Osmanlılar zamanında Anadolu’da yaşayan evliyânın en büyüklerinden. İnsanları Hakk’a davet eden, onlara doğru yolu gösterip hakîkî saadete kavuşturan ve kendilerine Silsile-i aliyye denilen büyük âlim ve velîlerin otuz birincisidir. Abdülkâdir Geylânî hazretlerinin on birinci torunudur. Yâ’ni Peygamber efendimizin soyundan olup, seyyiddir. Hâlid-i Bağdâdî’nin talebelerinin büyüklerindendir. Seyyid Abdullah’ın kardeşi Molla Ahmed’in oğludur. Lakabı; Şihâbüddîn, İmâdüddîn ve Kutb-ül-medâr vel-irşâd’dır.
Küçük yaşta Kur’ân-ı kerîmi hatmetti ve ezberledi. Sonra ilim tahsiline başladı. Süleymâniye, Kerkük, Irak, Erbil, Bağdâd gibi ilim merkezlerine giderek şöhretli âlimlerden; tefsir, hadis, fıkıh gibi zahir ilimler ile zamanın fen ve edebiyat bilgilerini öğrendi.
Süleymâniye’de bulunan Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî’yi ziyarete gitti. Onun da sohbetinde bulunarak, kemâle geldi. Mevlânâ Hâlid, Seyyid Tâhâ’nın yetişmesine, gözlerin görmediği, kulakların duymadığı, kalblerin düşünemediği makamlara erişmesine himmet gösterip yardım etti. İleride zamanın en büyük âlim ve velîsi olacak tarzda, ihtimam ve ciddiyetle onu terbiye etti. Riyazet ve mücâhedesinde hiç eksiklik etmedi. Nefsin istediklerini yaptırmayıp, istemediklerini yaptırdı.
Seyyid Tâhâ hazretleri, Mevîânâ Hâlid-i Bağdâdî’nin yanında seksen gün kaldıktan sonra, evliyâlıkta pek yüksek derecelere kavuştu. Hilâfetle müşerref olup Berdesûr’a hareket edeceği zaman, Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî onu büyük bir cemâatle teşyi’ etti, uğurladı. Vedâdan sonra, Seyyid Tâhâ, Mevlânâ’nın ayrılmış olduğunu hissedip, atına binmek istediğinde, üzenginin bir kimse tarafından tutulduğunu anladı. Baktığında, üzengiye yapışan ve onu tutanın hocası Mevlânâ olduğunu gördü. “Estağfirullah” deyip, geri çekildi. Hazret-i Mevlânâ, Seyyid Tâhâ hazretlerine hitaben; “Bir zaman nefsinin terbiyesi için size dağdan taş getirtiyordum. Şimdi Resûl-i ekremin Ehl-i beytine olan bağlılığım hasebiyle, üzengini benden başka kimse tutamaz. Siz de bundan kaçamazsınız” buyurdu. O da sıkılarak, “Emir, edebden üstündür” sözü gereğince ata bindi. Bir müddet binlerce âlim, sâlih, talebe ve halkın katıldığı uğurlama merasimi ile yürüdü. Sonra, Mevlânâ durdu. Elindeki dizginleri, Seyyid Tâhâ’ya verip; “Bundan sonra dizginlerin senin elindedir. Terbiye ve yetişmende kusur etmedim. Cenâb-ı Hak yardımcın, büyüklerin ruhları sığınağın olsun” buyurdu. Tâhâ-i Hakkâri hazretleri Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî’nin halîfesi olarak Berdesûr’a geldi.
Seyyid Abdullah, Nehrî’de talebe yetiştirmekle meşgul iken, oraya çok yakın olan Berdesûr’a Seyyid Tâhâ’nın da gönderilmiş olmasının hikmetini anlayamayan bir çokları; “Böyle iki büyük halîfenin bir yere gönderilmesinin sebebi nedir?” dediler. Fakat bunu, kısa bir süre sonra Seyyid Abdullah vefât ettiğinde anladılar. Bunun üzerine, oranın halkı tarafından Seyyid-i Büzürk (Büyük Efendi) diye bilinen Seyyid Tâhâ hazretleri, Nehrî kasabasına gelip talebe yetiştirmeğe başladı. Burada kırk iki sene, ilim talebesine, Hak âşıklarına ve Hakk’ı arayanlara feyz ve nûr saçtı. Şimdi bir kaç harâb evin bulunduğu Nehrî’de, o zaman nüfus on altı bine yükseldi. civarın merkezi oldu. Nehrî hududuna girildiğinde, akıllı olanları ve gönül sahiplerini feyz ve muhabbet kokuları kaplardı. Ziyaretçiler abdestsiz Nehrî’ye giremezlerdi. Seyyid Tâhâ hazretleri, teheccüd namazını ekseriya saâdetli hanesinde, bâzan kendi mescidlerinde edâ ederlerdi. Kuşluk namazını dâima câmide kılardı. Her gün medreseleri kontrol eder, müderris ve talebelerin tahsillerini tedkik buyururdu. Müderrislerin müşkil mes’elelerini hallederdi. İkindi namazından sonra “Hatm-i hâcegân-ı kebîr”, sonra imâm-ı Rabbani hazretlerinin Mektûbât’ı okunurdu. İlleri gelen talebelerinden Seyyid Fehim hazretleri Nehrî’de ise ona, yok ise, muhterem dâmâdları ve halîfeleri Seyyid Abdülehad hazretlerine okuturlardı. Bu arada bâzı kelime veya cümle üzerinde geniş bir îzâh, sohbetlerinin mevzûunun esâsı olurdu. Kendisini sevenlerden ve talebelerinden kimseyi unutmazlar, herkesin hâlini genişçe suâl buyururlardı. Kimin bir sıkıntısı olursa, hemen gidermeğe çalışırlardı. Sıla-i rahme ehemmiyet verir, muhtâc olanların ihtiyaçlarını karşılardı. Hocasının tavsiyelerine binâen devlet ricali ile temas buyurmazlar, ancak bâzı müslümanların zararını önlemek üzere mektup yazarlardı. Hâlbuki başta sultan Abdülmecîd Han olmak üzere, bütün devlet ricali her emirlerine âmâde idi.
Musul taraflarında şeyhlik iddiasında bulunan bir kimse, talebesinden birini Seyyid Tâhâ hazretlerinin yanına gönderdi ve; “Seyyid Tâhâ’ya sünnete uymayan bir iş işletmeden, buraya dönme” dedi. O da kalkıp Nehrî’ye geldi. Bir ikindi namazından sonra, Seyyid Tâhâ hazretlerinin mescidin kapısında duran ayakkabılarından sol ayağınınkini uzağa koydu. Bununla, mescidden sağ ayakla çıkmasını ve sünnete uygun olmayan bir iş yapmasını düşünmüştü. Fakat Seyyid Tâhâ hazretleri, kalabalık içerisinde, o kişiye hitâb edip; “Aldığın ayakkabıyı yerine koy! Senin aradığın şey, bu kapıda yoktur” buyurdu.
Seyid Tâhâ hazretleri bâzan; “Misvakla kılınan bir rek’at namaz, misvâksız kılınan yetmiş reh’attan hayırlıdır” hadîs-i şerifini okurdu. “Hadîsdeki sivâk, “misvaklamak” mânâsına geldiği gibi “sensiz” mânâsına da gelir. O zaman hadîs-i şerifin mânâsı; “Sensiz, yânî kendini düşünmeden Rabbinle olduğun bir rek’at, kendinle olduğun yetmiş rek’attan fâidelidir” buyururdu.
Yine buyurdu ki:
“Münkirden (inkârcıdan) aslandan kaçar gibi kaçın! Münkirin ekmeğini yiyenin kalbi, zikre karşı kırk gün ölür. Bu münkirler, Resûlullah’ın sallallahü aleyhi ve sellem zamanında olsaydı, O’na îmân etmezlerdi.”
“Amellerinizi ucb (kendini beğenmede, ibâdeti kendinden bilmek) ile örtmeyiniz, yok etmeyiniz.”
“Bizim yolumuzun yolcularının faydaları ana ve babalarına dahi ulaşır.”
Evliyanın vefâtından sonra istifâde hakkında; “Kılıç kınından çıkmadıkça (rûh, bedenden çıkmadıkça) kesmez” buyurdu.
Seyyid Tâhâ hazretleri 1853 (H. 1269) senesinde bir ikindi vakti, Haram Çeşmesi denilen ağaçlık bir mevkîde talebeleri ile sohbet ediyordu. Sohbet ânında kendisine iki mektup arzedildi. Bunları kıymetli dâmâdı Abdülehad Efendi’ye okuttuktan sonra; “Abdülehad! Şöhret âfettir. Artık bizim dünyâdan gitmemizin zamânı geldi” buyurdu. Abdülehad da; “Aman efendim, Şam’dan gelen bu iki mektup nedir ki?” dedi. O gün sohbetten sonra hâne-i saadetlerine gitti ve orada hastalandı. On bir gün hasta yattı. Hastalığının ağır olmasına rağmen namazlarını mümkün olduğu kadar ayakta kılmağa çalıştı. Hastalığının on ikinci Cumartesi günü talebeleri ve yakınları ile helâllaştı, vedâlaştı, vasiyetini bildirdi. Kardeşi Seyyid Salih hazretlerini çağırttı. Onun için; “Biraderim Salih, kâmil, olgun bir velîdir. Herkesin başı onun eteği altındadır” buyurdu. Yerine kardeşi Salih hazretlerini halîfe bıraktı. İkindi vaktinde, talebelerinin Yâsîn-i şerif tilâvetleri arasında, mübarek ruhunu Kelime-i tevhîd getirerek teslim eyledi.
Mübarek mezarı Nehrî’dedir. Onu seven âşıkları, uzak yerlerden gelerek, mübarek kabrinden fışkıran nurlardan, feyzlerden istifâde etmekte, bereketlenmektedir.
DÜNYA MALI
İran şahı, Şemdinan’a yakın 145 pare köyü, her şeyi ile beraber Seyyid Tâhâ’ya bağışladı. Bu haberi kendisine getirdiklerinde, bir an başını eğip kaldırdıktan sonra; “Elhamdülillah” dedi. İran şahı ölünce, oğlu bu köyleri geri aldı. Haberi Seyyid Tâhâ’ya getirdiklerinde, yine başını eğip bir an sonra kaldırdı ve; “Elhamdülillah” buyurdu. Talebeleri; “Efendim! Köyleri size hediye ettikleri zaman da hamd ettiniz; geri aldıklarında da hamd ettiniz. Hikmeti nedir?” diye arzedince; “Hediye ettikleri zaman kalbimi yokladım. Dünyâ malına sevinmediğimi gördüm bunun için hamd ettim. Şimdi geri aldıklarında yine kalbime baktım. Hiç üzüntü bulunmadığını gördüm. Yine hamd ettim” buyurdu.
ANBARA DEĞİL, BİZE GEL!
Bir gece hırsızın biri, Seyyid Tâhâ hazretlerinin anbarına girip bir çuval un almak istemişti. Çuvalı doldurdu, fakat kaldıramadı. Yarıya kadar boşalttı, yine kaldıramadı. Biraz daha boşalttı. Yine kaldırıp götüremedi. O sırada, Seyyid Tâhâ hazretleri anbara geldi ve; “Ne o, çuvalı kaldıramıyor musun? “Yardım edeyim” deyince; hırsız, donakalıp bir şey diyemedi. Seyyid hazretleri çuvalı kaldırıp, hırsızın sırtına verdikten sonra; “Bunu al git, bizim adamlarımız görmesin, belki canını yakarlar. Bir daha ihtiyâcın olursa, anbara değil, bize gel” buyurduğunda, hırsız tövbe edip, sâdık talebelerinden oldu.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; cild-18, sh. 246
2) Şems-üş-şümüs; sh. 135
3) Mecd-i tâlid
4) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; sh. 1075
5) Eshâb-ı kiram; sh. 397
6) Rehber Ansiklopedisi; cild-16, sh. 109