtının sultânı! Eğer himmet edersen her an dilimde dolaşan söz’ler seni anmakla ilgili duâlar olsun. Madem ki bu övgü dolu şiirin yazılmasına ilham kaynağı oldu. Bu temiz na’ta himmetin şefaat eylesin. İlhâmî, senin temiz ruhuna binlerce duâ ile selâm eder ve yüce şefaatin için izin ricâ eder.

Sultan Üçüncü Selîm Han Devri Kronolojisi

7 Haziran 1789 : Koca Yûsuf Paşa’nın azli ile, sadârete Meyyit Hasan Paşa’nın getirilmesi.
11 Temmuz 1789 : Osmanlı-İsveç ittifakı.
1 Ağustos 1789 : Fokşan mağlûbiyeti.
22 Eylül 1789 : Buza mağlûbiyeti.
23 Eylül 1789 : İsmâil zaferinin kazanılması.
8 Ekim 1789 : Belgrad’ın düşman eline geçmesi.
3 Aralık 1789 : Cezâyirli Hasan Paşa’nın sadârete getirilmesi.
31 Ocak 1790 : Osmanlı-Prusya ittifakı.
30 Mart 1790 : Cezâyirli Hasan Paşa’nın ölümü.
16 Nisan 1790 : Ruscuklu Çelebizâde Şerîf Hasan Paşa’nın sadrâzam olması.
8 Haziran 1790 : Yerköyü zaferinin kazanılması.
22 Aralık 1790 : İsmâil kalesinin düşman eline geçmesi.
15 Şubat 1791 : Koca Yûsuf Paşa’nın ikinci defa sadârete getirilmesi.
10 Temmuz 1791 : Maçin kalesinin düşman eline geçmesi.
4 Ağustos 1791 : Ziştovi barış andlaşmasının imzalanması.
9 Ocak 1792 : Yaş muâhedesinin imzalanması.
4 Mayıs 1792 : Dâmâd Melek Paşa’nın sadârete getirilmesi.
24 Şubat 1793 : Nizâm-ı Cedîd ordusunun kurulması.
19 Ekim 1794 : İzzet Mehmed Paşa’nın sadârete getirilmesi.
2 Temmuz 1798 : Fransız Ordusu’nun Napolyon kumandasında Mısır’a asker çıkarması ve İskenderiye’nin düşman eline geçmesi.
30 Ağustos 1798 : Yûsuf Ziyâüddîn Paşa’nın sadrâzamlığa tâyini.
2 Eylül 1798 : Fransa’ya savaş açılması.
18 Mart 1799 : Akka zaferi
22 Ağustos 1799 : Napolyon’un gizlice Fransa’ya kaçması.
27 Haziran 1801 : Fransa’nın Mısır’dan çekilmesi.
25 Haziran 1802 : Osmanlı-Fransız barış andlaşmasının imzalanması.
30 Nisan 1803 : Suûd bin Abdülazîz’in Mekke’ye girmesi.
24 Nisan 1805 : Hâfız İsmâil Paşa’nın sadârete getirilmesi.
8 Temmuz 1805 : Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın Mısır vâliliğine tâyini.
24 Eylül 1805 : Osmanlı-Rus andlaşmasının yenilenmesi.
2 Haziran 1806 : Nizâm-ı cedîd ordusuna karşı yeniçerilerin Edirne’de ayaklanmaları.
14 Kasım 1806 : İrahim Hilmi Paşa’nın sadrâzamlığa tâyini.
13 Aralık 1806 : Sırp isyânı.
22 Aralık 1807 : Rusya’ya savaş îlânı.
20 Mart 1807 : İngiliz donanmasının İskenderiye’yi işgal etmesi.
25 Mayıs 1807 : Kabakçı Mustafa isyânı.
29 Mayıs 1807 : Sultan üçüncü Selim Han’ın tahttan indirilmesi.
28 Temmuz 1808 : Sultan üçüncü Selîm Han’ın şehîd edilmesi.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Osmanlı Târihi (l. H. Uzunçarşılı) cild-4, bölüm-1, sh. 546
2) Îzâhlı Osmanlı Kronolojisi (İ. H. Danişmend); cild-4, sh. 68
3) Osmanlı İmparatorluğu Târihi (Z. Danışman); cild-11, sh. 133
4) Rehber Ansiklopedisi; cild-15, sh. 145
5) Büyük Türkiye Târihi (Y. Öztuna); cild-6, sh. 385
6) Târihi Cevdet; cild-4, sh. 13, 307
7) Teşrifât-ı Kadîme (Esad Efendi); sh. 110-117
8) Üçüncü Selim’in Hattı Hümâyunları (E.Z. Karal); sh. 39 v.d.

SARIKAMIŞ HAREKATI


Birinci Dünyâ savaşı içinde Kafkas cephesinde Türk-Rus muhârebelerinin Sarıkamış yakınlarında geçen ilk safhası. Enver Paşa’nın sırf Kafkas fâtihi ünvânını kazanmak için gerçekleştirdiği bu harekâtta büyük çoğunluğu soğukdan donan 90.000’den fazla, subay, astsubay ve er şehîd oldu.
İttihâd ve Terakkî komitesine mensup üç-dört kişinin, başta hudutsuz bir ikbâl hırsından başka his ve meziyeti bulunmayan Enver Paşa olmak üzere, Talât ve Cemâl paşaların cehalet, gaflet, hattâ hıyanet kelimeleriyle anlatılabilecek korkunç mâcerâperestlik ve hamâkatleri netîcesinde; koca imparatorluk, dünyâ denizlerine hâkim büyük devletler dururken, Orta Avrupa’da sıkışıp kalmış olan Almanya ve Avusturya yanında ümitsiz bir şekilde savaşa sokulmuştu.
Savaşa girişin bu ilk safhasından sonra, sıra Alman ordularının çeşitli cephelerdeki yükünü azaltmaya gelmişti. İngilizlerin çok az bir kuvvetle ellerinde tuttukları Mısır’ı fethetmekle Cemâl Paşa vazifelendirildi. Yapılan bu hareketle Almanlara karşı savaşacak külliyetli mikdârdaki İngiliz askeri bölgeye çekildi. İngilizlerin kuvvetle tahkim ettikleri Süveyş’e şuursuzca saldırılarak binlerce müslüman evlâdı heba edildi (Bkz. Kanal harekâtı).
Kafkas cephesinde ise, ilk tecâvüz Ruslar tarafından vâkî oldu. 31 Ekim 1914’de Doğu Bâyezîd’in şimal hududundan saldıran Rus kuvvetleri, sonra Kars’dan hareket ederek 1 Kasım 1914’de Türk hududunu geçip Pasin ve Eleşkirt’e doğru ilerlediler. 6 Kasım 1914’de ilk Türk-Rus karşılaşması oldu. Kanlı çarpışmalar sonunda Ruslar püskürtülerek Köprüköy muhârebesi kazanıldı. 11 Kasım’dan 19 Kasım’a kadar mukabil Türk taarruzlarıyla Ruslar Azap köyü muhârebesini de kaybettiler. Ancak cephane yokluğu, şiddetli soğuk yanında, askerin donanımının yetersizliği gibi sebepler düşman kuvvetlerinin takibine fırsat vermiyordu.
Cemâl Paşa’nın şâşâlı bir şekilde Mısır’ın fethine gitmesi sonunda başarılı olacağını ve kendisinin gölgede kalacağını sanan genç ve tecrübesiz harbiye nâzırı Enver Paşa, Kafkas cephesindeki bu ilk muvaffakiyetlerden ümitlendi. Büyük bir kumandan edasıyla, şark cephesinde Kafkasya’yı ele geçirerek, buradaki muhtelif milliyetleri Rusya aleyhine isyâna teşvikle, büyük muvaffakiyetler elde ederek şan ve şöhret kazanmak hevesine kapıldı. O güne kadar bir alaya bile komuta etmediği hâlde büyük kumandan olduğuna inanan Enver Paşa, bu maksadını gerçekleştirmek için, 14 Aralık 1914’de Köprüköy’e geldi. Esasen her yerde yanında bulunan danışmanları Alman subayları da bu maceraperestpaşayı pohpohlamaktan geri durmuyorlardı. Onların maksadı, yüz binlerce müslüman evlâdının canı pahasına bile olsa, Türkler tarafından bu cephede yapılacak bir taarruzla Rusların Alman cephesindeki bir kısım kuvvetlerini Kafkaslara çekmelerini sağlamaktı. Bu suretle Fransa cephesinde korkunç muhârebeler yapmakta olan Almanya’nın, Rus cephesindeki yükü hafiflemiş olacaktı.
16 Aralık’ta Köprüköy’de bulunan üçüncü ordu karargâhında bir toplantı düzenleyen Enver Paşa, kendisi gelmeden önce bölgeye gönderdiği albay Hâfız Hakkı’nın bölgenin ve askerin durumunu iyice araştırmadan kendisine gönderdiği iyimser telgraflarına dayanarak hazırladığı Sarıkamış ihata (kuşatma) harekâtını anlatmaya başladı. Tasarladığı bu harekâtı akademiden hocası olan üçüncü ordu komutanı Hasan İzzet Paşa ve ordu kurmay başkanı yarbay Felix Guse ile görüşmek istiyordu. Toplantıya; general Bronsart von Schellendorf, yarbay Feldman ve Enver Paşa’nın yaveri binbaşı Kâzım (Orbay) da katılmıştı.
Enver Paşa’nın anlattığı plâna göre; on birinci kolordu bulunduğu bölgede, yâni Köprüköy’ün doğusunda kalacak ve Rusların dikkatini üstüne çekmek için gösteri saldırıları yapacaktı. Bu sırada albay Yûsuf İzzet komutasındaki ikinci süvari tümeni Aras ırmağının güneyinden Rus cephesinin güney kanadına saldırarak Rusların bu kanada kuvvet kaydırmasını sağlayacaktı.
İhsan Paşa, dokuzuncu kolordusuyla Bandız üzerinde, Sarıkamış’a saldırırken, Alman binbaşı Strange komutasındaki bir müfreze de Artvin üzerinden Kars’a sarkacaktı. Plânın en can alıcı kısmını onuncu kolordu komutanı albay Hâfız Hakkı uygulayacaktı. Albay Hâfız Hakkı, Oltu üzerinden geniş bir yay yaparak Allahüekber dağını aşacak ve Kars-Sarıkamış demiryolu üstündeki Novoselim’e varacak ve neticede Rus ordusu Sarıkamış’ta kuşatılmış olacaktı. Ancak Rusların kaçarak Kars’a çekilmeleri ihtimâli biraz düşündürücüydü. Zîrâ Kars bir kaleydi ve tahkim edilmiş mevzilerinde üç yüz top vardı. Bu yüzden Kars’ın alınması biraz zor olabilirdi. Bu engeli de yine albay Hâfız Hakkı aşacaktı. Kolordusuyla Oltu’yu alınca geri çekilecek olan Rus kuvvetlerini ters cepheden bir savaşa zorlayacak ve Kars yönünü tıkayacaktı.
Sarıkamış’ta kuşatılacak olan Rus ordusunun yok edilmesini amaçlayan plân gerçekleştiği takdirde, otuz altı yıldır Rusların elinde olan Kars kurtarılacak, 1878 Berlin andlaşmasının öcü alınacak ve Kafkasya’da fırsat bekleyen milyonlarca Türk ayaklandırılacaktı. Ayrıca Mısır, İran ve Afganistan’a yapılan seferlerin meyveleri de toplanacaktı. Fakat Avrupa’da barıştan bahsedilmesi, başlanan büyük işlerin yarıda kalmasına yol açacaktı. Bunun için bir an önce saldırıya geçmek, ilkbahara kadar elden geldiğince Kafkasya içlerine dalmak gerekiyordu. Savaşın kısa sürede bitme ihtimâlinden sıkılan Enver Paşa, sözlerini; “İlkbaharda barış olunca bizim de elimize bir şeyler geçmiş olmalı” diye bitiriyordu.
Hasan İzzet Paşa’ya göre ise; bu plânın tatbiki mümkin değildi. Karakışda kar içinde böyle bir harekât iyi sonuç vermezdi. Kış şiddetini kaybetmeli, yollar harekâta elverişli duruma gelince düşman üzerine gidilmeli idi.
Enver Paşa beklemediği bu fikir karşısında çok sinirlenmiş, söylenmeye başlamış ve; “Eğer hocam olmasaydınız, sizi îdâm ettirirdim!” demekten kendini alamamıştı.
Enver Paşa’nın tehdidine rağmen Hasan İzzet Paşa 150.000 kişilik koca bir ordunun sorumluluğunu bir an bile aklından çıkaramadığından, görüşlerini ayrıntılı şekilde ortaya koydu, önce taktik mes’elesini ele aldı. Dokuzuncu kolordunun Sarıkamış’a, onuncu kolordunun Novoselim’e varması bir haftayı bulacaktı. Ya, bu sırada Ruslar yalnız kalan on birinci kolorduya saldırırlarsa? O zaman bu kolordu ezilecek ve belki de tamamen yok olacaktı.
Ayrıca ordunun noksanları giderilmemişti. Birliklerin çoğuna kışlık giyecekler verilemediği gibi gerekli yiyecek stokları yapılamamıştı. Bu eksiklikler tamamlanmadan, ne kadar süreceği belli olmayan bir kış saldırısına kalkışmak hatalı olurdu. Saldırının yapılacağı bölge dağlık olup, aşılması güç sırtlarla doluydu. At arabalarının ve topların geçeceği doğru dürüst yol yoktu. Bu yüzden harekât ancak dağ toplarının geçebileceği küçük geçit yollarından yapılacaktı. Saldırı ve kuşatma plânı kâğıt üzerinde güzeldi, inandırıcı sayılabilirdi. Ama haritada minik çizgilerle gösterilen o koca karlı dağlar nasıl aşılacaktı? Haritadaki ölçekle kuş uçuşu yirmi kilometre olan uzaklık, inişli çıkışlı yollarla, yamaçları dolaşmakla, tepeleri aşmakla elli-altmış kilometrelik bir yürüyüş olup çıkıyordu. Bu dikkate alınmadan dağlar, tepeler nasıl atlanıyor, geniş yaylı kuşatmalar nasıl düşünülüyordu?
Birlikler, yiyecek ve cephanelerini yanlarında götürecekleri yük hayvanlarının sırtında taşıyacaktı. Hayvanlar hem kendi, hem de savaşçıların yiyeceklerini taşımak zorunda olduklarından taşımanın verimi çok düşük olacaktı. Üstelik, gerilerden yiyecek ve cephane desteği yapma imkânı da pek yoktu. Karın kalınlığı bir çok yerlerde bir-birbuçuk metreyi bulmuştu. Soğuk, sıfırın altında yirmi derece dolayındaydı ve bir kaç gün sonra daha da düşebilirdi. Bölgede ısının, sıfırın altında otuz-kırk dereceye düştüğü çok görülmüştü.
Hasan İzzet Paşa’nın fikirlerini dikkate almayan Enver Paşa ile general Bronsart von Schellendorf ve yarbay Feldman bütün güçleriyle plânda ısrar edip adetâ zorla Hasan İzzet Paşa’ya saldırı plânını uygulatmayı kabul ettirdiler.
Hasan İzzet Paşa, plânı uygulamayı kabul etmekle beraber içindeki sıkıntıyı atamadı. Ordunun yeterli yiyeceği olmadığını, cephane depolaması şöyle dursun, Köprüköy ve Azab muhârebelerinde harcananların bile yerlerine konulamadığını, top başına düşen merminin bir kaç saatlik çarpışmayı ancak karşılayabileceğini, sahra toplarını karlı dağlardan nasıl aşıracağını, soğuğu düşünüp durdu. Düşündükçe sinirleri iyice bozuluyordu. Sonunda binlerce askerin ölümüyle sonuçlanacak ve hiç bir fayda getirme ihtimâli olmayan muhârebenin manevî sorumluluğundan kurtulmak için 18 Aralık’da Enver Paşa’ya çektiği telgrafında; “Saldırı ve kuşatma plânını uygulamak için kendimde güven görmediğimden ve sinirlerim bozuk olduğundan komutanlıktan affımı dilerim. Hasan İzzet” diyerek istifa karârını bildirdi.
Hasan İzzet Paşa’nın istifası üzerine kumandayı üzerine alan Enver Paşa, sonu felâketle biten meşhur Sarıkamış taarruzunu 21 Aralık 1914’de başlattı. 25/26 Aralık gecesi Türk birlikleri Sarıkamış’a girdi. Üçüncü orduya mensup bir kolordunun pek az askeri Allahüekber dağlarını aştı. Ancak sol cenahı örten kolordunun hareketinin kış yüzünden gecikmesi felâketin başlangıcı oldu. On birinci kolordunun daha taarruzun başında (23 Aralık) düşman tarafından püskürtülmesi, onuncu kolordunun korkunç şartlarda yapılan bir cebrî yürüyüş sonunda sağ kalan çok az askeriyle Sarıkamış’a girebilmesi, dokuzuncu kolordunun ise buzlar içinde hareket edemeyerek tamamen donması, kalanının Ruslarca çevrilip esir edilmesi harekâtın başında durumu iyice kötüleştirmisti. Sarıkamış’a girebilen birlikler de Ruslarla boğaz boğaza yaptıkları çarpışmalardan sonra geri çekilip, buz ve kar yığınları arasında Allahüekber dağlarında donarak şehîd olmuşlardı. Durumun vehâmetini anlayan ve esir düşmekten bir kaç fedakar askerin yardımıyla kurtulabilen Enver Paşa, Mecingrad’a kaçtı. Burada hezimetin müsebbiblerinden biri olan onuncu kolordu komutanı miralay Hâfız Hakkı Bey’i livalıkla üçüncü kolordu komutanlığına tâyin ettikten ve arkasında tarifi imkânsız bir perişanlık bıraktıktan sonra İstanbul’a döndü.
Bu çılgınca macera sonunda Rusların 32.000 telefatına karşılık, Türk ordusu en seçme birliklerden meydana gelen 90.000’den fazla evlâdını karlar altına gömdü.
Bu felâketten sonra doğuda Rus ordularına karşı mukavemet edecek bir kuvvet kalmamıştı. Ruslar, 6 Mayıs 1915’de Van’ı ele geçirerek, bir ermeniyi mutasarrıf tâyin ettiler. Bundan sonra târihte misli görülmemiş, insan olarak her canlının yüzünü kızartacak derecede müthiş, korkunç bir katliâm başladı. Kayıklara bindirilen kadın ve çocuklar Van gölünün ortasına götürülerek suya atıldı. Bu müthiş katliâmdan kaçabilen mahdut sayıdaki müslüman, korkunç sefaletlere göğüs gererek Anadolu’ya göç etti.
Ruslar, 13 Ocak 1916’da Pasin mıntıkasındaki Azap köyünü zaptederek Erzurum’a yürüdü ve şehri 16 Şubat’ta işgal etti. 3 Mart’ta Bitlis, arkasından Muş, Rusların eline düştü. 18 Martta Tercan tahliye edildi. 18 Nisan’da karadan ve denizden bombalanan Trabzon sükût etti. 15 ve 20 Temmuz’da da Bayburd ve Gümüşhane düştü. Bütün bu yerler ancak 1917 bolşevik ihtilâli sebebiyle askerî gücü sıfıra inen Rusya’nın barış isteği üzerine geri alınabildi.

SARIKAMIŞ HARBİ VE BİR HÂTIRÂT

Sarıkamış ihata (çevirme) manevrası, 1. Dünyâ Savaşı’nın mühim safhalarından biridir. Osmanlı Devleti’nin harbe katılışı kesin olarak belirlendikten sonra, Doğu Anadolu’da açılan bu cephede Türk ordusu büyük bir hezimete (yenilgiye) uğramış ve bu manevra târihe “Sarıkamış Faciası” olarak geçmiştir.
Târih kitapları, araştırmalar, askeri konferanslar ve hatıratla teferruatlı (geniş) bir şekilde işlenen bu harekât, halk arasında yakılan destan ve ağıtlarla da edebiyatımıza geçmiştir. Bu askerî harekâtı anlatan önemli hâtıralardan biri de kaymakam (yarbay) Şerif (İldem)’in yazdığı Sarıkamış İhata Manevrası ve Meydan Muhârebesi adlı eseridir. Bu eserin bir bölümünde şöyle yazmaktadır:
“Pek yorulmuş, nâ-tüvân (güçsüz) düşmüş idik. Tam yayla üstünde keskin bir rüzgâr ve arkasından da şiddetli bir tipi başladı. Bu andan itibaren göz gözü görmez oldu. Kimsenin kimseye muavenet (yardım) etmesi ve hattâ söz söylemesi, sesini işittirmesi imkânı kalmadı ve uzun, nihayetsiz denecek kadar uzamış olan yol kolu dağıldı. Asker enginlerde, dere içlerinde, orman bucaklarında nerede kara bir nokta, nerede dumanı çıkar bir ocak gördü ise oraya saldırdı. Ve kolordu inhilâl (çözülüp dağılma) etti. Zâbitân (subaylar) çok uğraştı. Fakat kimseye söz işittirmek kudreti kalmamıştı. Hâlâ gözümün önündedir, yol kenarında karların içine çömelmiş bir nefer, bir yığın karı kollarıyla kucaklamış, titreyerek, feryat ederek dişleriyle kemiriyor, tırnaklarıyla kazıyordu. Kaldırıp yola sevketmek istedim, nefer evvelki hareketini, feryadını, dişleriyle, tırnaklarıyla çabalamasını hiç bozmadı ve beni hiç görmedi. Zavallı tecennün etmişti (delirmişti). Bu suretle şu cumûdiyyeler (buzullar) içinde biz belki 10.000 kişiden fazla insanı bir günde, karların altında bıraktık ve... geçtik.”
Enver Paşa’nın şan ve şeref kazanmak üzere giriştiği Sarıkamış Harekâtı, Osmanlı Devleti’ne çok pahalıya mâlolmuş, onbinlerce vatan evlâdı yok yere hebâ edilmişti.
Üçüncü ordu belgeleri arasında olan iki önemli tablo Sarıkamış harekâtının korkunç sonuçlarını gözler önüne sermektedir. Birinci tablo 22 Aralık 1914 günü savaşa iştirak eden subay, erat miktarını, diğer tablo ise harekâtın sonundaki sağ kalanları göstermektedir.
Birlikler Harekâttan önce Harekâttan sonra Kayıplar
Dokuzuncu Kolordu 36.784 — 36.784
Onuncu Kolordu 48.943 2.200 46.743
Onbirinci Kolordu 26.019 5.200 21.819
İkinci Süvari Tümeni 5.428 1500 3.928
118. 174 8. 900 109. 274
(Büyük Harpte Kafkas Cephesi Hâtıraları, Aziz Samih, Ankara-1934).
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Sarıkamış Dramı; cild-1,2
2) Osmanlı İmparatorluğu Târihi; cild-14, sh. 95
3) Îzahlı Osmanlı Târihi Kronolojisi; cild-4, sh. 422
4) Türk İnkılâbı Târihi (1914-1918) Genel Savaşı, Yûsuf Hikmet Hayur, T.T.K. B. Ankara-1983); sh. 356
5) Büyük Harpte Kafkas Cephesi Hâtıraları (Aziz Samih)
6) Mufassal Osmanlı Târihi; cild-6, sh. 3525