18 Ağustos 2017 Cuma

ÖRF VE ADET


İslâm hukukunun kaynaklarından. İslâm hukukunun kaynakları iki kısımda mütâlâa edilir. Kitâb (Kur’ân-ı kerîm), Sünnet (Hadîs-i şerifler), icmâ (Bir asırda bulunun âlimlerin bir mes’ele üzerinde ittifakı) ve kıyas, birinci derecede (aslî) kaynakları teşkîl eder. Bu dört ana kaynaktan başka, ikinci derecede (talî) kaynaklar da vardır ki, istihsân, mesâlih-i mürsele, istishâb, örf ve âdetler bunlardandır.
Örf; lügatta, tanıma, bilme, îtirâf ve insanlar arasında tanınan, güzel görülen, red ve inkâr olunmayan mânâlarına gelir. Bu mânâ ile örfe, ma’rûf da denmiştir. Âdet ise, îtiyâd yâni alışkanlık demek olup, teamül de denir. Örf, işle ve sözle, âdet ise işle ilgilidir. Örf ve âdet arasında lügat itibariyle fark bulunmamakla beraber, fıkıh âlimleri her ikisi için müşterek bir ıstılahı tarif yapmışlardır. Buna göre örf ve âdet; tekrar tekrar yapılmakla insanların tabiatlarında yerleşmiş ve akl-ı selim (doğruyu eğriden ayırabilen, yanlış düşüncelerden kurtulmuş olan akıl) sahiblerinin kabul ettiği şeydir. Hülâsa örf ve âdet, dînin ve aklın güzel gördüğü şeydir.
İslâmiyet’ten önce bütün milletlerin bu arada Arabların hakûkî münâsebetlerinin çoğu örf ve âdete göre düzenleniyordu. İslâm dîni bunların zararlılarını kaldırmış, faydalılarına dokunmamış, bâzılarını da ıslâh ederek, cemiyet hayâtında kalmalarına müsâde etmiştir. Meselâ; içki, ribâ, avret mahallini açmak, necasetten sakınmamak, Kâbe-i muazzamayı çıplak tavaf etmek gibi câhiliyye âdetlerini yasaklamıştır. Nikâh, talâk ve benzeri gibi muameleleri, bâzı değişikliklerle dînî işlerden saymıştır. Zamanın nukûd denilen külçe veya meskük yâni basılmış altın ve gümüş paraları, dokunulmayan, aynen bırakılan âdetlerdendir. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem, o zaman halkın kullandığı bu paraların değiştirilmesini, zaman içerisinde şartlara ve ihtiyâca göre müslümanların isteğine bırakmıştı. O sırada tedavüldeki gümüş paralara dirhem; altın paralara dînâr deniliyordu. Bunlar, farklı ağırlıklara sahipti. Bu durum, hazret-i Ömer’in hilâfetine kadar devam etti. Hazret-i Ömer’in halîfeliğinin son zamanlarında görülen lüzum üzerine muhtelif vezindeki dirhemler,vezn-i seb’a yâni, yedi vezin denilen mâlî bir esâsa göre birleştirilip, yeni bir örf meydana geldi. Halîfe Abdülmelik zamanında dirhemler örfe göre kesildi (Bkz. Akçe).
İşte İslâmiyet geldiğinde, halkın piyasada alış-veriş için kullandığı bu paralar ile buna benzer örf ve âdetlerini muteber ve geçerli saydı. Onun için İslâm hukukunda, hakkında nass yâni âyet-i kerîme ve hadîs-i şerif bulunmayan, ancak; dîne, akla ve umûmun maslahat ve faydasına ters düşmeyen örf ve âdetler, mes’elelerin hükmünü beyân hususunda bir delîl kabul edildi. Hattâ hâkimin vasıflarından biri de, örf ve âdetlere vâkıf olup bilmesi idi. Çünkü, bir çok hüküm, örf ve âdetlere dayanır. Hâkim, örf ve âdetleri bilmediği takdirde, hükmünde isabet edemez. Meccelle’nin 37. maddesinde; “İnsanların kullanması, âdetleri, bir hüccettir. Buna uymak vâcib olur” denilmektedir.
Örf ve âdetlerin dînî ve fer’î delillerden olduğu, âyet-i kerîme ve hadîs-i şerif ile sabittir. A’râf sûresi 199. âyet-i kerîmede meâlen; “Affa sarıl, örf ile emret. Câhillerden yüz çevir”buyrulmaktadır. Bu âyet-i kerîmede örfün kıymet ve ehemmiyeti açıkça bildirilmiştir. Ebû Bekr el-Cessâs er-Râzî (r. aleyh), Ahkâm-ül-Kur’ân isimli kitabında; “Bu âyet-i kerîme, örf ve âdetin hüccet olduğunda kuvvetli bir delildir” demektedir.
Hadîs-i serîfden deliline gelince; Resûlullah efendimiz; “Müslümanların güzel gördükleri şey, Allah indinde de güzeldir” buyurmuştur. Mecelle’de zikredilen; “Adet muhakkemdir, yâni hakem kılınır” kaidesinin aslı da bu hadîs-i şeriftir, örf ve âdetin, Selef-i sâlihîn devrinde delîl olduğunu gösteren pek çok misâi olup, bu hususta Sahîh-i Buhârî’de, meşhur Kâdı Şüreyh’in şu hükmü nakledilmektedir: “İplik büküp satan esnaf, bir mes’ele için Kâdı Şüreyh’e müracaat etmişler ve muhakeme esnasında, san’atlarına dâir âdetlerinden bahsetmişlerdi. Bunun üzerine Kâdı Şüreyh; “Sünnetüküm beyneküm =Aranızda câri olan âdetiniz muteberdir” diye hükmetmiştir.” Bunun gibi, Selef-i sâlihîn devrinde örf ve âdet delîl olarak kullanılmak suretiyle pek çok hüküm verilmiştir.
Sahabe (radıyallahü anhüm) devrinden itibaren, müctehid âlimler pek çok hâdisenin hükmünü örf ve âdete göre bildirmişlerdir. İslâm fetihleri genişledikçe, Tabiîn ve Tebe-i Tabiîn devirlerinde örf ve âdetin amelî yâni tatbikattaki kıymeti daha da arttı. Abbâsîlerin en parlak dönemine rastlayan bu devirlerde, müslümanların hâkimiyeti, Hind okyanusu’ndan Atlas okyanusu’na kadar uzanıyordu. Bu geniş memleketlerde umûmî veya husûsî bir takım âdetlere tesadüf ediliyordu. Bunlardan bâzıları, nassın (âyet-i kerîme ve hadîs-i şeriflerin) hükmüne dâhil olduğu gibi, nassın açıkça hükmünü tâyin etmediği âdetler de görülüyordu. İçlerinde nassın açık mânâsına muhalif olanlar da vardı. Bütün bunların hukukî durumlarını ortaya koymak, müctehid âlimler için ictihâd zemini oldu. Başta dört mezhebin imâmları olmak üzere müctehidler, insanların örf ve âdetlerini fer’î bir delîl olarak kabul ettiler.
Fakîher yâni İslâm hukuk âlimleri bu devirlerde örf ve âdete dayanan hukukî hâdiseleri tedkîk ve tasnif etmişler, her sınıf hâdiseyi birer asla bağlayıp, bir takım kaideler ortaya koymuşlardı.
Örf ve âdet üç kısma ayrılmıştır:
1- Örf-i âmm (Umûmî, herkese âid örf): Kim tarafından ortaya konduğu bilinmeyen, belirli bir cemiyetin müşterek örfüdür. Örf ve âdetin umûmî olması için; Eshâb-ı kiram (radıyallahü anhüm) zamanından kalması, bir de müctehidler tarafından kullanılması ve devamlı olması lâzımdır. Fıkıh âlimleri, bunu kabul etmişler, nass bulunmadığında bu örfün icmâ’ derecesinde olduğunu bildirmişlerdir. Örf-i âmm ile hükm-i âmm (umûmî hüküm) sabit olur. Şöyle ki, bir kimse; “Falanın evine ayağımı basmam” diye yemîn etse, ayak basmamanın bir lügat, bir de Örf-i âmm mânâsı vardır. Lügat mânâsı, çıplak ayağı koymamaktır, örf-i âmm mânâsı ise eve girmemektir. Bu sözün lügat mânâsı terk edilmiş olup, Örf-i âmm mânâsında kullanılmıştır. Bu sebeble böyle yemîn eden birisi bahsettiği yere ister hayvan üzerinde, ister yürüyerek girmiş olsun, hânis yâni yemînini bozmuş olur. Fakat eve girmeden kendisi dışarıda iken, sâdece ayağını içeri bassa yemînini bozmuş olmaz.
2- Örf-i hâs: Mu’ayyen bir beldenin veya cemâatin aralarında tekrar ile yapageldikleri şeydir. Meselâ, bir çeşit menkûlün vakfı, bir memlekette örf veâdet olup, başka bir beldede de örf olmasa, o menkûlün vakfedilmesi, sâdece örf ve âdet olan beldede sahîh olup diğerinde olmaz. Çünkü, örf-i hâs ile hükm-i hâs sabit olur.
Örf-i âmm’ın delîlliği kabul edilmesine karşılık, örf-i hâsda ihtilâf vardır.Eşbâh sahibi İbn-i Nüceym (rahmetullahi aleyh), örf-i hâssı muteber saymış, Mecelle de bunu kabul etmiştir. Nitekim örf-i hâssa göre hükümler verilmiştir.
3- Örf-i şer’î; Bir lâfzın lügat mânâsından alınıp, şer’î (dînî) mânâda kullanılmasıdır. Bu yüzden meselâ, namaz ve hac lafızlarının şer’î mânâlarından dolayı lügat mânâları terk edilmiştir. Namaz, yâni salât; Arabîde duâ mânâsına iken dinde bildiğimiz ibâdet için kullanılıp, lügat mânâsı bırakılmıştır. Yine hac; kast etmek, yönelmek mânâsına iken, bildiğimiz ibâdet için Mekke-i mükerremeye gitmek mânâsına naklolunmuştur.
Örf ve âdet, başka yönden de ikiye ayrılmaktadır:
1- Örf-i amelî: Bir yerde bir işin halk arasında âdet hâline gelmesidir. Bir beldede buğday ekmeği ve koyun etinin yenmesinin âdet hâline gelmesi böyledir. Buna göre, birisi diğerine; “Bana ekmek veya et al dese, bu işi üzerine alan ancak buğday ekmeği veya koyun eti alabilir. Çavdar ekmeği ile deve eti alamaz. Alırsa, hâkimin hükmü ile bunları almasını emreden kimseye kabul ettiremez.
2- Örf-i kavlî:Bir cemâatin, bir lafzı lügat mânâsından başka bir mânâda kullanmalarıdır. O cemâatten o lafzı işiten yalnız o mânâyı anlar. Bir kimse diğerine şu kadar altına, şu eşyayı al dese, piyasada alış-verişte hangi çeşit altının kullanılması âdet ise, o altınla satın alır. Başka cins altınla alırsa, aldığı o eşya kendisine kalır. Kendisine emreden kimseye veremez.
Meşru olan örf ve âdetin delîl olabilmesi için iki şartın bulunması lâzımdır:
1- Âdetin gâlib olması, yâni devamlı veya ekseriyetle işlerin ona göre görülmesi: Bir beldede alış-verişte Reşâd altın kullanmak âdet olsa, bir mal, altının cinsi söylenmeden satın alınınca, Reşâd altınına göre hesaplanır. Başka cins altına meselâ Hamîd altınına göre hesap görülemez, örf ve âdetin delaletiyle, alış-veriş sırasında Reşâd altını açıkça söylenmiş ve şart kılınmış gibi olur.
2- Sonradan ortaya çıkan bir örf ve âdet olmaması: Örf ve âdet, üzerine hamlolunacak hâdisenin meydana geldiği sırada mevcûd olması lâzımdır. Onun için mevcûd olmayan ve daha sonra çıkan bir örfe göre bir mes’ele hakkında hüküm verilemez.
Zaman değiştikçe; insanların ihtiyaçları, hâlleri, örfleri ve hareket tarzları da değişir. Onun için örfe bağlı hükümler de değişir. Meselâ, önce gelen Hanefî âlimlerine göre; bir evi satın almak için, önceden bir odasını görmek kâfi olup, evi satın aldıktan sonra diğer odaları görünce muhayyerlik hakkı kalkar. Sonradan gelen âlimlere göre; satın almadan önce her bir odasını görmedikçe hıyâr-ı rü’yet (diğer odaları görme muhayyerliği) bakî kalır, önce gelen âlimlerle, sonraki âlimler arasındaki ihtilâf, delil ve hüccete bağlı bir ihtilâf olmayıp, inşâat hakkında örf ve âdet farklılığından doğan bir İhtilâftır. Önceki âlimler zamanında evlerin her odası aynı tarzda yapıldığından, satın almadan önce, bir odayı görmek, diğerlerini de görmek yerine geçmekteydi. Sonradan evlerin odalarını değişik yapmak âdet hâline gelince, odalardan birini görmek, diğer odaları görmek yerine geçmediğinden, her odayı ayrı ayrı görmek lüzumu hâsıl oldu.
Mekanların değişmesiyle hükümlerin değişmesine gelince: Bir kimse Ramâzan-ı şerîfde mescide bir mum gönderip, yakıldıktan sonra, üçte biri yanmazsa, o kimsenin açık izni olmadan imâm ve müezzin, kalan kısmı alamaz. Ancak o beldede, açıkça izin almadan mumu almak örf hâline gelmişse, o zaman alınabilir. Mumun alınması örf ve âdet olan yerde helâl olur. Alınması örf ve âdet olmayan yerlerde ise haramdır. Çünkü, örf-i hâs ile hükm-i âmm sabit olmayacağından, mumu gönderenin açık izni olmadan kalan mumun hademe tarafından alınması bir beldede örf olmakla alınabilir, örf olmayan diğer beldede ise alınamaz.
Görüldüğü gibi asırların değişmesiyle, örf ve âdete dayanan fıkhı mes’eleler de değişmektedir. Nass (âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîf) ile sabit olan umûmî hükümlerde ise böyle bir değişiklik söz konusu değildir.
İslâmiyet; ferd, cemiyet, devlet ve bunların birbirleri ile olan münâsebetlerine dâir, değişmez kavramlar (ıstılahlar) ile temel hükümler bildirmiştir. Bu değişmez hükümlerin, hâdiselere, vak’alara tatbikini sınırlamamış, örf ve âdetlere göre kullanılmasını emretmiştir. Bu itibârla zuhur eden bir çok hâdisenin hükmünü tesbitte, meşru örf ve âdetler esas alınmıştır. Fıkıh kitapları bunun misâlleri ile doludur. İslâm âlimleri, dünyânın her yerinde ortaya çıkan mes’eleleri fıkıh kitaplarında bildirilenlere benzeterek hükümlerini beyân etmişler, asırlardan beri, karşılaştıkları hâdiselerin hükmünü ortaya koymakta çaresiz kalıp sıkıntıya düşmemişlerdir.
Daha önceki İslâm devletlerinde olduğu gibi, Osmanlı Devleti’nde de pâdişâhlar Osman Gâzi’den itibaren İslâm hukukunun kendilerine verdiği yasama yetkisine dayanarak mülkî, askeri ve cezaî alanda önemli kânunlar vazetmişlerdir. Şüphesiz pâdişâhlar şerîatin kendilerine bahşettiği bu imkân ve yetkilerden hareket ederken, koymuş oldukları karar ve kânunları müftîlerin ve şeyhülislâmların tasdikinden de geçirmekte idiler. Osman Gâzi’den itibaren her pâdişâh döneminde ortaya konan kânun ve kararlar, Fâtih Sultan Mehmed’in hazırlattığı kanunnâmede bir araya getirilmiştir. Daha sonra Yavuz Sultan Selim ve Kânûnî Sultan Süleymân’ın hazırlattığı kanunnâmesi 300 maddeyi ihtiva etmekteydi (Bkz. Kanunnâme).
Meşrû örf ve âdetler İslâm hukukunun kaynaklarından olduğu için ve bu kânunlar İslâmî esâslara göre çıkarıldıklarından yine İslâm hukukunun şümûlüne girmekte, onun içerisinde mütâlâa edilmektedir. Buna göre, Goldzier gibi bâzı müsteşrikler ile bâzı yerli yazarların, örfî hukuk adını verdikleri ve meşru örf ve âdetlere göre hazırlanan kanunnâmelere bakarak, Osmanlılarda, İslâm hukuku ve örfî hukuk şeklinde bir hukuk ikiliğinden bahsetmeleri; devletin yapısını, kânunların tatbikatını, İslâm hukukunun esâsını bilmediklerinden ileri gelmektedir.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Neşr-ul-urf (İbn-i Âbidîn, Beyrut-Târihsiz)
2) Mecâmi-ul-hakâyık; sh. 14
3) Dürer-ül-hükkâm şerhu Mecellet-il-ahkâm; cild-1, sh. 97
4) El-Mebsût; cild-13, sh. 14
5) Osmanlı İmparatorluğu’nda Ziraî Ekonominin Hukukî ve Mâlî Esâsları (Barkan)
6) El-Eşbâh ven-nezâir
7) Rehber Ansiklopedisi; cild-14, sh. 24
8) İslâm Târihi Ansiklopedisi
9) Türk Hukuk Târihi; sh. 131

10 Ağustos 2017 Perşembe

AKINCILAR


Osmanlı Devlet teşkilâtı içinde sınır bölgelerinde düşman memleketlerine ânî baskınlar tertipleyerek yıpratma harekâtında bulunan hafif süvari gruplarına verilen isim. Akıncılar, bâzılarının zannettikleri gibi yağma gayesiyle düşman içine giren ve talanla hayatlarını geçiren serseriler topluluğu değildi. Pekçoğu Avrupa ve balkan dillerini bilen akıncılar, akın yapmakla kalmayıp, aynı zamanda düşmanın durumunu, yolları ve kuvveti hakkında bilgi toplamak gibi istihbarat görevini de yerine getirirlerdi. Bu görevlerini esâsa bağlayan kânunları vardı.
Akıncılar, Türk ırkındandı. Devşirme, Arnavut ve Boşnak gibi müslüman kavimler alınmazdı. Akıncı olmak için Osmanlı Türkü olmak şarttı. İlk zamanlar, akıncı beylerinin çoğunluğu Osman Gâzi’nin yoldaşları olan kumandanların çocukları idi. Akıncı beyleri, istediklerini ocağa alır, istediklerini çıkarırlardı. Dîvân-ı hümâyûn bu işe hiç karışmazdı. Akıncı beyleri fevkalâde selâhiyetlere sâhib olup, doğrudan doğruya sultandan emir alırlardı. Rütbeleri sancak beyi derecesindeydi. Akıncı eri, canını yüzlerce defa çekinmeden ortaya koyduğu için, diğer bir çok ocağın subayından imtiyazlıydı. Onun için akıncılara “fedaî, dalkılıç, serdengeçti, deli” gibi isimler verilirdi. Akıncılığa kabul edilmek çok zordu. Doğrudan doğruya bey’in rızâsı gerekliydi. Zîrâ kötü bir akıncı, birliğin mahvına sebeb olabilirdi. Çok sür’at-i intikâl, seri hareket, harikulade süvarilik, fevkalâde silâhşorluk vasıfları olmayan, akıncılığa kabul edilmezdi. Şimdiki askerî teşkilâttaki komando birliklerine benzeyen akıncılık, ekseriya babadan oğula geçerdi. Akıncılar düşman arazisini dolaşıp, orduya yol açarlar ve kurulması muhtemel pusuları ânî, süratli hareketleri ile bozarlardı. Düşman topraklarına girecekleri zaman, arka arkaya kademe hâlinde bir kaç bölüme ayrılırlardı. İlk kuvvetin karşısına mukavemet eden bir düşman kuvveti çıkarsa, arkadaki kuvvet yetişerek ona yardım ederdi. Hücumları pek âni ve sert olduğundan hemen her zaman düşman kuvvetlerini sarsıp dağıtırdı. Ayrıca ordunun yolu üzerindeki hububatın muhafazası, yerli halktan aldıkları esirler vasıtasıyla düşman hakkında haber toplamak ve köprü, geçit gibi yerleri emniyet altında tutmak da esas vazifeleri arasında idi. Akıncılar genellikle ordudan 4-5 günlük mesafede önden giderler ve vazifelerini yerine getirirlerdi. Bindikleri atlar da, akıncıların bu hızlı hayatlarına uygun, dayanıklı ve sür’atli olanlardan seçilirdi. Sefere çıkarken yedekte 4-5 at götürürler ve yorulan atları konak yerlerinde bırakırlar, dönüşte bıraktıkları atlara ganimetlerini yüklerlerdi.
Akıncı birliklerinde on akıncıya onbaşı, yüz akıncıya subaşı, bin akıncıya da binbaşı kumanda ederdi. Bu kumanda zincirini, bütün kuvvetlerin başında olan akıncı beyi tamamlardı. Bir harekâtın akın ismini alabilmesi için o sefere akıncı beyinin katılması gerekirdi. Aksi takdirde bu harekâta akın denmezdi. Akıncılar, merkezî bir tarzda idare olunmayıp sınır boylarında ocaklar hâlinde teşkîlâtlanırlardı. Her mıntıkanın kumandanı ayrı olup, akıncılar mensub oldukları kumandanların sülâle ismiyle anılırlardı. Bunların en meşhurları Malkoçoğlu akıncıları, Turhanlı akıncıları, Mihalli akıncılarıydı. Bunlardan Malkoçoğlu Silistre’de, Turhanlı Mora’da, Mihalli ise Sofya ve Semendre bölgelerinde bulunurdu. Osmanlı Devleti’nde ilk akıncı beyi Evranos Bey’dir. Zikredilen akıncı aileleri ise sonraki akınlarda meşhur olmuşlardır.
Akıncıların en önemlileri dalkılıç ve serdengeçti adı ile anılırdı. Bunlar akıncıların fedaî kısmıydı. Bunların düşman içine dalmak ve mahsur bulunan bir kaleye girmek gibi çok zor görevleri vardı ve geri dönme ihtimâlleri çok azdı. Onları bu işi yapmaya sevk eden Allah yolunda cihâd yapma arzusu idi. Bir düşman ordusuna dalmak gerektiği zaman bu vazifeyi yapanlar ordudan ayrılır, düşmanı sağ, sol ve arka cihetinden vurmak üzere îcâb eden yere kadar giderler ve şiddetli şekilde düşman saflarına girince, düşman şaşkınlıktan bozguna uğrar, maneviyâtı bozulurdu. Napolyon bu konu hakkında şöyle demektedir: “Osmanlı askerini dalkılıç olmağa mecbur edecek kadar sıkıştırmak elvermez, bir kere dalkılıç olmayı göze almış bir kaç yüz adam meydana çıkarsa, mağlûb olmamak mümkün değildir.” Kalelere girmek gerektiği zaman bunlar gece vakti merdiven kurarak kaleye girerler ve bu sayede fethine muvaffak olunmayan bir kalenin ele geçirilmesini sağlarlardı.
Düşmanın iktisadî ve manevî yapısını alt üst ederek, savaşın kazanılmasında önemli rol oynayan akıncıların akın tekniği şöyle idi: Akıncı ordusu, belirli bölümlere ayrılır, onlar da gene belirli yerlerde daha küçük birliklere bölünerek yollarına devam ederlerdi. Her birliğin ele geçireceği şehir ve kasabalar önceden kararlaştırılırdı. Dönüşte birlikler gene belirli yerlerde fakat daha önce ayrıldıkları mevkilerde olmamak üzere birleşirler ve tekrar tek bir ordu hâline gelip Türk topraklarına dönerlerdi. Bu durum, düşman ülkesini korku içinde bırakırdı. Yıldırımlar ve kasırgalar gibi esip geçen akıncıların nerede ve ne zaman bulundukları ve bulunacakları hakkında yüzlerce söylenti çıkardı.
Devlet tarafından akıncıların isimleri, eşkâlleri ve içlerinde tımara sâhib olanların listelerine âit defterler tutulurdu. Defterler iki nüsha olarak tanzim edilir, biri merkezdeki Defterhâne’de, diğeri akıncıların bulundukları eyâlet veya sancak kâdılıklarında muhafaza edilir, böylece herhangi bir yolsuzluğa meydan verilmezdi. Her akın sonunda şehîd ve mâlül olanların yerine çevik, iyi süvari ve kuvvetli gençler akıncı kaydedilirdi.
Akıncılara tahsis edilen belirli bir maaş yoktu. Elde ettikleri ganimetin 1/5’ini pençlik resmi (humusunu) olarak verdikten sonra kalanla geçimlerini te’min ederlerdi (Bkz. Ganimet). Bâzılarının ise tımarları vardı. Sefere çıkarlarken düşman hududuna kadar yetecek yiyecek verilir, daha sonrasını kılıçlarıyla te’min ederlerdi. Akıncılar arasında kıdemli ve seferlerde yararlılık gösteren Tımar ve Tavcılar grubu bulunurdu. Tavcılar aynı zamanda kazalarda çerilerin başıydılar. Bunlara sefer emri gelince, emirleri altındakileri toplayıp akına katılırlardı.
Osmanlı Devleti’ndeki akıncıların sayısı kat’i olarak ortaya konulmamakla beraber, onbeşinci asır ortalarına kadar sayılarının 40.000 olduğunu târihî kaynaklar yazmaktadır. Birinci Kosova Savaşı’nda akıncı mevcudunun 20.000 olduğu kayıtlıdır.
Türk târihinin en büyük akınlarından biri olan 1479 Erdel akınına 43.000 akıncı katılmıştır. Bölgedeki altın ve gümüş mâdenlerinin ele geçirilmesini hedef alan bu akında, akıncıların başında tam on İki akıncı beyi bulunmuştu. Bu akında, 43,000 akıncıdan 20.000’i Macar ovasının zümrüt renkli topraklarında şehîd oldu. Macarlar burada, batı kaynaklarının bile nefretle bahs ettikleri bir vahşette bulundular. Şehîdlerin cesetlerini parçalayarak dans etmek gibi zulüm yaptılar.
1559 senesindeki bir yoklamaya göre Turhanlı akıncılarının sayısı 7000 civârında tesbit edilmiştir. Kânûnî Sultan Süleymân Han’ın Budin ve Avusturya seferlerinde Mihallı akıncılarının sayısı 50.000 olarak devrin târihî kaynaklarına geçmiştir.
Osmanlı ordusunun öncü kuvveti olan akıncılar, 1595 senesinde sadrâzam Sinân Paşa’nın Eflak seferindeki hatâsına kadar güçlerini korumuşlardı. Sinân Paşa devlete karşı isyân eden Romanya voyvodası Mihail üzerine 100.000 kişi ile sefere çıktı. Romanya’ya giren Osmanlı ordusu karşısına çıkmaktan çekinen Mihail geri çekildi. Sinân Paşa isyânı bastırdığını zan ederek geri dönmeye başladı. Bu sırada Mihail, Osmanlı ordusunun hareketlerini günü gününe haber alıyor, yirmi dört saatlik bir mesafeden tâkib ediyordu. 1595 senesi Ekim ayının on dokuzunda Targovişte’ye girip, şehri savunan üç bin beş yüz Türk’ten Ali Paşa, Koçu Bey ve diğer yüksek rütbeli subayları ateşte pişirdikten sonra yiyen Mihail ve maiyyeti, geri kalan Türkleri kazığa oturttular. Bu sırada Sinân Paşa Tuna’nın kuzey kıyısına varmıştı. Ordunun ve ağırlıkların karşıya geçmesi üç gün ve üç gece sürecekti. Ordunun ardını korumakla görevli akıncılar en son köprüyü geçecekler ve sonra köprüyü havaya uçuracaklardı. Bu geçişi uzak bir yerden seyreden Mihail, köprüden akıncılar geçerken, top ateşi açtırdı. Akıncıların can vermeden silâhlarını teslim etmemelerinin ocaklarının geleneği olduğunu bilen voyvoda Mihail, epey uzun olan köprü üzerinden akıncıları Tuna sularına dökmek istiyordu. Bir kaç top mermisi köprüye isabet edince tahta köprü çöktü ve binlerce akıncı, Tuna dalgalarına gömüldüler. Henüz karşıya geçemeyen bir kaç bin akıncı ise düşman kılıçları altında şehîd oldular. Böylece Türk akıncı ocağı, bir daha altından kalkamıyacağı bir darbe yedi. Bu seferde büyük zâyiât veren akıncıların sayısı 1625’deki kayıtlara göre üç bine inmiştir. Vaziyet bu duruma gelince, devlet yeni tedbirler almak mecburiyetinde kalmış ve kalelerdeki serhat kulu teşkilâtı takviye edilerek hudutların korunması bu teşkîlâta verilmiş, diğer taraftan da Kırım ordusundan akınlarda faydalanma yoluna gidilmiştir. Fakat Kırımlılar, Osmanlı akıncı ruhuna sâhib olamadıkları için, onlar kadar başarılı olamamışlardır.
Akıncı kânununa göre, eğer bir akıncı beyi bir şehri fethederse, buradaki gayrimenkuller pâdişâha (devlete) âid olurdu. Beylere de bu bölgenin köyleri tımar olarak dağıtılırdı. Umumiyetle akıncı beyleri de tımardan elde ettikleri gelirleri, hayır müesseseleri kurarak buralara vakfederlerdi.
Akıncıların kullandıkları silâhlar da sür’atle hareket etmelerine mâni olmayacak şekildeydi. En çok kullandıkları silâhlar, kılıç, kalkan, pala, mızrak ve bozdoğan denilen başı yuvarlak kısa saplı bir cins topuzdu. Bunların zırh kullananları oldukça azdır.

FİLEK KALESİNİN FETHİ!..

Macaristan’ın Osmanlı idaresinde kaldığı yüz elli sene içindeki Budin vâlilerinin en meşhuru, Sokullu Mehmed Paşa’nın amcası oğlu olan Mustafa Paşa’dır. Kale ve palangaların akıncı yiğitleri arasında Paşa Baba diye meşhur olmuştu. Kapısında bine yakın şehbaz yiğit beslerdi. Bir bora, bir kasırgaya benzeyen bu serdengeçtiler, bir çok kale ve palanga fethetmişlerdi. Bunların içinde Filek kalesinin fethi ise, eşsiz bir kahramanlık destanıdır.
Filek kalesi, yüksek ve kayalık bir tepenin üstünde kartal yuvası gibiydi. Bu kaleyi top ile yıkmak, taarruz ederek almak mümkün değildi. Mustafa Paşa’nın akıncılarının arasında Demirbaş Hasan isimli yirmi beş yaşlarında tığ gibi bir delikanlı vardı. Bir gün Demirbaş Hasan, yanına kırk seçme akıncı alarak Filek kalesini feth etmek için yola çıktı. Gece vakti kale önlerine varan kırk akıncı, kalenin karşısındaki bir kayanın tepesine tırmandılar. Üç-dört merdiveni kuşakları ve iplerle sıkıca bağlıyarak bulundukları yerden bir mazgal deliğine uzattılar. En önde Demirbaş Hasan vardı.
Mazgal deliği bir insan geçebilecek genişlikte idi. Fakat tunç bir topun namlusu bu mazgalı tıkamıştı. Topun ağırlığı sekiz yüz okka kadar idi. Demirbaş Hasan hiç tereddüd etmeden, Allahü teâlâya sığınarak, besmele çekti. Geniş pençeleri ile mazgal deliğinin iki kenarına yapıştı, çelik kaburgalı göğsünü topun namlusuna dayadı. Altı, yalçın kayalık ve uçurum idi. Ayaklarını merdivene basıp, kollarını gerince sekiz yüz okkalık topu geriye doğru ittirdi. Birinci hamlede, topun namlusunun ağzı kalenin dış duvarı hizasına kadar içeri girmişti. Demirbaş Hasan bu sefer, namluya başını dayayarak, ikinci hamlede koca topu mazgalın ağzından uzaklaştırdı. Açılan mazgal deliğinden başta Demirbaş Hasan olmak üzere kırk akıncı kaleye girdiler.
Türk akıncılarını birden karşısında gören kâfirler, uzun süre kendilerine gelemediler. Bu fırsattan yararlanan akıncılar, “Allah Allah!” nidaları ile kısa zamanda kaleyi fethettiler. Bu, cihân târihinde eşine rastlanmayan bir kahramanlık vak’asıdır.

AKINCILAR

Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik;
Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik!
Ak tolgalı beylerbeyi haykırdı: İlerle!
Bir yaz günü geçtik Tuna’dan kafilelerle...
Şimşek gibi bir semte atıldık yedi koldan;
Şimşek gibi Türk atlarının geçtiği yoldan.
Birgün dolu dizgin boşanan atlarımızla,
Yerden yedi kat arşa kanatlandık o hızla.
Cennet’te bugün gülleri açmış görürüz de,
Hâlâ o kızıl hâtıra titrer gözümüzde.
Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik,
Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik.
                                        Yahyâ Kemâl
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Tevârîh-i Âli Osman (Âşıkpaşazâde); sh. 84
 2) Tabakât-ül-memâlik (Celâlzâde Mustafâ, Üniversite Kütüphânesi, T.Y.); sh. 180
 3) Devlet-i Osmâniyye Târihi (Hammer); cild-1, sh. 137
 4) Târih-i Askerî-i Osmânî, Kitâb-ı evvel (Cevat Paşa, İstanbul-1297); sh. 1
 5) Târih-i Neşrî; cild-2, sh. 477
 6) Risale (Koçi Bey); sh. 41
 7) Düstûrnâme (Enverî); sh. 24
 8) Türk Akıncıları (A. Refik, İstanbul-1933)
 9) Mihaloğlu Ali Bey’in Gazâvât-nâmesi (Ankara-1956)
10) Akıncılar ve Mehmed-II, Bâyezîd-II Zamanlarında Akınlar (N. Tacan, İstanbul-1936)
11) Osmanlı Târih Deyimleri; cild-1, sh. 36
12) Rehber Ansiklopedisi; cild-1, sh. 151
13) Kuruluşundan On beşinci Asrın İlk Yarısına Kadar Osmanlı Teşkilâtı, (Uzunçarşılı); sh. 86
14) Osmanlı Târihi (Uzunçarşılı); cild-1, sh. 518
15) Büyük Türkiye Târihi; cild-9, sh. 420
16) Akıncılar (Yeni Târih Dergisi sayı-14, sene-1958, sh. 700)
17) Fâtih’in Bosna Seferine Yol Açan Akıncılar. (Ragıb Ş. Yeşim, Hayat Târih Mecmuası, sene-1968, sayı-4, sh. 19)
18) Îzahlı Osmanlı Târihî Kronolojisi; cild-1, sh. 343

TALAT PAŞA


Osmanlı Devleti’nin son zamanlarında yetişen devlet adamı ve İttihâd ve Terakkî fırkası ileri gelenlerinden. İsmi, Mehmed Talat olup, babası, bâzı kazalarda sorgu hâkimi muavinliği yapan Ahmed Vâsıf Efendi, annesi Hürmüz Hanım’dır. Aslen Kırcaali’nin Çepelceli köyünden olup, 1874’de Edirne’de doğdu. İlk tahsîlini, Vize İbtidâî mektebinde gördükten sonra, Edirne askerî Rüşdiye mektebine girdi. Burayı bitirip, İdâdî mektebine kaydolacağı sırada mekteb muallimlerinden birini döğdüğü için diploma alamadı. Daha sonra aldıysa da, kayıt zamanı geçtiği için idâdiye giremedi. On sekiz yaşındayken babasını kaybetti. Bundan sonra, Edirne posta ve telgraf idaresinde kâtiplik vazîfesi aldı ve Alyans İsrail mektebinde Türkçe hocalığı yaptı. Mekteb müdürünün kızından Fransızca öğrendi.
İlk gençilk yıllarından îtibâren devlete ve sultan İkinci Abdülhamîd Han’a karşı düşmanca bir tavır aldı ve bu yolda faaliyetlere katıldı. Devlet aleyhindeki faaliyetleri tesbit edildiğinden, arkadaşlarından Faik Bey ve Hâfız İbrâhim Efendi’yle birlikte tutuklandı. Bir müddet Edirne cezâevinde habsedildi ise de, affedilerek serbest bırakıldı. Edirne vâlisi Arif Bey’in, Mehmed Talat’ın idâri ve siyâsî bakımdan Edirne’de kalmasının mahzurlu olduğunu bildirmesi üzerine Selânik’e gönderildi. O sırada Selanik vâlisi olan Rızâ Paşa’dan iyi muamele gördü. Bir müddet Selanik ile Manastır arasında Seyyar posta me’murluğu yaptı. Daha sonra da, Selanik posta müdürlüğü baş kâtipliği vazifesine getirildi. Rahmi, Midhat Şükrü, Manyâsizâde Refik beyler ve diğer arkadaşlarıyla birlikte, merkezi Paris’de bulunan İttihâd ve Terakkî cemiyeti fikirlerinin yayılmasında ziyadesiyle gayret gösterdi. Bu sırada mason locasına girerek, devlet ve sultan İkinci Abdülhamîd Han aleyhindeki faaliyetlerine devam etti. Daha sonra, Selânik’de açılan Hukuk mektebine girdi. Hukuk tahsili boyunca talebeye ihtilâl fikirlerini telkîn etti. Bu işlerle uğraşırken ders çalışmaya fırsat bulamadığı için Hukuk mektebini bitirmeden ayrıldı.
Talat Bey’in ihtilâl fikirlerini yaymaya çalıştığı, Bâb-ı âlî tarafından tesbit edilerek devlet me’mûriyetinden azline ve Anadolu’da bir yere sürgün edilmesine karar verildi. Bu durumu haber alan Talat Bey, Rumeli umûmî müfettişi Hüseyin Hilmi Paşa’ya müracaat ederek, sürgünden kurtarılmasını istedi. Hüseyin Hilmi Paşa’nın araya girmesiyle sürgüne gitmekten kurtuldu. Açıkta kalmaması için de, husûsî bir mektebin müdürü olan Midhat Şükrü Bey, istifa ettirilerek yerine Talat Bey getirildi.
1906 Eylül’ünde, Selânik’de gizlice faaliyet gösteren ve kurucularının ekseriyeti Üçüncü ordu subaylarından olan Osmanlı Hürriyet cemiyetini kurdu. Balkan komitacılarıyla işbirliği yaparak, sultan İkinci Abdülhamîd Han’ı tahttan indirmeyi gaye edinen ve ihtilâlci bir hüviyete sâhib olan bu cemiyetin kurucularının çoğu mason idi. İçerde ve dışarda faaliyet gösteren; Osmanlı Devleti’nin parçalanması, yıkılması ve sultan İkinci Abdülhamîd Han’ın tahttan indirilmesi gayesiyle kurulan cemiyetleri kendinde toplamayı başaran bu cemiyet, silâhlı kuvvetler çevresinde hızla yayılarak, pek çok tarafdâr buldu. Bir yıl sonra merkezi Paris’te bulunan Osmanlı Terakkî ve İttihâd cemiyetiyle birleşme karârı aldı. Böylece Mehmed Talat Bey’in de kurucuları arasında yer aldığı Osmanlı Hürriyet Cemiyeti Osmanlı Terakkî ve İttihâd cemiyeti, daha sonra da İttihâd ve Terakkî adını alan cemiyetin Paris’ten sonra ikinci merkez-i umûmîyesi Selanik’te faaliyete başladı.
Meşrûtiyetin ilânından önce iki defa İstanbul’a gelen Mehmed Talat Bey, İstanbul’da İttihâd ve Terakkî cemiyetinin şubesini açtıktan sonra Selânik’e döndü. 1908’de ikinci Meşrûtiyetin ilânından sonra yapılan seçimlerde Meclis-i meb’ûsâna İttihâd ve Terakkînin Edirne meb’ûsu olarak girdi. İttihâd ve Terakkî içindeki aktifliği sebebiyle Meclis-i meb’ûsânın birinci reis vekili seçildi. Otuzbir Mart vak’asından sonra Meclis-i âyân ve Meclis-i meb’ûsânın birleşmesiyle toplanan Meclis-i millî-i umûmîde meb’usları tehdîd ederek sultan İkinci Abdülhamîd Han’ın tahttan indirilmesi ile ilgili karârı aldırdı. 1909’da meb’ûslardan meydana gelen ve İngiltere’ye giden hey’ete başkanlık etti. Tahsili, rütbesi ve tecrübesi olmadığı hâlde İttihâd ve Terakkî içindeki aktifliği sebebiyle, yeni kurulan Hüseyin Hilmi Paşa kabinesinde dâhiliye nâzırlığı vazifesi verildi. Daha sonra kurulan Küçük Saîd Paşa hükümetinde ise posta ve telgraf nâzırlığına getirildi. Büyük kabine diye de bilinen Gâzi Ahmed Muhtar Paşa hükümeti kuruldu. Bu sırada Balkan milletlerinin Rusya’nın desteğiyle Osmanlı Devletine karşı birleşmeleri, kaybolan itibârlarını kazanmak isteyen İttihâd ve Terakkî ileri gelenlerinin tahrikleri sebebiyle Balkan harbine girildi. Harbin devamı esnasında Gâzi Ahmed Muhtar Paşa’nın da istifasından sonra, Kâmil Paşa sadârete getirildi. İttihâd ve Terakkî ileri gelenlerinden olan Mehmed Talat Bey, Balkan harbinin korkunç neticeleri alınmak üzereyken, Kâmil Paşa hükümetine karşı 23 Ocak 1913’de düzenlenen ve Bâb-ı âlî baskını olarak bilinen kanlı baskının tertipleyicileri arasında yer aldı. O yıllarda İttihâd ve Terakkî’nin merkezi durumunda olan ve şimdiki Cumhuriyet gazetesinin bulunduğu kırmızı konak ve bu binanın karşısındaki Menzil müfettişliğinde toplanan, İttihadcılardan önce Bâb-ı âlî’ye giden Talat Bey, bir kaç zabit ile içeri girdi. Daha sonra Enver Bey’le birlikte Bâb-ı âlî’ye gelen İttihâdcılar kanlı Bâb-ı âlî baskınını düzenleyerek, Harbiye nâzırı Nâzım Paşa’yı ve on iki kişiyi öldürdürler. Mehmed Talat Paşa, dâhiliye nâzırı vekîli olarak vâliliklere telgrafla iktidar değişikliğini bildirdi. Sadrâzam Kâmil Paşa’yı zorla istifa ettirerek, yerine Mahmûd Şevket Paşa’yı getirttiler.
29 Eylül 1913’de İstanbul’da Bulgarlarla yapılan sulh görüşmelerine birinci murahhas olarak katılan Mehmed Talat Bey, Mahmûd Şevket Paşa’nın öldürülmesinden sonra, Saîd Halîm Paşa hükümetinde ikinci defa dâhiliye nâzırı olarak vazife aldı. Harbiye nâzırı Enver, Meclis-i meb’ûsân başkanı Halil beylerle ve sadrâzam Saîd Halîm Paşa’yla birlikte hareket ederek Osmanlı Devleti’nin Almanlarla ittifak andlaşması imzalanmasını sağladı. Alman hayranı olan Mehmed Talat Bey, Osmanlı Devleti’nin diğer İttihâd ve Terakkî ileri gelenleriyle birlikte İngiltere, Fransa ve Rusya gibi devletlerden meydana gelen itilâf devletlerine karşı, oldu bittiye getirilerek Birinci Dünyâ harbine girilmesini sağladı. Bu harbde milyonlarca müslüman-Türk gencinin telef olmasına ve pek çok vatan toprağının elden çıkmasına sebeb oldu.
Mehmed Talat Bey, müşirlikten ve vezirlikten gelmemesine; “Doğrusu ben kendime güvenemiyorum, sadrâzamlık kolay bir iş değil, bu yer için daha liyâkatti birini bulalım” diyerek tecrübesizliğini ve beceriksizliğini itiraf etmesine rağmen, sadrâzam Saîd Paşa’nın istifa etmesi üzerine İttihâd ve Terakkî’nin baskısıyla 4 Şubat 1917’de vezirlik rütbesi verilerek sadrâzam yapıldı. Rus çarlığının ihtilâl neticesi yıkılması üzerine iktidara gelen Bolşeviklerle Brest Litovsk’da yapılan barış müzâkerelerine katıldı. Hükümet reîsi sıfatıyla andlaşmayı imzaladı. Çok geçmeden harbin aldığı şekil ve Kafkasya mes’elesi sebebiyle görüşmelerde bulunmak üzere Berlin’e gitti. Bulgaristan mütâreke teklif ederek harbden çekildi. Harb çok fecî bir hâl aldı. Bütün cepheler tam bir çöküntü hâline girdi. Artık harbin kazanılacağına ümid kalmadı. Osmanlı Devleti’nin müttefiki olan Almanya bile her şeyin bittiğinin farkındaydı. Buna rağmen Talat Paşa iktidarı bırakma niyetinde değildi. Fakat Bulgaristan’nın mütâreke imzalayıp harbden çekilmesi üzerine, gâlib devletlere müracaat ederek mütâreke teklifinde bulunmayı düşündü. Bu müracaatı iktidar hırsı uğruna koskoca devleti batıran İttihâd ve Terakkî erkânı ve sadrâzam Talat Paşa yapamazdı. Çünkü bunlar, büyük bir târihî mes’ûliyet altındaydılar ve millete hesap verme durumundaydılar. Bunun için de Talat Paşa’nın istifa etmesi gerekiyordu. Nihayet Talat Paşa, 8 Ekim 1918’de sadâretten istifa etti. Fakat yeni hükümet kuruluncaya kadar Talat Paşa’nın istifası duyurulmadı. 13 Ekim 1918’de Talat Paşa’nın istifası îlân edilince, sadrâzamlığa ikinci ordu kumandanlığı ve Kafkas cephesi kumandanlığı yapmış olan Ahmed İzzet Paşa getirildi. Böylece on seneden az bir zaman zarfında, sultan İkinci Abdülhamîd Han’dan devralınan üç kıt’aya yayılmış altı yüz senelik koca bir devleti, korkunç bir İhtiras ve cehalet ile târihin sinesine gömen, komitacılıktan başka bir meziyeti olmayan, bu bakımdan birinci derecede mes’ûl kişilerden olan Talat Paşa iktidardan çekilmiş oldu.
Bir sene sekiz ay iki günlük sadâreti müddetinde memleketin karmakarışık olduğu, herkesin ölüm ve habs korkusu içinde yaşadığı, can, mal ve namus emniyetinin kalmadığı, İslâm düşmanlığının moda olduğu, her vilâyette zâlim ve ırz düşmanlarının türediği bir zamanda, Talat, Enver, Cemâl paşalar ile Dr. Bahâeddîn Şâkir ve Dr. Nâzım ile birlikte 30 Ekim 1918 gecesi memleketten kaçtı.
Kaçıp giderken halefi İzzet Paşa’ya bıraktığı mektûbda, mes’üliyetini kabul edip müsâid bir vaziyet hâsıl olduğu zaman hesâb vermeye geleceğinden ve bilhassa tâyin edilecek cezayı, kemâl-i cesaretle çekmek istediğinden bahs eden Talat Paşa, Almanya’nın Berlin şehrine kaçtı. Bir müddet mülteci olarak kaldığı, Berlin’deki apartmanına yakın bir sokakta, 15 Mart 1921’de Taleryan adında bir ermeni komitacısı tarafından kurşunlanarak öldürüldü. 47 yaşındayken öldürülen Talat Paşa’nın cenazesi tahnit edilerek, Berlin müslüman mezarlığında bulunan mescidin altındaki mahzende senelerce kaldıktan sonra, 25 Şubat 1944’de İstanbul’a getirilerek Hürriyet-i Ebediyye tepesine defnedildi.
Türk olmayıp çingene ırkından olduğu hakkında meşhur rivayet bulunan, bu konuda hakkında söylenenlere cevap vermek için; “Din ve milliyet mes’eleleri sırf kanâat ve telakki mes’eleleridir” diyen Talat Paşa, tahsili ve tecrübesi olmadığı hâlde Osmanlı Devleti târihinde alelade bir me’mûrluktan sadrâzamlığa yükselen ilk adamdır. Alman hayranı olan Talat Paşa, üç paşalar diye bilinen Enver, Talat ve Cemâl paşalar arasındaki anlaşmazlıklarda, Cemâl Paşa’yı desteklemiştir. Fakat, zaman zaman Suriye ve Hicaz bölgesinde müstakil bir hükümdar gibi hareket eden bahriye nâzırı Cemâl Paşa ile de görüş ayrılıkları olmuştur. Hattâ Cemâl Paşa’yı buradan uzaklaştırmak için teşebbüse geçmiştir.
İttihâd ve Terakkî’nin kuruluşundan, Mondros mütârekesi sonundaki yıkılışına kadar devam eden, Merkez-i umûmî saltanatı dönemindeki devletin yıkılmasına ve milletin perişan edilmesine yönelik bütün hâdiselerde mes’ûliyeti olan Talat Paşa, Meclis-i meb’ûsân reisi Ahmed Rızâ’nın hatıratında belirttiği gibi, fevkalâde bir komitacı ve bir çete reîsi idi. Peyâm-ı Sabah gazetesinde Cenab Şehâbeddîn; “Yırtıcı Kuşlar” başlıklı yazısında, Talat Paşa’nın komitacılığından bahisle; “O, Sandanski’ye (meşhur Bulgar komitacısı) taş çıkaran bir komitacı idi. Onun habis bir zekâsı vardı. Ağ örmeğe, tuzak kurmaya, pusuya yatırmaya, harmanyola çevirmeye müsâid hîlekâr, düzenbaz, kalleş bir zekâ” demiştir.
İsmâil Hami Danişmend de Kronolojisi’nde; Bâb-ı âlî’ye komitacılık ruhunu sokmuş ve devleti tıpkı bir Balkan çetesi gibi idare etmiş” diyerek gerçeği anlatmıştır. Dr. Adnan Adıvar ise, Talat Paşa hakkında; “En hafif tarafı atlatmak idi. Sadrâzamlığı sırasında bir gün sadâret odasından çıkarken iş için müracaat eden bir adama; “Peki bayramdan sonra yaparız” dedi. Oysa bayram daha yeni geçmişti. Şaşıran adam; “Efendi, bayram geçeli bir hafta oldu” deyince; Talat Paşa hiç düşünmeden; “Evet Kurban bayramından sonra deyiverdi” yazmaktadır.
Sultan İkinci Abdülhamîd Han’ın tahttan indirilmesinde en büyük rolü oynayan Talat Paşa, İttihâd ve Terakkî muhaliflerini de birer birer sokak ortasında öldürttü. O Bâb-ı âlî baskınından sonra sadrâzamlığa getirilen Mahmûd Şevket Paşa’yı öldürttükten sonra, bunu bahane ederek İttihâd ve Terakkî muhaliflerini İstanbul dışına süren, bu hâdiseden sonra tam bir terör idaresi kuran adamdır.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Rehber Ansiklopedisi; cild-16, sh. 121
2) Üç Paşalar Kavgası (C. Kutay)
3) Son Sadrâzamlar; cild-3, sh. 1933
4) Osmanlı imparatorluğu Târihi (Z. Danışman); cild-14, sh. 99
5) Îzâhlı Osmanlı Târihi Kronolojisi: cild-4, sh. 448
6) Görüp işittiklerim; sh. 130
7) İttihâd ve Terakkî içindeki Dönenler; sh. 15 v.d.

TAKİYYÜDDİN RASID


İstanbul’da ilk rasadhâneyi kuran astronomi, matematik ve hadîs âlimi. İsmi, Muhammed bin Mâruf bin Ahmed Râsıd-üş-Şâmî olup, lakabı Takiyyüddîn’dir. Takiyyüddîn Râsid diye meşhur oldu. 1525 senesinde Şam’da doğdu. Bir rivayete göre Kâhire’de doğmuştur. Aslen Nabluslu aydın bir aileye mensubtur. Babası Mâruf Efendi kâdı idi. Takiyyüddîn küçük yaşta ilim tahsiline başladı. Zamanın usûlüne göre tahsîl görerek kâdılık mevkiine yükseldi. Daha sonra ilim tahsiline devam etmek için Mısır’a gitti. Şam’a döndüğünde Câmi-i Benî Ümeyye’de Buhârî kitabını okumakla vazifelendirildi. Bir süre sonra da Dersiâmlığa, yâni İslâm ilimleri profesörlüğüne yükseltildi. Bir ara İstanbul’a gelen Takiyyüddîn Râsıd, Edirnekapı Bâlâ Medresesi müderrisliğine tâyin edildi ise de o, Mısır’da kâdılık yapmayı tercih etti. Daha sonra 1570 senesinde babası ile birlikte İstanbul’a gelip, yerleşti, İstanbul’da devrin meşhur âlimlerinden Çivizâde, Ebüssü’ûd Efendi, Azmizâde, Ali Kuşçu’nun torunu Kutbeddîn Efendi ve onun oğlu Mehmed Efendi ile Saçlı Emîri Efendi’nin ilim meclislerine katılıp, istifâde etti.
Takiyyüddîn Râsıd, İstanbul’a yerleştikten sonra, astronomi çalışmalarına ağırlık verdi ve bu alanda söz sahibi oldu. 1571 senesinde devletin resmî müneccimbaşısı (astronomu) tâyin edildi. Bu sırada meşhur âlim Hoca Sa’deddîn Efendi ile tanıştı. Onun vasıtasıyla sultan üçüncü Murâd Han’ın huzuruna kabul edildi. Pâdişâh’ın emri ile İstanbul Rasadhânesi’ni kurmakla vazifelendirildi, önceleri rasadlarını Galata kulesinde yapıyordu. Rasadhânenin inşâsında Hoca Sa’deddîn Efendi’nin ve sadrâzam Sokullu Mehmed Paşa’nın büyük yardımları oldu. Bu rasadhâne, şimdiki Beyoğlu’nda bulunan Fransız konsolosluğunun yânında idi. Rasadhânenin inşâsı 1577 senesinde tamamlandı. Aynı senenin sonlarında İstanbul üzerinden geçen bir kuyruklu yıldız gözlendi ve kitaplara yazıldı. Takiyyüddîn Râsıd bu rasadhânede dört sene deney ve gözlem yaptı. Rasadhânenin kapatılmasından sonra çalışmalarına özel olarak devam etti. 1585 senesinde İstanbul’da vefât etti. Kabrinin yeri bilinmemektedir.
Takiyyüddîn Râsıd, İstanbul rasadhânesinde ve özel imkânlarla yaptığı çalışmalarında birçok başarılar elde etti. Zamanı ölçmede, büyük başarı gösterdi. Rasad âletlerine saniye taksimatını ilk olarak koydu. Dört sene içerisinde yaptığı rasatlarla güneş cetvellerini tamamladı. Meyl-i külliyi(bir gök cisminin yörüngesinden tam olarak sapması, tam deklinasyonu) 33° 26’ 48” olarak buldu. Bu rakam bugünkü rakamdan sâdece 36 saniye küçüktür. Hâlbuki ünlü astronom Thyco-Brahe bunu iki misli hatâ ile 1’48”olarak bulmuştur. Güneşin sapmasını 2.5 saniye farkla 1° 55’ 9,3” olarak buldu. Thyco-Brahe ise bunu 3-4 misli hatâ ile tesbit edebilmiştir. Ayrıca Takiyyüdîn Râsıd güneşin ortalama hareketini bugünkü değerine yaklaşık olarak hesapladı. Meridyenler arası zamanı ilk defa ölçtü. Güneş, ay ve yıldızların doğuş yerlerini, yıldızların enlem, boylam, doğuş ve eğim metodlarını ilk defa ortaya koydu ve kullandı. Sidre adlı eserinde bundan açıkça bahsetmektedir, Enlem ve boylamı belli olan iki yıldızın yakınında olan üçüncü bir yıldız arasında ortaya çıkan kürevî üçgenin yüzölçümünü hesaplamak için bir âlet yaptı ve âletle üçüncü yıldızın enlem ve boylamını hesapladı. Bu yol günümüz astronomisinde de kullanılmaktadır. 60’lı sistem üzerine kurulan ve halen kullanılmakta olan derece, dakika ve saniyeyi ondalıklı bir şekilde ifâde etti. Avrupa’da bu sistem yüz sene sonra 1670 senesinde Gabriel Mouton tarafından ortaya atıldı.
Takiyyüddîn Râsıd yaptığı rasadları çeşitli eserlerde toplamıştır. Bunlardan bâzıları şunlardır:
1- Et-Turuk-us-Seniyye: İlk eseri olup, mekanik ve su mühendisliği ile ilgilidir. Su saatleri, nehirden su çekilmesi, su akımlarında kullanılan bâzı âletlerden bahsedilmektedir. Yazma nüshası Rasadhâne Kütüphânesi Müteferrika bölümü 67 numarada kayıtlıdır.
2- El-Âlât-ür-rasadiyye li ziyc-i Sehinşâhiyye: İstanbul rasadhânesinde bulunun âletleri tanıtan bir eserdir. Sultan üçüncü Murâd Han adına yazılmıştır. Eserde, dokuz rasad âleti tarif edilmiştir. Bu âletlerden bir kısmını ilk olarak kendisi yapmış ve kullanmıştır. Eserin bir nüshası Topkapı Sarayı Müzesi Hazîne Kütüphânesi 542 numarada, bir nüshası İstanbul Üniversitesi 1993 numarada, süslü bir nüshası ise, Paris Biblioteque National Supp. T. F. 1126’da kayıtlıdır.
3- Cedâvil-ür-Resadiyye: Astronomik gözlemler sonucunda yazılan cedvellerden meydana gelmiştir. Eser tamamlanamamıştır. İstanbul Rasadhânesi Kütüphânesi 378 numarada onbir cüzlük bir nüshası mevcuddur.
4- Sîdret-ül-müntehal Efkâr fî Melekût-il-felek-id-Devvâr:Özel rasadlarını topladığı bir eseridir. Eser, astronomi sahasında yazılan kitapların en önemlileri arasında yer alır. Takiyyüddîn Râsıd bu eserinde, trigonometriye dâir orijinal çalışmalar ortaya koymuştur, özellikte kirişler üzerindeki çalışmalarında, kiriş 1° veya 2°’nin hesabını üç yolla yapmayı ve bunu üçüncü derece denklemi kurmakla başarmıştır. Aynı eserin sinüsler üzerine de eğilmiş ve copernikus (Kopernik)’tan farklı olarak, sinüs, cosinüs, sekand ve kosekandın tariflerini vermiş, sin (A-B), sin (A+B), sin A/2’nin formüllerini çıkarmış ve sin 1°’nin hesabını yapmıştır. Eserin yazma nüshalarından biri Nûruosmâniye Kütüphânesi 2930 numarada, diğeri İstanbul Rasadhânesi Kütüphânesi 339 numarada kayıtlıdır.
5- Risâletü Rub’-ul-Ceyb: Rub’u tahtası denilen, zaman tâyini, namaz vakitlerinin, hicrî ayların ve kıblenin tâyini ve hesaplanmaları ile ilgili âletin tarifi ve kullanılışı ile ilgilidir. Manzum olarak hazırlanmıştır.
6- Tercümân-ül-Etıbba ve Lîsân-ül-Elibbâ: Farmakolojik bir lügat olup, Takiyyüddîn Râsıd’in tıbla da ilgilendiğinin ve bu alanda çalışmalar yaptığının delilidir. İlâçlar hakkında bilgi veren bu eser altmış sahifeden meydana gelmiştir. Yazma nüshalardan biri Kudüs Üniversitesi Milli Kütüphânesi A.8.183’de diğer nüshası da Berlin Üniversitesi Ahlward yazmalar katalogu T.V. No 6431’de kayıtlıdır.
7- Gunyet-üt-Tullâb minel-Hisâb, 8- El-müzvelet-iş-şimâlıyye il-fadli Dâiri ufkî Kostantiniyye: (Güneş saatleri, Rub’u tahtası ile ilgilidir),9- Gurûbu Şems sebebühû ve Teahhuru: (Astronomi ile ilgili), 10- Ziyc-i Cedîd-i Sa’deddîn: 11- Düstûr-ut-tercîh li kavâid-it-testig:12- Reyhânet-ür-rûh fîr-resm-is-sa’atî alâ musteve-üs-sütûh:(Projeksiyon metodu ile ilgilidir).
Bu büyük Osmanlı âliminin ilmî başarıları tam manâsıyla henüz tedkîk edilememiştir. Takiyyüddîn Râsıd; muhtelif rasad, mekanik, otomatik, robotik ve hidrolik âletlerin yapımı ve teknolojisi sahasında Avrupalı meslekdaşlarına rehberlik yapmış ve onları geride bırakmıştır. Batılı astronomi bilgini Thyco-Brahe’nin Takiyyüddîn Râsıd’ın eserlerini okumak suretiyle ondan ilham aldığını, başarılarının büyük kısmını ona borçlu olduğunu batılı kaynakların pek çoğu zikretmektedir.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) İstanbul Rasadhânesi (Prof. Dr. A. Süheyl Ünver)
2) Onaltıncı Yüzyılda Trigonometri Çalışmaları (Prof. Sevim Tekeli Erdem); cild-2. sayı-4, sh. 219
3) Takiyyüddîn vel-Hendeset-ül-mekânikiyyet-il-Arabiyye (Dr. Ahmed Yûsuf el-Hasan)

TAHA-YI HAKKARİ


Osmanlılar zamanında Anadolu’da yaşayan evliyânın en büyüklerinden. İnsanları Hakk’a davet eden, onlara doğru yolu gösterip hakîkî saadete kavuşturan ve kendilerine Silsile-i aliyye denilen büyük âlim ve velîlerin otuz birincisidir. Abdülkâdir Geylânî hazretlerinin on birinci torunudur. Yâ’ni Peygamber efendimizin soyundan olup, seyyiddir. Hâlid-i Bağdâdî’nin talebelerinin büyüklerindendir. Seyyid Abdullah’ın kardeşi Molla Ahmed’in oğludur. Lakabı; Şihâbüddîn, İmâdüddîn ve Kutb-ül-medâr vel-irşâd’dır.
Küçük yaşta Kur’ân-ı kerîmi hatmetti ve ezberledi. Sonra ilim tahsiline başladı. Süleymâniye, Kerkük, Irak, Erbil, Bağdâd gibi ilim merkezlerine giderek şöhretli âlimlerden; tefsir, hadis, fıkıh gibi zahir ilimler ile zamanın fen ve edebiyat bilgilerini öğrendi.
Süleymâniye’de bulunan Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî’yi ziyarete gitti. Onun da sohbetinde bulunarak, kemâle geldi. Mevlânâ Hâlid, Seyyid Tâhâ’nın yetişmesine, gözlerin görmediği, kulakların duymadığı, kalblerin düşünemediği makamlara erişmesine himmet gösterip yardım etti. İleride zamanın en büyük âlim ve velîsi olacak tarzda, ihtimam ve ciddiyetle onu terbiye etti. Riyazet ve mücâhedesinde hiç eksiklik etmedi. Nefsin istediklerini yaptırmayıp, istemediklerini yaptırdı.
Seyyid Tâhâ hazretleri, Mevîânâ Hâlid-i Bağdâdî’nin yanında seksen gün kaldıktan sonra, evliyâlıkta pek yüksek derecelere kavuştu. Hilâfetle müşerref olup Berdesûr’a hareket edeceği zaman, Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî onu büyük bir cemâatle teşyi’ etti, uğurladı. Vedâdan sonra, Seyyid Tâhâ, Mevlânâ’nın ayrılmış olduğunu hissedip, atına binmek istediğinde, üzenginin bir kimse tarafından tutulduğunu anladı. Baktığında, üzengiye yapışan ve onu tutanın hocası Mevlânâ olduğunu gördü. “Estağfirullah” deyip, geri çekildi. Hazret-i Mevlânâ, Seyyid Tâhâ hazretlerine hitaben; “Bir zaman nefsinin terbiyesi için size dağdan taş getirtiyordum. Şimdi Resûl-i ekremin Ehl-i beytine olan bağlılığım hasebiyle, üzengini benden başka kimse tutamaz. Siz de bundan kaçamazsınız” buyurdu. O da sıkılarak, “Emir, edebden üstündür” sözü gereğince ata bindi. Bir müddet binlerce âlim, sâlih, talebe ve halkın katıldığı uğurlama merasimi ile yürüdü. Sonra, Mevlânâ durdu. Elindeki dizginleri, Seyyid Tâhâ’ya verip; “Bundan sonra dizginlerin senin elindedir. Terbiye ve yetişmende kusur etmedim. Cenâb-ı Hak yardımcın, büyüklerin ruhları sığınağın olsun” buyurdu. Tâhâ-i Hakkâri hazretleri Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî’nin halîfesi olarak Berdesûr’a geldi.
Seyyid Abdullah, Nehrî’de talebe yetiştirmekle meşgul iken, oraya çok yakın olan Berdesûr’a Seyyid Tâhâ’nın da gönderilmiş olmasının hikmetini anlayamayan bir çokları; “Böyle iki büyük halîfenin bir yere gönderilmesinin sebebi nedir?” dediler. Fakat bunu, kısa bir süre sonra Seyyid Abdullah vefât ettiğinde anladılar. Bunun üzerine, oranın halkı tarafından Seyyid-i Büzürk (Büyük Efendi) diye bilinen Seyyid Tâhâ hazretleri, Nehrî kasabasına gelip talebe yetiştirmeğe başladı. Burada kırk iki sene, ilim talebesine, Hak âşıklarına ve Hakk’ı arayanlara feyz ve nûr saçtı. Şimdi bir kaç harâb evin bulunduğu Nehrî’de, o zaman nüfus on altı bine yükseldi. civarın merkezi oldu. Nehrî hududuna girildiğinde, akıllı olanları ve gönül sahiplerini feyz ve muhabbet kokuları kaplardı. Ziyaretçiler abdestsiz Nehrî’ye giremezlerdi. Seyyid Tâhâ hazretleri, teheccüd namazını ekseriya saâdetli hanesinde, bâzan kendi mescidlerinde edâ ederlerdi. Kuşluk namazını dâima câmide kılardı. Her gün medreseleri kontrol eder, müderris ve talebelerin tahsillerini tedkik buyururdu. Müderrislerin müşkil mes’elelerini hallederdi. İkindi namazından sonra “Hatm-i hâcegân-ı kebîr”, sonra imâm-ı Rabbani hazretlerinin Mektûbât’ı okunurdu. İlleri gelen talebelerinden Seyyid Fehim hazretleri Nehrî’de ise ona, yok ise, muhterem dâmâdları ve halîfeleri Seyyid Abdülehad hazretlerine okuturlardı. Bu arada bâzı kelime veya cümle üzerinde geniş bir îzâh, sohbetlerinin mevzûunun esâsı olurdu. Kendisini sevenlerden ve talebelerinden kimseyi unutmazlar, herkesin hâlini genişçe suâl buyururlardı. Kimin bir sıkıntısı olursa, hemen gidermeğe çalışırlardı. Sıla-i rahme ehemmiyet verir, muhtâc olanların ihtiyaçlarını karşılardı. Hocasının tavsiyelerine binâen devlet ricali ile temas buyurmazlar, ancak bâzı müslümanların zararını önlemek üzere mektup yazarlardı. Hâlbuki başta sultan Abdülmecîd Han olmak üzere, bütün devlet ricali her emirlerine âmâde idi.
Musul taraflarında şeyhlik iddiasında bulunan bir kimse, talebesinden birini Seyyid Tâhâ hazretlerinin yanına gönderdi ve; “Seyyid Tâhâ’ya sünnete uymayan bir iş işletmeden, buraya dönme” dedi. O da kalkıp Nehrî’ye geldi. Bir ikindi namazından sonra, Seyyid Tâhâ hazretlerinin mescidin kapısında duran ayakkabılarından sol ayağınınkini uzağa koydu. Bununla, mescidden sağ ayakla çıkmasını ve sünnete uygun olmayan bir iş yapmasını düşünmüştü. Fakat Seyyid Tâhâ hazretleri, kalabalık içerisinde, o kişiye hitâb edip; “Aldığın ayakkabıyı yerine koy! Senin aradığın şey, bu kapıda yoktur” buyurdu.
Seyid Tâhâ hazretleri bâzan; Misvakla kılınan bir rek’at namaz, misvâksız kılınan yetmiş reh’attan hayırlıdır” hadîs-i şerifini okurdu. “Hadîsdeki sivâk, “misvaklamak” mânâsına geldiği gibi “sensiz” mânâsına da gelir. O zaman hadîs-i şerifin mânâsı; “Sensiz, yânî kendini düşünmeden Rabbinle olduğun bir rek’at, kendinle olduğun yetmiş rek’attan fâidelidir” buyururdu.
Yine buyurdu ki:
“Münkirden (inkârcıdan) aslandan kaçar gibi kaçın! Münkirin ekmeğini yiyenin kalbi, zikre karşı kırk gün ölür. Bu münkirler, Resûlullah’ın sallallahü aleyhi ve sellem zamanında olsaydı, O’na îmân etmezlerdi.”
“Amellerinizi ucb (kendini beğenmede, ibâdeti kendinden bilmek) ile örtmeyiniz, yok etmeyiniz.”
“Bizim yolumuzun yolcularının faydaları ana ve babalarına dahi ulaşır.”
Evliyanın vefâtından sonra istifâde hakkında; “Kılıç kınından çıkmadıkça (rûh, bedenden çıkmadıkça) kesmez” buyurdu.
Seyyid Tâhâ hazretleri 1853 (H. 1269) senesinde bir ikindi vakti, Haram Çeşmesi denilen ağaçlık bir mevkîde talebeleri ile sohbet ediyordu. Sohbet ânında kendisine iki mektup arzedildi. Bunları kıymetli dâmâdı Abdülehad Efendi’ye okuttuktan sonra; “Abdülehad! Şöhret âfettir. Artık bizim dünyâdan gitmemizin zamânı geldi” buyurdu. Abdülehad da; “Aman efendim, Şam’dan gelen bu iki mektup nedir ki?” dedi. O gün sohbetten sonra hâne-i saadetlerine gitti ve orada hastalandı. On bir gün hasta yattı. Hastalığının ağır olmasına rağmen namazlarını mümkün olduğu kadar ayakta kılmağa çalıştı. Hastalığının on ikinci Cumartesi günü talebeleri ve yakınları ile helâllaştı, vedâlaştı, vasiyetini bildirdi. Kardeşi Seyyid Salih hazretlerini çağırttı. Onun için; “Biraderim Salih, kâmil, olgun bir velîdir. Herkesin başı onun eteği altındadır” buyurdu. Yerine kardeşi Salih hazretlerini halîfe bıraktı. İkindi vaktinde, talebelerinin Yâsîn-i şerif tilâvetleri arasında, mübarek ruhunu Kelime-i tevhîd getirerek teslim eyledi.
Mübarek mezarı Nehrî’dedir. Onu seven âşıkları, uzak yerlerden gelerek, mübarek kabrinden fışkıran nurlardan, feyzlerden istifâde etmekte, bereketlenmektedir.

DÜNYA MALI

İran şahı, Şemdinan’a yakın 145 pare köyü, her şeyi ile beraber Seyyid Tâhâ’ya bağışladı. Bu haberi kendisine getirdiklerinde, bir an başını eğip kaldırdıktan sonra; “Elhamdülillah” dedi. İran şahı ölünce, oğlu bu köyleri geri aldı. Haberi Seyyid Tâhâ’ya getirdiklerinde, yine başını eğip bir an sonra kaldırdı ve; “Elhamdülillah” buyurdu. Talebeleri; “Efendim! Köyleri size hediye ettikleri zaman da hamd ettiniz; geri aldıklarında da hamd ettiniz. Hikmeti nedir?” diye arzedince; “Hediye ettikleri zaman kalbimi yokladım. Dünyâ malına sevinmediğimi gördüm bunun için hamd ettim. Şimdi geri aldıklarında yine kalbime baktım. Hiç üzüntü bulunmadığını gördüm. Yine hamd ettim” buyurdu.

ANBARA DEĞİL, BİZE GEL!

Bir gece hırsızın biri, Seyyid Tâhâ hazretlerinin anbarına girip bir çuval un almak istemişti. Çuvalı doldurdu, fakat kaldıramadı. Yarıya kadar boşalttı, yine kaldıramadı. Biraz daha boşalttı. Yine kaldırıp götüremedi. O sırada, Seyyid Tâhâ hazretleri anbara geldi ve; “Ne o, çuvalı kaldıramıyor musun? “Yardım edeyim” deyince; hırsız, donakalıp bir şey diyemedi. Seyyid hazretleri çuvalı kaldırıp, hırsızın sırtına verdikten sonra; “Bunu al git, bizim adamlarımız görmesin, belki canını yakarlar. Bir daha ihtiyâcın olursa, anbara değil, bize gel” buyurduğunda, hırsız tövbe edip, sâdık talebelerinden oldu.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; cild-18, sh. 246
2) Şems-üş-şümüs; sh. 135
3) Mecd-i tâlid
4) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; sh. 1075
5) Eshâb-ı kiram; sh. 397
6) Rehber Ansiklopedisi; cild-16, sh. 109