26 Nisan 2018 Perşembe

İSHAK PAŞA


Osmanlı Devleti vezirlerinden. Devşirme olup ünlü Türk beylerinden Paşa Yiğit tarafından evlâd edinilerek enderûnda İslâm terbiyesi ile yetiştirildi. Devlet işlerindeki muvaffakiyeti, zekâ ve kabiliyeti sayesinde yükselerek sultan İkinci Murâd Hân zamanında önce hazînedâr, sonra Bosna beylerbeyi oldu. Savaşlardaki hizmeti sebebiyle Sultân’ın büyük teveccühünü kazandı. Murâd Hân saltanattan vazgeçip Manisa’ya çekildiğinde İshak Paşa’yı nedîm (sohbet arkadaşı) olarak götürdü. Sultân’ın vefâtına kadar yanından ayrılmayan İshak Paşa sadâkatle hizmet etti.
Fâtih zamanında Anadolu beylerbeyi yapılınca Anadolu beyliklerine karşı harekâtı idareye me’mur edildi. Bu görevi başarıyla tamamlayıp Menteşe Beyliği’ni, kesin olarak Osmanlı topraklarına kattı.
İshak Paşa, İstanbul’un fethinde Anadolu beylerbeyi olarak eyâletinin askerleriyle muhârebeye iştirak etti. Fethi müteâkib Halîl Paşa’nın yerine vezîriâzam oldu. 1455’de vazifesini Mahmûd Paşa’ya terketti. Daha sonra vezîriâzam olan Mehmed Paşa’nın azli üzerine 1470’de ikinci defa vezîriâzam oldu. Bu sıralarda Anadolu’da başkaldıran Karaman ve Germiyanoğulları’nın üzerine gönderildi. Görevini başarıyla tamamlayan İshak Paşa, bu seferde Pâdişâhın’ın emriyle Aksaray şehrinden bir çok san’atkârı aileleriyle birlikte İstanbul’a getirip, bu günkü Aksaray’a yerleştirdi. Semte bundan sonra Aksaray denildi.
İshak Paşa, 1472 târihinde Akkoyunlu üzerine yapılacak seferden önce görevinden alınıp, sadârete ikinci defa Mahmûd Paşa getirildi.
Sultan İkinci Bâyezîd Hân’ın tahta geçmesinden sonra 1481 târihinde üçüncü defa sadrâzamlığa getirilen İshak Paşa, bir müddet devlet hizmeti gördükten sonra tekâüdle Selanik sancağına gönderildi. 1487 (H. 892) târihinde orada vefât etti.
İshak Paşa, devlet hizmeti yanında hayır ve hesenât hizmetleriyle de tanındı. İnegöl’de bir imâret ve medresesi, İstanbul’da Ahırkapı civarında bir mescidi (camii) vardır. Câminin etrafındaki mahalleye İshak Paşa mahallesi denmektedir. Bundan başka Selanik’te bir imâret ve başka hayratlar da yaptırmıştır. İnegöl’deki İshak Paşa Küliyesi’nin 1486 (H. 891) tarihli Arapça vakfiyesinde; “Fakirlere mesken ve mekân, uğrayıp gelenlere, misafir ve mukim müslümanlara, konak ve barınak olarak kurulmuştur” yazılıdır.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Hadîkat-ül-vüzerâ; sh. 12
 2) Osmanlı Târihi (Uzunçarşılı); cild-2, sh. 529
 3) Rehber Ansiklopedisi; cild-8, sh. 203
 4) İslâm Meşhurları Ansiklopedisi; cild-2, sh. 1200

14 Nisan 2018 Cumartesi

DERBEND TEŞKİLATI


Anadolu ve Rumeli’nin dağlık bölgelerindeki geçit ve yolları korumak ve yolcuların güvenliğini sağlamakla görevli teşkilât. Bu teşkilâtta görevli olanlara derbendci denirdi. On beşinci asırdan itibaren Osmanlı kaynaklarında kullanılmaya başlanan derbend kelimesi, Farsça olup, geçit tutmak mânâsına gelmektedir. Kervanları ve yolları korumak için kurulan İlhanlı tutkavul sisteminden geliştirilen derbend teşkilâtı, on dördüncü asrın sonlarında kurulmaya başlandı. Derbend te’sisleri, etrafı duvarla çevrili küçük bir kale olup, yanında han, câmi, mektep ve dükkanlar bulunmakta idi. Böylece derbend yakınında köy veya küçük bir kasaba teşekkül ederdi. Derbendler daha çok yolların kavşak noktalarına ve merkezî önemi hâiz yerlere yapılırdı. Bundan dolayı; derbendci olarak yazılan köy halkı, derbendin özelliğine ve önemine göre bâzı vergilerden veya hepsinden muaf tutulurdu. Derbendler bölgenin ve yolun emniyetin sağlanması yönünden mühim birer te’sis olmakla birlikte, ıssız yerlerin iskâna açık hâle getirilmesi için de kullanılmıştır.
Derbendler, yurdluk ve ocaklık şeklinde tımar ile tasarruf olunanlar ve muafiyet usûfl ile tevcih edilerek tehlikeli yerlere yerleştirilen halkın muhafazası ile vazifeliler olmak üzere hukuken iki kısma ayrılır. İkinci gruba giren derbendler, daha çok vakıf ve has toprakları veya devlet arazisi üzerinde kurulurdu. Kullanılış yönünden ise; derbend mahiyetindeki kuleler, büyük vakıf şeklindeki derbend te’sisleri, han ve kervansarayların derbend olarak kullanılması, köprü yakınlarında bulunan derbendler olmak üzere dört bölüme ayrılırlardı.
Derbendler, resmî olarak on beşinci asırda teşkilâtlandılar. Önceleri, hıristiyan ve müslüman yerliler, köylerini ve yakınlarındaki yol ve köprüleri korumaya ve tutmaya başlamışlardı. Daha sonralan, derbendler, kendilerinin hizmet ve bakımına adanmış olan köylerin gelişmesini sağladılar. Ekonomik ve toplumsal karışıklık döneminde, düzenli ordunun zayıflamasına ters orantılı olarak teşkilât ve güçlerini arttırdılar. Tüccarlarla yolcuların gecelemeleri için yapılan han ve kervansaraylar, kendilerini korumak için zamanla birer derbend hâline geldiler.
Derbendlerde muhafız olarak müslüman ve hıristiyanlar görevlendirilirdi. Hıristiyan olanlara martolos denilirdi. Kânûni Sultan Süleymân devrinde Macaristan topraklarında birçok hıristiyan bu işte kullanılmıştır. Derbendlerde yirmi beş ile otuz kişilik bir muhafız bölüğü bulunurdu. Bunlar, düzenlenen seferlere en az beş kişi olmak üzere münavebeli şekilde katılırlardı. Sefere gitmeyenler, hizmet yerine gidenlere sefer başına elli akçe öderlerdi. Derbend muhafızları kendilerine verilen küçük toprak parçalarını işlerler, kısmen veya tamamen vergi muafiyetine sâhib olurlardı. Derbend muhafızları, korudukları yollardan geçenlerden ücret aldıkları gibi, bölgede soyulan yolculara da tazminat öderlerdi. Korudukları köyler, derbend karakollarına adam vermek ve bunların giderlerini karşılamak mecburiyetinde idiler.
Derbendler, görevleri yönünden önemli olmalarına rağmen, on yedinci asrın sonlarından itibaren bozulmaya başladı. Askerî mâhiyette olanları hâriç, derbendler, bağlı bulunduğu köy halkı ile dağıldılar veya görevlerini yerine getiremeyecek kadar zayıfladılar. Bu durum, emniyetin tamamen kaybolmasına veya çevre köy hattâ kasaba halkının eşkıya baskısından korunmak için yerlerini terk etmelerine sebeb oldu. Devlet, bu bozukluğu on sekizinci asrın başlarından itibaren yeniden düzene sokmaya başladı ve derbend ahâlisini eski yerlerine yerleştirdi veya yeni ahâli sevk etti. Böylece Anadolu’da yollar üzerindeki harab ve boş hanlar tamir edilerek müstahkem bir hâle getirildi. Tamir sırasında içinde oturacakların bütün ihtiyâçlarını karşılayacak derecede imâr faaliyetlerine de önem verilerek, âdeta bir kasaba şeklinde yeniden düzenlendi. Derbend, han ve vakıf te’sislerinin tâmir ve mâmur hâle getirilmesi kısmen başarıya ulaştı. Bir müddet sonra ihmâle uğrayan derbendler, on dokuzuncu asırda yeniden tamire muhtaç hâle geldi. Yapılan tâmirat çalışmaları, daha çok bellibaşlı yerlerdeki han ve derbendler üzerinde kesafet kazandı. Osmanlı Devleti’nin yıkılması ile teşkilât târihe karıştı.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Osmanlı İmparatorluğu’nda Derbend Teşkilâtı (C. Orhonlu, İstanbul-1967)
 2) Osmanlı İmparatorluğu’uda Martoloslar (Milan Vasic, İ.Ü. Edb. Fak. Târih Dergisi; sayı 31, İstanbul-1978); sh. 47
 3) Osmanlı İmparatorluğu’nda İskân Siyâseti; sh. 94
 4) The Ottoman Empire in the Reign of Süleymân; sh. 103
 5) History of the Ottoman Empire and Modern Turkey: cild-1, sh. 128

13 Nisan 2018 Cuma

DÖNMELER


On yedinci asırdan îtibâren, muhtelif Osmanlı şehirlerinde bilhassa Selanik’te müslüman adı ve kıyafeti altında yaşayan mûsevî cemâati fertlerine verilen ad. Çeşitli dinlerden müslüman olanlara mühtedîdenildiği hâlde, bu tâbir bunlar hakkında hiç bir zaman ve hiç bir yerde kullanılmamış, yüksek tabaka tarafından, bir dereceye kadar nezâketen “avdetî” tâbiri kullanılmıştır. Kendilerine; ma’amînim (mü’minler) veyahaberim (ortaklar) bir de, ba’ale milhamah (mücâhidler) isimlerini verirlerdi.
Gizli bir mezheb sayılan dönmelik, aslen İspanyalı olup, İzmir’e yerleşen Mordehay Sevi adlı bir yahûdînin oğlu ile haham olan Sabatay Sevi tarafından kuruldu, özel bir eğitim görüp haham olarak yetişen Sabatay Sevi, ilk önce, 1648’de İzmir’de mesîhliğini ve İsrâiloğullarını kurtarmak için Allahü teâlânın göndereceği peygamber veya kurtarıcı olduğunu iddia etti. Mûsevîler, mesîhin Filistin’e hükümdar olacağına ve Kudüs’ü merkez yaparak dünyânın dört köşesine dağılan yahûdîleri burada toplayacağına inandıkları için, onun etrafında toplandılar. İzmir’deki hahamlar ona karşı çıkınca, 1650’de İstanbul’a geldi. İstanbul hahambaşısı da Sabatay Sevi’ye karşı çıkınca, kendisine daha uygun bir muhit olan Selânik’e geçti. Selanik’teki hahamlar tarafından sevgi ve saygıyla karşılanan Sabatay Sevi, bâzı tepkilerle karşılaşınca Selânik’i de terk ederek, Atina’ya ve tekrar İzmir’e döndü. İzmir’de kaldığı üç yıl içinde dikkati çekecek bir davranışta bulunmaktan kaçındı. 1663’de Mısır’a giden Sabatay Sevi, kısa bir müddet Kâhire’de kaldı. Burada Rafael Josef Çelebi adında zengin bir sarrafla tanıştı. Daha sonra Kudüs’e gitti. Musevilerin takdirini kazanmak için Kudüs’ün mukaddes yerlerini ve evliyâ kabirlerini ziyaret etti. Davranış ve çekici konuşmalarıyla Kudüs halkının itibârını kazandı.
Kudüs yahûdîleri, sıkıntı içinde olduklarından, Kâhire’deki sarraftan kendilerine yardım etmesini istemek üzere Sabatay Sevi’nin gitmesini istediler. Kudüs’ten Kâhire’ye giden Sabatay Sevi, önemli mikdarda yardım topladı. Nayir adındaki Polanyalı bir hahamın kızı olan Sara ile evlendi. Sara ile birlikte Gazze’ye gitti. Orada Abraham Nathan adlı yahûdî ile tanıştı. Abraham Nathan, kendisinin mesihden önce gelecek olan peygamber olduğunu ve Sabatay’ın da mesih olduğunu söyledi. Böylece Sabatay Sevi’nin tarafdârları çoğaldı. Kudüs’e tekrar döndüğünde kendisinin mesih olduğunu gizlemeğe gerek duymadı. Kudüs’deki hahamlar karşı çıktılarsa da, Sabatay’ın tarafdârları gün geçtikçe arttı. Mısır, İstanbul, İzmir ve Avrupa’nın çeşitli şehirlerine mesihliğini îlân ve propagandasını yapmaları için sâdık adamlarını yolladı. Kudüs’den Haleb’e geçti. 1667’de tekrar İzmir’e dönen Sabatay Sevi’ye hahamlar yine karşı çıktılar. Bu durumu haber alan İstanbul’daki hahambaşı da Sabatay Sevi’nin öldürülmesi hususunda bir karar çıkardı. Bütün bunlara rağmen, sahte mesihin tarafdârları alabildiğine çoğaldı. Sabatay Sevi, Musevilerin dînî âyin ve törenlerinde bâzı değişiklikler yaptığı gibi, sinagoglarda okunan duâların çoğunu değiştirdi. Osmanlı pâdişâhı sultan dördüncü Mehmed Han’ın adının zikredilmesi âdetken, kaldırılmasını ve yerine kendi adının konmasını emretti. Mûsevîler, onu gerçek bir kral saymaya başladılar.
Kendisini kralların kralı olarak kabul eden Sabatay Sevi, dünyâyı kendi hesabına göre 38 krallığa taksim etti. Her birine de, kardeşlerini ve sâdık adamlarını kral tâyin etti. Çeşitli beyannameler yayınlayarak, Osmanlı idaresine karşı harekete geçti. Mûsevîler müslümanlara karşı taşkınlıklarını arttırdılar. Musevilerin müslümanlara karşı yaptığı işler ve Sabatay Sevi’nin durumu, sultan dördüncü Mehmed Han’ın sadrâzamı Köprülüzâde Fâzıl Ahmed Paşa’ya arz edildi. Fâzıl Ahmed Paşa, sahte mesih ile hakkında düzenlenecek evrakın İstanbul’a gönderilmesini emretti. Yakalanan Sabatay Sevi ve adamları, 1668 senesi Ocak ayında İstanbul’a gönderildi. İstanbul’a getirilen Sabatay Sevi, sorgulamasında korkusundan yaptıklarını inkâr etti. Zincire vurularak hapse atıldı. İstanbul’dan Çanakkale yakınlarındaki Aydos kalesine sürülerek hapsedildi. Aydos kalesinde bir takım dînî âyinler düzenlemeğe girişti. Hazırladığı beyannameleri bütün dünyâ yahûdîlerine göndermeye ve duyurmaya çalıştı. Bu sırada Polonya’dan Aydos’a bir yahûdî kâfilesiyle Sabatay Sevi’yi ziyaret için gelen Nehime Kohen adında bir haham da mesih olduğunu îlân etti. Sabatay Sevi ile uzun münâkaşalarda bulundu. Daha sonra Edirne’ye giderek Sabatay Sevi’nin bütün sırlarını ilgililere anlatarak, saltanat peşinde olduğunu söyledi. Söylediklerinin doğruluğunu isbatlamak için de müslümanlığı kabul ediyor göründü. Bu ihbar üzerine Sabatay, Aydos’dan alınarak Edirne’ye getirildi.
Edirne sarayında sadrâzam Kâim-i Makamı Mustafa Paşa, şeyhülislâm Minkârizâde Yahyâ Efendi ve Sultan’ın imâmı Vânî Mehmed Efendi’den müteşekkil bir dîvân kuruldu. Pâdişâh’ın bitişik odadan tâkib ettiği görüşmeler sonunda, Sabatay, kendisinin mesih olmadığını söyledi, yaptıklarını inkâr etti ve müslüman olduğunu ilân etti. Mehmed Efendi ismini aldı. Böylece Osmanlı târihinde dönmeler mes’elesi başlamış oldu.
Onun müslüman olmuş görünmesiyle ilgili olarak Vânî Mehmed Efendi; “Bu adamın müslümanlığı kalbî hisler ve ihlâs ile kabul ettiğine kâni değilim. Fakat dînimiz şüpheyi reddeder ve kişinin îmânı, üzerinde hüküm ancak cenâb-ı Hakk’ındır. Bu itibârla İhlâs ile müslüman olmasını niyazdan başka şey yapamam...” demekten kendini alamadı.
Sabatay Sevi’nin müslüman olmuş görünmesi Türkiye ve diğer memleketlerdeki yahûdîler arasında şaşkınlığa sebeb oldu. Sabatay Sevi, tarafdârlarını yatıştırmak için de; “Tanrı beni İsmâilî yâni müslüman yaptı. Ben kardeşiniz kapıcıbaşı Mehmed’im. O öyle emretti. Ben itaat ettim” dedi. Müslüman olmuş görünmesine rağmen mesihlik iddiasından vazgeçmedi, eski faaliyetlerine devam etti. Bu arada tarafdârlarının bir kıyafet altında toplanması için, pâdişâha ve müftüye başvurarak yahûdîleri hidâyete davet etmek üzere kendisine izin verilmesini istedi. Sabatay’a sinagoglarda isteyenlere müslümanlığı anlatması için müsâde çıktı. Bundan istifâde ederek tarafdârlarını aynı kıyafet altında toplamaya çalıştı. Müslümanlar arasına giren Mûsevîler, kıyafetlerini değiştirip Ahmed, Abdullah, İsmâil gibi isimler almaya başladılar. Mehmed ismini aldıktan sonra, mesihlik iddiasından vaz geçmeyen Sabatay Sevi, Selanik ve İstanbul’dan sonra, sürgüne gönderildiği Bağdâd ve Ürgüp’de kaldı. Bu arada sabatayistlik yâni dönmeliğin esas inanış ve ibâdetlerini bir araya toplayan on sekiz emri yayınladı ve kutlayacakları bayram günlerini tesbit etti. Dönmelerin uyması gereken 18 maddelik; “On sekiz emir” denilen nizâmnâmenin hülâsası şöyledir: “Allah’ın birliğine ve Sabatay Sevi’nin mesihliğine inanılacak, yalan yere yemin edilmeyecek, Allah’ın adı anıldığında saygı gösterildiği gibi, mesihin zikri geçince de saygı gösterilecek, mesihin sırrını anlamak için toplantılar yapılacak. Adam öldürülmeyecek, zînâ edilmeyecek, yahûdî yılının dokuzuncu ayı olan Kislev’in 16. günü bayram yapılacak. Yalan yere şâhidlikte bulunulmayacak, birbirlerine karşı mürüvvetli ve merhametli davranılacak, her gün mezamir okumağa gizlice devam edilecek. Müslüman Türklerin âdetlerine onların gözlerini boyamak maksadıyla riâyet edilecek, Ramazan orucunu tatbik için sıkıntı çekilmeyecek, aynı şey Kurban için de yapılacak, dînî merasimlere zahiren uyulacak, müslümanlarla evlenmekten kaçınılacak, kamerî ayların ilk günlerine dikkat ve hürmet gösterilecektir.”
Bu emirleri neşreden Sabatay Sevi’nin yaptığı işler, sadrâzam Köprülüzâde Fâzıl Ahmed Paşa’ya anlatılınca, onu çağırıp sorguya çekti. Sabatay Sevi; “Aman efendimiz! Hakkımda size söylenenlerin hepsi yalan ve iftiradır. Bir takım dost ve akrabalarımı etrafıma topladığım doğrudur. Ama bunun hakîkî sebebi onları da hidâyete erdirip müslüman eylemektir. Eğer bu suç ise türlü cezaya razıyım. Boynum kıldan incedir” dedi. Sadrâzamı bu sözlerle kandırdığını zanneden Sabatay Sevi, Kuruçeşme ve Kağıthane’de tarafdârlarıyla gizlice İbrânice âyin yapıp duâlar okurken yakalandı. Adamlarıyla birlikte Arnavutluk’a sürüldü. Bir müddet orada kalan Sabatay Sevi, 30 Eylül 1675’de Berat kasabasında öldü.
Kadınları sarı mest ve beyaz car giyinen, erkekleri ise, beyaz keçe üzerine yeşil sarık saran, görünüşte müslüman bilindikleri ve müslüman adı taşıdıkları hâlde bayramdan bayrama namaza giden dönmeler, Sabatay Sevi’nin ölümünden sonra, yâkûbîler, karakaşlar, kapancılar olarak üçe ayrıldılar. Değişik adlar alan bu grubların nesl-i şerif denilen en yüksek asîl ailelere mensûb birer reisi vardı. Bunlar cemâat ihtiyarlarının reyleriyle seçilirler, ölünceye kadar bu mevkide kalırlardı. Ab-be-din denilen reisler tarafından tâyin olunan ruhanî reisler dînî vazifeleri yerine getirirlerdi. Dönmelerin bu üç zümresi hâriçten veya birbirlerinden kız alıp vermezlerdi. İlk zamanlar Selanik’te yerleşen dönmeler, Balkan harbinden sonra Selanik’ten tamamen ayrılarak İstanbul’a geldiler. Ekseriyetle Nişantaşı ve Şişli semtlerine yerleştiler. Çocuklarını da Türk okullarına vermemek için Feyziye Lisesi ve Şişli Terakkî Lisesi adında iki okul açtılar ve bu okullara gönderdiler. Aralarındaki eski katı grublaşmaları kaldırıp, dayanışmaya yönelerek ticarî hayatta te’sirli oldular. Bunun yanında vâlilik, müsteşarlık ve siyâsî olarak da meb’usluk (milletvekilliği) ve nâzırlığa (bakanlık) kadar yükselenler ve gazetecilik mesleğinde muvaffak olanları da oldu.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Osmanlı Târih Deyimleri; cild-1, sh. 474
 2) Târih Sohbetleri (C. Kutay); cild-8, sh. 172
 3) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; sh. 1146

AZİZ MAHMUD HÜDAİ


Osmanlı Devleti zamanında Anadolu’da yetişen büyük velîlerden. İsmi, Mahmûd bin Fadlullah bin Mahmûd’dur. 1541 senesinde Şereflikoçhisar’da doğdu. Çocukluğu Sivrihisar’da geçen Azîz Mahmûd Hüdâî, burada tahsiline başladı. İlmini arttırmak için İstanbul’a gitti ve tahsiline Küçük Ayasofya Medresesi’nde devam etti.
Çok zekî olan Mahmûd Hüdâî, bir defa okuduğunu zihninde tutar, tekrar kitaba bakmaya lüzum hissetmezdi. Hocalarından Nâzırzâde Ramazan Efendi, ona husûsî bir ihtimam gösterdi. Genç yaşta; tefsir, hadîs, fıkıh ve zamanın fen ilimlerinde büyük bir âlim oldu. Hocası Nâzırzâde Ramazan Efendi onu yanına yardımcı aldı. O, hocası Ramazan Efendi’ye yardım ederken, bir taraftan da, Halveti yolu şeyhlerinden Muslihuddîn Efendi’nin sohbetlerine katılarak tasavvuf yolunda ilerlemeya çalıştı. Bu arada hocası Ramazan Efendi’nin Edirne’deki Sultan Selîm Medresesi’ne tâyini çıkınca, Azîz Mahmûd Hüdâî de hocasıyla birlikte gitti. Ramazan Efendi bir süre sonra Mısır ve Şam’a kâdı olarak gönderilince, talebesini yine yanında götürdü. Azîz Mahmûd Hüdâî Mısır’da Halveti yolunun büyüklerinden Kerîmeddîn hazretlerinden ders alarak, tasavvuf yolunda yetişmeye çalıştı.
Mahmûd Hüdâî, otuz üç yaşında iken hocası ile birlikte Bursa’ya geldi. Üç sene Ferhâdiye Medresesi’nde müderrislik yaptıktan sonra hocasının vefâtı üzerine Bursa kâdısı oldu. Bu vazifede iken bir gece rüyasında Cehennem’i gördü ve bâzı kimselerin burada yandığına şâhid oldu. Bu korkunç rüyanın verdiği dehşet ve üzüntü içindeki günlerde, bir hanım bir dâva getirdi. Bu dâvadan sonra Bursa kâdılığını bıraktı. Hâdise şöyle idi:
Muhammed Üftâde hazretlerini sevenlerden fakir bir kimse vardı. Her sene hac mevsiminde hacca gitmek ister, fakat gidecek parası olmadığı için arzusuna kavuşamazdı. Üzüntüsünden hiç yüzü gülmez, gözleri hep hacca gidenlerin yolu üzerinde takılır kalırdı. Evde hanımı, kocasının bu hâline çok üzülüyordu. Yine bir sene hac mevsiminde, parası olmadığı için hacca gidemiyen bu fakir, üzüntüsünden ne yapacağını şaşırdı ve hanımına; “Eğer bu sene de hacca gidemezsem seni üç talak ile boşadım” dedi. Günler geçti, kurban bayramı yaklaştı. Fakiri bir düşüncedir aldı. Hacca gidemezse, evde hanımı boş olacaktı. Bir yerden borç bulup hacca da gidememişti. Çaresizlik içinde iken hatırına Muhammed Üftâde geldi. Huzuruna gidip, durumunu ağlayarak anlattı. O da; “Bizim Eskici Mehmed Dede’ye git! Selâmımızı söyle, o seni hacca götürüp derdine derman olur” buyurdu. Fakir hemen Mehmed Dede’nin yanına gidip, hocasının selâmını söyleyerek durumunu anlattı. Mehmed Dede; “Ey Fakir! Gözlerini kapa, aç demeden sakın açma” dedi. Fakir gözlerini açtığında kendilerini Mekke-i mükerremede buldu.
Mehmed Dede, Allahü teâlânın izniyle, kerâmet göstererek fakiri bir anda Hicaz’a götürmüştü. O gün arefe olduğundan hacılar Arafat’a çıkmışlardı. Fakir ve Mehmed Dede de ihram giyip Arafat’a çıktılar. Ertesi günü Kâbe-i muazzamada vakfeye durdular. Ziyaret edilecek yerlere gittikten sonra, Bursalı hacıları buldular. Fakir bâzı hediyeler alıp bir kısmını getirmeleri için komşusu hacıya teslim etti. Vedâlaşarak ayrıldılar ve Mehmed Dede’nin kerâmetiyle bir anda yine Bursa’ya geldiler. Fakir getirdiği bâzı hediyelerle eve gelince, hanımı bir kaç gündür eve gelmeyen kocasını eve almak istemedi ve; “Sen beni boşamadın mı? Hangi yüzle bana hediye getirerek eve giriyorsun?” dedi. Fakir, hanımına hacca gittiğini, hediyeleri de oradan getirdiğini söylemesine rağmen, kadın üç-beş günde hacca gidilemiyeceğini bildiği için buna inanmadı. Daha sonra kâdı Azîz Mahmûd Hüdâî’nin huzuruna giderek durumu anlattı ve; “Nikâhımızın feshedilmesini istiyorum. Çünkü nikâhsız olarak yaşamayı dînimiz yasaklamaktadır. Bu yüzden haram işlemek istemiyorum” dedi. Mahmûd Hüdâî, fakiri yanına çağırarak onu da dinledi. Fakir, hacca gittiğini, Kâbe-i muazzamayı tavaf edip, ziyaret yerlerini gezdiğini, Bursalı hacılarla görüşüp getirmeleri için emânet dahi verdiğini iddia etti. Bu sebeple boşanmanın vâki olmadığını söyleyerek Mehmed Dede’yi şâhid gösterdi. Mehmed Dede de; “Şeytanın, Allahü teâlânın düşmanı olduğu hâlde, bir anda dünyânın bir ucundan bir ucuna gittiği kabul edilir de, bir velînin bir anda Kabe’ye gitmesi niçin kabul edilmez” dedi. Kâdı hayretler içinde kalarak, mahkemeyi hacıların geleceği güne te’hir etti. Aradan günler geçti. Bursalı hacılar hacdan döndüler. Mahkeme gününde, fakirin hac vazifesini yaptığını, hattâ verdiği emânetleri getirdiklerini bildirerek, şâhidlik yaptılar. Kâdı, şâhidlerin bu ifâdeleri ile, dâvâcı hanımın nikâhı fesh etme isteğini reddetti. Böylece boşanma hâdisesi olmadı.
Kâdı Mahmûd Hüdâî, bu hâdisenin günlerce etkisinden kurtulamadı. Bir gün Mehmed Dede’nin yanına gidip, kendisini talebeliğe kabul etmesini istedi. O da; “Nasibiniz bizden değil, Üftâde’dendir. Onun huzuruna giderek müracaatınızı bildirin” cevâbını verdi. Hemen evine gidip atını hazırlattı, kendisi de sırmalı kaftanını ve sarığını giyerek yola çıktı. Bugünkü Molla Fenârî Câmiî’nin doğu tarafındaki sokağa geldiğinde, atının ayaklarının bileklerine kadar kayalara saplandığını gördü. O kadar uğraşmasına rağmen, atı ileri götüremedi (bu kayanın üç kuzular semtinde olduğu söylenmektedir). Atından indi, Üftâde’nin dergâhına doğru yürüdü. Dergâhın önüne vardığında, Üftâde hazretleri üzerinde eski bir hırka olduğu hâlde bahçeyi çapalıyordu. Muhammed Üftâde, kâdıyı görünce doğruldu ve; “Ey Kâdı Efendi! Herhalde yanlış yere geldiniz. Burası yokluk kapısıdır ve biz yokluk kapısının kuluyuz. Hâlbuki, sen varlık sahibisin. Bu hâlde ikimiz bir araya gelip, bağdaşamayız. Senin ilmin, malın, mülkün, şânın ve mâmur bir dünyân var. Bizim gibi kulların Allahü teâlâdan başka hiç bir şeyi yoktur” buyurunca, bu sözler Kâdı Azîz Mahmûd’a çok te’sir etti. Gözlerinden yaş dökülerek; “Efendim! Her şeyimi mübarek kapınızın eşiğinde terk eyledim. Yeter ki, talebeniz olup hizmetinizle şerefleneyim. Her ne emrederseniz yapmaya hazırım” dedi. Bu samimî ifâde üzerine Üftâde hazretleri; “Ey Bursa Kâdısı! Kâdılığı bırakacak, bu sırmalı kaftanınla Bursa sokaklarından ciğer satacaksın. Her gün de dergâha üç ciğer getireceksin” buyurdu. Her emri yerine getireceğine söz veren Mahmûd Hüdâî, kâdılığı bıraktı ve; “Ciğerciii! Ciğerciii!” diye bağırarak ciğer satmaya başladı. Bursalılar onun için; “Kadı Azîz Mahmûd Hüdâî aklını oynatmış, tırmarhânelik olmuş” diyorlardı. O bu şekilde nefsini kırıp, ruhunu yükseltmek için her türlü şeye katlanıyordu. Bir süre sonra Üftâde hazretleri yeni talebesinin nefsini İyice kırmak ve terbiye etmek için dergâhta hela temizleme vazifesiyle görevlendirdi. Onu, husûsî sohbetler ve teveccühler ile yetiştirmek ve evliyâlık makamlarında yükseltmek için uğraştı. Nefsini terbiyede kısa zamanda diğer talebelerinden çok ileri geçtiğini gördü.
Azîz Mahmûd Hüdâî, sabah erkenden hocası Üftâde hazretlerinin abdest suyunu ısıtarak ibrikle dökmek vazifesini üzerine almıştı. Bir gün suyu ısıtmaya vakit bulamadan hocası kapıda göründü. Mahmûd Hüdâî telâş içinde, hocasının abdest alacağı yere gelinceye kadar, ibriği göğsüne bastırdı. Allahü teâlâya olan aşk ateşiyle su bir anda ısındı. Suyu hocasının avuçlarına düktüğü zaman hocası; “Evlâdım Mahmûd! Bu su bildiğimiz ateş ile ısınmamış. Bunu gönül ateşi ısıtmış. Bu hâl artık senin hizmetinin tamam olduğunu gösteriyor” buyurdu.
Hocasının her emrini eksiksiz yerine getiren Mahmûd Hüdâî, üç sene gibi kısa zamanda bir çok talebenin senelerce erişemediği derecelere kavuştu. Hocası ona icazet verdi ve çocukluğunu geçirdiği Sivrihisar’a İslâmiyet’i yaymak, emir ve yasaklarını bildirmek için gönderdi. Ailesiyle Sivrihisar’a giden Mahmûd Hüdâî, orada altı ay kaldıktan sonra, tekrar Bursa’ya döndü. Doksan yaşını geçmiş olan hocasının hizmetini görmeye başladı. Bu hizmetlerinden çok memnun kalan Üftâde hazretleri; “Oğlum! Pâdişâhlar rikâbında yürüsün (sen atın üzerinde, pâdişâh da yaya olarak yürüsün)” diye duâ etti. O sene Üftâde hazretleri vefât etti.
Mahmûd Hüdâî manevî bir işaretle Trakya’ya gitti. Bir müddet sonra da şeyhülislâm Hoca Sa’deddîn Efendi vasıtasıyla İstanbul’a geldi. Küçük Ayasofya Câmii tekkesinde hocalık yapmaya başladı. Bu arada Fâtih Câmii’nde talebelere, tefsîr, hadîs ve fıkıh dersleri verdi. Burada kaldığı müddet içinde ilim ve devlet adamlarına kadar uzanan geniş bir muhit edindi. Bu arada, Üsküdar’da şimdiki türbesinin bulunduğu yeri satın alarak dergâhını inşâ ettirdi. Dergâhında yüzlerce talebenin yetişmesi için çok uğraştı. İlim talipleri hasta kalblerine şifâ olan sohbetlerine ve onun feyz ve bereketi ile mârifetullaha kavuştular. Dergâh, en fakîrinden en zenginine ve en üst kademedeki devlet ricaline kadar her tabakadan insanlar ile dolup taşıyordu. Devrin pâdişâhları da ona hürmette kusur etmiyorlardı. Üçüncü Murâd Han, birinci Ahmed Han, ikinci Osman Han ve dördüncü Murâd Han’a nasîhatlarda bulundu. Dördüncü Murâd Han’a saltanat kılıcını o kuşattı.
O sırada İranlılarla yapılan Tebriz seferine Ferhat Paşa ile beraber katıldı. Zaman zaman pâdişâhların davetlisi olarak saraya gidip, onlarla sohbetlerde bulundu. Üsküdar iskelesindeki Mihrimâh Sultan Câmii’nde ve Sultan Ahmed Câmii’nde belli günlerde vâz vererek, insanlara feyz ve mârifet sundu.
Azîz Mahmûd Hüdâî’nin talebesi olmakla şereflenmek için, herkes birbiriyle yarış yapıyordu. Bunların başında; sadrâzam Halil Paşa, Dilâver Paşa, şeyhülislâm Hoca Sa’deddîn Efendi, şeyhülislâm Hocazâde Es’ad Efendi, Okçuzâde Mehmed Efendi, İbrâhim Efendi, Nev’îzâde Atâî Efendi geliyordu. O zamanda Hüdâî dergâhı, İstanbul’un en mühim bir kültür merkezi hâline geldi, Pek çok âlim yetişti.
Sultan Ahmed Han, bir gün Üsküdar’a gitmişti. Atı ile çarşıda dolaşırken hocası Mahmûd Hüdâî ile karşılaştı. Sultan hemen atından inerek hocasını atına bindirdi. Kendisi de arkasından yaya yürümeye başladı. Kısa bir müddet böyle at üzerinde giden Mahmûd Hüdâî; “Sultânım! Sırf hocam Muhammed Üftâde’nin Azîz Mahmûd Hüdâî’nin (rahmetullahi aleyh) duâsı ve emri yerine gelsin diye bindim. Çünkü o; “Pâdişâhlar rikâbında yürüsün” diye duâ etmişti” buyurarak attan indi ve tekrar Sultan’ı bindirdi.
Hüdâî bir gün Sultan Ahmed’le sohbette iken Ahmed Han; “Efendim! Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin, kıyamet günü talebelerine ve pek çok günahkâr mü’minlere şefaat edeceği hakkında rivayetler var. Bu rivayetlerin doğruluğu hakkında ne buyurursunuz?” diye suâl eyleyince, Mahmûd Hüdâî hemen cevap vermedi. Bir müddet murakabede kaldıktan sonra; “Bu söz doğrudur” buyurdu. Sonra Pâdişâh; “Efendim! Acaba zât-ı âlinizin bizlere bir vadiniz ve müjdeniz yok mudur?” diye sorunca, Mahmûd Hüdâî ellerini kaldırarak; “Yâ Rabbî! Kıyamete kadar bizim yolumuza katılan, bizi sevenler ve ömründe bir kere türbemize gelip ruhumuza Fatiha okuyanlar bizimdir. Bize talebe olanlar denizde boğulmasınlar, ömrünün sonlarında fakirlik görmesinler, îmânlarını kurtararak gitsinler ve öleceklerini bilip haber versinler” diye duâ etti. (Alimler ve evliyâ bu duânın kabul olduğunu, bu yola mensub olanların hiç denizde boğulmadıklarını ve pek çok kimsenin de vefât günlerine yakın öleceklerini haber verdiklerini bildirdiler.)
Sultan Ahmed Han büyük bir câmi yaptırmak istiyordu. Karârını verdi ve yerini tesbit ettirdi. Temel atma merasimi için hocası Azîz Mahmûd Hüdâî ve diğer âlimleri davet etti. Kurbanlar kesildi. Temel atmak için ilk kazmayı, Azîz Mahmûd Hüdâî hazretleri vurdu. Pâdişâh da yoruluncaya kadar temel kazdı. Yıllar sonra câminin yapımı tamamlandı. Ahmed Han açılışını yapması ve ilk Cuma hutbesini okuması için hocası Azîz Mahmûd Hüdâî’yi davet etti. O gün fırtına vardı ve deniz şiddetli dalgalı idi. Bu sebeple kayıkçılar denize açılmaya cesaret edemiyorlardı. Mahmûd Hüdâî husûsî kayıkçısına emrederek, yanında bir kaç talebesiyle birlikte Sarayburnu’na doğru açıldı. Allahü teâlânın izni ile Azîz Mahmûd Hüdâî hazretlerinin himmeti bereketiyle kayığının ön, arka ve yanlarından bir kayık mesafesinde deniz süt liman oluyor, dalgalar kayığa hiç te’sir etmiyordu. Böylece herkes denize çıkamazken, Azîz Mahmûd Hüdâî kayığıyla selâmetle Sarayburnu’na ulaştı ve Sultan Ahmed Câmii’nin açılışını yaptı. Üsküdar Sarayburnu arasındaki bu yola Hüdâî yolu denildi. Bu gün de fırtınadan uzak, selâmetle gidilen bir deniz yolu olduğu kayıkçılar tarafından söylenmektedir.
Zamanın pâdişâhı vezirlerinden birini azletmiş, mührünü de Üsküdar tarafında oturan bir başka vezire göndermişti. Haberci yolda deniz kazasına tutulduğu için mührü denize düşürdü. Çok korkan haberci, Azîz Mahmûd Hüdâî’ye giderek durumu anlatınca, o da pöstekisinin altına elini uzatıp, suları damlamakta olan mührü ona teslim etti.
Daha bir çok kerâmetleri görünen Azîz Mahmûd Hüdâî hazretleri, 1628 senesinde hakîkî âleme göçtü. Vefâtından önce talebeleriyle ve tanıdıklarıyla helâllaştı, vasiyetini yaptı. Son nefesinde de Kelime-i şehâdet getirerek ruhunu teslim etti. Türbesi Üsküdar’daki dergahındadır. Aşıkları onu ziyaret etmekte, feyz ve bereketlerinden faydalanmaktadır.
Azîz Mahmûd Hüdâî, insanların Ehl-i sünnet itikadında bulunmaları ve ibâdetlerini doğru olarak yapmaları için pek çok eser yazmıştır. Bu eserlerden bâzıları şunlardır: 1- Nefâis-ül-Mecâlis, 2- Tecelliyât, 3-Dîvân-ı İlâhiyyât, 4- Vâkıât, 5- Habbet-ül-Muhabbe, 6- Necât-ül-Garîk. 7- Tarîkat-nâme, 8- Tezâkir-i Hüdâî, 9- Ahvâl-ün-Nebiyyil-Muhtar aleyhi salevâtullah-il-Melik-i Cebbar, 10- Câmi-ul-Fedâil ve Kâmi-ur-rezâil, 11- Feth-ül-ilâhî, 12- Hâşiye-i Kûhistânî fî şerh-i fıkh-ı Keydânî, 13- Feth-ul-bâb ve ref-ul-hicâb, 14- Hayât-ül-ervâh ve necât-ül-eşbâh, 15- Tarîkat-ı Muhammediyye, 16- Şerhun alâ Kasidet-il-Vitriyye fî medhi Hayr-il-Beriyye, 17- Mensûr Mevlîd-i Nebî.
Azîz Mahmûd Hüdâînin söylediği ilâhilerden birisi şudur:

YALAN DÜNYA

Kim umar senden vefâyı,
Yalan dünyâ değil misin?
Muhammed-ül-Mustafâ’yı,
Alan dünyâ değil misin?
Yürü hey vefâsız yürü,
 Sensin hodbin köhne karı,
Nice yüz bin erden geri,
Kalan dünyâ değil misin?
Kimisini nâlân edip,
Kimisini giryân edip,
Âhirî kâr uryân edip,
Soyan dünyâ değil misin?
Kastedip halkın özüne,
Toprak doldurup gözüne,
Ehl-i gafletin yüzüne,
Gülen dünyâ değil misin?
Eğer şâh ve eğer bende,
Her kişiyi salan bende
Kimse mekân tutmaz sende
Vîrân dünyâ değil misin?
Sihr ile donatıp kendin,
Meydâna salan semendin.
Âleme mihnet kemendin,
Salan dünyâ değil misin
İşin gücün dâim yalan,
Çok kişiden arta kalan,
Nice kerre boşalarak,
Dolan dünyâ değil misin?

KIŞIN, DALINDA ÜZÜM VARDI!..

Bir kış günü akşamı, Üftâde hazretleri talebelerini toplamış sohbet ediyordu. Bir ara; “Dostlarım! Canımız taze üzüm istedi. Acaba bulmak mümkün müdür?” buyurunca, diğer talebeleri; “Kış günü taze üzüm olur mu?” diye düşünürlerken, Mahmûd Hüdâî; “Bu sözü hocam söylediğine göre bir hikmeti vardır” diye düşündü ve üzüm getirmek için izin istedi. Bursa’nın Çekirge semtindeki bağlardan birine gitti. Bir asma çubuğunun üzerindeki karları temizledi. Baktı ki, taze üzüm salkımları vardı. Bu, hocasının bir kerâmeti idi. Üzümleri toplayıp dönerken yolda bir çukura düştü. Ne kadar uğraştı ise çıkamadı. Çaresiz kalınca, hocasından yardım istemek aklına geldi ve; “İmdâd! Yâ mübarek Hocam!” der demez, çukurun basından bir ses geldi; “Ey Mahmûd! uzat elini yukarı çekeyim” diyordu. Başını kaldırıp kendisine gülümseyen o zâta elini uzattı. Yukarı çıktığında, o zât bir anda görünmez oldu. Sırtında üzüm sepeti hemen dergâha gitti. Hocası sohbete devam ediyordu. Üzüm sepetini gören talebeler şaşırıp kaldılar. Bu durum üzerine talebeler, Üftâde’nin Hak teâlâ katında yüksek bir velî olduğunu ve Mahmûd Hüdâî’nin hocalarına olan teslimiyetini bir kere daha anladılar.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Sefînet-ül-evliyâ; cild-2, sh. 372
 2) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; sh. 1033
 3) Semerât-ül-füâd; sh. 145
 4) Şakâyık-ı nu’mâniyye zeyli (Atâî); sh. 760
 5) Silsilenâme-i Celvetî (İ. Hakkı Bursevî); sh. 82
 6) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; cild-15, sh. 186

AKINCILAR


Osmanlı Devlet teşkilâtı içinde sınır bölgelerinde düşman memleketlerine ânî baskınlar tertipleyerek yıpratma harekâtında bulunan hafif süvari gruplarına verilen isim. Akıncılar, bâzılarının zannettikleri gibi yağma gayesiyle düşman içine giren ve talanla hayatlarını geçiren serseriler topluluğu değildi. Pekçoğu Avrupa ve balkan dillerini bilen akıncılar, akın yapmakla kalmayıp, aynı zamanda düşmanın durumunu, yolları ve kuvveti hakkında bilgi toplamak gibi istihbarat görevini de yerine getirirlerdi. Bu görevlerini esâsa bağlayan kânunları vardı.
Akıncılar, Türk ırkındandı. Devşirme, Arnavut ve Boşnak gibi müslüman kavimler alınmazdı. Akıncı olmak için Osmanlı Türkü olmak şarttı. İlk zamanlar, akıncı beylerinin çoğunluğu Osman Gâzi’nin yoldaşları olan kumandanların çocukları idi. Akıncı beyleri, istediklerini ocağa alır, istediklerini çıkarırlardı. Dîvân-ı hümâyûn bu işe hiç karışmazdı. Akıncı beyleri fevkalâde selâhiyetlere sâhib olup, doğrudan doğruya sultandan emir alırlardı. Rütbeleri sancak beyi derecesindeydi. Akıncı eri, canını yüzlerce defa çekinmeden ortaya koyduğu için, diğer bir çok ocağın subayından imtiyazlıydı. Onun için akıncılara “fedaî, dalkılıç, serdengeçti, deli” gibi isimler verilirdi. Akıncılığa kabul edilmek çok zordu. Doğrudan doğruya bey’in rızâsı gerekliydi. Zîrâ kötü bir akıncı, birliğin mahvına sebeb olabilirdi. Çok sür’at-i intikâl, seri hareket, harikulade süvarilik, fevkalâde silâhşorluk vasıfları olmayan, akıncılığa kabul edilmezdi. Şimdiki askerî teşkilâttaki komando birliklerine benzeyen akıncılık, ekseriya babadan oğula geçerdi. Akıncılar düşman arazisini dolaşıp, orduya yol açarlar ve kurulması muhtemel pusuları ânî, süratli hareketleri ile bozarlardı. Düşman topraklarına girecekleri zaman, arka arkaya kademe hâlinde bir kaç bölüme ayrılırlardı. İlk kuvvetin karşısına mukavemet eden bir düşman kuvveti çıkarsa, arkadaki kuvvet yetişerek ona yardım ederdi. Hücumları pek âni ve sert olduğundan hemen her zaman düşman kuvvetlerini sarsıp dağıtırdı. Ayrıca ordunun yolu üzerindeki hububatın muhafazası, yerli halktan aldıkları esirler vasıtasıyla düşman hakkında haber toplamak ve köprü, geçit gibi yerleri emniyet altında tutmak da esas vazifeleri arasında idi. Akıncılar genellikle ordudan 4-5 günlük mesafede önden giderler ve vazifelerini yerine getirirlerdi. Bindikleri atlar da, akıncıların bu hızlı hayatlarına uygun, dayanıklı ve sür’atli olanlardan seçilirdi. Sefere çıkarken yedekte 4-5 at götürürler ve yorulan atları konak yerlerinde bırakırlar, dönüşte bıraktıkları atlara ganimetlerini yüklerlerdi.
Akıncı birliklerinde on akıncıya onbaşı, yüz akıncıya subaşı, bin akıncıya da binbaşı kumanda ederdi. Bu kumanda zincirini, bütün kuvvetlerin başında olan akıncı beyi tamamlardı. Bir harekâtın akın ismini alabilmesi için o sefere akıncı beyinin katılması gerekirdi. Aksi takdirde bu harekâta akın denmezdi. Akıncılar, merkezî bir tarzda idare olunmayıp sınır boylarında ocaklar hâlinde teşkîlâtlanırlardı. Her mıntıkanın kumandanı ayrı olup, akıncılar mensub oldukları kumandanların sülâle ismiyle anılırlardı. Bunların en meşhurları Malkoçoğlu akıncıları, Turhanlı akıncıları, Mihalli akıncılarıydı. Bunlardan Malkoçoğlu Silistre’de, Turhanlı Mora’da, Mihalli ise Sofya ve Semendre bölgelerinde bulunurdu. Osmanlı Devleti’nde ilk akıncı beyi Evranos Bey’dir. Zikredilen akıncı aileleri ise sonraki akınlarda meşhur olmuşlardır.
Akıncıların en önemlileri dalkılıç ve serdengeçti adı ile anılırdı. Bunlar akıncıların fedaî kısmıydı. Bunların düşman içine dalmak ve mahsur bulunan bir kaleye girmek gibi çok zor görevleri vardı ve geri dönme ihtimâlleri çok azdı. Onları bu işi yapmaya sevk eden Allah yolunda cihâd yapma arzusu idi. Bir düşman ordusuna dalmak gerektiği zaman bu vazifeyi yapanlar ordudan ayrılır, düşmanı sağ, sol ve arka cihetinden vurmak üzere îcâb eden yere kadar giderler ve şiddetli şekilde düşman saflarına girince, düşman şaşkınlıktan bozguna uğrar, maneviyâtı bozulurdu. Napolyon bu konu hakkında şöyle demektedir: “Osmanlı askerini dalkılıç olmağa mecbur edecek kadar sıkıştırmak elvermez, bir kere dalkılıç olmayı göze almış bir kaç yüz adam meydana çıkarsa, mağlûb olmamak mümkün değildir.” Kalelere girmek gerektiği zaman bunlar gece vakti merdiven kurarak kaleye girerler ve bu sayede fethine muvaffak olunmayan bir kalenin ele geçirilmesini sağlarlardı.
Düşmanın iktisadî ve manevî yapısını alt üst ederek, savaşın kazanılmasında önemli rol oynayan akıncıların akın tekniği şöyle idi: Akıncı ordusu, belirli bölümlere ayrılır, onlar da gene belirli yerlerde daha küçük birliklere bölünerek yollarına devam ederlerdi. Her birliğin ele geçireceği şehir ve kasabalar önceden kararlaştırılırdı. Dönüşte birlikler gene belirli yerlerde fakat daha önce ayrıldıkları mevkilerde olmamak üzere birleşirler ve tekrar tek bir ordu hâline gelip Türk topraklarına dönerlerdi. Bu durum, düşman ülkesini korku içinde bırakırdı. Yıldırımlar ve kasırgalar gibi esip geçen akıncıların nerede ve ne zaman bulundukları ve bulunacakları hakkında yüzlerce söylenti çıkardı.
Devlet tarafından akıncıların isimleri, eşkâlleri ve içlerinde tımara sâhib olanların listelerine âit defterler tutulurdu. Defterler iki nüsha olarak tanzim edilir, biri merkezdeki Defterhâne’de, diğeri akıncıların bulundukları eyâlet veya sancak kâdılıklarında muhafaza edilir, böylece herhangi bir yolsuzluğa meydan verilmezdi. Her akın sonunda şehîd ve mâlül olanların yerine çevik, iyi süvari ve kuvvetli gençler akıncı kaydedilirdi.
Akıncılara tahsis edilen belirli bir maaş yoktu. Elde ettikleri ganimetin 1/5’ini pençlik resmi (humusunu) olarak verdikten sonra kalanla geçimlerini te’min ederlerdi (Bkz. Ganimet). Bâzılarının ise tımarları vardı. Sefere çıkarlarken düşman hududuna kadar yetecek yiyecek verilir, daha sonrasını kılıçlarıyla te’min ederlerdi. Akıncılar arasında kıdemli ve seferlerde yararlılık gösteren Tımar ve Tavcılar grubu bulunurdu. Tavcılar aynı zamanda kazalarda çerilerin başıydılar. Bunlara sefer emri gelince, emirleri altındakileri toplayıp akına katılırlardı.
Osmanlı Devleti’ndeki akıncıların sayısı kat’i olarak ortaya konulmamakla beraber, onbeşinci asır ortalarına kadar sayılarının 40.000 olduğunu târihî kaynaklar yazmaktadır. Birinci Kosova Savaşı’nda akıncı mevcudunun 20.000 olduğu kayıtlıdır.
Türk târihinin en büyük akınlarından biri olan 1479 Erdel akınına 43.000 akıncı katılmıştır. Bölgedeki altın ve gümüş mâdenlerinin ele geçirilmesini hedef alan bu akında, akıncıların başında tam on İki akıncı beyi bulunmuştu. Bu akında, 43,000 akıncıdan 20.000’i Macar ovasının zümrüt renkli topraklarında şehîd oldu. Macarlar burada, batı kaynaklarının bile nefretle bahs ettikleri bir vahşette bulundular. Şehîdlerin cesetlerini parçalayarak dans etmek gibi zulüm yaptılar.
1559 senesindeki bir yoklamaya göre Turhanlı akıncılarının sayısı 7000 civârında tesbit edilmiştir. Kânûnî Sultan Süleymân Han’ın Budin ve Avusturya seferlerinde Mihallı akıncılarının sayısı 50.000 olarak devrin târihî kaynaklarına geçmiştir.
Osmanlı ordusunun öncü kuvveti olan akıncılar, 1595 senesinde sadrâzam Sinân Paşa’nın Eflak seferindeki hatâsına kadar güçlerini korumuşlardı. Sinân Paşa devlete karşı isyân eden Romanya voyvodası Mihail üzerine 100.000 kişi ile sefere çıktı. Romanya’ya giren Osmanlı ordusu karşısına çıkmaktan çekinen Mihail geri çekildi. Sinân Paşa isyânı bastırdığını zan ederek geri dönmeye başladı. Bu sırada Mihail, Osmanlı ordusunun hareketlerini günü gününe haber alıyor, yirmi dört saatlik bir mesafeden tâkib ediyordu. 1595 senesi Ekim ayının on dokuzunda Targovişte’ye girip, şehri savunan üç bin beş yüz Türk’ten Ali Paşa, Koçu Bey ve diğer yüksek rütbeli subayları ateşte pişirdikten sonra yiyen Mihail ve maiyyeti, geri kalan Türkleri kazığa oturttular. Bu sırada Sinân Paşa Tuna’nın kuzey kıyısına varmıştı. Ordunun ve ağırlıkların karşıya geçmesi üç gün ve üç gece sürecekti. Ordunun ardını korumakla görevli akıncılar en son köprüyü geçecekler ve sonra köprüyü havaya uçuracaklardı. Bu geçişi uzak bir yerden seyreden Mihail, köprüden akıncılar geçerken, top ateşi açtırdı. Akıncıların can vermeden silâhlarını teslim etmemelerinin ocaklarının geleneği olduğunu bilen voyvoda Mihail, epey uzun olan köprü üzerinden akıncıları Tuna sularına dökmek istiyordu. Bir kaç top mermisi köprüye isabet edince tahta köprü çöktü ve binlerce akıncı, Tuna dalgalarına gömüldüler. Henüz karşıya geçemeyen bir kaç bin akıncı ise düşman kılıçları altında şehîd oldular. Böylece Türk akıncı ocağı, bir daha altından kalkamıyacağı bir darbe yedi. Bu seferde büyük zâyiât veren akıncıların sayısı 1625’deki kayıtlara göre üç bine inmiştir. Vaziyet bu duruma gelince, devlet yeni tedbirler almak mecburiyetinde kalmış ve kalelerdeki serhat kulu teşkilâtı takviye edilerek hudutların korunması bu teşkîlâta verilmiş, diğer taraftan da Kırım ordusundan akınlarda faydalanma yoluna gidilmiştir. Fakat Kırımlılar, Osmanlı akıncı ruhuna sâhib olamadıkları için, onlar kadar başarılı olamamışlardır.
Akıncı kânununa göre, eğer bir akıncı beyi bir şehri fethederse, buradaki gayrimenkuller pâdişâha (devlete) âid olurdu. Beylere de bu bölgenin köyleri tımar olarak dağıtılırdı. Umumiyetle akıncı beyleri de tımardan elde ettikleri gelirleri, hayır müesseseleri kurarak buralara vakfederlerdi.
Akıncıların kullandıkları silâhlar da sür’atle hareket etmelerine mâni olmayacak şekildeydi. En çok kullandıkları silâhlar, kılıç, kalkan, pala, mızrak ve bozdoğan denilen başı yuvarlak kısa saplı bir cins topuzdu. Bunların zırh kullananları oldukça azdır.

FİLEK KALESİNİN FETHİ!..

Macaristan’ın Osmanlı idaresinde kaldığı yüz elli sene içindeki Budin vâlilerinin en meşhuru, Sokullu Mehmed Paşa’nın amcası oğlu olan Mustafa Paşa’dır. Kale ve palangaların akıncı yiğitleri arasında Paşa Baba diye meşhur olmuştu. Kapısında bine yakın şehbaz yiğit beslerdi. Bir bora, bir kasırgaya benzeyen bu serdengeçtiler, bir çok kale ve palanga fethetmişlerdi. Bunların içinde Filek kalesinin fethi ise, eşsiz bir kahramanlık destanıdır.
Filek kalesi, yüksek ve kayalık bir tepenin üstünde kartal yuvası gibiydi. Bu kaleyi top ile yıkmak, taarruz ederek almak mümkün değildi. Mustafa Paşa’nın akıncılarının arasında Demirbaş Hasan isimli yirmi beş yaşlarında tığ gibi bir delikanlı vardı. Bir gün Demirbaş Hasan, yanına kırk seçme akıncı alarak Filek kalesini feth etmek için yola çıktı. Gece vakti kale önlerine varan kırk akıncı, kalenin karşısındaki bir kayanın tepesine tırmandılar. Üç-dört merdiveni kuşakları ve iplerle sıkıca bağlıyarak bulundukları yerden bir mazgal deliğine uzattılar. En önde Demirbaş Hasan vardı.
Mazgal deliği bir insan geçebilecek genişlikte idi. Fakat tunç bir topun namlusu bu mazgalı tıkamıştı. Topun ağırlığı sekiz yüz okka kadar idi. Demirbaş Hasan hiç tereddüd etmeden, Allahü teâlâya sığınarak, besmele çekti. Geniş pençeleri ile mazgal deliğinin iki kenarına yapıştı, çelik kaburgalı göğsünü topun namlusuna dayadı. Altı, yalçın kayalık ve uçurum idi. Ayaklarını merdivene basıp, kollarını gerince sekiz yüz okkalık topu geriye doğru ittirdi. Birinci hamlede, topun namlusunun ağzı kalenin dış duvarı hizasına kadar içeri girmişti. Demirbaş Hasan bu sefer, namluya başını dayayarak, ikinci hamlede koca topu mazgalın ağzından uzaklaştırdı. Açılan mazgal deliğinden başta Demirbaş Hasan olmak üzere kırk akıncı kaleye girdiler.
Türk akıncılarını birden karşısında gören kâfirler, uzun süre kendilerine gelemediler. Bu fırsattan yararlanan akıncılar, “Allah Allah!” nidaları ile kısa zamanda kaleyi fethettiler. Bu, cihân târihinde eşine rastlanmayan bir kahramanlık vak’asıdır.

AKINCILAR

Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik;
Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik!
Ak tolgalı beylerbeyi haykırdı: İlerle!
Bir yaz günü geçtik Tuna’dan kafilelerle...
Şimşek gibi bir semte atıldık yedi koldan;
Şimşek gibi Türk atlarının geçtiği yoldan.
Birgün dolu dizgin boşanan atlarımızla,
Yerden yedi kat arşa kanatlandık o hızla.
Cennet’te bugün gülleri açmış görürüz de,
Hâlâ o kızıl hâtıra titrer gözümüzde.
Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik,
Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik.
                                        Yahyâ Kemâl
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Tevârîh-i Âli Osman (Âşıkpaşazâde); sh. 84
 2) Tabakât-ül-memâlik (Celâlzâde Mustafâ, Üniversite Kütüphânesi, T.Y.); sh. 180
 3) Devlet-i Osmâniyye Târihi (Hammer); cild-1, sh. 137
 4) Târih-i Askerî-i Osmânî, Kitâb-ı evvel (Cevat Paşa, İstanbul-1297); sh. 1
 5) Târih-i Neşrî; cild-2, sh. 477
 6) Risale (Koçi Bey); sh. 41
 7) Düstûrnâme (Enverî); sh. 24
 8) Türk Akıncıları (A. Refik, İstanbul-1933)
 9) Mihaloğlu Ali Bey’in Gazâvât-nâmesi (Ankara-1956)
10) Akıncılar ve Mehmed-II, Bâyezîd-II Zamanlarında Akınlar (N. Tacan, İstanbul-1936)
11) Osmanlı Târih Deyimleri; cild-1, sh. 36
12) Rehber Ansiklopedisi; cild-1, sh. 151
13) Kuruluşundan On beşinci Asrın İlk Yarısına Kadar Osmanlı Teşkilâtı, (Uzunçarşılı); sh. 86
14) Osmanlı Târihi (Uzunçarşılı); cild-1, sh. 518
15) Büyük Türkiye Târihi; cild-9, sh. 420
16) Akıncılar (Yeni Târih Dergisi sayı-14, sene-1958, sh. 700)
17) Fâtih’in Bosna Seferine Yol Açan Akıncılar. (Ragıb Ş. Yeşim, Hayat Târih Mecmuası, sene-1968, sayı-4, sh. 19)
18) Îzahlı Osmanlı Târihî Kronolojisi; cild-1, sh. 343

10 Nisan 2018 Salı

ÇIRAĞAN SARAYI


Osmanlı pâdişâhlarından Abdülazîz Han’ın, İstanbul’da Beşiktaş ile Ortakoy arasındaki kıyıda yaptırdığı büyük saray. Bugün sâdece dış duvarları ayakta kalan sarayın yerinde Sadrâzam Nevşehirli Dâmâd İbrâhim Paşa’nın zevcesi Fatma Sultan’ın ahşap sarayı vardı. Lâle devrinde (1718-1730) mum ve kandil ışığı ile aydınlatıldığı için bu semte Çırağan adı verildi. Saray, sonraları pâdişâhların yazlık ve ecnebi sefirlerle siyâsî görüşmelerin yeri olarak hizmet gördü. Sultan birinci Mahmûd, sultan üçüncü Selîm Han ve sultan İkinci Mahmûd Han zamanlarında tamir gördü ve çevresindeki mescid, mekteb ve binalarla genişletildi. Bugünkü Yıldız parkı, sarayın bahçesini teşkil ediyordu.
Sultan Abdülmecîd Han, 1859 târihinde bir saray yaptırmak gayesiyle bu sarayı yıktırdı. Yeni sarayın plân ve projeleri mîmâr Balyan tarafından hazırlandı. Sarayın inşâatı başlamak üzere iken, sultan Abdülmecîd Han vefât etti. Yerine geçen kardeşi sultan Abdülazîz Han, 1863 târihinde mîmâr Serkis Bey’e yeni sarayın inşâsını emretti. Kıyı boyunca 750 metre karelik bir alanda klâsik üslûpta yapılan saray, 1866’da tamamlandı. Beşiktaş mevlevîhânesi de istimlâk edilerek, saray sahasına ilâve ile eskisinden çok genişletildi.
Saray; san’at ile kullanılan malzemenin zenginliği ve çeşitliliği, iç süslemelerinin ihtişamı, mobilyaların fevkalâdeliği ve muhteşem saltanat kapısıyla, daha önce yapılmış Osmanlı saraylarından üstün olmuş, bir bakıma Avrupa saraylarını da geride bırakmıştır.
Sultan beşinci Murâd Han 1876’da tahttan indirilince arzusu üzerine Çırağan Sarayı kendisine ve ailesine ikâmetgâh olarak verildi.
1878 târihinde Çırağan Sarayı, Ali Süâvî’nin tertip ettiği baskın sebebiyle târihe Çırağan vak’ası adıyla geçti (Bkz. Çırağan Vak’ası).
Saray, İkinci Meşrûtiyette, sultan Reşâd Han’ın rızâ göstermemesine rağmen, 1909 târihinden başlayarak Meclis-i meb’ûsân’a tahsis edildi. Yıldız sarayından getirilen bir takım değerli eşyalar da buraya yerleştirildi. 19 Ocak 1910 târihinde çıkan bir yangın neticesinde saray tamamen yandı.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Osmanlı târih Deyimleri; cild-1, sh. 375
 2) Rehber Ansiklopedisi; cild-3, sh. 337
 3) Büyük Türkiye Târihi; cild-8. sh. 273
 4) Seyahatname (E. Çelebi); cild-1, sh. 448
 5) Târih-i Lütfî; cild-8, sh. 20
 6) Târih-i Atâ; cild-3, sh. 230
 7) İstanbul ve Boğaziçi (M. Ziyâ, İstanbul-1928)