23 Haziran 2018 Cumartesi

ALİ PAŞA (Mehmed Emin)


Tanzîmât dönemi sadrâzamlarından. 1815 senesinde İstanbul’da doğdu. Babası Ali Rızâ Efendi, Mısırçarşısı’nda attârlık ve kapıcılık yapardı. Babasının fakirliği sebebiyle iyi bir tahsîl göremeyen Mehmed Emîn, Bâyezîd Câmii’nde bir müddet Arabî okudu. Hayâtını kazanmak mecburiyetinde olduğundan, vüzerâdan birinin yardımıyla dîvân-ı hümâyûn kalemine girdi.
Burada bir taraftan resmî kitabet ve muamelâtı öğrenirken, bir taraftan da Fransızca tahsiline başlayarak keskin zekâsı sebebiyle kısa zamanda tahsil hayâtındaki eksikliğini tamamladı. Kalemdeki âmiri tarafından, bir iddiaya göre fazla kısa boylu olması, diğer bir iddiaya göre de çalışkanlığı sebebiyle Âlî lakabı verildi ve bu adıyla anılır oldu. Babasının kapıcılık yapması sebebiyle Kapıcızâde de denilirdi.
Yedi sene kadar dîvân-ı hümâyûn mühimme tercüme kalemlerinde çalıştı. Burada Fransızcasını ilerletince, genç yaşta, memleket dışı vazife ve me’mûriyetlere tâyin edildi.
1835 senesinde, Avusturya imparatoru birinci Ferdinand’ın tahta geçişini tebrik için gönderilen hey’ette görev alıp Viyana’ya gitti. Sefaret ikinci kâtibi olarak bir buçuk sene burada kaldı. Mîzâcı ve o güne kadar olan yaşayış tarzı sebebiyle kısa zamanda oranın yaşayış tarzına uydu ve Avrupai fikirlerin te’sirinde kaldı.
1837 senesinde Petersburg’da yapılan askerî manevraları tâkib için Ahmed Fethi Paşa’nın maiyyetinde Rusya’ya gönderilip, dönüşünde dîvân-ı hümâyûn tercümanlığına getirildi. Mustafa Reşîd Paşa Londra elçiliğiyle vazifelendirilince, Âlî Efendi’yi yanında sefaret müsteşarı olarak götürdü (1838).
Mustafa Reşîd Paşa Paris’e gidince, yerine yirmi beş yaşlarında olan Alî Efendi’yi sefaret maslahatgüzarı olarak bıraktı. İngiliz sefiri Lord Rading’in tavsiyesiyle sadrâzam olunca da, onu rütbe-i ûlâ ile diplomasi mesleğinin en yüksek noktası olan hâriciye nâzırlığına getirdi (1846).
Kendisini yetiştiren Mustafa Reşîd Paşa vasıtasıyla mason olan Alî Paşa’ya, 1848’de vezirlik ve müşirlik rütbesi verildi. Mustafa Reşîd Paşa’nın sadâretten azledilmesinden sonra yine bu makama getirildi (1852).
Bu zamana kadar, Reşîd Paşa tarafından yetiştirildiği için muhâliflerine karşı onun en büyük destekçilerinden biri olan Âlî Paşa, makam hırsıyla velînîmet saydığı Reşîd Paşa’dan uzaklaştı. İki ay sürmeden de Mukaddes makamlar mes’elesi yüzünden azledildi. İzmir vâliliğine tâyin edilmesi yanında, Meclis-i âlî-i tanzîmât reisliği de kendisine verildi.
Kırım savaşı sonunda toplanan Viyana, konferansına Osmanlı delegesi olarak katılan Âlî Paşa, Mustafa Reşîd Paşa’nın 1855’de dördüncü sadâretinden istifa etmesi üzerine, ikinci defâ bu makama getirildi.
Bu sadâreti sırasında, gayr-i müslim tebeaya geniş imtiyazlar tanıyan, Avrupa devletleri elçileriyle beraber hazırladığı ıslâhat fermanını yayınlayıp, tanzîmâttan sonra başlayan ve Osmanlı Devleti’nin başına büyük gaileler açan, müslim, gayr-i müslim bağımsızlık hareketlerinin hızlanmasına sebeb oldu (1856). Bu ferman yayınlandığında, Fransız elçisi bile; “Osmanlı Devleti’nin bu kadar fedâkârlıkda bulunacağını hiç ummuyorduk” diyerek hayretini ifâde etmiş, Cevdet Paşa’nın nakline göre; koyu batı hayranı olarak bilinen mason Mustafa Reşîd Paşa bile bu kadarına dayanamayarak, bu fermanın; hâinler tarafından Avrupa’ya verilen, memleketi tahrîb vâsıtası olduğunu belirten bir lâyihayı Abdülmecîd Han’a sunmak mecburiyetinde kalmıştır (Bkz. Islâhat Fermanı).
Islâhat fermanının îlânı üzerinden çok geçmeden isyânlar başgösterdi. Elde ettikleri serbestlikden iyice şımaran gayr-i müslimler, bununla yetinmeyerek daha başka isteklerde bulundular. Devlette mâlî ve iktisadî buhranların da başlamasıyla Âlî Paşa’ya tepkiler çoğaldı. Bu tepkileri gidermek isteyen Âlî Paşa, bâzı mâlî tedbirler alıp, pâdişâhı da razı ederek bunlara saraydan başladı. Ve iktisâda riâyet edilmesine dâir hatt-ı hümâyûn yayınlattı. Fakat tedbirler iyi sonuç vermeyince, mâlî ve siyâsî buhran gittikçe büyüdü. İşlerin altından kalkamayınca, sadâretten istifa etti.
Yerine geçen Mustafa Reşîd Paşa’nın, hâriciye nâzırlığı teklifini kabul etmeyince, Meclis-i âliyye âzâlığına tâyin edildi. Bir süre sonra, Mustafa Nailî Paşa sadrâzam olunca, hâriciye nâzırlığına getirildi (1857). Mustafa Reşîd Paşa’nın tekrar sadrâzam olmasına rağmen, hâriciye nâzırlığına devam eden Âlî Paşa, onun ölümü üzerine üçüncü defâ sadârete getirildi (1858) ve iki sene sonra azledildi. Bir ay sonra Meclis-i âlî-i tanzîmât reisi oldu. Bir sene sonra da tekrar hâriciye nâzırlığına getirildi.
Sultan Abdülazîz’in tahta geçişinden bir süre sonra, Kıbrıslı Mehmed Emîn Paşa’nın azli üzerine dördüncü defa sadârete tâyin edildi. Devlet hizmetinde ağır davranması sebebiyle aynı yıl azledilerek, yerine samîmi arkadaşı, kendisi gibi Reşîd Paşa yetiştirmelerinden olan Fuâd Paşa sadrâzam oldu. Fuâd Paşa’nın ısrarlı isteği üzerine tekrar hâriciyi nâzırlığına getirildi. Fuâd Paşa’nın iki sadâreti ile Yûsuf Kâmil ve Mütercim Rüşdî paşaların sadâretleri zamanında aynı görevde kaldı.
Bir yandan Girid isyânı, bir yandan da Sırp mes’elesi yüzünden iyice bunalan Mütercim Rüşdî Paşa istifa edince, beşinci defa sadârete getirildi. Sadrâzam olur olmaz; Fransa, İngiltere ve Avusturya’nın baskılarıyla Meclis-i vükelâdan karar çıkartıp Belgrad’ı Sırplara teslim etti. Girid’e ise bizzat giderek rum tebeaya Fransa medenî kânununa göre hüküm veren karışık mahkemeler kurdu ve çeşitli imtiyazlar tanıdığı gibi, hıyanet derecesine varan imtiyazları ıslâhat adı altında gerçekleştirdi. Girid’in bu şekilde adetâ elden çıkmasına çok üzülen Ziya Paşa, duygularını;
Sadr-i âlî-i zemâne ne yapardı acebâ
Köprülüzâde şu hengâmede sağ olsa idi
Kapucuzâde ile farkı budur Köprülü’nün
Birisi almış idi, diğeri verdi Girid’i.
dörtlüğüyle dile getirmişti.
Girid’e verdiği muhtariyet ve Belgrad’ın Sırplara teslimi sebebiyle basından da çok şiddetli tepki gören Âlî Paşa, meşhur Âlî Paşa Kararnâmesi’ni yayınlayarak basın hürriyetini kısıtladı. Bu kararname, hükümete (Alî Paşa’ya) basın kânunundan bağımsız olarak gazeteler hakkında kovuşturma hakkını veriyordu.
Bu kararname, tanzîmâtçılar arasında yol ayırımına sebeb oldu. Yeni Osmanlılar adı ile teşkîlâtlanan grup, Âlî Paşa’ya cephe aldı. Bu grubdan olan Ali Süâvî, Nâmık Kemâl, Agâh Efendi ve Ziya Bey (Paşa), İstanbul dışında mecburî ikâmete tâbi tutulunca, bir yolunu bulup Paris’e kaçtılar. Orada çeşitli gazeteler çıkarıp, Âlî Paşa aleyhinde yazılar yazdılar.
Fransız tarafdârlığı sebebiyle Devlet-i âliyyeyi Fransız siyâsetine ters düşmeyecek bir şekilde yöneten Âlî Paşa, ıslâhat fermanı ile artan muhtariyet isteklerini yatıştırmak istedi. Bu sebeble, gayr-i müslim tebeanın müslümanlar seviyesinde tahsîl görmeleri için Galatasaray Lisesi’ni kurdu. Müslüman olmayan halkın gayri menkûl alabilmeleri için kânunlar çıkardı. Meclis-i vâlânın gördüğü vazifeleri mülkî ve adlî olarak ikiye ayırmak suretiyle, Şûrâ-i devlet ve Dîvân-ı ahkâm-ı adliye dâirelerini teşkil etti. Dâhiliye nezâretini kurdu.
1869 senesinde, hâriciye nâzırı olarak çok yardımını gördüğü yakın arkadaşı Fuâd Paşa’nın ölümü üzerine bu vazifeyi de üstlendi. Tâkib ettiği politikanın baş kaynağı olan Fransa’nın, Fransa-Prusya muhârebesinde yenilmesi, devletin Avrupa’daki mevkiini sarstı ve Âlî Paşa’yı yeni bir siyâset yolu aramaya sevk etti. Bu arada Rusya; Paris muahedesinin en önemli hükmü olan Karadeniz’in tarafsızlığı maddesini tanımadığını bildirince, Londra’da toplanan konferansta boğazlar mukavelesini tâdil eden yeni mukaveleyi kabul etmeye mecbur oldu (1871).
Meydana gelen hâdiseler yüzünden manen ve sağlık yönünden bir hayli sarsılan Âlî Paşa, 1871 senesi Eylül’ünün yedisinde Bebek’te bulunan yalısında öldü. Cenaze namazı Yeni Câmi’de kılındı. Tezkiyesini yapan Yenikapı mevlevî şeyhi Osman Efendi’nin, üç defa; “Bu zâtı nasıl bilirdiniz?” diye sormasına rağmen, cemâatten hiç ses çıkmadı. Daha sonra Süleymâniye Câmii yanına gömüldü.
Osmanlı cemiyetinin çözülme zamanında ciddî bir eğitim görmeden zekâsı ve entrikalarıyla devletin en üst makamlarını yıllarca elinde tutan Âlî Paşa, tenkîd edilmekten hoşlanmazdı. Hırs ve kapris sahibi idi. Rakiplerine karşı acımasız olan Paşa, mevkiini korumak için pâdişâha karşı alçak gönüllülüğü ileri dereceye götürür, kan-ter içinde kalır, yürürken ayakları titrerdi. Pâdişâh bütün bunları bilmesine rağmen, devrinde iyi yetişmiş adamı olmadığından ve Avrupa devletleri ile arayı açıp devleti bir harbin içine itmemek için sadârette bulunduruyordu. Nitekim ölümü üzerine, Abdülazîz Han; “Cenâb-ı Hak, devletimizi şu sıska herifin belâsından kurtardı” demekten kendini alamamıştır.
Alî Paşa, Bâb-ı âli’ye hıristiyan me’mûr alınması yasağına da aldırmamış, yüksek mevkiler elde ettikten sonra, ermenilere ziyâde itibâr ederek, hâriciye nezâreti dâiresinde teşkil olunan tahrîrât-ı hâriciye odasına ermenilerı doldurmuştu. Onlar da, yavaş yavaş orada çalışan müslümanların işlerine son verip, dâireyi tamamen ele geçirdiler. Cevdet Paşa bu hususta; “Öyle görünüyor ki, Âlî Paşa, ehl-i İslâm’dan umûr-i hâriciyyeye âşinâ âdemler yetişirse, kendisine râkib olurlar deyü havf ederdi” demektedir.
Yaptığı icrâatlarla Osmanlı Devleti’nin yıkılışını hazırlayanların başında gelmesine rağmen, bâzı çevrelerce ısrarla büyük devlet adamı olarak gösterilen Âlî Paşa, yedi defa hâriciye nezâretine, beş defa da sadârete getirildi. Sekiz sene üç ay on dokuz gün sadârette kaldı. Bu süre zarfında, ölümünden sonra hayırla anılacak hiç bir eser yaptırmadı.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Ma’rûzât (Ahmed Cevdet Paşa); sh. 4
 2) Tezâkir (Ahmed Cevdet Paşa); cild-1, sh. 38 v.d.
 3) Mirat-ı Hakikat; sh. 41 v.d.
 4) Kâmûs-ül-a’lâm; cild-4, sh. 3050
 5) Vesâik-i Târihiyye ve Siyâsiyye Tetebbuâtı (Hayreddîn)
 6) Târih Musâhebeleri (A. Şeref)
 7) Son Sadrâzamlar (İbn-ül-Emin Mahmûd Kemâl); cild-1, sh. 3
 8) Türkiye ve Tanzîmât (Engelhard; Terc. Ali Reşad); sh. 7
 9) Târih-i Lütfi; cild-7, sh. 46 v.d.
10) Ricâl-i Muhimme-i Siyâsiyye (Ali Fuâd Türkgeldi, İstanbul 1928; sh. 61
11) Verd-ül-hakâyık (Rıfat Efendi, İstanbul-târihsiz); sh. 43
12) Ahmed Cevdet Paşa ve Zamanı (Fatma Âliye Hanım, İstanbul-1332); sh. 95
13) Osmanlı İmparatorluğu Târihi (Zuhuri Danışman); cild-12. sh. 244
14) Îzahlı Osmanlı Târihi Kronolojisi; cild-4, sh. 165
15) Eshâb-ı Kiram; sh. 371

22 Haziran 2018 Cuma

ALİ SUAVİ


Osmanlı Devleti’nin son zamanlarında yetişen yazar ve ihtilâlci. 1839 senesi Ramazan bayramında İstanbul’un Cerrahpaşa semtinde doğdu. Babası Çankırı’nın Çay köyünden olup, İstanbul’da yerleşmiş Kâğıt mühreciliğı (parlatıcılığı) yapan Hüseyin Ağa’dır. Ali Süâvî medrese tahsîlini tamamladıktan sonra, Sami Paşa’nın maârif nâzırlığı sırasında girdiği imtihanda başarı göstererek, Bursa Rüşdiyesi’ne muallim-i evvel tâyin edildi. Halk tarafından hakkında yapılan şikâyetler yüzünden, bir sene sonra Bursa’dan ayrılmak mecburiyetinde kaldı. Bursa’dan ayrılınca, Simav’a giderek Kuşlu Medresesi’nde ders verdi ve bir müddet Rüşdiye’de baş muallimlik vazifesinde bulundu. Bu sırada hacca giden Ali Süâvî, dönüşte Sami Paşa’nın himayesiyle Filibe Rüşdiyesi’ne hoca olarak tâyin edildi. Daha sonra Sofya’da ticâret mahkemesi reisliği, Filibe’de tahrîrat müdürlüğü yaptı.
Aynı zamanda vâiz olan Ali Süâvî, görevli bulunduğu Simav, Bursa ve Filibe’de verdiği vâzlarla dikkati çekti ve görevinden azl edildi. 1867 senesinde İstanbul’a dönen Süâvî bir taraftan Şehzâde Câmii’nde vâzlar veriyor, diğer taraftan Filip Efendi’nin Muhbir adlı gazetesinde yazarlık yapıyordu. Bir süre sonra devlet aleyhinde şiirler yazmaya başladı. Bu durum gazetenin kapatılmasına ve Ali Süâvî’nin Kastamonu’da ikâmete mecbur edilmesine yol açtı. Kastamonu’da iken Mustafa Fâzıl Paşa’nın daveti üzerine kaçıp Paris’e gitti. Yolculuğunun büyük kısmını Nâmık Kemâl ve Ziya Paşa ile birlikte yaptı. Paris’de Mustafa Fâzıl Paşa ve arkadaşlarıyla yapılan toplantıdan sonra, burada alınan karar üzerine Muhbir gazetesini çıkarmak için Londra’ya gitti. Gazetenin daha ilk nüshalarından îtibâren kararlaştırılmış hedeflerin dışına çıktığı görüldü. Bu yüzden Yeni Osmanlılar ve diğer erkân ile arası bozuldu. Nâmık Kemâl ve Ziya Bey, mektup yazarak gazetenin altındaki resmî cemiyet mührünü çıkarmasını istediler. Muhbir, Londra’da bir kaç nüsha çıktıktan sonra, matbaada çalışan bir Rum’un matbaa âletlerini çalıp satması yüzünden kapandı.
Lo’ndra’da bir İngiliz kızı ile evlenen Ali Süâvî, sultan Abdülazîz’in tahttan indirilmesinden sonra İstanbul’a geri döndü. Sultan İkinci Abdülhamîd Han’ın mâbeyn feriki olan İngiliz Saîd Paşa’nın yardımı ile Galatasaray Sultânisi’ne müdür tâyin edildi. Kötü idaresi ile mektebi karıştırması, perişan tavırları ve Türk halkının örf ve âdetlerine uymayan davranışları yüzünden kısa zaman sonra bu görevden azledildi. Bu olaydan sonra Abdülhamîd Han’a ve idaresine düşman kesilen Ali Süâvî, Sultân’ı tahttan indirmeye ve yerine beşinci Murâd’ı pâdişâh yapmaya karar verdi. Bu konuda İngilizlerin de desteğini sağladı. Bunun için gizli olarak çalışmaya başladı. Etrafına topladığı beş yüz kadar göçmen ile 20 Mayıs’ta beşinci Murâd’ın bulunduğu Çırağan Sarayı’nı basarak, beşinci Murâd’ı dışarı çıkardı. Bu sırada yetişen Beşiktaş muhafızı Hasan Paşa’nın vurduğu bir cop darbesiyle Ali Süâvî olay yerinde öldü (1878). Yıldız Sarayı civarında bir yere gömüldü. Bugün yeri kaybolmuştur. İngiliz olan karısı Mary, olay gecesi derhâl kendisini bekleyen gemi ile Londra’ya kaçtı (Bkz. Çırağan Vak’ası).
Abdülhamîd Han’ın hatıratında İngiliz ajanı olduğunu söylediği Ali Süâvî, Çırağan Vak’ası ile bir çok kimsenin felâketine sebeb olmuştur. Nâmık Kemâl, Ali Süâvî hakkında Abdülhak Hâmid’e gönderdiği bir mektupta şöyle demektedir: “Ali Süâvî hiç de senin tahminin gibi bir adam değildi. Bir çehre nümayişine aldanmışsın. Onunla iki sene arkadaşlık ettim. O öyle bir adam ki, garazkâr ve dünyâda misli görülmedik bir şarlatan idi. Ben her şeye öyle kolay inanmadığım hâlde, bana kendini yedi-sekiz dil biliyormuş gibi gösterdi. O kadar câhil, cehâletiyle beraber o kadar da mağrur idi. Türkçe üç satır bir şey yazsa, âleme maskara olurdu.”
O; klasik tahsîl görmeden hoca olan, bir hıristiyan kadınla evlenen, din âlimliği iddiasında iken İslâmiyet’in emir ve yasaklarına uymayan, dâima ön safta bulunmak isteyen, övülmeyi seven, yalan söylemekten çekinmeyen bir kişiliğe sahipti. Zamana ve duruma göre her kalıba girmesi, başkalarını küçük görmesi sebebiyle kimseyle geçinememiştir. 1870 senelerinde hilâfetin dinde yeri olmadığını söylemiş ve yazmış, dinde çeşitli yeniliklerin yapılabileceği iddiasında bulunmuştur. Süâvî’nin bu sapık fikirleri daha sonra Cemâleddîn-i Efgânî tarafından geliştirildi. Dinde reform fikrini, yaygınlaştırmak için çok gayret gösterildi.
Karanlık bir kişiliği olan Ali Süâvi’nin bilinen eserleri, Kâmûs-ül-Ulûm vel-Maârif, Âlî Paşa’nın siyâseti, Hukuk-üş-Şevârî ve Hîve Hanlığı’dır.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Büyük Türkiye Târihi; cild-7, sh. 162
 2) Îzahlı Osmanlı Târihi Kronolojisi; cild-4, sh. 312
 3) Resimli Türk Edebiyatı; cild-2, sh. 1702
 4) Târih Sohbetleri; cild-2, sh. 101
 5) Osmanlı İmparatorluğu Târihi (Z. Danışman); cild-13, sh. 108
 6) Ali Süâvi ve Çırağan Sarayı Vak’ası (Uzunçarşılı, Belleten, sene-1944); cild-8, sayı-71, sh. 111
 7) Yakın Çağ Türk Kültür ve Edebiyatı Üzerinde Araştırmalar I. (K. Bilgegil, Ankara- 1976); sh. 115
 8) Sarıklı İhtilâlci Süâvî (M. C. Kuntay, İstanbul-1946)
 9) XIX, Asır Türk Edebiyatı Târihi; sh. 204
10) Ali Süâvî’nin Görüşleriyle Türkler ve Türklük (Süheyl Ünver, Hayat Târih Mecmuası); sene-1973, sayı-4-5)
11) Ali Süâvî ve Galatasaray Lisesi (B. Şehsuvaroğlu, Belgelerle Türk Târihi Dergisi sayı-9); sh. 38
12) Bir Darbenin Anatomisi; sh. 360

21 Haziran 2018 Perşembe

İSKAN SİYASETİ


Konar göçer aşiretleri toprağa bağlama veya bir bölge halkının alınarak başka bir yerde yerleştirilmesi.
İskân: En geniş mânâsiyle yerleşmek demektir. Mevsimlerin seyrine uyarak yer değiştiren, yazın yaylaya, kışın ovaya inen yarı göçebe grupların bir müddet için yerleşmeleri, insanların oturdukları münferid mesken, çiftlik, köy, kasaba ve şehir, geçici veya devamlı, toplu veya dağınık, küçük veya büyük bütün yerleşmeler, iskân olarak adlandırılır.
İskân mes’elesi devletlerin ekonomik ve idâri mes’eleleri ile yakından ilgili olduğu gibi, toplum hayâtı ile de ilgilidir. Devletlerin kuruluşu ve parçalanması çeşitli ekonomik ve siyâsî hâdiseler, çok defa büyük nüfus kütlelerinin yer değiştirmesine sebeb olmuştur. Çeşitli milletlere mensub topluluklardan teşekkül etmiş olan Osmanlı Devleti de bu şekilde bir hâdise neticesinde kurulmuştur.
Anadolu’nun Türkleşmesi ve İslâmlaşması için doğudan gelen ve Horasan erenleri denen tasavvuf büyükleri, İslâmiyet’in bildirdiği îmân, ibâdet ve ahlâk esaslarını gittikleri yerlerdeki insanlara anlattılar. Göçebe hâlinde yaşayan kitleler, Alp veya Alperen adı da verilen bu dervişlere samimiyetle bağlandılar. Bu gâzî dervişler, emirleri altına giren kitlelere yegâne gaye olarak cihâd ve İ’lâ-yı kelîmetullah umdelerini benimsetip, bu umdelerin tahakkuku için gerekli idarî teşkilâtlanmayı sağladılar. Evvelâ Bizans topraklarını feth ederek buraları İslâm toprağı ve sulh diyârı hâline getirmeye gayret ettiler. Bu çalışmalar kısa zamanda netîce verdi. Bu Gâzi dervişler bir şehri veya memleketi fethedince, bir kısmı oraya yerleşti, kalan kısmı ise daha ileri giderek İslâm dîninin yayılması, insanların müslüman olmak suretiyle ebedî saadete kavuşmasını sağlamak ve Allahü teâlânın isminin her yere duyurulması için gayret sarf ettiler. Sulh yoluyla feth ettikleri yerlerin ahâlisini İslâm hukuku gereğince hiç bir surette rahatsız etmediler, onları cizye vermeleri karşılığında hür ve dinlerinde serbest bıraktılar. Harb yoluyla feth ettikleri yerlerde ise, yine İslâm hukukuna göre muamele yapıp ihtiyarlara, kadınlara, çocuklara ve din adamlarına dokunmadılar, kendilerine karşı silâh çeken ve kılıç kullananları esir ederek, İslâm hukukuna göre cezalandırdılar veya şahıs başına cizye ve topraklarından harac alıp serbest bıraktılar. Yalnız feth ettikleri şehrin en büyük kilisesini câmi yapıp, ezanlar okudular. Hıristiyanlara da yeni mâbed inşâ etme izni verdiler. Bu şehirlere yerleşen Horasan erenleri; câmiler ve bu câmilerin etrafına medreseler ve mektebler, şehrin fethini te’min eden gâzi dervişler için tekke ve zaviyelerle hastahâne, kervansaray, imâret, çeşme, yol ve köprüler yaptılar. Çeşitli sosyal yardım müesseseleri kurdular. Bu suretle Bizans hâkimiyeti ve zulmü altında inleyen halk, müslüman-Türkler sayesinde sulh, sükûn ve mutlak âsâyiş içerisinde yaşadı.
Orta Asya’dan gelen müslüman-Türk boyları, zamanla hıristiyan topraklarına daha sık yerleştiler ve muayyen bir müddet sonra hıristiyan ahâli azınlığa düştü. Bu durum Osman ve Orhan Gâzi zamanlarında da devam ederek Marmara bölgesi Türklerle iskân edildi.
Bir müddet sonra muntazam bir ordu ve düzenli bir devlet teşkilâtı kurdular. Böylece birçok dînî, içtimâi ve iktisâdî şartlar neticesinde ortaya çıkan Osmanlı Devleti’nin kuruluş döneminde tasavvufî müesseselerin te’siri pek büyük oldu. Dînî, askerî ve siyâsî sebeblerin yanısıra, nüfus yoğunluğu ve hareketliliği gibi sebebler de Osmanlı Devleti’nin kurulmasında ve büyümesinde önemli rol oynadı.
Osmanlılar gönül ehlinin ve âlimlerin önderliğinde başlayan ilk iskân hareketleriyle birlikte yeni alınan yerlere müslüman ahâliyi sevk ettiler. Muhtelif yerlerde vakıflar kurdular. Müstakil derbend te’sisleri kurup buralara ahâliyi yerleştirdiler. Ordunun ardından veya onlarla birlikte hareket eden velîler için ıssız yolların geçtiği önemli mevkilere zaviye ve tekkeler inşâ ederek iskân hareketine yön verdiler.
Yeni fethedilen yerleri Türkleştiren ve İslâmlaştıran Osmanlılar boş yerleri de şenlendirerek ekonomik bir hareketlilik sağlamak için yeni kasaba ve köyler kurdular.
Konar-göçer durumda olan müslüman-Türk aşiretlerini yeni alınan bölgelerin Türkleştirilmesinde ve İslâmlaştırılmasında kullanan Osmanlı Devleti; onları savaşçı vasıfları, bir disiplin ve teşkilât içinde olmaları sebebiyle de bu feth edilen bölgelere yerleştirdi. Nitekim Rumeli fâtihi Süleymân Paşa zamanında, konar-göçer durumda olan aşiretler Rumeli’ye geçirilip iskân edildiler. Rumeli’den de Anadolu’ya insan toplulukları nakledilmek suretiyle bölgeler arasında denge kurulmaya çalışıldı. Bu arada birbirine zıt iki ayrı istikâmette iskân hareketi de görülmektedir. 1461 yılında fethedilen Trabzon’un eski hıristiyan sipahilerinden bir çoğu ve onlara tâbi olanlar Rumeli’nin muhtelif yerlerine sevk edilirken, yerlerine Tokat, Samsun, Bafra, Çorum ve Amasya gibi bölgelerden getirilen ahâli yerleştirildi.
İki yönlü ve bâzan da birbirine zıt bölgelerden yapılan bu nakiller sayesinde, çeşitli menşe’lerden gelen halkın birbirleriyle kaynaşması ve merkezî idarenin kuvvetlenmesi gayesi güdüldü.
Osmanlıların Rumeli’ye geçtikleri ilk zamanlardan itibaren, fetholunan yerlere sevk edilen müslüman-Türk aşiretlerine zengin topraklar verildi. Bütün akrabalarıyla göçecek olanlara; yurdluk, toprak, tımar gibi imtiyazlar da tanımak suretiyle, muhaceret teşvik edildi. Bu durum fetihleri teşvik gayesi taşıdığı gibi, memleketin şenlendirilmesi ve iskânı gayesini de desteklemekteydi.
Netice olarak Osmanlı Devleti iskân siyâsetini asıl olarak Türk ve hıristiyan toplumlarını bir araya getirmek ve böylece gayr-i müslimleri İslâmiyet’in sağlam hukuk nizâmı, adalet ve din hürriyetinin yanı sıra müslümanlığın temizlik, misafirperverlik, cömertlik ve her türlü iyi ahlâk umdeleri ile bezenmiş halkının yaşayışını göstermek suretiyle İslâm’ın yayılmasını sağlamayı hedef almıştı. Gerçekten de bu sayededir ki, Fâtih Sultan Mehmed 1463’de Bosna’ya girince burada bulunan ve devamlı olarak ezilmekte olan Bogomiller zümresi toptan müslüman olmuşlardı. Bosna müslümanları, Türk idaresine ve İslâmiyet’e kavuşurken kendi ellerinden alınmış olan topraklara da Türk idaresi sayesinde sâhib oluyorlardı. Samimî müslüman olan Boşnak (Bosnalılar) bu bölgede Osmanlı hâkimiyetinin de dayanağı olmuşlar ve birçok devlet adamı yetiştirmişlerdir. Yine Boşnaklar gibi Balkanlarda Arnavutlar, daha önce oralara gelmiş şâmânî veya hıristiyanlaşmış Türkler ve hattâ Sırplar ve Macarlar bu mükemmel idare karşısında derhâl müslümanlığı tercih ediyorlardı. Dinlerine bağlı kalıp ayrılmayanlar dahi Osmanlı idaresine sıkısıkıya bağlanıyordu. Nitekim Ankara muhârebesinde Yıldırım Bâyezîd Han’a sadâkatini gösteren hıristiyan Sırplar, mağlûbiyetten ve devletin buhrana düşmesinden sonra bile, Osmanlılara bağlılıkta kusur etmemişlerdir.
Birinci Bâyezîd devrine âid ilk iskân kaydı, 1400-1401 yıllarında tuz yasağını kabul etmeyen ve Menemen ovasında kışlayan aşiretlerden Göçerevlilere âid olup Filibe taraflarına gönderilmişlerdir. Oğlu Çelebi Mehmed zamanında isyânları Yörgüç Paşa tarafından bastırılan Tatarlar ise, Dobruca havalisine yerleştirilmişlerdir. 1397’de Mora’da Argos’un alınmasından sonra buradan 30.000 kişi Anadolu’ya, Anadolu’dan da Üsküp ve Teselya bölgelerine Türkmen ve Tatar aşiretleri nakledilmişlerdir. Bu durum ikinci Bâyezîd pâdişâhlığının sonuna kadar devam etti. Fâtih Sultan Mehmed Han devrinde Rumeli’den Anadolu’ya sevkedilen halkın bıraktıkları boşluklar da Anadolu’dan gönderilen ahâli ile dolduruldu. İkinci Bâyezîd Han devrinde Tekeli ahâlisinden devlete karşı isyân edenlerin bir kısmı Tekeli dışına sevk edildi. Sürgün edilen bu aşiretler, on beşinci yüzyılın sonlarında başlamak ve on altıncı yüzyılın başlarında hızlanmak suretiyle yeni köyler kurdular ve toprağa bağlı yeni yerleşim birimleri teşkil ettiler.
On altıncı yüzyılın sonlarından itibaren devlet, dinamizmini kaybetmeye başladı ve fetihler durdu. Daha önceki dönemlerde dışa dönük İskân siyâseti tâkib eden Osmanlı devleti yavaş yavaş içe dönük bir iskân politikası tâkib etmeye başladı. Bir iç iskân unsuru olarak ortaya çıkan konar-göçerlerin ve çeşitli sebeplerle yerlerini terk eden ahâlinin boş ve harâb sahalara İskân edilerek buraların zirâata açılması düşüncesi hâkim oldu.
On yedinci yüzyılın başından itibaren doğuda ve batıda yapılan harbler; idâri, mâlî, iktisadî ve adlî nizâmın yer yer gevşeyip bozulmasına yol açtı. Bundan faydalanarak ortaya çıkan Celâlî isyânları devlet için büyük bir mes’ele hâline geldi. Uzun harblerin ve Celâlî isyânlarının ortaya çıkardığı iktisadî ve sosyal buhranlar geniş halk kitleleri üzerinde olumsuz te’sirler bıraktı. Ahâlinin bu te’sir sebebiyle yerlerinden ayrılarak, daha uygun yerlere göç etmesi, bir çok meskûn yerin harâb olmasına sebeb oldu. Yerini terk eden ahâli başka köy ve kasabalara, bilhassa büyük şehirlere akın etti. Bu ise ekonomisi zirâate dayanan devletin zirâi gelirinin azalması yanında, yeni sosyal buhranlara yol açtı. Bu sebeple devlet göç eden halkı tekrar eski yerlerine iade etmek için bâzı teşebbüslerde bulunduysa da istenen başarı elde edilemedi. Böylece Celâlîlerin zulmünden kaçan, evini ve çiftini terk eden halk, İstanbul ve diğer büyük şehirlerin çevresine yerleşti.
Osmanlı Devleti, on yedinci ve on sekizinci yüzyıllarda harâb ve sâhibsiz kalan bu yerlere çeşitli aşiret ve oymakları yerleştirerek, buraların yeniden zirâate açılması şeklinde bir iskân siyâseti tâkib etti. Ana toprak olarak kabul edilen Anadolu’daki bu iskânın yanısıra, çeşitli harbler neticesinde uğranılan yenilgiler de sınırların gerilemesine sebeb oldu ve yeni göçler başladı. Bunların da yerleştirilmeye başlanması iskân siyâsetinin ikinci safhasını teşkil etti.
Yolların emniyeti açısından büyük önemi hâiz olan derbend te’sisleri on sekizinci yüzyılın başından îtibâren tamir edilerek yeniden düzenlendi ve bir iskân vâsıtası olarak kullanılmaya başlandı. Derbend ve çevresinde derbendci adı altında pekçok başıboş reâya İskân edilerek bölgenin emniyetinin sağlanmasına çalışıldı. Şekavet unsurlarının baskılarına karşı halk üzerinde emniyet duygusunun hâkim kılınmasına, böylece yerlerini yurtlarını terk edenlere mâni olarak, yerleştirmeyi kolaylaştırma yoluna gidildi. Devletin iskân siyâsetiyle ilgili kanunnâmeler düzenlendi. Bu düzenlemeye göre; bir kimse canı istediği zaman mesleğini bırakıp başka bir yere gidemezdi. Bu şekilde hareket edenler tâkib edilir ve eski yerlerine iade edilirlerdi. Yerini terk edip başka yerlere giden kimseler gittikleri yerlerde on yıldan fazla kalır ve oranın vergi hânesine yazılırlarsa, bulundukları yerlerden kaldırılmazdı. Buna karşılık terk ettikleri ekili arazileri için çiftbozan resmi (vergisi) alınırdı.
On sekizinci yüzyılda, devletin emirlerini dinlemeyerek, şekavet hareketlerine katılan, bu sebepten birçok kimsenin yerlerini terketmesine yol açan grublar, sürgün mahalli olarak seçilen ve aşiretler için hapishâne hüviyetinde olan yerlere gönderildi. Böylece Anadolu’da emniyet sağlanarak iskân olunan veya olunacak ahâliye kolaylık sağlandı. Bu bakımdan eşkıya grubları büyük bir inat ve ısrarla tâkib edilerek baskı altına alındı. Konar-göçer durumdaki aşiretler bu baskılar karşısında yerleşik ahâliye nazaran ekonomik yönden daha zor duruma düştükleri için, kendiliklerinden yerleşmek zorunda kaldılar. Konar-göçerlerin yaylak ve kışlakları arasındaki hareketleri esnasında yerleşik ahâliye zarar vermeleri, onların iskânı için teşebbüse geçilmesini sağladı. Bu şekildeki aşiretlerin bir kısmı yaylak veya kışlaklarına yerleştirildiler. Meselâ 1728’de Zamantı ırmağı etrafındaki köylere Receblü Afşarı cemâati yerleştirildi. Kozandağında bulunan aşiretlerin de Çukurova’ya indirilerek Sarıçam mevkiinde yerleştirilmeleri sağlandı. Alaçam mahalli ise, Şeyhoğlu ve ona tâbi oymaklara iskân sahası olarak tâyin edildi.
On dokuzuncu yüzyılda umûmî olarak toplu iskân siyâseti yerine, bölgelere hitâb eden ve oraların ıslâhını hedef alan bir yol tâkib edildi.
Tanzîmât’la birlikte başlayan iskân hareketleri daha dikkatli bir şekilde yürütülmeye çalışıldı. Aşiret reislerine bulundukları eyâlet vâlisi tarafından birer mühür verilerek, aşiretten herhangi bir şahsın izinsiz başka bir yere gitmesi önlendi. Ayrıca eyâlet müşirlerinin nezâreti altında, aşiretler müstakil birer muhassıllık hâline getirildi. 1842’de alınan bir kararla aşiretlerin bulundukları kaza ve sancak topraklarından dışarı yaylak ve kışlağa gitmeleri önlendi. Böylece ordu için de yeni ve taze kuvvet teşkil edilmiş oldu. İskâna muhalefet edenlere kuvvet kullanılma yoluna gidildi. Yerleşecek olanlara da, köyler kurup zirâatle meşgul olmaları şartıyla, toprak tahsis edildi. Yeniil, Rışvan, Reyhanlı ve Avşar gibi aşiretler Amasya, Sivas, Konya ve Kayseri sancaklarına yerleştirildiler. Rışvan ve Avşar gibi kalabalık aşiretlerin dağınık bir şekilde iskân edilmelerine de dikkat edildi. Bunun dışında bâzı bölgelerde müstakil yaşayıp, devlet emirlerini dinlemeyen grublar ıslâh edilerek iskân ettirildi. Bunlar bilhassa bulundukları bölgelerden uzak mahallere nakledildiler.
On dokuzuncu yüzyılın ortalarından îtibâren, harbler sebebiyle elden çıkan topraklardaki zulme uğrayan müslüman Türkler Anadolu’ya göç ettiler. Bunun için 1860 yılında muhacirlerin İskânı ve onların çeşitli mes’eleleriyle meşgul olmak üzere İskân-ı muhacirin komisyonu kuruldu. İstanbul’da kurulan bu komisyonun paralelinde her vilâyette bir müdürlük teşkil edildi. 1914 yılında da bu komisyon, çıkarılan bir kânunla yeniden teşkîlâtlandınlarak, Aşâir vo muhacirin müdüriyet-i umûmiyesi adı verildi.
On dokuzuncu yüzyılda Osmanlı Devleti’nin iskân politikası, kendine dönüş olarak vasıflandırabileceğimiz bir hüviyete girdi. Konar-göçerler daha dar bir çerçeve içine sıkıştırılırken, bu durum iskân çalışmalarında büyük kolaylıklar sağladı. Harbler neticesinde kaybedilen topraklarda kalan müslüman-Türk ahâlinin zulüm ve baskılar sebebiyle yurdlarını terk ederek göç etmeleri, devleti yeni problemlerle karşı karşıya getirdi. Kurulan komisyon marifetiyle muhacirler çeşitli bölgelere iskân edildiler.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Türk Cihân Hâkimiyeti ve Mefkûresi Târihi cild-2, sh. 155
 2) Büyük Türkiye Târihi; cild-2, sh. 247
 3) Osmanlı Devleti’nin Kuruluşu; sh. 50, 60
 4) XVIII. Yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu’nun İskân Siyâseti ve Aşiretlerin Yerleştirilmesi (Y. Halaçoğlu- Ankara-1988)
 5) Rumeli’den Türk Göçleri (B.N. Şimşir)
 6) Osmanlı imparatorluğunda bir İskân ve Kolonizasyon Metodu Olarak Sürgünler (Ö.L. Barkan İktisat Fakültesi Mecmuası, İstanbul-1954)
 7) Osmanlı İmparatorluğunda Aşiretlerin İskân Teşebbüsü (Cengiz Orhunlu, İstanbul-1963)

15 Haziran 2018 Cuma

DARÜLFÜNUN


Fen ilimleri evi, üniversite. Osmanlı Devleti’nde medrese dışında bir darülfünûn açılması fikri, ilk defa Abdülmecîd Han zamanında 1845’de Geçici eğitim meclisi (Meclis-i muvakkat-ı maârif) tarafından tanzim edilen eğitim programında yer aldı.
Böyle müessesenin çalışmaya başlaması için; bina, öğrenci, öğretmen ve kitap gibi dört ana unsurun sağlanması gerekliydi.
Bina için tanınmış İtalyan mîmâr Fossati getirilip projeler yaptırıldı. 1846 yılı Ekim ayında Ayasofya Câmii yakınındaki bir arsada temel atıldı. Darülfünûn öğretimini tâkib edebilecek seviyede öğrenci yetiştirmek maksâdıyle lise seviyesinde dârülmaârif adıyla bir okul kuruldu (1849). Bundan başka darülfünûna öğretim üyesi yetiştirmek maksadıyla Avrupa’ya öğrenciler gönderildi. Okutulacak derslerin kitaplarının seçimi, tercüme ve te’lif suretiyle hazırlanması için de Encümen-i dâniş kuruldu.
Bu hazırlıklar sürdürülürken, memleketin tanınmış bilim adamları tarafından umûma açık konferans şeklinde serbest hâlde öğretime başlanmasına karar verildi. 12 Ocak 1863’de Derviş Paşa’nın verdiği fizik dersiyle başlayan serî konferanslar, Hekimbaşı Salih Efendi’nin biyoloji, Ahmed Vefik Efendi’nin târih ve muhtelif hocaların coğrafya, astronomi ve deneysel fizik dersleriyle devam etti. 1864’den sonra Dîvânyolu’nda kiralanan bir konakta devam eden bu çalışmalar, 1865’de Avrupa’dan getirilmiş teknik edevat, laboratuvar gereçleri ve kütüphâneyle beraber konağın yanıp kül olmasıyla sona erdi.
Bu yangından sonra bir süre duran çalışmalar, 1 Eylül 1869’da yayınlanan Maârif-i umûmiye nizâmnâmesiyle tekrar başladı. Bu nizâmnâmenin yüksek okullara ayrılmış bölümünde belirtildiğine göre, Dârülfünûn-i Osmânî adıyla kurulacak üniversite, Hikmet-i edebiyat, İlm-i hukuk ve Ulûm-i tabiiyye ve riyâziyye adlarıyla üç fakülteden meydana gelecekti. Üniversitenin başında nâzır ünvânlı bir emîn bulunacaktı. Yine bu bölümde, kurulacak üniversitenin, muhtariyete (özerkliğe) sâhib olduğu belirtilmiş, darülfünûn kuruluşuna ve organlarına, programlarının ana çizgilerine, öğretim üye ve yardımcılarının hak ve görevleriyle tâyin ve terfî şartlarına, öğrencilerin kayıt işlerinden başlayarak devamın sıkı kontrolü dâhil olmak üzere doktora imtihanlarına kadar bütün esasları düşünülmüş ve tesbit edilmiştir.
Sultan Mahmûd türbesi yanında yaptırılan binada öğretime başlayan okulun müdürlüğüne, Avrupa’ya evvelce darülfünûn hocası olarak yetiştirilmek üzere gönderilmiş ve tahsilini tamamlayıp dönmüş bulunan Yanyalı Hoca Tahsin Efendi tâyin edildi. Okul, 20 Şubat 1870’de büyük bir törenle açılarak derslere başlandı. Fakat daha okulun açılışında, hocalardan Cemâleddîn-i Efgânî’nin sapık fikirlerini yaymaya çalışması, nizâmnâmedeki bir çok hükümlerin tatbikatının istenilen şekilde uygulamaya konulamaması sebebiyle 1871 ortalarında kapatıldı.
1874’de Galatasaray mekteb-i sultanîsi içinde, bu okulun adetâ bir üst okulu şeklinde Dârül-fünün-i sultanî adıyla üçüncü darülfünûn açıldı. Hukuk, Mühendislik ve Edebiyat fakültelerinden meydana gelen bu okulun müdürlüğüne de Sava Paşa getirildi. Bu okula sâdece Galatasaray mekteb-i sultanîsinden me’zun olanlar alınabilecek, bu seviyede ağitim için henüz yeterince Türkçe eser hazırlanmamış olduğundan, bir kısım dersler Fransızca olacak ve Fransa’dan getirilecek profesörlerle öğretim kadrosu tamamlanacaktı. Fakat bu okul da uzun süre öğrenime devam edemedi ve 1882’de kapandı.
Bugünkü İstanbul Üniversitesi’nin çekirdeğini meydana getiren Dârülfünûn-i şâhâne, dördüncü darülfünûn olarak 15 Ağustos 1900’de İkinci Abdülhamîd Han zamanında kuruldu. Ulûm-i âliye-i dîniye, Ulûm-i riyaziye ve tabîiyye ve Edebiyat fakültelerinden meydana gelecekti.
15 Ağustos 1900’de çıkarılan yirmi yedi maddelik darülfünûn nizâmnâmesine göre; dârülfünûn-ı şahanenin, Ulûm-i âliye-i dîniye (ilahiyat) fakültesinin her sınıfına en fazla otuz kişi alınabilecek ve öğretim süresi dört yıl olacaktı. Ulûm-i riyaziye ve tabîiyye (matematik ve fen bilimleri) fakültesi ile Edebiyat fakültelerinin sınıflarına ise yirmi beşer kişi alınabilecek ve öğretim süreleri üç yıl olacaktı. Bunlara ek olarak yine darülfünûn idaresine bağlı olarak Türkçe, Arabça ve Farsça’dan başka, Fransız, İngiliz, Alman ve Rus dillerinin okutulacağı filolojiler kurulacaktı.
Öğrenci sayısı sınırlandırılan ve paralı olan bu okula girebilmek için, bir orta öğretim kurumunu bitirmek veya bu düzeyde bilgi sahibi olduğunu isbatlamak gerekiyordu.
O târihlerde ayrı bir bina ve idare kurulmasına lüzum görülmediğinden, Cağaloğlu’ndaki Mekteb-i mülkiyenin bir bölümü bu okul için ayrıldı ve iki okul ortak müdürlükle yönetildi. 1909’da Vezneciler’deki Zeynep Hanım Konağı’na taşınarak kendi binasına sâhib oldu. Öğrenci sayısındaki kısıtlamalar kaldırılıp, ücretsiz hâle getirildi. Okulun ismi Dârülfünûn-i Osmânî olarak değiştirilip, programlarında bâzı değişiklikler yapıldı. Okul idaresi, Mülkiye mektebinden ayrıldı.
Emrullah Efendi’nin maârif nâzırlığı zamanında çıkarılan 21 Nisan 1912 tarihli nizâmnâmeyle yeni düzenlemelere gidildi. Büyük kütüphâneler, laboratuvarlar kurulmaya başlandı. Sınıf usûlü terk edilerek, yerine sömestr usûlü getirildi. Zeyneb Hanım Konağı’nın yeterli olmamaya başlaması üzerine, Yerebatan’da kimya, Feyzullah Efendi Konağı’nda jeoloji, İbrâhim Paşa Konağı’nda doğu dilleri ve Safvet Paşa Konağı’nda coğrafya enstitüleri te’sis edildi:
Birinci Dünyâ Savaşı esnasında Almanya ve Avusturya-Macaristan’dan Edebiyat, Fen ve Hukuk fakülteleri için davet edilen profesörler ile öğretim kadrosu güçlendirildi. Savaştan sonra yeni bir yönetmelik hazırlandı. Buna göre darülfünûnu, her yıl seçilen bir emînin (rektör) başkanlığı altında fakülte temsilcilerinden meydana gelen bir dîvân (senato) idare edecekti.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Osmanlı Târih Deyimleri; cild-1, sh. 397
 2) Türk Meârif Târihi; cild-3, sh. 129, 545, 697
 3) Yüksek Öğretim Bülteni; sayı-1, sh. 14
 4) Türkiye Eğitim Sisteminin Gelişmesine Târihî Bir Bakış (F. Reşit Unat, Ankara-I964); sh. 49
 5) Rehber Ansiklopedisi; cild-4, sh. 59
 6) Takvîm-i Vekâyî; 5 Safer 1288
 7) Darülfünûn Târihi (M. Ali Aynî, İstanbul-1927)
 8) İkinci Tertip Düstûr; cild-4, sh. 460
 9) Osmanlı Târihi (E.Z. Karal); cild-7, sh. 204
10) Osmanlılarda Yüksek Din Eğitimi (H.Atay, İstanbul-1983); sh. 252

14 Haziran 2018 Perşembe

GENÇ OSMAN


Babası.................... : Ahmed Han-I
Annesi.................... : Mâhfîrûz Hadîce Sultan
Doğumu.................. : 3 Kasım 1604
Tahta Geçişi............ : 26 Şubat 1618
ŞehîdEdilmesi........ : 20 Mayıs 1622
Saltanat Müddeti..... : 4 sene 2 ay 21 gün
Halîfelik Sırası........ : 81
Osmanlı sultanlarının on altıncısı ve İslâm halîfelerinin seksen birincisi. Sultan birinci Ahmed Han’ın oğlu olup, 3 Kasım 1604 târihinde Mâhfîrûz Vâlide Sultan’dan doğdu. İyi bir eğitimle yetiştirildi. Arabça, Farsça, Latince, Yunanca ve İtalyanca gibi doğu ve batı dillerini klâsiklerinden tercüme yapabilecek kadar güzel öğrendi. Kuvvetli bir edebiyat, târih, coğrafya ve matematik tahsili gördü. Fâris ve Fârisî mahlâsıyla şiirler yazdı. 26 Şubat 1618 günü babasının yerine tahta geçen amcası birinci Mustafa’nın, rahatsızlığı yüzünden tahtı bırakmaya mecbur olması üzerine Osmanlı sultânı oldu. Tahta geçtiği zaman on dört yaşında idi.
Küçük yaşta tahta geçen Genç Osman, faal ve çalışkan olmasına rağmen yaşı îcâbı tecrübesiz olup, kendisine rehber olabilecek devlet adamlarını da seçmesine fırsat verilmedi. Genç Osman tahta çıktığı sırada, sadrâzam Halil Paşa İran seferinde idi. Osmanlı ordusunun Pûl-i Şikeste’de yenilmesine rağmen, İranlılarca mukaddes sayılan Erdebil şehrinin Osmanlılar eline geçme ihtimâli üzerine İranlılar derhâl sulhe yanaştılar. İki devlet arasında Serâv sahrasında, Serâv muahedesi imzalandı (26 Eylül 1618). Andlaşmaya göre; Kanunî sultan Süleymân zamanında Osmanlı-İran arasında tâyin edilen hudûd esas olacaktı. Kars ve Ahıska kaleleri Osmanlılarda kalacaktı. İran şahı her sene harac olarak 100 yük ipek kumaş vesâir kıymetli eşya verecekti. İran’da, Eshâb-ı kirama söğülüp kötülenmeyecekti. Sefer dönüşünde Pûl-i Şikeste bozgunu yüzünden Sultân tarafından azledilen Halîl Paşa, üçüncü defa olarak kapdân-ı derya oldu.
Halîl Paşa, sultan birinci Ahmed devrinde gerçekleştirdiği Akdeniz seferlerine benzer bir başarıyı 1620 yazındaki seferinde de kazandı. Donanma-yı hümâyûnu İstanbul’dan Mora’nın güneybatı kıyısındaki Türk üssü Navarin’e getirdi. Burada İyonya (Yunan) denizini kuzeye doğru geçerek Otranto boğazında Adriyatik’e geldi. Dırac üssünde iken iki İtalya gemisini ele geçirdi. Daha sonra hiç beklenmedik bir tarzda doğudan batıya doğru Adriyatik denizine geçerek Manfredonia körfezine girdi ve İtalya’ya asker çıkardı. İspanya’ya âid Manfredonia limanını aldı ve tahrib etti. Türklere ancak üç gün dayanabilen şehrin kalesi de teslim oldu. Halîl Paşa bu zaferini Pâdişâh’a ve husûsî bir mektupla da şeyhi Üsküdarlı Azîz Mahmûd Hüdâî hazretlerine bildirdi ve çok hayır duâ aldı.
Genç Osman, memleketin doğusunu Serâv muahedesi ile garantiye aldıktan sonra, 1617’den beri devleti uğraştıran Lehistan üzerine sefer açmak istiyordu. Bu konuda kendisini sadrâzam Güzelce Ali Paşa destekliyordu. Lehistan’ın yardımı ile Kazakların Karadeniz’e çıkarak Boğaziçi’ne kadar inip yağma yapmaları yüzünden sahillerde emniyet kalmamıştı. Bu sırada bâzı devlet adamları Pâdişâh’ın Lehistan’a sefer açmasını istemiyorlardı. Genç Osman, bu husustaki mütâlâaları dinlemiyerek ordunun sefer hazırlığına başlamasını emretti. Sadrâzam Ali Paşa sefer hazırlığı yaparken yakalandığı hastalıktan vefât etti. Bunun üzerine bostancı başılıktan yetişme Hüseyin Paşa sadârete getirildi. Hazırlıkların yapıldığı sırada Boğdan voyvodası Gatiani ihanet etti. Bunun üzerine öncü kuvvet olarak İskender Paşa emrinde; Kırım hanı, Rumeli beylerbeyi, Niğbolu beyi, Vidin beyi ve daha bir takım beylerden meydana gelen ordu, Prut nehrini geçip Dinyester boylarına yürüdü. Yaş civarında Lehistan başkumandanı Stanislav Zolkiyoveski’nin ordusu ile karşılaştı. 20 Eylül 1620 günü erken saatlerde başlayan öncü kuvvetlerin muhârebesinde, İskender Paşa büyük başarı gösterdi. Boğdan voyvodası Gatiani yakalanarak îdâm edildi. Leh başkumandanı Pâdişâh’a harac vermeyi teklif ederek sulh yapılmasını istedi ise de red edildi. Sulh için gönderdikleri elçi İstanbul’a kabul edilmeyerek Küçükçekmece’den geri çevrildi.
Sultan Osman, Lehistan’ı ele geçirip Baltık denizine çıkmak, orada bir donanma kurmak ve bu suretle Atlas okyanusuna geçip Avrupa hıristiyanlığını; hem Akdeniz, hem Okyanus donanmalarıyla çenber içine almak ve Almanya imparatorluğuna karşı Türkiye’ye temayül göstermekte olan protestanlığı da himâyesi altına alıp, hıristiyanlığı parçalıyarak bütün kıt’aya hâkim olmak istiyordu. 29 Nisan 1621 günü otağ-ı hümâyûn Dâvûdpaşa’da kuruldu. 21 Mayıs 1621’de genç Sultan, Cuma namazıyla beraber küsûf namazı da kılarak, orduya hareket emri verdi. Bugün güneş tutulduğu için halk, ordunun hareketinin bir gün geciktirilmesini ümid ediyordu. Zîrâ güneşin tutulduğu gün; bâzı kimseler tarafından uğursuz sayılmakta idi. Hâlbuki dinimizde böyle şeyler yoktur. Nitekim Peygamber efendimizin vefât eden mahdumu İbrâhim’in defni esnasında güneş tutulmuştu. “İbrâhim’in vefâtı için güneş tutuldu” denilince, Resûlullah efendimiz; “Ay ve güneş Allahü teâlâ’nın, varlığını ve birliğini gösteren iki âyetidir. Kimsenin ölmesi, kalması ile tutulmazlar. Onları görünce, Allahü teâlâyı hatırlayınız” buyurmuşlardı. Bu sebeple aynı gün hareket edildi. Sultan, ordusu ile 31 Mayıs günü Edirne’ye vardı. Ordu burada tâlim yaptı. Tüfek atışlarında başarılı olanlara Sultan tarafından çeşitli hediyeler verildi.
Çeşitli yerlerden gelen kuvvetlerin katılması ile asker sayısı yüzbine yaklaşmıştı. Sultan, bâzı akıncı beylerini ve Kırım hanını, Lehistan içlerine akınlar yapmakla vazifelendirdi. 16 Haziran’da Edirne’den hareket eden ordu, 12 Temmuz’da Dobrica’da Tulçi’nin 30 km. kadar kuzeybatısında ve Tuna’nın sağ kıyısında bulunan Isakçı’ya vardı. Karşı tarafa geçmek için kurulan köprünün gözetimini Pâdişâhın kendisi yaptı. 24 Temmuz 1621’de kapdân-ı derya Halîl Paşa da donanma ile Isakçı’ya geldi. 29 Temmuz’da Isakçı’dan hareket eden ordu-yı hümâyûna 8 Ağustos’da Eflâk voyvodası da katıldı. Düşman ordusunun Hotin önlerinde mevzîlendiği haberi, öncü kuvvetler tarafından orduya bildirildi. Osmanlı ordusu 1 Eylül 1621 günü Hotin kalesi önüne geldi.
Lehistan kralı Sigismond bu sefere kendisi gelmeyip oğlu Ladistas Vladistas’ı gönderdi. Leh ordusunun asıl başkumandanı Jean-Charles isimli eski bir asker idi. Leh ordusunun 12.000’i kazak, 8000’i Alman, bir kaç bini Macar, geri kalanı Lehlilerden meydana geliyordu. Bu ordunun sayısı yaklaşık 102.000 kişi olup, Osmanlı ordusundan fazla idi. Kazaklar, Dinyester nehri kıyısında ayrı bir ordugâh kurmuşlardı. Leh başkumandanı, kuvvetlerini bir tarafı yalçın kayalar, bir tarafı da orman olan bir mevkide mevzîlendirmiş ve çok iyi tahkim etmişti.
Eylül’ün ikisinde Lehistan içlerine akınlar yapan Kırım ham, Osmanlı ordusuna katıldıktan bir gün sonra, Lehlilerin tahkimli ordugâhı ve kale kuşatıldı. Yarım dâire şeklindeki muhasara hattının orta bölümünde kapıkulu askerleri mevzilenmişti. Sultan da burada idi. Anadolu, Karaman ve Sivas beylerbeyleri komutasındaki sağ kanat Dinyester nehrine; Şam, Halep, Kırım ve Eflâk askerlerinden meydana gelen sol kanat da, Kırım hanı ile Eflak voyvodasının ve bâzı eyâlet vâlilerinin kumandasında olarak bir ormana dayanmakta idi. İlk çarpışma orman tarafında oldu ve Bosna beylerbeyi burada şehîd düştü. İlk umûmi hücum 8 Eylül günü yapıldı. Osmanlı ordusu büyük bir başarı gösterdiği bu hücumda on İki top ve çeşitli bayraklar ele geçirdi. Fakat kalede henüz tam bir muvaffakiyet sağlanmadığı hâlde, yeniçerilerin yağmaya dalması; düşmanın taarruza geçerek Türkleri geri püskürtmesine sebeb oldu. Bu sırada orduya katılan ve Kırım hanının kıskandığı Nogay Tatarlarının beyi Kantemir Mirza, Özi vâliliğine getirilerek, Lehistan içlerine akınlar yapması istendi. Bu görevi başarıyla yerine getiren Kantemir Mirza, iki bin beş yüz esir ve bir çok ganîmetle geri döndü. 9 Eylül günü yapılan ikinci hücum, düşmanın şiddetli top ve tüfek ateşi yüzünden başarılı olamadı. Aynı zamanda Lehistan içerisine de devamlı olarak akınlar düzenlenmekteydi. Makaniçe üzerine gönderilen bir Tatar müfrezesi yüz kadar yiyecek arabası ele geçirdi. Düşman ordusu her taraftan kuşatılarak geri ile bağlantısı kesildi.
En büyük taarruz, Sultan’ın da katıldığı 15 Eylül günü yapıldı. Bu taarruzun kumandanı olan Karakaş Mehmed Paşa düşman ordugâhına kadar girip, Osmanlı bayrağını dikti ise de, kendisinin yerine başkumandan olur düşüncesi ile kıskanan sadrâzam Hüseyin Paşa, ona yardım etmedi.
Karakaş Mehmed Paşa bir süre sonra şehîd düştü. Ağır zâyiât veren Türk askerleri geri çekildi. Hâlbuki bu sırada düşman ordusu imha olmak üzere idi. Hüseyin Paşa yaptığı bu hareketten dolayı azledilerek yerine, Hırvat devşirmelerinden Dilâver Paşa getirildi. 23-24 Eylül gecesi sekiz yüz kişilik bir Kazak müfrezesi, Arnavut Hüseyin Paşa kuvvetlerine baskın yaptı. Bu baskın sırasında Karaman beylerbeyi Doğancı Ali Paşa şehîd oldu.
Nogay beyi Kantemir, Osmanlı askerinin yardımına koşarak, düşman kuvvetlerini bozguna uğrattı. Yeniçerilerin gayretsizliği yüzünden beşinci hücum da neticesiz kaldı. 27 Eylül günü son taarruz altmış büyük topun şiddetli ateşi ile başladı ve akşama kadar sürdü. Osmanlı ordusu bu taarruzda çok sayıda asker ve at kaybına uğradı. Akşama toplanan harb meclisinde Sultan, muhârebenin devamını istiyordu. Kırım hanının ikinci oğlu Nüreddîn, Lehistan içlerine akına gönderildi. O da yaptığı akınlarda binlerce esir alarak geri döndü. 29 Eylül günü Lehliler, Eflâk voyvodası aracılığı ile barış teklifinde bulundular. Kış bütün şiddeti ile devam ederken, Osmanlı ordusunda yiyecek sıkıntısı başlamıştı. Bunlara, yeniçerilerin isteksizliği de eklenince Sultan barış yapmaya razı oldu.
Osmanlı Devleti ile Lehliler arasında yapılan barış andlaşmasının önemli maddeleri şunlardır: “Kânûnî Sultan Süleymân Han dönemindeki sınırlar esas olacak; Kazaklar, Türk topraklarına akın yapmayacak; Lehlilerin, Kânûnî devrinden sonra sınır boyunda yaptırdıkları kaleler yıktırılacak; Hotin kalesi, Osmanlı egemenliği altındaki Boğdan voyvodasına teslim edilecek; Lehliler, Kırım’a verdikleri 40.000 florini vermeye devam edecekler.”
Barış andlaşmasının imzalanmasından sonra Sultan 19 Ekim 1621’de İstanbul’a dönmek için harekete geçti. 25 Ocak 1622 günü büyük ve parlak bir merasimle İstanbul’a girdi. Bu sefer münâsebeti ile İstanbul’da üç gün üç gece süren şenlikler yapıldı.
Bu seferde tam muvaffakiyet elde edemiyen Sultan, bunun sebebinin askerlerin gayretsizliği olduğuna inanıyor ve bâzı ıslâhatlar yapmak istiyor, tecrübesiz olduğu için de bâzı şahısların te’sirinde kalıyordu. Islâhâta kapıkulu ocaklarından başlamak istedi. Ocağın mevcudunu anlamak için yaptığı yoklamadaki mevcudu, maaş defterinde olandan az bularak parayı kesti. Bu durum, mevcud olmayan askerleri var gibi göstererek onların yevmiyelerini alan zabitlerin de askerin memnuniyetsizliğine iştirak etmelerine sebeb oldu. Sultan, Hotin muhârebesindeki muvaffakiyetsizlik yüzünden, askere küsmüştü. Genç Osman kapıkulu ocaklarını ilga ederek; yerine Anadolu, Suriye ve Mısır Türklerinden müteşekkil, sâdece askerlikle uğraşan, pâdişâhın emirlerine mutlak itaat eden bir ordu kurmak istiyordu. Aynı zamanda saray, harem ve ilmiye teşkilâtlarını yeniden kurmak, yeni kânunlar çıkarmak, hattâ kıyafet inkılâbı yaparak, daha pratik giyinmeyi düşünüyordu. Bu isteklere şeyhülislâm Es’at Efendi’nin idaresinde olan ilmiye sınıfı çekimser, kapıkulu ocakları ise açıkça muhalifti. Sultân’ın yeniçeri taburlarını teftiş edip yoklama yapması, subaylarına, birliği önünde son derece ağır sözler söylemesi, ordunun kıdem zamlarını vermemesi, kapıkulu ocakları ile Sultân’ın arasının iyice açılmasına sebeb oldu. Sultan Osman’ın Haleb, Şam, Erzurum ve Mısır beylerbeylerine bölgelerinden asker yazdırmak için gizli bir irâde göndermesi ve bunun sarayda adamları olan yeniçeriler tarafından öğrenilmesi, Sultan ile ocak arasındaki anlaşmazlığı vahîm bir hâle getirdi.
Bu sırada Genç Osman, Cezâyir ve Tunus beylerbeyilerine birer ferman göndererek, donanmalarını Lübnan açıklarında birleştirmelerini bildirdi. Kaptan Paşa’ya yüz kadırga hazırlamasını emretti ve bunların teçhizi için seksen bin altın verdi. Lübnan’da isyân hâlinde bulunan dürzî lideri Maanoğlu Fahreddîn isyânını bastırmak için Anadolu’ya geçmek isteyen Sultân’ın bu arzusunu özellikle sadrâzam Dilâver Paşa ve şeyhülislâm Es’ad Efendi önlemek istediler. Bir âsinin ortadan kaldırılması için Sultân’ın hareket etmesine lüzum olmadığını, bu işin bir serdâr vasıtasıyla da halledilebileceğini söylediler. Bunun üzerine Genç Osman hacca gideceğini ilân etti. Kendisinden önce gelen sultanlardan hiç biri hacca gitmediği için, sadrâzam ve şeyhülislâm bu sefere muhalefet ettikleri hâlde; Sultân’ın hocası Ömer Efendi ile Dârüsseâde ağası hacca gitmesini teşvik ediyordu. Sultân’ı, hacca gitmek karârından vaz geçirmek mümkün olmadı. Cidde’ye erzak nakli için kullanılmak üzere tedârik ettiği gemileri Mısır’a göndermesi Mekke şerifine bildirildi. Sultân’ın geçeceği vilâyetlerin vâlileri çeşitli gıda maddelerinin tedârikine me’mur edildi. Sultân’ın yanında beş yüz yeniçeri ve sipahi olacaktı.
Geri kalan asker İstanbul’un muhafazası için şehirde kalacaktı. Sadrâzam, defterdâr, nişancı, rikab ümerâsı, gedikliler, 40 müteferrika ve 40 dîvân kâtibi hac kafilesinde yer alıyordu. Sultan, İstanbul’un muhafazası için eski sadrâzam Hüseyin Paşa’yı Edirne muhafazasına vezir Gürcü Mehmed Paşa’yı, Bursa muhafazasına da vezir Topal Recep Paşa’yı tâyin etti.
Genç Osman, 10 Mayıs 1622 gecesi oldukça etkisinde kaldığı bir rüya gördü. Rüyasında, arkasında zırh olduğu hâlde tahtına oturmuş, Kur’ân-ı kerîm okurken birden karşısında Resûl-i ekrem efendimiz görünmüş. Yanına yaklaşıp önünden Kur’ân-ı kerîmi ve arkasından zırhı alarak yanağına bir tokat vurmuş ve tahtından indirmiş. Sultan Osman yıkıldığı yerden kalkarak Peygamber efendimizin mübarek ayaklarına yüz sürmek istemişse de, buna muvaffak olamadan uyanmıştı.
Sultan Genç Osman bu rüyasını önce hocası Ömer Efendi’ye tâbir ettirdi. Hocası; “Hacca gitme niyetinizde terk tereddüdü olduğu için tenbihtir. Rüyada ayağına yüz sürmeğe kavuşamadınızsa da, İnşâallah kabr-i şeriflerine yüz sürersiniz” şeklinde tâbir etti. Genç Sultan bu tâbirden mutmainne olmıyarak, devrin büyük âlimi Azîz Mahmûd Hüdâî hazretlerinden rüyasını tâbir etmesini istedi. O. da; “Sultânım tövbe ediniz. Belki o zaman bağışlanırsınız” dedi. Azîz Mahmûd Hüdâî hazretleri, İstanbul’dan ayrılmasının büyük ve felâketli olaylara sebeb olacağını söyleyerek Pâdişâh’a uzun ve manâlı nasîhat etti. Sultan Osman bunun üzerine İstanbul’daki büyük zâtların türbelerini ziyaret etti. Kurbanlar kesti ve bağışlanması için Allahü teâlâya yalvardı. Azîz Mahmûd Hüdâî Efendi’nin Sultân’ı hac fikrinden caydırmak istemesine rağmen, Pâdişâh hacca gitmekten vazgeçmedi.
Pâdişâh otağının Üsküdar’a kurulacağı günden bir gün önce Süleymâniye’de toplanan yeniçeriler, Atmeydanı denen Ayasofya ile Sultan Ahmed câmileri arasındaki alana geldiler. Böylece Türk târihine Hâile-i Osmaniye olarak geçen hâdise başlamış oldu. Atmeydanına gelen yeniçeriler; “Pâdişâhlara hac lâzım değildir” diye bağırıyorlardı. Askerler, şeyhülislâma müracaat ederek, Pâdişâh’ı hacca teşvik edenler hakkında fetva aldılar ve sultan Osman’ın hocası Ömer Efendi’nin konağını yağmaladılar.
Diğer bir grup da sadrâzam Dilâver Paşa’nın konağına gittiler. Sadrâzam, konağında olmadığı için muhafızlar gelenlere karşı koydular. Silâhsız yeniçerilerden bâzılarının ölmesi üzerine iş tamamen çığırından çıktı. Yeniçeri kumandanlarından Çavuşbaşı Çalızâde, âsîlerin silâhlanmalarına mâni olmak istedi ise de, taş yağmuruna tutuldu. Genç Osman akşama doğru olayın vehâmetini kavradı. Ulemâdan bir kaçını saraya çağırarak, yeniçerilerin ne istediklerini sordu. Onlar da; “Kul taifesi, pâdişâhın Anadolu’ya gitmesine razı değildir. Hoca Ömer Efendi ve dârüsseâde ağasının vazifeden alınarak saraydan uzaklaştırılmasını istiyorlar” cevâbını verdi. Bunun üzerine Sultan; “Varın söyleyin, hacca gitmekten vazgeçtim. Fakat Hoca ile dârüsseâde ağasını görevden azletmek istemem!” dedi. Sultan Osman, fikrinden vazgeçmiş değildi. Durumun yatışmasını ve toplanan askerin dağılmasını bekliyordu. Akşam olduğu için âsîler mes’elenin ertesi gün görüşülmesine karar vererek dağıldı.
Ertesi gün Atmeydanında toplanan isyâncılar arasında yapılan müzâkerelerden sonra Pâdişâh’tan altı kişinin başının istenmesine karar verildi. Bunlar; sadrâzam Dilâver Paşa, Hâce-i sultanî meşihat payesine sahip Ömer Efendi, kapıkullarından nefret etmesiyle tanınan nişancı vezir Ahmed Paşa, dârüsseâde ağası Süleymân Ağa, başdefterdâr vezir Baki Paşa ve yeniçeri ocağından sekbanbaşı Nâsûh Ağa idi. Yeniçerinin asıl gayesi; Hoca Ömer Efendi ve dârüsseâde ağası Süleymân Ağa’nın saraydan uzaklaştırılmaları ve öldürülmeleri idi.
Bu isteği bildirmek üzere ulemâdan bir hey’et huzûr-ı hümâyûna çıktı ve arızayı takdîm etti. Sultan Osman kâğıdı okuduktan sonra; “Katli taleb olunan âdemleri vermem” dedi. Ulemâ, isyânın daha da ileri gitmesine mâni olmak için, Pâdişâh’a, askerin isteğini yerine getirmesini teklif ettiler. Buna kızan Sultan, arızayı getiren ulemâyı hapsettirdi. Saray dışında ulemânın dönmesini sabırsızlıkla bekleyen asker, sürenin uzaması yüzünden taşkınlıklarını arttırdı. Kendilerini silâhlı bostancıların beklediğini sanarak saraya girmekten korkuyorlardı. Ayasofya Câmii’nin minaresine çıkan bir kaç yeniçeri, saray bahçesinde kimse olmadığını gördü. Durumu arkadaşlarına bildirdiklerinde, binlerce âsî, sarayın dış kapısına dayandı. Hiç mukavemet görmeden dış avluya dolan yeniçeri ve sipahiler silâhlıydı. Acemioğlanları, cebeciler, topçular, arabacılar ve lağımcılar silâhsız geldikleri için, saraydan ele geçirdikleri silâh ve sopaları aldılar. Kapıkullarının arasına çapulcular da karışmıştı. İsyancılar, sarayın ikinci kapısından bostancılar çıkar korkusu ile binbir ihtiyatla geçtiler. Bu kapıda da en küçük bir mukavemet görmediler. Üçüncü avluya geldiklerinde saray, adetâ boşalmış, herkes bir yere saklanmıştı. Bu sırada Sultan’a gönderilen ilmiye sözcüsü nakîb-ül-eşrâf Gubâri Efendi ortaya çıkarak; “Bizim sözümüz geçmedi. Siz girip kendiniz söyleyin” dedi. Üçüncü avluya kadar gelen isyâncılar, genç Sultân’ı ayak dîvânına davet ettiler. Sultan bunu kabul etmedi. Bu sırada isyâncılar içerisinden bir kaç kişi, sultan Mustafa’yı isteriz diye bağırınca, hep birden sultan Mustafa’yı isteriz diye bağrışmaya başladılar. Artık isyânın şekli değişmiş ve sultan Osman Han’ın tahttan indirilmesi yoluna gidilmişti.
İsyancılar, sultan Mustafa’nın bulunduğu dâirenin kubbesindeki kurşunu delerek iple tavandan içeri girdiler ve Sultan Mustafa’yı dışarı çıkardılar. Bu sırada sultan Osman, sadrâzam ve dârüsseâde ağasını isyâncılara teslim etti. İkisini de oracıkta öldürdüler. Genç hükümdar böylelikle yatışacaklarını sanıyordu. Şeyhülislâm Es’ad Efendi de böyle bir hava estirmek istedi ve; “Kardeşlerim, gelin sultan Mustafa Han dursun! Sultan Osman istediğimizi verdi ve dahi daha kimi isterseniz Sultan’dan alıverelim” dedi ise de, âsîler; “Sultan Mustafa’dan başka pâdişâh istemeyiz” dediler. Sultan Mustafa’yı Es’ad Efendi’nin atına bindirerek, Bâyezîd’deki eski saraya, annesinin yanına götürdüler. Daha önce arz odasında tahta oturttular ve ulemâyı zorla hasta pâdişâha bî’at ettirdiler. Sultan Osman’ın 4 sene 2 ay 21 gün süren saltanatı böylece sona ermiş, tahta ikinci defa olarak amcası sultan Mustafa çıkarılmış oldu.
Sultan Genç Osman son âna kadar mukavemet fikrinden vazgeçmedi. Sarayburnu’ndan gemiyle Mudanya’ya gitmek, Bursa’da taht kurup âsîlerin hakkından gelmek istiyordu. Fakat âsîler bütün deniz vâsıtalarına el koymuştu. Vezirlerine ve maiyyetinden çoğuna, evlerine gitmeleri için izin veren genç Sultân’ın yanında bostancıbaşı Sofu Mahmûd Ağa ile bir kaç kişi kalmıştı. Eski sadrâzam Ohrili Hüseyin Paşa’yı tekrar sadâret makamına getirdi. Ohrili Hüseyin Paşa, sultan Osman’a, yeniçeri ocağına sığınması için yalvarıp yakardı. Yapacak başka bir şey kalmamış gibiydi. Genç Osman, gece yarısına doğru, yanına sadrâzam Hüseyin Paşa’yı, bostancıbaşı Mahmûd Ağa’yı, sadâret tezkirecisi Sıdkı Çelebi’yi ve daha bir kaç kişiyi alıp, ağa kapısına gitti. Yeniçeri ağası Kırkçeşmeli Ali Ağa, genç Sultanla ihtilâlin nasıl söndürüleceği ve âsîlerin ne şekilde yatıştırılacağı üzerinde uzun bir müzâkere yaptı. Alınan karar odacı başılarına bildirildi. Önce kabul eder göründüler. Fakat kumandanlarının huzurundan çıkar çıkmaz derhâl âsî elebaşılarını topladılar; “Bu vâdlerden bir şey çıkmaz. Sultan Osman’a bu kadar cefâ ettik. Nasıl pâdişâh olduğunu bilirsiniz. Bu defa mâzallah ocağımızı söndürüp, intikam alsa gerektir” dediler.
Sabah namazından sonra Ali Ağa, Orta Câmi önünde yeniçerilere hitâb etti. Sultan Osman’ın vâdlerini bildirmeye başlar başlamaz, askerin kanacağından korkan odacıbaşılar konuşmasına mâni oldular ve orada şehîd ettiler. İsyâncılar, sultan Osman’ı ağa kapısından alıp, Orta Câmi’ye götürdüler. Ağa kapısından kaçmayı başaran sadrâzam Ohrili Hüseyin Paşa, bu sırada yakalanarak öldürüldü. Sultan Osman, Hüseyin Paşa’nın ölüsünü görünce ağlayıp; “Bu mazlumun günâhı yoktu. Her zaman kul hakkında bana iyilik söylerdi. Eğer onun sözüyle âmil olsam, başıma bu hâl gelmezdi. Beni tahrik eden, Ömer Hoca ile dârüsseâde ağası idi” demiştir. Sultan Osman’a yolda, bir hükümdara, bir Osmanoğlu’na târih boyunca asla reva görülmemiş hakaretler yapıldı, Orta Câmi’ye getirilen Genç Osman’ın muhafazasına Haseki Sarı Mehmed Ağa tâyin edildi. Yeniçeriler, sultan İkinci Osman’ın hayâtına dokunulmayarak kafes hayâtı yaşamasını istiyorlardı. Nitekim çok hâin bir kimse olan yeni sadrâzam Dâvûd Paşa onu öldürtmek için cebeci başına emir verince, yeniçeri ağaları mâni oldular. Osman Han hayâtına kasd eden Dâvûd Paşa’ya “Behey zâlim ben sana neyledim. İki defa mûcib-i katl cürmünü affedip öldürmedim, mansıb verdim, bana gadrin nedir?” diye bağırdı.
Buna rağmen, Dâvûd Paşa, Cumâ’dan sonra en güvendiği adamları olan cebecibaşı ile Kalender uğrusu denen zabite, sultan Osman’ı Yedikule’ye götürerek boğmalarını emretti. Eski sultânın Yedikule’ye götürülüşünü seyretmek üzere yollara biriken halk, o târihe kadar görülmemiş bir kalabalığı teşkil ediyordu. Osman Han susadığını söyleyince bir çeşmenin başında duruldu ve Genç sultan kana kana su içti. Yedikule’ye gelindiği zaman vakit akşama yaklaşıyordu. Dâvûd Paşa’nın emri ile oraya kadar gelen binlerce asker dağıldı. Daha sonra Dâvûd Paşa, cebeci başına ve Kalender uğrusu’na dönerek; “Yanınıza sekiz cellâd alıp, Osman’ın işini bitirin. Yarına kalmasın” dedi. Sultan Osman, günlerden beri perişan vaziyette, aç ve uykusuz olduğu hâlde, kendisini son nefesine kadar müdâfaa etmeye karar vermişti. On cellâdın ilk hücumu netîce vermedi. Bire on nisbet olmasına rağmen, cellatlar, silâhsız pâdişâhla mücâdele edemiyeceklerini anladılar. Kemendden başka silâh da kullanmak istemiyorlardı. Çünkü hânedândan olanın kanı akıtılamazdı. Buna rağmen, dışarıdan balta alan cellatlara genç sultan, büyük bir ustalıkla karşı koydu. Fakat arkasından gelen bir cellat, baltası ile omuzuna vurarak fena şekilde yaraladı. Bu durumu fırsat bilen cebecibaşı, kemendi Sultân’ın boynuna geçirdi ve yere düşürdü. Bu sırada Kalender uğrusu, Genç Osman’ın husyelerini sıkarak şehîd etti (20 Mayıs 1622). Şehîd Sultan’ın cenazesi o gece Topkapı Sarayı’na götürüldü ve ertesi gün yapılacak cenaze törenine hazırlandı, öğle namazından sonra kılınan cenaze namazını müteâkib Sultan Ahmed Câmii’nde babasının türbesine defnedildi.
Genç Osman’ın, yeniçeri ağası zorbalarınca şehîd edilmesi, târihimizin en acıklı olaylarındandır. Genç Osman’ın öldürülmesi, Anadolu’da bâzı isyânların çıkmasına sebeb oldu. Millet, pâdişâhın öldürülmesini hiç bir zaman hazmedememiş ve onun katillerini nefretle anmıştır.
Sultan İkinci Osman Han; güneş yüzlü, heybetli, yüksek himmet sahibi bahadır bir pâdişâh idi. Fevkalâde iyi bir binici, silâh ve harp âletlerini kullanmakta pek mahir idi. Şecaat ve binicilikte akranı pek az olup, şirin çehreli ve güzel tavırlı idi. Gençliğinin en parlak günlerinde tahta çıkıp, tecrübeli, akıllı ve sâdık bir yakınına mâlik olmayışı, kendisine bu hâzin sonu hazırlamıştır. Yazmış olduğu şu beyt onun ıslâhat ve düşünceleri ile muhaliflerin durumunu çok güzel ifâde etmektedir:
Niyyetim hidmeî idi saltanat ü devletime
Çalışır hâsid ü bedhâh acel nekbetime
Sultan Genç Osman dînî ve fennî ilimleri de bihakkın tahsil etmişti. Ayrıca Fâris ve Fârisî mahlasıyla yazdığı şiirleri toplayan Dîvân’ı vardır. Aşağıdaki gazel, genç Sultan’ın mükemmel bir şiiridir:
Nevruz olıcak diller şâd olmıya yaklaşdı.
Dilde gâm u gussa berbâd olmıya yaklaşdı.
Virâne gönül varsa cevr ü gâm-i dilberden
Müjde ana ol mülk âbâd olmıya yaklaşdı.
Üstâda çıkıp dilber öğrendi vefâ resmin
Âşıklara lütfa mu’tâd olmıya yaklaşdı.
Seyr-i güle çıkdıkda ol ruhleri gülrengim
Kâri dil-i zârun feryâd olmıya yaklaşdı.
Çok âşık u meftûnu var sen gibi Şirîn’ün
Fâris kulun ammâ Ferhâd olmıya yaklaşdı.

SULTAN OSMAN HAN MERSİYESİ

Bir şâh-ı alîşan iken
Şâh-ı cihâna kıydılar
Gayretlü genç aslan iken
Şâh-ı cihâna kıydılar.
Gâzi bahâdır hân idi.
Âli-neseb sultan idi.
Nâmiyle Osman Han idi.
Şâh-ı cihâna kıydılar.
Hükmetmeğe kâdir iken
Emr-i Hakk’a nâzır iken
Hacc itmeğe hâzır iken
Şâh-ı cihâna kıydılar.
Ey dil ciğerler oldu hûn
Derdim bir iken oldu on
Kan ağladı eh-i fünûn
Şâh-ı cihâna kıydılar.
Eşrât-ı sâatdir bu dem
Rûz-ı kıyâmetdir bu dem
Kul’a nedâmetdir bu dem
Şâh-ı cihâna kıydılar.
                            Nev’î

Genç Osman Devri Kronolojisi

26 Eylül 1618  : İranlılarla Serav barış andlaşmasının imzalanması.
20 Eylül 1620  : İskender Paşa’nın Lehistan zaferi.
24 Ocak 1621  : Haliç’in donması.
 9 Şubat 1621 : İstanbul Boğazı’nın donması.
 9 Mart 1621   : Sadrâzam Güzelce Ali Paşa’nın ölümü ve Ohrili Hüseyin Paşa’nın sadâreti.
21 Mayıs 1621 : Genç Osman’ın Lehistan seferine çıkması.
17 Eylül 1621  : Dilâver Paşa’nın sadârete getirilmesi.
29 Eylül 1621  : Lehlilerin barış istemesi.
25 Ocak 1622  : Sultan’ın Lehistan seferinden İstanbul’a dönmesi.
18 Mayıs 1622 : Pâdişâh’ın, hacca gitme isteğini resmen açıklaması.
19 Mayıs 1622 : Ayaklanan yeniçerilerin sarayı basması, sultan Genç Osman’ı tahttan indirip, yerine sultan birinci Mustafa’yı tekrar tahta geçirmesi.
20 Mayıs 1622 : Genç Osman’ın Yedikule’de şehîd edilmesi.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Rehber Ansiklopedisi; cild-6, sh. 184
 2) Sultan Osman’ın Şehâdeti (Atsız Armağanı, İstanbul-1978)
 3) Osmanlı Devleti Târihi; cild-1, sh. 326
 4) Büyük Türkiye Târihi; cild-5, sh. 142
 5) Osmanlı Târihi Kronolojisi (H. Danişmend); cild-3, sh. 273
 6) Osmanlı Pâdişâhlarının Hayat Hikâyeleri; sh. 208
 7) Türk Târihinden Yapraklar; sh. 217
 8) Osmanlı Târihi (Uzunçarşılı); cild-3, bölüm-1, sh. 127
 9) Nâimâ Târihi; cild-2, sh. 736 v.d.
10) Şehnâme-i Gânizâde Nâdiri (Viyana Ktg. No: 1050)
11) Zafernâme (Neşr: Y. Yücel, Ankara-1983)