Allahü Teâlâ'nın rızâsı için savaşarak bir yeri ele geçirme ve elde edilen zafer neticesinin devletlere tebliğ edilmesi için yazılan nâmeler. Osman Gâzi ile oğlu Orhan Gâzi’den başlayarak Anadolu, Rumeli ve yedi iklim üç kıtada hüküm süren Osmanlı Türkleri, fethettikleri yerlere medeniyetin damgasını vurdular. Osman Gâzi ve Orhan Gâzi’nin nasihatleri Osmanlı Devleti anayasasının çekirdeğini teşkil etti. Osman Gâzi Yenişehir’de son günlerini yaşarken, oğlu sultan Orhan gelip Bursa şehrinin fethini müjdelediğinde; “Matlabımız dîn-i Hüdâdır! Mesleğimiz Râh-ı hüdâdır. Yoksa, kuru mihnet ve gavga değil, Şâh-ı cihân olmak değil, nusret-i din maksad bana. Bu maksadıma kasd yaraşır sana” buyurup başka nasihatlerini bildirmiştir. Oğlu Orhan Gâzi de Velîahd Murâd Bey’e; “Oğlum! Unutma ki, dünyâ saltanatı geçicidir. Lâkin büyük bir fırsattır. Allah yolunda hizmet ve Peygamber efendimizin şefaatine kavuşmak için bu fırsatı iyi değerlendir. Rumeli fethini tamamla. Osmanlı’ya iki kıt’a üstünde hükmetmek yetmez. Zîrâ Allahü teâlânın dîninin yüceltilmesi azmi iki kıt’aya sığmayacak kadar yüce bir azmdir. Kur’ân-ı kerîmin hükmünden ayrılma, adaleti gözet. Cenâb-ı Mevlâ saltanatını mübarek kılsın” diye vasiyyet etmiştir.
Osmanlı Devleti’nin kuruluş, yükseliş ve fetihlerinde, tasavvuf büyüklerinin, derviş gâzilerin çok büyük rolü olmuştur. Osman Gâzi ve haleflerinin etrafı dâima din adamları, evliyâlar ve derviş gâziler ile dolmuş, daha ilk günde Osmanlı akınları gazâ mâhiyetini almış ve bir gâziler devleti kurulmuştu. Böylece Sahâbî devri ile başlayan, Türkistan’da gelişen, Selçuklular ve Danişmendliler devrinde genişleyen gâzilik ruhu, Anadolu’da da zirveye ulaşıyordu. Osmanlı gâzileri, artık her tarafta âlimlere medrese, tasavvuf büyüklerine zaviye, fakirlere ve muhtaçlara İmaretler inşâ ediyordu. Böylece maddî güç ile manevî güç birleşiyordu.
Osmanlı Türklerinin fethettiği yerlerin ahâlisi sulh yolu ile teslim oldukları takdirde, İslâm hukukuna göre, hiç bir şekilde rahatsız edilmez, şehrin yalnız en büyük kilisesi câmiye çevrilir, başka bir şekilde hıristiyanların menfaatlerine dokunulmazdı. Şehir düşer-düşmez kale üzerinde ezânlar okunur, ilk Cuma günü büyük bir merasimle câmiye çevrilmiş kilisede namaz kılınıp, pâdişâhın adı hutbede okunur, bu zaferi nasîb ettiğinden dolayı Allahü teâlâya şükürler edilirdi. Daha sonra câmi etrafında mekteb ve medreseler, hamam; şehrin fethinde, maddî ve mânevi büyük yardımları görülen gâzi dervişler için tekke ve hastahâne, kervansaray, imâretler, çeşmeler, yollar, köprüler yapılır, içtimaî (sosyal) yardım müesseseleri faaliyete geçerdi.
Eğer şehir harb yoluyla alınmışsa, sultânın veya kumandanın takdir ve emrine göre hareket edilir, şehri Türklere karşı savunan askerlerin hepsi esir alınırdı. Fakat ne suretle olursa olsun hıristiyan ahâliye zulüm edilmez, zaferin zekatı olarak bağışlanırlardı. Hıristiyan ahâlî büyük bir müsamaha içerisinde hayatlarına devam ederler, müslüman fâtihleri halaskar (kurtarıcı) olarak kabul ederlerdi. Hıristiyanlar ile meskûn Türk topraklarından geçen Türk askerlerinin, ahâliyi herhangi bir sûrette rahatsız etmelerinin cezası, îdâmdı. Kânûnî devrinde dikkatsizlikle atını bir hıristiyanın tarlasına bırakıp ekinini yedirten bir yeniçerinin cezalandırılması meşhurdur.
Fethedilen yerlerdeki gayr-i müslimlerden (hıristiyan vs.) kendilerini himaye karşılığında cizye ve harac denilen husûsî bir vergi alınırdı. Cizyeden sâdece fakirler, sakatlar, hastalar, ihtiyarlar, çocuklar, kadınlar, rahipler ve sultânın husûsî bir fermanı ile vergi alınmaması belirtilenler muaf tutulurdu.
Feth edilen yerlerdeki hıristiyanlar dînî cemâat ve teşkilâtlarını muhafaza ederler, kendi aralarındaki her türlü mes’eleyi mahkemelerinde hallederlerdi. Ancak bir müslüman ile bir hıristiyan arasındaki dâvaya hıristiyan mahkemesi bakmaya selâhiyetli olmayıp, İslâm mahkemesi bakardı.
Osman Gâzi ile oğlu Orhan Gâzi’den başlayarak Anadolu, Rumeli ve yedi iklim üç kıt’ada hüküm süren Osmanlı Türkleri, fetihleriyle aldıkları yerlere medeniyetin damgasını vurdular.
Eskiden her devlette ve doğudaki İslâm devletlerinde olduğu gibi bilhassa Osmanlılarda, fetih neticesinde fetihnâmeler yazılıp gönderilirdi. Osmanlı sultanları, daha İstanbul fethinden önce bu usûle riâyet edip, büyük zaferleri, bilhassa hıristiyan âlemine karşı kazanılan muvaffakiyetleri, İslâm devletlerine fetihnamelerle tebliğ ettiler.
Fetihnâmeler, düşman devletler için bir tehdîd, dostlar için müjdeli bir haber niteliği taşırdı. Bunda, yanlış söylentilere meydan vermemek, içte ve dışta kendisine zarar vereceklerin ümîdini kırmak, dostları sevindirmek gâyesi vardı.
Osmanlılarda fetihnâmeler Türkçe, Arapça ve Farsça yazılabilirdi. Duruma göre âyet-i kerîme, hadîs-i şerif ve derin anlamlı edebî cümlelerle başlanırdı. Elde edilen muvaffakiyetin Osmanlı Devleti’nin her tarafında îlân edilip, şenlik yapılması da belirtilirdi. Fetihnâmeler resmî me’murlar tarafından yazıldığı gibi, bâzan özel kişiler tarafından da yazılırdı. Fâtih Sultan Mehmed’in Mısır sultânına gönderilmek üzere Molla Gürânî’ye İstanbul’un fethiyle ilgili yazdırdığı fethnâme resmi, nişancı Tâcizâde Cafer Çelebi’nin yazdığı Mansûre-i İstanbul fetihnâmesi de özel bir fetihnâmedir.
Fetihnâmeler, yapılan muhârebelerin bir tarihçesi olduklarından, târihî kıymetleri oldukça büyüktür.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Büyük Türkiye Târihi; cild-2, sh. 24
2) Osmanlı Târih Deyimleri: cild-1, sh. 614
3) Rehber Ansiklopedisi; cild-5, sh. 341
4) Kolonizatör Türk Dervişleri (Ö.L. Barkan, İstanbul-1988)
5) Türk Cihân Hâkimiyeti Mefkûresi Târihi; cild-2, sh. 25