31 Mart 2018 Cumartesi

HERSEKLİ ARİF HİKMET


On dokuzuncu asır Osmanlı şâirlerinden. 25 Kasım 1839 târihinde bir Çarşamba günü Hersek’in Mostar kazasında doğdu. Babası Zülfikâr Nafiz Paşa, annesi Çerkes Ayşe Hanım’dır. Dedesi ise Hersek vâlisi İstolçalı Ali Galip Paşa’dır. Hersek’te tahsîle başlayan Arif Hikmet, önce babasının, sonra dedesinin ölümü üzerine ailesi ile birlikte Bosna’ya taşındı. Tahsiline devam etmek istediğinden 1853 senesinde gittiği İstanbul’da özel hocalardan sarf, nahiv, meânî, beyân ve mantık dersleri aldı.
Tahsilini tamamladıktan sonra 1856 senesi Mart ayında Mısır kapısı kethüdası Murâd Bey’in yardımları ile rütbe-i hâcegânîye (devlet yazı işlerine) geçti. İlk olarak sadâret mektûbî kaleminde (sadrâzamlık özel kalem müdürlüğü) vazife aldı. Burada yedi-sekiz sene kadar çalıştıktan sonra, kendi arzusuyla ayrıldı. Hersek ve Bosna’yı da içine alan ve altı ay kadar süren bir seyahatten sonra İstanbul’a döndü. 1868 senesinde Cevdet Paşa’nın tavsiyesine uyarak Adliye nezâretine bağlı çeşitli dâirelerde görev aldı. 1872’den beri sürdürdüğü Mahkeme-i İstinaf hukuk kısmı mümeyyiz-i sânîliği (üst mahkeme hukuk kısmı ikinci müdürlüğü) görevinden maddî sebeblerden dolayı istifa etti.
Arif Hikmet, 1883 senesinde Erzurum merkez Bidayet mahkemesi hukuk dâiresi riyasetine (Asliye hukuk mahkemesi reisliği) tâyin edilerek, İstanbul’dan uzaklaştırıldı. Bir müddet sonra Bursa’ya tâyin edildi. Üç sene Bursa’da çalıştıktan sonra annesinin ölümü üzerine istifa ederek İstanbul’a gitti. Bir müddet sonra, aynı görevle Manastır’a gönderildi. 1888 senesinde ise, Yanya’ya tâyin edildi. 1891 yılında ise Kastamonu merkez bidayet reis-i evveli Ahmed Rif’at Efendi ile makamları değiştirilmek suretiyle Kastamonu’ya gönderildi. Daha sonra Adana, Ege ve Akdeniz adaları vilâyetlerinde aynı görevde bulunduktan sonra, izinli olarak İstanbul’a gittiği zaman, Adliye nâzırı Abdurrahmân Paşa’nın yardımlarıyla 1897 senesinde Derseâdet İstinaf mahkemesi âzâlığına tâyin edildi. 1900’de İstînâf-ı hukuk mahkemesi riyaseti, 1901’de Mahkeme-i temyiz âzâlığına terfi etti. 20 Nisan 1903 târihinde Şehzâdebaşı’ndaki evinde öldü. Cenaze namazı Fâtih Câmii’nde kılındıktan sonra Topkapı mezarlığına defnedildi.
Kadirî yoluna mensub, âlim bir zât olan Ârif Hikmet, Tanzîmât’ın ilânından kısa bir süre sonra doğmuş ve Tanzîmât’ın getirdiği değişme ve yenileşme içinde büyümüş, askerî ve hukuki sahada elli beş sene hizmet verdiği devletin inkırazını (çöküşünü) yakından tâkib etme şansızlığını yaşamıştır. Ârif Hikmet Bey’e göre, Osmanlı Devleti hakikî bir Tanzîmât hareketi yaşamamıştır. Zîrâ bu inkılâplar, yabancı devletlerin baskısı ile yapılmıştır. Tanzîmât’a karşı olan Ârif Hikmet, eserlerindeki muhteva herkesin anlayamayacağı kadar yeni olduğundan, zamanında eserlerini kimseye göstermemiştir.
İlme son derece önem veren, cehalete çok kızan Ârif Hikmet’in şöhreti, şiirlerin den gelmekle beraber, nesirde de başarılıdır. Kendisini zorlamadan, hızlı ve kolay yazı yazması, yazdıklarında tekrara düşmemesi, ifâdesindeki samimiyet ve şiir dilini ustalıkla kullanması, şâir olarak en önemli özelliklerindendir. Hikmet ve tasavvufa dâir şiirleri çoğunlukta olup, en güzelleri gazelleridir.
Arif Hikmet, özellikle şiir konusunda çok yeni düşüncelere sahiptir. Ona göre, şiir için vezin ve kâfiye gerekli değildir. Dolayısıyla şiir mensur da olabilir. Şiir sadece estetik sebeplerle yazılır. Şiirin mâhiyeti tahayyülden ibarettir. On yedinci asır şâirlerinden etkilenen Arif Hikmet, kendi zamanında ise, Leskofçalı Galip’in te’siri altında kalmıştır. Ârif Hikmet, şahsiyeti ile insanları kolayca etkisi altına alırdı. Çok güzel konuşur ve şiir okurdu. Hafızası fevkalâde kuvvetliydi. Sohbetlerinde karışık ve zor konuları basit ve anlaşılır hâle koyarak, dinleyenlerin takdirini toplardı. Bu özelliği nesrinde de görülür.
On dokuzuncu asra kadar şâirlerin beraber bulundukları, toplandıkları belli bir yer yoktu. Şiirde üstâd tanınan Ârif Hikmet, şâir dostlarıyla beraber bir Encümen-i şuarânın kurulmasına ön ayak oldu. 1861 senesi Haziran ayından itibaren Arif Hikmet’in Lâleli’de Çukurçeşme’deki evine her Salı toplanan bu meclise tanınmış şâirler katıldı. Bunlar arasında Osman Şems Efendi, Lebîb Efendi, Kâzım Paşa, Manastırlı Hoca Nailî Efendi, Halet Bey, Recâizâde Celâl Bey gibi tamâmiyle eski görüşlü şâirler bulunduğu gibi. Ziya Paşa ve Nâmık Kemâl gibi yeni düşüncenin kavgasını yapanlar da vardı.
Bunların bir araya gelmelerinin sebebi hepsinin şâir olmasıydı. Diğer sebebler ise, aralarında çeşitli vesilelerle kurulan dostluklarını samimi bir mecliste devam ettirmeye gayret eden bu şâirlerin hemen hepsi doğum ve me’mûriyet gibi sebeplerle Rumeli ile bağları vardır. Birbirlerinden farklı sebeplerle de olsa, encümendeki şâirlerin ekseriyeti Tanzîmât’a ve bilhassa ilim ve teknikte olmayan bir batılılaşmaya karşıdırlar. Bir sene kadar devam eden encümende, yazılan şiirlerin cemiyet içinde okuma işini Nâmık Kemâl, eserlerin kritiği yolunda meclisin yönetilmesi ve yönlendirilmesi işini de Leskofçalı Galip üstlenmişti. Aynı zamanda birer devlet me’muru olan meclis üyelerinin değişik yerlere tâyini bu meclisin dağılmasına sebeb oldu.
Arif Hikmet’in eserlerinden bâzıları şunlardır: 1- Levâyih-ül-hikem, 2- Cevâmi-ül-efkâr, 3- Sevânik-ül-beyân, 4- Misbâh-ül-îzâh, 5- Asâr-ı Hikmet, 6- Dîvân: Bunlardan en meşhur olanı Dîvân’ıdır. 1757 beytten meydana gelen Dîvân’ı devrin umûmî havasında dış Türklerin düştüğü kötü durumlar, Ehl-i Beyt ve İslâm âlimleri hakkında yazılmış mersiyelerle doludur.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Hersekli Ârif Hikmet (Metin Kayahan Özgür); sh. 1
 2) Son asır Türk şâirleri; sh. 654
 3) Büyük Türk Klasikleri; cild-8, sh. 169
 4) XIX Asır Türk Edebiyatı; sh. 237
 5) Rehber Ansiklopedisi; cild-7, sh. 235

30 Mart 2018 Cuma

BAKİ


On altıncı asır dîvân şâiri; âlim, müderris ve kazasker. Asıl adı Mahmûd Abdülbâkî’dir. Babası Mehmed Efendi, Fâtih Câmii müezzini idi. Bakî, önceleri saraç çıraklığı yapmış, fakat gelip geçerken gördüğü medrese talebesi ve havası onu ilim yoluna çekmiştir. Onun saraç değil sirâc çıraklığı yâni kandil yakanların çırağı olduğu iddia edilirse de böyle bir mesleğin varlığı söz konusu değildir. Şayet böyle bir meslek olsaydı, medrese talebesi ile iç içe yaşıyor denebilirdi. Hâlbuki Bakî, yolunun üstünde her gün bunlara rastlamış, devrinde ilmin ne derece rağbet gördüğünün farkına varmış, nihayet bitmez tükenmez bir okuma aşkı ile kendisini medresede bulmuştur.
Hocaları arasında Ahaveyn adı ile meşhur Karamânî Ahmed ve Mehmed efendiler vardı. Bu iki kardeşten ders okuduktan sonra, Kâdızâde Efendi’nin Süleymâniye’deki toplantılarına katılarak akranları arasında ön sırayı almıştır, Bakî, Süleymâniye medreselerinin yapımında nezâretçi bulunduğu bu zamanlarda Nahcıvan seferinden dönen Pâdişâh’a sunduğu bir kasîde ile dikkat çekmiş, hâlini arz ederek Sultân’ın takdir ve iltifatlarına kavuşmuştur (1555).
Kâdızâde’nin bir sene sonra, 1555-56 (H. 963) Haleb kâdısı olması üzerine, beraberinde gitmiş, hocasına Râiyye; Haleb beylerbeyi Kubâd Paşa’ya da Hilâl kasîdelerini sunmuştur. Dört senelik bir ayrılıktan sonra, İstanbul’a dönerken büyük âlim Ebüssü’ûd Efendi’nin en büyük oğlu Mehmed Çelebi ile Konya’da karşılaşmıştır. Mehmed Çelebi’nin babasına gönderdiği mektubu fırsat bilerek Ebüssü’ûd Efendi’ye Lâmiyye kasîdesini sunarken, ayrıca Filibeli Mahmûd Efendi’ye iki kasîde yazmış ve Rüstem Paşa’ya yakın olma yollarını aramıştır.
1562 (H. 969 Safer) yılında Molla Merhûm’a dânişmend, 1563 (H. 971 Ramazan)’de de yirmi beş akçe ile müderris olmuştur. Fakat medrese verilmesinde tereddüd edilmiş, nihayet aynı yılın Şevval ayı ortalarında Silivri’de bulunan Pîrî Paşa medreselerinde müderrisliğe başlamıştır. Rüstem Paşa’dan sonra sadrâzamlığa getirilen Semiz Ali Paşa’ya da kasîdeler sunan Bakî oldukça takdîr gördü. Semiz Ali Paşa ve Mîrâhor Ferhad Ağa vâsıtasıyle Pâdişâh’a yaklaşarak, kasîdeler sunmaya başladı. Netîcede sultânın gönderdiği gazellere söylediği nazîreler sayesinde şöhreti gittikçe arttı ve meslek hayatındaki yükselişleri devam etti. Hattâ 1564 yılında maaşı iki katına çıkarılarak, Murâd Paşa Medresesi müderrisliğine tâyin edildi. İki sene sonra 1566 (H. 974) de pâdişâhın ölümü, Bakî için bir dönüm noktası oldu. Bu hâdiseden duyduğu teessürü bildiren meşhur mersiyesini yazmasına, ayrıca yeni sultâna yer vermesine rağmen vazifesinden alındı. Sultan İkinci Selîm Han, asrın bu büyük şâirini üç sene sonra, 1569 (H. 977)’de yeniden Murâd Paşa Medresesi müderrisliğine getirdiği gibi, iki sene sonra Temmuz ayında Eyyûb müderrisliğine tâyin etti. Ardından Sahn müderrisi olan şâir, pâdişâh meclislerinde de görülür oldu ve 1574-75 (H. 983) yılında Süleymâniye Medresesi’ne terfî etti. Aynı senenin Şaban ayında, üçüncü Murâd Han’ın tahta geçmesi üzerine, bir cülûsiye sunmasına rağmen, çekemeyenleri tarafından iftiraya uğradı ve;
Cihânın nimetinden kendü âb u dânemüz yiğdür
İlün kâşanesinden gûşe-i virânemüz yiğdür.
beyti ile başlayan bir şiirle pâdişâhın ihsânlarını küçümsediği öne sürüldü. Neticede işinden olduğu gibi, İstanbul’dan da uzaklaştırıldı. Ancak sevenleri, bu şiirin Nâmı mahlaslı bir şâirin olduğunu ispatta gecikmediler. Bakî’nin haklılığı ortaya çıkınca, Edirne Selîmiyesine tâyin edildi; hemen ardından Sultan Selîm-i kadîm Medresesi müderrisliğine getirildi. 1579 (H. 987 Muharrem)’da Mekke-i mükerreme kâdısı olan Bakî, bir sene sonra Medîne-i münevvere kâdısı oldu ise de 1582 (H. 989)’da azl edilince, İstanbul’a döndü. 1584 (H. 992) yılında hâkim-i dârussaltana yâni İstanbul kâdısı oldu ve bu vazîfesi iki sene sürdü. 1586 (H. 994)’de aynı vazîfeye ikinci defa getirildi. Aynı sene Anadolu kazaskerliğine yükseldi. İki sene sonra ayrılarak köşesine çekildi ise de 1590’da yine aynı vazîfeye getirildi ve 1591 (H. 1000) yılında Rumeli kazaskeri oldu ve emekliye ayrıldı. Üçüncü Murâd Han devrinin son senesinde yeniden Rumeli kazaskeri oldu ise de istifa etti. Üçüncü Mehmed’in 1595 yılında tahta geçmesi ile yazdığı cülûsiye üzerine üçüncü defa Rumeli kazaskeri oldu. Aslında şeyhülislâm olmak ümîdi vardı. Ancak önce Hoca Sâdeddîn, onun ölümü ile de Sun’ullah Efendi’nin bu makama gelişleri Bâkî’yi bu ümidinden vaz geçirdi. 1598 yılında Rumeli kazaskerliğinden ayrılarak köşesine çekilen şâir, nihayet 7 Kasım 1600 (H. 1008) târihinde vefât etti.
Edebî yönü ele alınınca, onun yetişmesinde en büyük rolü Balıkesirli Zatî oynamıştır. Aslında medrese hayası içinde yetişen Bakînin bu sahadaki istidadı pek fazladır. Akranları arasında seçilmeye başlanan genç şâir, daha on dokuz yaşında şöhret kazanmaya başlamış, başta Hoca Sâdeddîn Efendi olmak üzere, asrın şâirlerinden Nev’î, Vâlihî gibi sayıları onun üzerinde olan geniş bir arkadaş çevresi edinmiştir. Bâkî’nin bu devrede en çok gelip-gittiği yer sahhâf ve şâir Zâtî’nin küçük bir edebiyat mahfili olan dükkânıdır. Kendisinin “Üstâd-ı şirân-ı Rûm” diye bahsettiği Zatî, Bâkî’ye iltifatlarda bulunup, şiirlerini tashih etmiştir. Bu edebiyat mahfilinin ortaya çıkardığı samimî bir havada, tabiatı îcâbı gittikçe açılan Bakî, sonunda ustası Zatî tarafından takdir edilmiş ve matlâları gazel hâline getirilmiştir. Ayrıca Bakî, devrinin mes’elelerini fırsat bilerek yazdığı şiirlerle dikkat çeken bir şâirdir. O, bu yönü ile devlet büyüklerine yaklaşmasını da bilmiştir.
Hayâtının sonuna yakın evlenen Bakî Efendi’nin, Şeyhî mahlasıyle şiirler yazan Mehmed ve Abdurrahmân Efendi adında iki oğlu var idi.
Kânûnî sultan Süleymân, ikinci Selîm, üçüncü Murâd ve üçüncü Mehmed Han zamanlarında yaşamış olan Mahmûd Abdülbâkî Efendi, aklî ve naklî ilimlerde derin âlim ve güzel ahlâk sâhibî idi. Dîni ilimlerdeki üstünlüğü şeyhülislâm olabilecek derecedeydi. Ancak sırası gelmediği için bu vazîfeye tâyin olunamadı. Tatlı dilli, güler yüzlü ve hoş sohbet idi. Açık kalbli, temiz yürekli, nâzik ve kibar mizaçlı olduğu için nükteli tarizlerinde zarafet haddini aşmazdı. Herkese iyi muamele eder, istemiyerek kalbini kırdığı kimselerin gönlünü almaya çalışırdı. Hayırsever bir zât idi. İstanbul’da Nişancı Paşa-i Cedîd yanında Bakî Efendi Mescidi’ni yaptırmıştı.
Bâkî’nin hayatındaki adım adım yükseliş, şeyhülislâmlık mevkiine ulaşamasa bile, şiirde pâdişâhlığa ulaşmasına sebeb olmuş, Kânûnî’ye arkadaşlık etmiş ve birlikte şiir musahabelerinde bulunmuşlardır. Kısaca bu devrin tanınan iki pâdişâhı vardır. Biri Sultan Süleymân Han, diğeri ise şiirin sultânı olan Bâkî’dir. Ona Türk târihinin en yüksek devrinde Sultân-üş-şu’arâ denilmesi boşuna değildir.
Çocukluğunda çok fakir olması sebebiyle, şiirinde hayâtın içinden getirdiği hususlar vardır. Hattâ şiiri bu yönden ele alınınca, bâzı sözleri atasözü hükmündedir. Halk tâbirleri ve deyimlere yer vermesinin yanında, kullandığı kelime kadrosu bakımından yer yer halk şâirlerine yaklaştığı görülür. Şiirdeki bu kuvvetliliği, yaşadığı ve içinden geldiği hayattan getirmiştir.
Şiir diline renklilik ve akıcılık getiren Bakî, İran Edebiyatı te’sirinin de ortadan kalkmasına sebeb olduğu gibi, bulunduğu asra şiirde millîliği getirmiştir. Yaratılıştan kibar ve zarif oluşu, nükteleri ile şiirini atbaşı götürmesine yol açmıştır. Şiirinin yanında, dillerde dolaşan nükteleri de bâzı şiir mecmuaları ve kitaplarda yer almıştır.
Bakî, san’atta, Osmanlı Türkçesi Edebiyâtı’nın en büyük şâiri olma durumunu dâima muhafaza etmiş, şöhreti Osmanlı cihân devletinin bütün hudutlarına yayılmıştır. Ayrıca şiirinin helva gibi gıda olduğunu ve elden ele dolaştığını zikreden kaynaklar mevcuttur.
Çü güftâr-ı Bâkî-i şîrîn-edâ
Edip höb halvâyı âhir gıda
Geze elleri câm-ı sâkî gibi
Düşe dillere şi’r-i Bakî gibi
beytleri bunun açık delîlidir. Araştırıldığı takdirde bu kabil mısra’ ve beytlerin, devrin diğer müelliflerinden daha fazla görülmesi mümkündür. Bâkî’yi bu duruma getiren, dili ustaca kullanmasıdır. Ses ve mânâyı şiirinde birleştiren şâir, ahenkli ve temiz bir üslûb ortaya koymuştur. Onun şiiri; ölçülü ve bilgi hudutları içinde kullanılan bir dilin mahsulü idi. Şiirinde kullandığı kelime, tâbir ve deyimlerin menşei halkın dili, ev ve aile Türkçesi idi. Kısaca Bakî, muhteva ve şekil itibariyle Türkçe’nin cümle yapısına değer vermiş ve millî nazım cümlesini korumasını bilmiştir.
Bakî san’atın gözü ile eşyaya bakar. Bâzan resme ulaşan şiirleri vardır. Bu, bir asır sonra Nedîm’e de te’sir eder. Onun gazelleri bitmemiş hissini verir. Bâkî’de güzellik ve mükemmellik esastır. Kullandığı her kelime, şâiri güzeli yakalamaya götürür.
Gazellerinin muhtevası genişlik gösterir. Her ne kadar neş’e, zevk ve yaşama yönünde şiirler yazmışsa da, onun şiirlerinde dînî taraf da ağır basar. Sabr, Bâkî’de üzerinde durulması gereken bir unsur olup, bu sayede şikâyetten uzaktır. Bâzı gazelleri kendinden bahseder, hele Bana redifli gazeli tamamen şahsını verir ve; “İşte Baki budur” hükmüne götürür.
Tabiî ki bütün bunlarda kalemin ve sözün gidişini de hesaba katmak gerekir. Câna redifli gazeli, kendisini tamamlıyan şiirleri arasında zikredilebilir.
Bâkî’ye göre şâir, âlem bağının bülbülüdür. Bülbül ise gülbahçesinde bulunur. Âşıkın gerçek tarifini de yapmaktan çekinmez.
Vaktine mâlik olan dervîşdir sultân-ı vakt
İzz ü câh-ı saltanat değmez cihân gavgâsına
derken, Kânûnî Sultan Süleymân Han gibi, tasavvuf neş’esi içinde her şeyden geçtiği görülür. Zâten bu gazelin tamâmı, tasavvufta yer alan sûfî ibn-ül-vakt umdesine sıkı sıkıya bağlıdır.
Hakîkat sırrına vâkıf değilsin
Alâkan var ise aşk-ı mecâza
derken de gerçek tasavvufa gider ve ilâhî taraf ağır basar. Şâir ayrıca cehaletten ve câhillerden şikâyet etmektedir. Bir bakıma zamanları devirleri bunlar karartmaktadır.
Devr-i zamane cünbüşü nâdânlık özredir
Nâdân komaz ki merdüm-i dânâ huzur ede.
beyti ile şâir, Asr-ı saadet hâriç, bütün zamanların hastalığına teşhis koymuştur.
Bâkî’nin şiiri bir bakıma ilâhî aşka açılan mecazî bir penceredir. O, güzelliklerle oynayan bir şâirdir. Eski edebiyatın mazmunları gerçek mânâda onun şiirinde seslenirler. Bakî bâzı gazellerinde, kasîdeleri bir tarafa, devrinin pâdişâhlarına ve devlet adamlarına da yer vermiştir. Devrin âdetleri, dîvânında yer yer göze çarpar. Gönül redifli gazelinde az çok şiirinin sırrını açıklar.
Ümmîd-i vasl-ı yârdan el çekme Bâkîyâ
Şâyed ki destgîr ola bir merhabâ-yıla
beytinde ümidsizliğe düşmemeyi,
Hâk-ı râh olduğum görüp ayağın
Yerlere basmaz oldu cânâne
derken de sevgilinin eziyetlerine ne derece katlanacağını haber vermektedir.
Vefâ ummaz cefâdan yüz çevirmez Bakî âşıkdur
Niyaz itmek ana cânâ yaraşır sana istiğna
beyti ile de bütün bir eski edebiyatımızda âşıkın sevgili karşısındaki durum ve derecesini anlatır ve kendisini öne sürer. Şâir zâten bu gazelinde tamamen, sorular içinde sevgiliyi anlatmaya çalışmıştır.
Şiirinin muhtevası, görüldüğü gibi duygu ve düşüncenin, hattâ inancın yanında bilgi ve san’at unsurları ile yüklüdür. Her mısra’ ve beytte bunun tezahürü ayrı ayndır. Onun için Bâkî’nin şiiri bitmemiş hissini verir. Fakat şâir, işlenmesi gereken unsurları büyük bir titizlik, san’at endişesi ve zekâ gücü ile yerine koymuş, böylece asırlar ötesine ses bırakmıştır. Tabutu başında bulunanları ağlatan beytinden sonra;
Bakî kalan bu kubbede bir hoş sadâ imiş
derken, kendisinden hâlâ ses gelmektedir. Onun, bunlara ilâve olarak diğer şâirlerimizde görüldüğü gibi, atasözü mahiyetindeki beytleri ve mısraları zikre değer.
Fermân-ı aşka cân ile var inkıyâdımız
Hükm-i kazâya zerre kadar yok inâdımız
şeklinde başlayan gazeli, tevekküle çeken ve tevekkül içinde olan şâirin gerçek hâlini verir.
Şiirleri içinde asıl Bâkî’yi yukarıdaki gazele de yaklaştıran meşhur Kânûnî Sultan Süleymân mersiyesidir. Şâir bu mersiye ile sâdece sultan Süleymân Han’ın vefâtını değil, bundan sonraki Osmanlı Devleti’nin hâlini de terennüme çalışmıştır. Mersiye yedi bendden meydana gelmekte, ağır, vakarlı, heybetli bir hüzün ve ızdırabla hâtıraları birleştirmektedir. Bendin ikinci bölümü her yönü ile büyük Sultân’ı ele almış, üçüncü bendde mahlûkât böyle bir pâdişâhın kaybı ile ağlamaya çağrılmıştır. Manzumenin en dikkat çekici ve güzel bendi altıncı kısmıdır. Şâir burada büyük Sultân’ın savaş meydanlarındaki zaferlerini, cihâd aşkını ve Türk-İslâm dünyâsına kazandırdığı üstünlükleri dile getirmektedir. Yedinci bend ise yeni hükümdara ayrılmıştır.
Hâfız-ı Şîrâzî, Selmân-ı Sâvecî, Emir Hüsrev-i Dehlevî ve Kemâl-i Zatî bir yana bırakılacak olursa, Ahmedî, Şeyhî ve Necâtî, Ahmed Paşa ile Hayâlî’nin Bâkî’ye te’sir ettiklerini belirtmek gerekir. Fakat Bâkî’deki bu te’sir zamanla aşılmış ve kendine has bir hâle gelmiştir. Bu bakımdan o klasik şiirimizin doruğuna ulaşan şâirdir. Ayrıca kendisini pek çok şâir taklid etmiş ve şiirlerine nazireler yazmışlardır. Nev’î, Azerî Çelebi, Gelibolulu Ali gibi asrının pek çok şâirleri bunlar arasındadır. Daha sonraki asırlarda ise, şeyhülislâm Yahyâ, Ataî, Riyâzî, Nef’î, Nedîm, Seyyid Vehbi, Hoca Neş’et gibi şâirler onun büyük bir san’atkâr olduğunu kabul etmişler ve te’sirinde kalmışlardır. Bilhassa Nedîm, ona büyük bir gazel üstadı olarak şiirlerinde yer verir.
Dîvân’ının tertibinde dikkat çeken hususlar da vardır. Diğer dîvânlar ve eserler olsun başta münâcaât ve na’atlarla başladığı hâlde, bu durum Bâkî’de görülmemektedir. Yâni Dîvân’ı doğrudan doğruya kasîdelerle başlamıştır. Bunda ortaya koyduğu dînî eserleri göz önünde bulundurmak gerekir. Bilhassa iki şeyin te’siri olduğu düşünülebilir. Birincisi; Resûlullah Kur’ân-ı kerîmde övülmüştür. Hâl böyle olunca, Bâkî’ye söz düşmez. İkincisi ise zâten Meâlim-ül-yakîn adlı eseri baştan başa siyer kitabıdır. Bu iki husus herhalde göz önüne alınmalıdır.
Bâkî’nin Dîvân’ından başka eserleri de vardır. Bunlar:
Fedâil-ül-cihâd: Ahmed bin İbrâhim’in yazdığı Meşâri-ül-eşvâk ilâ mesâir-il-uşşâk adlı eserin Türkçe tercümesidir. Müslümanları cihâda teşvik eden bir eserdir.
Hadîs-i erba’în tercümesi: Eyyûb müderrisliğinde bulunduğu sırada, Ebû Eyyûb el-Ensârî’den rivayet edilen hadîs-i şerifleri toplamış ve tercüme etmiştir.
Meâlim-ül-yakîn fî Sîret-i Seyyid-il-mürselîn: İmâm-ı Kastalânî’nin El-Mevâhib-ül-Ledünniyye adlı meşhur eseri esas alınarak yazılan bu siyer kitabı, tercüme olmaktan ziyâde te’lif bir eserdir. Bakî Efendi bu kitabı yazarken, yüzden fazla kitaba müracaat ederek, müellifin Şafiî mezhebine göre yazdığı bâzı mes’eleleri, Hanefî mezhebine göre de yazmıştır. Böylece zarurî ve faydalı gördüğü bâzı ilâveleri yapmıştır. Sokullu Mehmed Paşa’nın emir ve isteği üzerine yazılan bu eser, aynı zamanda Mahmûd Abdülbâkî Efendi’nin, dînî mes’elelere ve Hanefî fıkhına vukûfunu göstermesi bakımından da önemlidir.
Fezâil-i Mekke: Kutbüddîn Muhammed bin Ahmed Mekkî’nin El-İ’lâm fî ahvâl-il-beledillahil-harem adlı eserinin tercümesidir. Sokullu Mehmed Paşa’nın emri ile yapılan bu tercüme, Abdülbâkî Efendi’nin Mekke kâdılığı esnasında tamamlanmıştır. Mekke târihinden ve bilhassa Osmanlı pâdişâhlarının oradaki te’sisterinden bahseden bu eser, akıcı bir üslûbla yazılmıştır.
Kaynaklarda nüktedân, hoş sohbet ve neş’eli bir şâir olarak zikredilen Bakî, bu sayede pek çok dost kazanmış ve meclislerin aranır şâiri olmuştur. Bunun yanında, kendisini çekemeyenlerin de bulunduğu, hattâ hicvedildiği de bir gerçektir. Babası için bâzı kaynaklarda “Avâz-ı hoş-sedâ” güzel sesli tâbiri kullanılırsa da, bir kısım yazarlar kötü sesli olması bakımından kendisine Kargazâde diye isim takıldığını zikrederler. Hattâ, hicivlerinde buna yer verirler, fakat o bu hicivlere verdiği ölçülü cevaplarında, zerâfet ve nükte tarafını bırakmaz.
Kesdi ırkın Kargazâdedur diyen düşmanlerün
Zağlanmış bir kılıçtır Bâkiyâ şi’rin senün
beyti göz önüne alınınca, kendisiyle Kargazâde diyerek alay edildiğini bizzat söylemekten çekinmez.
Fakat samîmi bir şâir olan Bakî, aşağıdaki beytte görüldüğü gibi, hemen herkesi dost bilen şâirdir.
Kadrini seng-i musallada bilüp ey Bakî
Durup el bağlayalar karşuna yârân saf saf
derken, yârân kelimesi ile, bunu açıkça ifâde eder. Bu beytte kadrinin bilinmediğinden bahseden şâir, dostlarının kendisini ancak musalla taşında anlayabileceklerini ve yokluğunu hissedeceklerini söylemiştir. Bu beyt, şâirin ziyâdesiyle gönül ehli olduğunu da göstermektedir. Şu hâlde bâzı kimselerin iddia ettiği gibi, onda düşmanlık söz konusu değildir. Bu sözü ile tabutu başında bulunan herkesi ağlatması da kaynakların ısrarla zikrettikleri bir gerçektir. Tek başına bile asrını doldurmaya muktedir olan Bakî, meşhur şâir Fuzûlî’nin ilimsiz şiir olamayacağı fikrini akranları ile birlikte gerçekleştiren büyük bir âlim ve san’atkârdır.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Şakâyık-ı Nu’mâniyye Zeyli (Ataî); sh. 434
 2) Hulâsat-ül-eser; cild-2, sh. 287
 3) Enlâf; sh. 159
 4) Osmanlı Müellifleri; cild-2, sh. 99
 5) Tezkiret-üş-şuarâ, (K. Hasen Çelebi)
 6) A. History of Otlaman Poetry, (F. S. W Gibb, Landon-1914)
 7) Baki, Hayâtı ve Şiirleri; 1. cild Divân (S. N. Ergun, İstanbul-1935)
 8) Meşâif-uş-şuarâ, (Âşık Çelebi, London-1971); sh. 650
 9) Resimli Türk Edebiyatı Târihi
10) Türk Şâirleri, (S. N. Ergun); cild-1, sh. 714
11) Tezkiret-uş-şuarâ (Latifi)
12) Bâkî’ye Dâir, (Tâhir Olgun, İstanbul-1938)
13) Bâkî’nin Eş’âr-ı Müntehâbesi, (S. Sâmi, İstanbul-1899)
14) Hayâl-i Bakî, (A.N. Tarlan, Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi, sayı 19, İstanbul-1962)
15) Kânûnî Mersiyesinin Dil Bakımından îzâhı, (F.K. Tîmurtaş, İstanbul-1962)
16) Türk Klasikleri; cild-4, sh. 80
17) Bakî ve Dîvânından Seçmeler, (Dr. Sabahattin Küçük, Ankara-1988)
18) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; sh. 998
19) Rehber Ansiklopedisi; cild-2, sh. 184
20) İslâm Alimleri Ansiklopedisi; cild-15, sh. 196

17 Mart 2018 Cumartesi

ALEMDAR MUSTAFA PAŞA


Osmanlı sadrâzamı. Rusçuklu Hoca Hasan Ağa’nın oğludur. Yeniçeri ocağından yetişti. 1768-1774 Osmanlı-Rus harbinde bölüğünün bayrağını taşıdığından dolayı, Alemdâr veya Bayrakdâr ünvânı verildi. Rusçuk âyânı Tirsinikli İsmâil Ağa’nın hizmetinde bulundu. Kendini kabul ettirerek hazinedarlığa yükseltildi.
Devlete karşı isyân eden Vidin voyvodası Pazvandoğlu Osman’ın kuvvetlerini yenince, şöhreti etrafa yayıldı. Bu zaferden dolayı rütbesi yükseltildi. Daha sonra 1779’da Pazvandoğlu ile yaptığı çarpışmada gösterdiği başarı sebebiyle silâhşör-i hassa rütbesi verildi. 1803’de Pazvandoğlu’nun adamlarından Manav İbrâhim’i yakalayıp Ruscuk’a gönderdiğinden, İsmâil Ağa ve Eflak voyvodasının arzuları üzerine kapıcı başlığa yükseltildi. 1806 senesinde Tirsinikli İsmâil Ağa öldürülünce, Rusçuk âyânlığına getirildi. Kısa zamanda çevredeki isyâncıları sindirerek kuvvetlendi. Niğbolu’dan Karadeniz kıyılarına kadar nüfuzunu genişletti. Aynı sene Ruslara karşı büyük bir zafer kazandı. Bu başarısından dolayı, hudutta değerli bir kumandanın bulunması gerektiğinden, sultan üçüncü Selim tarafından vezirlik rütbesiyle daimî Silistre vâliliği ve Tuna seraskerliğine tâyin edildi.
Alemdâr Mustafa Paşa, İyi bir tahsil görmemişti. Açık görüşlü bir insan olması sebebiyle düşmanlarla devamlı temasları neticesinde, devletin askerî ve idâri yapısında ıslâhatın gerekli olduğuna kesin inananlardandı. Bu yüzden üçüncü Selim Han’ın Nizâm-ı Cedîd’ini kabul ediyor ve lütuflarından dolayı ona karşı minnet duyuyordu. Üçüncü Selîm Han ıslâhat hareketlerine başlıyacağı sırada Kabakçı isyânı ile yeniçeri zorbaları tarafından tahttan indirildi. Yerine sultan dördüncü Mustafa pâdişâh oldu. Üçüncü Selîm Han’ı seven, ıslâhat hareketlerinin yapılmasını arzu eden ve İstanbul’dan kaçarak yanına gelen, reîsülküttâblık, vezir kâhyalığı gibi hizmetlerde bulunmuş olan Gâlib, Refik, Râmiz, Behiç ve Tahsin efendileri himayesine aldı. Târihte Rusçuk Yârânı diye geçen bu altı kişi, sultan üçüncü Selîm’i tekrar tahta çıkarmak için çalışmaya karar verdiler. Bunun için de başdakileri şüphelendirmeden Alemdâr’ın İstanbul’a gitmesi lâzımdı.
Alemdâr Mustafa Paşa, bu nâzik işi başarabilmek için sultan dördüncü Mustafa’nın ve sadrâzamın îtimâdlarını kazanmaya çalıştı. Bu gaye ile Refik Efendi’yi İstanbul’a, Behiç Efendi’yi de Edirne’ye sadrâzamın yanına gönderdi. Bunların vazifesi Alemdâr Mustafa Paşa’nın Kabakçı Mustafa’yı cezalandırmaktan başka niyeti olmadığına ilgilileri inandırmaktı. Bunlar bu görevlerini başarı ile yaptılar. Bu sırada kapdân-ı derya Seyyid Ali Paşa da Alemdâr’ın tarafına geçmişti.
Edirne’den İstanbul’a dönen sadrâzama Alemdâr Mustafa Paşa 16.000 kişilik sâdık askeriyle yoldaşlık etti. Ordu İstanbul’a girmeden önce Pınarhisar âyânı Hacı Ali Ağa, Alemdâr’ın emri ile, Boğaz nâzırlığı yapmakta olan Kabakçı Mustafa’yı öldürerek kafasını sadrâzama yolladı. Kabakçının öldürülmesi saray erkânı ve yeniçeriler arasında büyük bir telaşa sebeb oldu. 19 Temmuz 1808 Salı günü ordu ve Alemdâr İstanbul’a girdi. Zorbalar ortadan kaldırılmaya, fesatçılar sürülmeye başladı. Sadrâzam Çelebi Mustafa Paşa, Alemdâr Mustafa Paşa’nın çalışmalarından memnun, fakat artan nüfuzundan şikâyetçi idi. Bu yüzden geriye dönmesini istedi. Alemdâr Mustafa Paşada bunun üzerine 28 Temmuz günü 15 binden fazla askeri ile bâb-ı âlîyi bastı. Sadrâzamın mührünü alarak kendisini ordugâhına gönderdi. Sultan Selîm’i tahta çıkarmak için saraya gitti. Zorbaların kandırması ile sultan dördüncü Mustafa, üçüncü Selîm ve şehzâde Mahmûd’un öldürülmesi için ferman çıkarttı ve tahttan çekilmek istemediğini Alemdâr’a bildirdi. Bunun üzerine Alemdâr, kuvvet kullanmaya karar verdi. Saray kapısı kırılmaya başlandı.
Zorbalar harem dâiresinde ibâdetle meşgul olan sultan Selîm’e alçakça saldırdılar. Sultan Selîm, Nizâm-ı Cedîd çalışmalarında olduğu gibi, canını müdâfaada da yalnız kaldı. Hançer darbeleriyle son nefesini veren üçüncü Selîm’in vücûdunu Alemdâr’ın kırdırdığı kapının önüne bıraktılar. Kapı açılınca, Sultân’ın cesedi ile karşılaşan Alemdâr çok üzüldü. Hizmetkârlarının yardımıyla hayâtını kurtaran şehzâde Mahmud’u pâdişâh ilân etti. Alemdâr, ulemâ, devlet ricâli ve ocak ağaları sultan İkinci Mahmûd’a bî’at ettiler. Sultan Mahmûd, pâdişâh olur olmaz Alemdâr’a sadâret mührünü verdi.
Alemdâr Mustafa Paşa, sadrâzam olduktan sonra sultan üçüncü Selîm’in ölümüne sebeb olanları, ıslâhata tarafdâr olmıyanları ve isyâncıları temizledi. Fesat çıkaranları İstanbul dışında ikâmete mecbur etti. Rusçuk yaranından olan Râmiz Efendi kapdân-ı deryalığa, Tahsin Efendi defterdârlığa, Mustafa Refik Efendi sadâret kethüdâlığına ve Mehmed Said Gâlib Efendi reîsül-küttâblığa getirildi. Alemdâr, Sadrâzam olarak devleti idare etmek için gereken kuvvet ve kudrete sâhibti. Fakat devlet işlerini kavrayıp çevirecek keskin bilgi ve görüşten mahrumdu. Bu durumu kendi de îtirâf ettiğinden, Rusçuk yârânı nâzırların tavsiye ettikleri tedbirleri yürürlüğe koyarak devlete hizmet etmeye çalıştı.
Alemdâr Mustafa Paşa ve Rusçuk yârânı iş başına geçtikleri sırada, İstanbul’da devlet otoritesi, zorbaların devlet işlerine karışması yüzünden sarsılmıştı. Rumeli ve Anadolu’da vâliler başlarına buyruk olmuşlardı. Alemdâr ve arkadaşları asayişin sağlanması için işe İstanbul’dan başladılar. Boğaz yamakları ocağı lağvedildi. Yeniçeri ocağı muhasebesinin teftişi vesîlesiyle zorbalar ortadan kaldırıldı. İstanbul’un asayişi sağlandıktan sonra Rumeli ve Anadolu’nun durumu ele alınarak, buralarda vazifeli bütün âyânlar devlet işlerini görüşmek için İstanbul’a davet edildi. İstanbul’daMeşveret-i amme adı verilen büyük bir toplantı yapıldı. Bu toplantıya Rumeli ve Anadolu âyânlarından başka, devlet adamları ve ulemâ da katıldı. Alemdâr bir konuşmayla toplantıyı açtı ve konuşmasında yeniçeriliğe bağlılığını, yeniçeri ocağının geriliğini ve düzelmesi gerektiğini anlattıktan sonra; 1- Yeniçeri subaylarının gediklerinin (boş kadro) kaldırılması, 2- Bekâr yeniçerilerin kışlalarda oturmaya zorlanması, 3- Askerlik yapan yeniçerilerden başka kimseye yeniçeri ulufesi verilmemesi, 4- Kendilerine boş yere ulufe verilenlerin tasfiyesi, 5- Kanunnâmelerinde işaret edildiği şekilde bir öğretimin yeniçerilere yaptırılması, 6- Avrupalıların ileri harp teknik ve silâhlarının şeyhülislâm fetvası ile Osmanlı ordusuna alınması şartlarını teklîf etti.
Hazır bulunanlar, Alemdâr Mustafa Paşa’nın bu tekliflerini kabul ettiler. Bundan sonra âyânlar ile devlet arasında kurulacak münâsebetlerin şeklini ihtiva eden bir sened imzaladılar. Âyânlar ve devletin ileri gelenleri tarafından kabul edilen bu senede sened-i ittifak denildi. Bu senedin meşruluğuna dâir şeyhülislâm fetva verdi. Pâdişâh da bir hatt-ı hümâyûn ile Alemdâr’ın âyânları sindirecek bir orduya mâlik bulunmayan devlet için bu senedini mevcut şartlar içinde kabul etti (Bkz. Sened-i ittifak).
Alemdâr Mustafa Paşa daha sonra askerî ıslâhata girişti. Sekbân-ı Cedîd ismiyle talimli bir askerî teşkilât kurdu. Bu ocağa yazılanlar, tamir edilen Selîmiye ve Levend kışlalarına yerleştirildi. Bunlara bir örnek elbise giydirildi ve Avrupa usûlünde tâlim gösterilmeye başlandı. Bu kuruluşa paralel olarak yeniçeri ocağında da ıslâhat yapıldı. Esâmelerin (kapıkulu askerlerine üzerinde künyeleri ve ulufe dereceleri yazılı olarak verilen kâğıt) alımı satımı yasaklandı. Askerlikle alâkası olmıyanların esâmeleri, yarı bedelleri ödenmek suretiyle ellerinden alındı. Yeniçeri ortalarına bağlı, fakat askerlikten anlamayan bir çok manav, hamal ve kayıkçı delikanlıların sekban veyahut kalyoncu sınıflarına yazılarak askerliği öğrendikten sonra san’atlarıyla uğraşmalarına izin verilmesi kararlaştırıldı. Bu durum yeniçerileri rahatsız etti. İsyan hazırlayan yeniçeriler, günlerce kahvelerde Alemdâr Mustafa Paşa’nın aleyhinde propaganda yapdılar. Alemdâr vak’ası olarak târihe geçen isyândan önceki gece ziyafetten dönen Paşa’ya yol açmak için, maiyyeti, halkı kamçı ve sopalarla dağıttılar. Bu esnada yaralananlar da kahve kahve dolaşarak yeniçerileri isyâna teşvik ettiler. Gece yarısı kışlalarından hareket eden 400 kadar isyâncı yeniçeriye, yağmacılık hırsıyla pek çok serseri katıldı. Plân gereğince, yangın var diye bağrılacak, sadrâzam yangın yerine gitmek için yola çıktığı sırada öldürülecekti. Sadrâzam yangın sadâlarına önem vermeyip, dışarı çıkmayınca, zorbalar Bâb-ı âli’ye hücum ettiler. Sekbanlar dağınık ve kumandasız kaldıkları için Alemdâra yardım edemediler. İsyancılar önce yeniçeri ağası Mustafa Paşa’yı parçaladılar. Sonra sadrâzam Alemdâr Paşa’nın köşkünü sardılar. Alemdâr, zorbalara teslim olmaktansa sonuna kadar karşı koymaya karar verdi. İmdadına gelecek yardımdan ümîdini kesince, vaktiyle mensub olduğu 42. Bölük odabaşısını çağırttı. Haremini Ocağın namusuna emânet ederek ona teslim etti. Yanında sâdece baş haremi ile sâdık harem ağası kaldı. Alemdâr’ın bulunduğu kuleye kalabalık bir yeniçeri grubunun hücum etmesi üzerine, daha önce koydurduğu barut fıçısının üzerine tabancası ile ateş etti ve büyük bir patlama oldu. İsyancılardan beş yüz yahut sekiz yüz kişi bir anda havaya uçup öldüler. 15 Kasım 1808’de dumandan boğulan Alemdâr Paşa ile iki sâdık adamının cesedi iki gün sonra enkaz altından çıkarıldı. Cesedi sokaklarda sürüklendikten sonra Etmeydanında baş aşağı asıldı. Sonra da parçalanmış olan kemikleri, Yedikule dışında bir hendeğe atıldı.
Yeniçerilerin korkusundan, ocağın kaldırıldığı târihe kadar tam on sekiz sene, kabrinin üstüne mezar taşı bile dikilemedi. 1908’den sonra kurulan Târih-i Osmânî encümeni tarafından Alemdâr’ın kemikleri Gülhâne parkı karşısındaki Zeyneb sultan mezarlığına taşıtılmış, Rusçuk yaranından Tahsin Efendi ile yanyana gömülmüştür. Alemdâr Paşa’nın ölümü ile yenilik hareketleri on sekiz sene daha geri kalmıştır.
Alemdâr Mustafa Paşa’nın dört oğlu ve bir kızı olup, soyu sâdece Hasan Bey adlı oğlundan devam etmiştir.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Târih-i Cevdet; cild-9, sh. 14.
 2) Hadîkat-ül-vüzerâ zeyli; sh. 19
 3) Netâyic-ül-vukûat; cild-4, sh. 51
 4) Alemdâr Mustafa Paşa, (İ. H. Uzunçarşılı, İstanbul-1942)
 5) Kâmûs-ül-a’lâm; cild-6, sh. 4307
 6) Vekâyinâme (Câbi Ömer Efendi, Es’ât Efendi Kütüphânesi, No: 2650)
 7) Selîm-III ve Alemdâr Mustafa Paşa (A. Cemal Erksan, Târih Dünyâsı Özel Sayısı, İstanbul 1950)
 8) Îzahlı Osmanlı Târihi Kronolojisi; cild-4, sh. 89
 9) Rehber Ansiklopedisi; cild-1, sh. 173

KAVALALI MEHMET ALİ PAŞA


On dokuzuncu yüzyılda Mısır’da, idarenin Kavalalılar hânedânına geçmesini sağlayan paşa. 1769 senesinde Kavala’da doğdu. Babası, Kavala kasabasının bekçibaşısı olan İbrâhim Ağa’dır. Babasının 17 çocuğu olmuş, fakat içlerinden yalnız Mehmed Ali yaşamıştı. Bu sebeple babasından büyük bir şefkat ve muhabbet gördü. Fakat küçük yaşında babasını kaybetti. Babasının ölümünden sonra Kavala mütesellimi olan, amcası Tosun Ağa’nın himayesine girdi. Bir müddet sonra, amcasının ölümü üzerine himayeye muhtâc oldu ve iş hayâtına atıldı, önce postacılık sonra da simsarlık yaptı. 18 yaşına geldiği zaman askerlik hizmetine girdi. Mısır’ı, Napolyon Bonapart’ın kuvvetlerinden kurtarmak için, Kavala’dan gönderilen seçme erlerin başında Kâhire’ye geldi. Okur yazar olmamakla beraber çalışkan, cesur, kabiliyetli olduğu için kendini az zamanda gösterdi ve serçeşmelik ünvânıyla Kâhire’de başıbozuk erlerin komutanı oldu. Bundan sonra Fransız işgaline karşı Napolyon’un kuvvetleriyle çarpıştı. Fransızlarla yapılan muhârebelerde ve bilhassa Ebû Kayr muhârebesinde fevkalâde cesaret gösterip, şöhret kazandı, itibârı devamlı arttı.
Napolyon’un Mısır’dan kovulmasından sonra, sultan üçüncü Selîm bölgedeki Osmanlı idaresini zayıf gördüğünden kuvvetlendirmek istedi. Ancak bu iş için de, her şeyden önce kendilerini Mısır’ın gerçek sahibi sayan Kölemen beylerini ortadan kaldırmak gerekiyordu. Bunun için serdâr-ı ekrem Yûsuf Ziya Paşa’nın dönüşünde Hüsrev Paşa Kahire vâliliğine tâyin edilerek kuvvetli bir idare kurmaya me’mur edildi. Hüsrev Paşa, Mısır’ın olduğu kadar kendi İktidarını da korumak için düzenli asker hazırlamaya koyuldu. Bu iş ilerledikçe başıbozuk askere ihtiyaç azaldı. Hüsrev Paşa, başıbozukları Kâhire’den uzaklaştırmaya başlayınca, bunlar verilmemiş maaşlarını bahane ederek ayaklandılar. Hüsrev Paşa Mısır’dan kaçtı. Ancak serçeşme Mehmed Ali Bey, Mısır’daki bu ayaklanmayı önlemeye muvaffak oldu. Sükûneti sağlaması ve başıbozuk kuvvetleri emri altına almasındaki başarıları İstanbul’a arz edildi. Bu arada Mısır vâliliği Hurşid Paşa’ya verildi. Hurşid Paşa, Mısır’da fevkalâde bir güce sâhib bulunduğunu gördüğü Kavalalı Mehmed Ali’yi Kâhire’den uzaklaştırmak için vezirlik rütbesiyle Cidde vâliliğine tâyin ettirdi. Mısır’dan çıkmak istemeyen Mehmed Ali ise, Hurşit Paşa’ya karşı ayaklanma tertipledi.
Sultan üçüncü Selîm Han ise, Mısır’da kuvvetli bir idarenin ancak muktedir bir şahsiyet olan Mehmed Ali tarafından sağlanacağını kestirdiğinden ve bu sırada Vehhâbîlerin mukaddes beldelerdeki tahribatını onun sayesinde önleyebileceğini düşündüğünden onu Mısır vâliliğine tâyin etti (8 Temmuz 1805).
Mısır’a vâli olmak kolay, fakat vâli olarak iş görmek güçtü. Bir çok vâliler Mısır’da bir kaç aydan fazla vâlilik edememişlerdi. Mehmed Ali Paşa Kahire vâliliğine getirildiği vakit, kendisinden önceki vâliler gibi güç durumda kaldı. Niyeti Mısır’da kuvvetli bir idare kurmaktı. Fakat Mısır’daki Kölemen beyleri ile İngilizler böyle bir idarenin kurulmasına tarafdâr değildiler. Nitekim 1807’de İstanbul önünden çekilmek zorunda kalan İngiliz kuvvetleri, başarısızlıklarını örtmek için Mısır’ın zabtına giriştiler. Önce İskenderiye civarına asker çıkararak şehri işgal ettiler. Bu sırada Osmanlı Devleti Rusya ile harp hâlinde bulunduğundan, Mısır’a yardım edebilecek bir durumda değildi. Fakat Mehmed Ali Paşa kurduğu düzenli ve disiplinli ordusu ile İngiliz kuvvetlerini Reşid’de kat’î bir mağlûbiyete uğratarak, 14 Eylül 1808’de geri çekilmek zorunda bıraktı. Bu başarısı üzerine o târihe kadar donanma tarafından idare edilen Mısır’ın sahil kısmı da Mehmed Ali Paşa’ya bırakıldı. Bu arada Mehmed Ali Paşa Mısır’da iş görmek için Kölemen beylerinin ortadan kaldırılması gerektiğini anlamış bulunuyordu. Çünkü bunlar zor durumda kaldıklarında İngiliz veya Fransız kuvvetlerini ülkelerine çağırmaktan çekinmiyorlardı. Mehmed Ali Paşa 1811’de şereflerine verdiği bir ziyafet sonunda bir çoğunu öldürttü ve Mısır’da tam bir hâkimiyet te’sis etti.
Bu sırada mukaddes beldeler olan Mekke, Medîne ve Hicaz yöresinde vehhâbîler büyük bir dert teşkil etmeye başlamışlardı. Vehhâbîlik daha sultan üçüncü Ahmed’in son zamanlarında, Muhammed bin Abdülvehhâb isminde bir zat tarafından İbn-i Teymiyye’nin ehl-i sünnete uymayan bozuk fikirlerini ortaya koyan kitaplarından etkilenerek kurulmuştu. Necd’in bir bölümünü elinde tutan İbn-i Abdülvehhâb 1766 yılına kadar hüküm sürmüş ve etrafına fakir, câhil ve adetâ vahşî bedevilerden müteşekkil büyük bir kitle toplamıştır. Onun 1766’da ölümü üzerine yerine oğlu Abdülazîz İbn-i Suûd geçti. İlk olarak bunun zamanında 1791 (B. 1205)’de vehhâbîler ile Mekkeliler arasında ihtilâf oldu. Abdülazîz ibni Suûd 1803 başlarında Hicaz’ı yağmalamaya başladı ve bir ay kadar süren bir muhasaradan sonra Tâif şehrini aldı. Ahâliyi kılıçtan geçirdi. 30 Nisan’da Mekke’yi, aldı. Bu senelerde Osmanlı Devleti, haricî düşmanlarla muhârebe hâlinde bulunduğundan, vehhâbîlik mes’elesi ile ilgilenemedi.
Ancak 1811 senesinde vehhâbîlerin müslümanlara yaptıkları işkence ve hakaretler dayanılamıyacak hâl aldığından, sultan İkinci Mahmûd Han, Mısır vâlisi Mehmed Ali Paşa’ya ferman gönderip eşkıyayı terbiye etmesini emreyledi.
Bu emir üzerine Mehmed Aii Paşa, oğlu Tosun Paşa’nın kumandasındaki bir kolorduyu 1811 yılında isyânı bastırmak üzere Mısır’dan yola çıkardı. Tosun Paşa Medîne’nin iskelesi olan Yenbû şehrini geri aldı. Cüdeyde yolu ile Medine’ye giderken Safra vadisi ile Cüdeyde boğazı arasındaki muhârebede bozguna uğradı. Bunu duyan Mehmed Ali Paşa çok üzüldü. Bir kolordu ile kendisi yola çıktı. 1812 senesinin Ağustos ayında Safra ve Cüdeyde boğazlarını geçti. Mekke emîri Şerîf Gâlib Efendi ile görüşen ve onun fikirlerinden de istifâde eden Mehmet Ali Paşa, para ile bir çok köyleri harbsiz ele geçirdi. Yine Şerîf Gâlib’in gönderdiği gizli plânlarla Kasım 1812’de Medîne’yi de kansız olarak ele geçiren Mehmed Ali Paşa, Mısır’a döndü. Bir fırkayı da cidde yolundan Mekke üzerine gönderdi. Bu fırka 1813 senesi başlarında Cidde’ye gelerek Mekke’ye yürüdü ve şehre girdi. Osmanlı ordusunun Mekke üzerine yürüdüğü haberi yayılınca, vehhâbîlerin ileri gelenleri dağlara kaçtılar.
Daha sonra Tâif üzerine de yürüyen Osmanlı ordusu bu şehri de harbsiz ele geçirdi. Müjde haberi İstanbul’a sultan, ikinci Mahmûd-ı Adlî’ye bildirildi. Bu habere çok sevinen sultan İkinci Mahmûd Han, Mehmed Ali Paşa’ya teşekkürler ve ihsânlar gönderip, Hicaz’a tekrar giderek isyâncıları teftiş ve kontrol etmesini emretti. Pâdişâhın emrine uyan Mehmed Ali Paşa, Mısır’dan tekrar yola çıktı. Bu sırada Şerif Gâlib Efendi Osmanlı ordusu ile birlikte Taife gitmişti, isyâncıların ileri gelenlerinden Osman el-Mudâyıkî’yi yakalamıştı. Müdâyıkî, Mısır’a oradan da İstanbul’a gönderildi. Mehmed Ali Paşa Mekke’ye gidince Şerîf Gâlib Efendi’yi İstanbul’a gönderdi. Yerine de Yahyâ bin Mes’ûd Efendi’yi emir yaptı. Mehmed Ali Paşa, Hicaz’ın vehhâbîlerden alınmasından sonra Yemen’e kadar olan yerleri de kurtarmak için, bir fırka (tümen) gönderdi. Kendi askeri ile de bu fırkanın yardımına gitti: Oraları da vehhâbîlerden kurtardıktan sonra Mekke’ye döndü. 1815 yılı ortalarına kadar orada kaldıktan sonra Mısır’a döndü. Bu, sırada Suûd bin Abdülazîz ölüp yerine oğlu Abdullah bin Suûd geçti. Mehmed Ali Paşa Mısır’a, gelince, oğlu İbrâhim Paşa’yı bir fırka asker ile Abdullah’ın üzerine gönderdi. Abdullah bin Suûd önceden Tosun Paşa ile andlaşma yaparak, Deriyye emîri kalmak şartıyla Osmanlılara itaat edeceğini bildirmişti. Fakat bu andlaşmayı Mehmed Ali Paşa kabul etmedi. Mısır’dan hareket eden İbrâhim Paşa, 1816 senesi sonunda Deriyye’ye vardı. Abdullah bin Suûd bütün askeri ile karşısına çıktı. Çok kanlı, muhârebelerden sonra Abdullah bin Suûd yakalandı. Pek çok müslümanın kanının dökülmesine sebeb olan ve devlete karşı isyân eden Abdullah bin Suüd ile, dört oğlu ve ümerâsından bâzıları esir alınarak Mısır’a, oradan da İstanbul’a gönderilerek cezalandırıldılar. Abdullah bin Suûd’dan sonra, o soydan gelen Terkî bin Abdullah 1824 senesinde vehhâbîlerin reîsi oldu. 1833 senesinde Suûd’un oğlu Meşşârî, Terkî”yi öldürüp yerine geçti. Terkî’nin oğlu Faysal da Meşşârî’yi kesip 1838’de vehhâbîlerin başına geçti. Mehmed Alî Paşa’nın yeniden gönderdiği askere karşı koymak istediyse de mirliva Hurşid Paşa’nın eline geçerek Mısır’a gönderildi ve habs edildi.
Arabistan’ın mübarek şehirlerini vehhâbîlerden kurtaran Mehmed Ali Paşa, büyük bir şöhret kazandı ve Hac yolunu emniyet altına aldı. Bu başarıları üzerine Bâb-ı âlî tarafından oğlu İbrâhim Paşa’ya vezirlik rütbesiyle Hicaz umûmî vâliliği verildi.
Osmanlı Devleti, 1821’de Mora’da çıkan Yunan isyânını bastırmak üzere Mehmed Ali Paşa’dan yardım istedi. Mehmed Ali Paşa, oğtu İbrâhim Paşa’yı düzenli, bir ordu ve güçlü bir donanmayla Mora’ya gönderdi. İbrâhim Paşa, Mora ayaklanmasını başarıyla bastırdıysa da İngiliz, Fransız ve Rus gemilerinden meydana gelen filo, Osmanlı-Mısır gemilerini 1827’de Navarin limanında yaktılar. Avrupa devletlerinin Yunanistan’ı Osmanlı Devleti’nden ayıracaklarını kestiren Mehmed Ali Paşa da oğlu İbrâhim Paşa’yı geri çağırdı. Yaptığı bu hizmetlere ve savaş masraflarına karşılık Osmanlı Devleti’nden oğlu İbrâhim Paşa için Suriye vâliliğini istedi ise de Bâb-ı âlî ona, Suriye yerine Girîd’i verdi. Bir müddet sonra Mehmed Ali Paşa’mn, Sayda vâlisi Abdullah Paşa ile arası açıldı. Mehmed Ali Paşa, Filistin’e kaçan, emri altındaki 6000 kölemenin iadesini Abdullah Paşa’dan istedi. Ancak Abdullah Paşa bunları iade etmediği için, Mehmed Ali Paşa büyük oğlu İbrâhim Paşa’yı 10 Ekim 1831’de 40.000 asker ve 23 parçalık donanmayla Mısır’dan Filistin üzerine gönderdi.
İbrâhim Paşa’nın Filistin’i harbsiz ele geçirmesi üzerine, Abdullah Paşa 2.000 kadar askeriyle Akka kalesine çekildi. 27 Mayıs 1832’de Akka’ya da giren İbrâhim Paşa, 15 Haziran 1832’de Şam’ı zabt etti. İki paşa arasındaki bu olaylar üzerine payitahtta bulunan Hüsrev Paşa ve diğer müşavirler, pâdişâhı, önceden hasım oldukları Mehmed Ali Paşa üzerine kışkırttılar. Edirne vâlisi Ağa Hüseyin Paşa, serdâr-ı ekrem ve Mısır vâliliğine tâyin edilerek Mehmed Ali Paşa üzerine gönderildi. Böylece Osmanlı Devleti ile Mısır paşası arasında harp başlamış oldu. Mısır kuvvetleri Bâb-ı âlî tarafından gönderilen Ağa Hüseyin Paşa komutasındaki Osmanlı ordusunu Antakya ile İskenderun arasında bozguna uğrattı. Bunun üzerine 3 Kasım 1832’de sadrâzam Reşîd Mehmed Paşa 60.000 kişilik bir orduyla İstanbul’dan hareket etti. Bu sırada Anadolu’ya giren İbrâhim Paşa, 21 Kasım’da Konya’ya ulaştı. Hiç bir muhalefetle karşılaşmayan İbrâhim Paşa, sadrâzam ve serasker Reşîd Mehmed Paşa’nın kuvvetleriyle Konya yakınlarında karşılaştı. İbrâhim Paşa kuvvetleri yenilmek üzereyken, kar yağışı ve puslu bir havada kendi askerleri sanarak Mısırlı süvariler arasına giren sadrâzam esir edildi. Bunun üzerine, başsız kalan Osmanlı ordusu, muhârebe meydanını İbrâhim Paşa’ya terk ederek geri çekildi. Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın oğlu İbrâhim Paşa, 2 Şubat 1833’de Kütahya’ya geldi. Bâb-ı âiî’nin bir veziri gibi davranıp halkı incitmemeye çok dikkat etti. Hattâ esir edilen sadrâzam Mehmed Reşîd Paşa’yı serbest bıraktı.
Mehmed Ali Paşa, sadrâzam olmak veya Osmanlı tahtına oturmak gibi niyete sâhib değildi. Fakat o, Mısır’da yarı bağımsız bir idare kurmak istiyordu.
Bu arada sultan İkinci Mahmûd Han, bu fırsattan istifâde ederek Mehmed Ali Paşa’yı Osmanlı Devleti’ne karşı kışkırtmak isteyen İngiltere ve Fransa’nın gözünü korkutup, bu yolla Mehmed Ali Paşa’yı yola getirmek için Rusya’yla anlaştı. Pâdişâhın daveti üzerine 10 savaş gemisiyle bir kaç bin Rus askeri Büyükdere çayırına çıktı. Bu hâdise üzerine telâşa düşen İngiltere ve Fransa, Mehmed Ali Paşa’dan Anadolu’yu tahliye etmesini istediler. Rusya’nın işe karışmasını, boğazlar üzerindeki kendi çıkarları açısından tehlikeli gören İngiltere ve Fransa araya girerek Kütahya’dan ordusunu çekmesi için Mehmed Ali Paşa’ya baskı yapmaya başladılar. Neticede Osmanlı Devleti ile Kavalalı Mehmed Ali Paşa arasında 8 Nisan 1833’de Kütahya andlaşması imzalandı. Bu andlaşmaya göre Mısır, Sudan, Sayda, Trablusşam, Suriye, Adana ve Cidde Mehmed Ali Paşa ile oğluna bırakılacak, ayaklanmaya katılanlar için umûmî af îlân edilecek, Mısır ordusu Anadolu’yu boşaltacaktı.
Osmanlı Devleti’nin yedi eyâletinin bir tek vâliye verilmesinin devletin geleceği ve emniyeti açısından iç açıcı olmadığını düşünen sultan İkinci Mahmûd Han, Rusya ile 8 Temmuz 1833’de Hünkâr iskelesi andlaşmasını imzaladı. Bu andlaşmaya göre, Rusya savaşa girerse, Osmanlı Devleti Rusya’ya karşı olan düşman savaş gemilerini boğazlardan sokmayacak, Rusya’nın istediği gemilere geçit verip, istemediklerine geçit vermiyecek, Osmanlı Devleti savaşa girerse Rusya pâdişâhın istediği yere mâkûl haddi aşmamak üzere asker sevk edecekti. Bu andlaşma 1841 yılına kadar sekiz yıl için imzalanmıştı. Böylece Mısır mes’elesi altı yıl için kapanmış oldu.
Bu sulh devrinde sultan İkinci Mahmûd Han şark ordusunu kurup Çerkez Mehmed Paşa’yı da kumandanlığına tâyin etti. Toroslar üzerindeki geçitleri tahkim eden İbrâhim Paşa Suriye’de 80.000 asker, babası Mehmed Ali Paşa da Fransız subaylarının nezâretinde 50.000 kişilik modern bir ordu hazırladı. Sultan İkinci Mahmûd Han’ın itimâdını kaybettiğini anlayan Mehmed Ali Paşa, Osmanlı hazînesine vereceği vergiyi geciktirdi. Ayrıca İstanbul’daki yabancı konsoloslar aracılığıyla bağımsızlık isteğini açıkladı. Bu durum karşısında sultan İkinci Mahmûd Han Çerkez Hâfız Mehmed Paşa emrindeki ordunun harekete geçmesini emretti. 45.000 kişilik ordusuyla Fırat’ı geçip Haleb yolu üzerindeki Nizip’i 3 Mayıs 1839’de alan Çerkez Hâfız Mehmed Paşa, 24 Haziran’da Nizip önlerinde yapılan savaşta mağlûb oldu. Bu mağlûbiyet haberi İstanbul’a ulaşmadan önce 1 Temmuz 1839’da sultan İkinci Mahmûd Han vefât etti. Yerine büyük oğlu Abdülmecîd pâdişâh oldu. Mehmed Emîn Rauf Paşa’yı vazîfeden alarak Koca Hüsrev Mehmed Paşa’yı sadrâzamlığa getirdi. Baş düşmanı Hüsrev Paşa’nın sadrâzam olmasını kendisi için büyük tehlike sayan kaptân-ı derya Ahmed Fevzi Paşa Çanakkale’de yatan Osmanlı donanmasını İskenderiye’ye götürerek Mehmed Ali Paşa’ya teslim etti. Bundan sonra da hâin adıyla anıldı.
Osmanlı Devleti’nin, kara kuvvetlerinin Nizip yakınlarında yok olmasından sonra, deniz kuvvetlerinin de kaybedilmesi sebebiyle Hünkâr iskelesi andlaşmasına dayanarak Rusya’dan askerî yardım isteneceğinden endişe eden ve Rusya’nın Akdeniz’e inmesini kendi menfaatleri açısından tehlikeli gören Fransa dışındaki diğer Avrupa devletleri, İngiltere’nin önderliğinde 15 Temmuz 1840’da Londra andlaşmasını imzaladılar. Bu andlaşmaya Mehmed Ali Paşa tarafdârı olan Fransa katılmadı. İngiltere, Rusya, Avusturya ve Prusya arasında imzalanan andlaşmaya göre; Mısır Mehmed Ali Paşa’ya bırakılacak, Osmanlı donanması geri verilecek, Mısır ordusu Suriye’yi boşaltacaktı. Mehmed Ali Paşa bu şartlara uymadığı takdirde müttefik devletler bu kararları uygulamak için birlikte harekâta geçeceklerdi. Mehmed Ali Paşa verilen ültimatomlara uymadığı takdirde, âsî muamelesi görecek, Mısır ile Sudan elinden alınacaktı. Mehmed Ali Paşa Londra andlaşması kararlarını reddedince askerî harekât başladı. İngilizler 15 Eylül 1840’da Beyrut’un kuzeyine çıkarma yaptılar. Avusturya kuvvetleri Beyrut’u aldı. Yeniden tanzim edilerek karadan harekete geçen Osmanlı ordusu da Suriye üzerine yürüyerek İbrâhim Paşa kuvvetlerini bozguna uğrattı. Lazkiye, Sayda ve Sur şehirlerini ele geçirdi. Kısa bir kuşatmadan sonra Akka kalesi de düştü. Haleb ve Şam’ı da elinden çıkaran İbrâhim Paşa, Mısır’a dönmek zorunda kaldı. Bu arada İskenderiye önüne gelen bir İngiliz filosunun amirali, Mehmed Ali Paşa’ya Mısır’la iktifa etme karârını kabul etmeyecek olursa, şehri topa tutacağına dâir ültimatom verdi. Zâten Suriye’den vazgeçmiş olan Mehmed Ali Paşa, 27 Kasım 1840’da İngiliz amirâliyle yalnız Mısır’la yetineceğini belirten İskenderiye andlaşmasını imzaladı. Bu durumda İngiltere, Osmanlı Devleti’ne bir oyun oynadı. Londra andlaşmasına göre Mehmed Ali Paşa’nın Mısır ve Sudan’dan da çıkarılması îcâb ederken bu eyâletleri Mehmed Ali Paşa’ya bırakarak kendi çıkarlarını devam ettirebileceği bir çıban başı ortaya çıkardı. İç mes’elelerle meşgul olan, donanma ve güçlü bir ordudan mahrum bulunan Bâb-ı âlî de bir emr-i vâki şeklindeki bu andlaşmayı kabul etmek zorunda kaldı. İngiliz hayranı Mustafa Reşîd Paşada 24 Mayıs 1841’de sultan Abdülmecîd Han’a Mısır’ın statüsüyle ilgili Mısır fermanını yayınlattı. Buna göre; Mehmed Ali Paşa’ya Mısır ve Sudan verilecek, Sina yarımadasının bir kısmı Mısır’a, bir kısmı da doğrudan Osmanlı idaresine bırakılacaktı. Mehmed Ali Paşa ölünce, pâdişâh, Mısır vâliliğini onun oğlu veya torunlarından yaşça en büyük olanına verecekti. İsyan veya aklî zaaf gibi bir hâl olmadıkça, Mısır vâliliği Kavalalı ailesinin en yaşlı ferdine kalacaktı. Her yeni vâlilik pâdişâhın yeni bir fermanının Kâhire’de okunmasıyla yürürlüğe girecekti. Kavalılar ailesinin nesli erkek tarafından kesilirse, pâdişâh Mısır’a istediğini vâli tâyin edecek ve Mısır’ın statüsünü bu fermanın hükümleriyle bağlı olmaksızın, diğer eyâletler gibi istediği şekilde değiştirebilecekti. Tanzîmât fermanının bütün esasları Mısır’da da uygulanacaktı.
Mısır’da Pâdişâh adına basılan Osmanlı parası ve Osmanlı bayrağı kullanılacaktı. Osmanlı Devleti’nin diğer eyâletlerinde vergi hangi usûllerle toplanıyorsa, Mısır’da da aynı usûllerle toplanacaktı. Mısır ordusu derhâl terhis edilecek ve bundan sonra Mısır vâlisi 18.000 kişiden fazla asker beslemeyecekti. Ancak pâdişâh emrettiği takdirde savaş hâlinde ve Bâb-ı âlî’nin emrettiği cephede kullanılmak üzere Mısır vâlisi daha fazla askeri silâh altına çağırabilecekti. Devletin bütün askeri kânunları Mısır’da da uygulanacaktı. Osmanlı askerinin giydiği formayı Mısır askeri de aynen giyecekti. Mısır kâdısını İstanbullu ulemâ arasından şeyhülislâm seçecekti. Mısır, donanmasını dağıtacak ve ancak Bâb-ı âlî’nin yazılı olarak müsâde ettiği küçük gemiler kullanabilecekti... Bu fermanın bir tek maddesine aykırı hareket edildiği takdirde Mısır, Kavalılar’dan alınacaktı...
Zâten bir Osmanlı paşası olup, İslâmiyet’e büyük hizmetler etmiş olan ve dînine bağlı iyi bir kimse olan Kavalalı Mehmed Ali Paşa, bu fermanın hükümlerine aykırı harekette bulunmaktan şiddetle kaçındı. Buna mennun olan sultan Abdülmecîd Han, 1842 senesinde ona vezirlik rütbesinin üzerine sadâret payesini de verdi. 19 Temmuz 1846’da İstanbul’a gelen Mehmed Ali Paşa, kendisinden 54 yaş genç olan sultan Abdülmecîd Han’a bağlılığını arz etti. 17 Ağustos’a kadar 29 gün İstanbul’da kaldı. İstanbul’dan sonra 47 yıl önce ayrıldığı doğum yeri olan Kavala şehrini de ziyaret etti. Napoli ve Malta’ya da uğradıktan sonra Kahire’ye döndü. Bir müddet sonra sultan Abdülmecîd Han Kavala şehrinin karşısındaki Taşoz adasını da Mısır’a bırakarak paşaya karşı lütuf ve mürüvvetini gösterdi.
10 Kasım 1848’de oğlu İbrâhim Paşa 50 yaşında vefât etti. Mehmed Ali Paşa da İbrâhim Paşa’nın vefâtından 8 ay 21 gün sonra, 1 Ağustos 1849 târihinde seksen yaşında vefât etti. Kahire’deki türbesine defnedildi.
Mehmed Ali Paşa’nın vefâtından sonra yerine Kavalalıların en yaşlısı ve Tosun Paşa’nın oğlu olan birinci Abbâs Hilmi Paşa Mısır vâlisi oldu.
Uzun ömrü içinde İslâmiyet’e pek çok hizmetleri dokunan Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın; kendisinden önce vefât eden İbrâhim Paşa, eski Hicaz ve Habeşistan vâlisi Ahmed Tosun Paşa, Sudan vâlisi iken vefât eden İskender İsmâil Paşa, 1818’de vefât eden Abdülhalîm Bey, Abbâs Hilmi Paşa’nın yâni yeğeninin yerine Mısır vâlisi olan Mehmed Saîd Paşa, Osmanlı nâzırlarından vezir Mehmed Abdülhalîm Paşa ve yine Osmanlı mâliye nâzırlarından vezir Mehmed Ali Paşa olmak üzere yedi oğlu vardı. Ayrıca 1823’de genç yaşta ölen Zeyneb Hanım, defterdâr Hüsrev Bey’in zevcesi Nazlı Hanım, sadrâzam Yûsuf Kâmil Paşa’nın zevcesi olup İstanbul’da çok büyük hayır eserleri yaptıran meşhur Zeyneb (Kâmil) Hanım adlı kızları vardı.
Mısır’da Kavalalı Mehmed Ali Paşa’yla başlayan Kavalalılar hânedânının Mısır hâkimiyeti 1953 yılma kadar sürdü. Kavalalılar hânedânı temsilcisine ilk zamanlar vâli, İsmâil paşa devrinde hidiv, Hüseyin Kâmil Paşa devrinde sultan, birinci Fuâd devrinde melik ünvânları verildi. Kavalalı ailesinden Osmanlı sultanlarının kızlarıyla evlenerek akrabalık kuranlar olduğu gibi, devletin iç ve dış işlerinde vazîfe alanlar da oldu. Abbâs Hilmi Paşa’nın oğlu Dâmâd İbrâhim, sultan Abdülmecîd Han’ın kızı Münire Sultan’la evlendi. Mehmed Tosun Paşa müşirlik, Melik Fuâd Paşa da ikinci sultan Abdülhamîd Han devrinde Viyana’da askerî ateşelik yaptı.
On dokuzuncu yüzyılın sonlarında mâlî bakımdan İngiltere’nin kontrolü altına giren Kavalalılar, Birinci Dünyâ harbi ve sonrasında İngiliz himayesine girdiler. 1948 Arab-İsrâil harbindeki mağlûbiyetleri üzerine sosyalistlerin de tahrik ve teşvikleriyle Kavalalılar hânedânına karşı memnuniyetsizlik meydana geldi. 1953 senesinde cumhuriyetin îlân edilmesiyle Kavalalılar hânedânına son verildi.

Kavalalılar hânedânlığı mensubları ve târihleri şöyledir:

1- Kavalalı Mehmed Ali Paşa (1805-1848)
2- İbrâhim Paşa (1848-)
3- Birinci Abbâs Hilmi Paşa (1848-1854)
4- Saîd Paşa (1854-1863)
5- Hidiv İsmâil Paşa (1863-1879)
6- Hidiv Tevfik Paşa (1879-1893)
7- İkinci Abbâs Hilmi Paşa (1892-1914)
8- Hüseyin Kâmil Paşa (1914-1917)
9- Melik birinci Fuâd Paşa (1917-1936)
10- Melik Mehmed Fâruk (1936-1952)
11- İkinci Fuâd (1952-1953)

BİZİM MAKSADIMIZ!..

Abdullah Paşa ile olan mücâdelesinin bir anda Pâdişâhla savaşa dönüşmesi ile karşı karşıya gelen Mehmed Ali Paşa’nın, sadrâzam olmak veya saltanatı ele geçirmek gibi niyetleri olduğu ileri sürülmekte ise de doğru, değildir. Nitekim Paşa, böyle bir maksat gütmediğini ve güdemiyeceğini bir İngiliz diplomatına şu sözleriyle anlatmaktadır:
“Siz bir yabancısınız. Bir müslüman gibi düşünmesini bilmezsiniz. Osmanlı Devleti’nin parçalanmasından benim için doğacak mes’ûliyeti biliyor musunuz? Müslümanlar nefretle benden uzaklaşacaklardır. İlk uzaklaşanlardan biri de iki oğlum olacaktır.”
1833’de ise, İskenderiye’deki Avrupalılara şu sözleri söylediği görülüyor:
“Pâdişâh’ın hizmetkârı olarak kalmak istiyorum. Oğlum İbrâhim, eğer Boğaziçi’ne varmaya muvaffak olursa. Pâdişâh’ın ayaklarına kapanarak affını ve Mısır’a dönmek için müsâadesini dileyecektir.”
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Kavalalı Mehmed Ali Paşa İsyânı (Ş. Altındağ, Ankara-1988)
 2) Târih-i Cevdet; cild-8, sh. 105
 3) Büyük Türkiye Târihi; cild-6, sh. 15
 4) Osmanlı Târihi (E. Z. Karal); cild-5
 5) Osmanlı Târihi Kronolojisi; cild-4
 6) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; sh. 1100
 7) Kıyamet ve Âhiret; sh. 366
 8) Rehber Ansiklopedisi; cild-9, sh. 351
 9) Türk Siyâsi Târihi; sh. 199