23 Kasım 2018 Cuma

ALİ KEMAL


Osmanlıların son devirlerinde yaşamış gazeteci, yazar ve devlet adamlarından. Asıl adı, Ali Rızâ olup, yazılarında Ali Kemâl imzasını kullandığı için bu adla meşhur olmuştur. Artin Kemâl diye de bilinir. Babası, Balmumcu esnafı kahyası, Çankırılı Hacı Ahmed Efendi, annesi ise Çerkez Şâyeste hanımdır. 1867 yılında İstanbul’da doğdu. 1922’de İzmit’te öldürüldü.
Çocukluğu mâliye nâzırı Nafiz Paşa’nın konağında geçti. İlk tahsilini burada yaptı. Fransızca öğrendi. Galatasaray Lisesi’nin son sınıfına imtihanla girdi. Orayı bitirince Mülkiye mektebini kazanarak tahsiline devam etti. Talebelik çağından itibaren arkadaşlarıyla çıkardığı Gülşen dergisinde yazı yazmaya başladı. 1886 yılında Mülkiye’nin dördüncü sınıfındayken gittiği Paris’ten İkinci Abdülhamîd Han’ın idaresine karşı, İstanbul’da yayınlanan gazetelere, yazılar gönderdi. Sorbon Siyâsi İlimler Akademisi’nde okudu ve Cenevre’de hukuk tahsîli gördü. Üç yıl sonra İstanbul’a döndü. Bâzı zararlı siyâsî faaliyetleri sebebiyle Haleb’e sürgün edildi. Beş yıl kadar Haleb’de kalıp, orada lisan ve edebiyat hocalığı yaptı. 1894’de tekrar İstanbul’a döndüyse de, aynı yıl içinde Avrupa’ya kaçtı. Paris’te bulunduğu sırada İstanbul’da yayınlanan İkdam gazetesine gönderdiği Paris mektupları adlı yazılarıyla kısa müddet içinde meşhur oldu. Sultan İkinci Abdülhamîd Han, onu Paris sefaretine baş katib tâyin ettirerek kazanmak istedi. İki yüzlü bir siyâset tâkibeden Ali Kemâl, hem İkinci Abdülhamîd Han’ı, hem de ser hâfiye Ahmed Celâleddîn Paşa’yı idare etti. Bir ara Bürüksel sefareti İkinci kâtibi oldu. Sonra Mısır’a geçerek Türk adlı bir gazete çıkardı.
1908’de İkinci Meşrûtiyetin îlânı üzerine İstanbul’a döndü. İlk zamanlar İttihâd ve Terakkî fırkası ileri gelenleriyle iyi geçindi. Mülkiye’de siyâsî târih dersleri verdi ve İkdam gazetesinde başmakale yazarı oldu. İkdamgazetesinde yazdığı makalelerle İttihâd ve Terakkî fırkasına şiddetli hücumlarda bulundu. İttihâdçılarla arası açılınca, Hürriyet ve İtilâf fırkasına girdi. Peyâm gazetesini çıkarıp İttihâd ve Terakkî mensuplarına hücumlarını fazlalaştırdı. İki defa mahkûm oldu, kaçtı, affolundu, tekrar mahkûm oldu. Hürriyet ve îtilâf fırkası iktidara gelince, Dâmâd Ferîd Paşa hükümetinde ilk olarak maârif nâzırı (milli eğitim bakanı), daha sonra dâhiliye nâzırı (İçişleri bakanı) olarak vazife aldı. Birinci dünyâ harbinden sonraki mütâreke yıllarında hareketleriyle ve yazılarıyla Anadolu’daki millî kurtuluş hareketlerine karşı sert ve insafsız bir tavır takındı. Bu hareketlere katılanlara hakaret ve tehdit yağdırdı. Dâmâd Ferîd Paşa hükümeti düşünce ermeni Mihran’ın çıkardığı Sabah gazetesini kendi gazetesi olan Peyâm ile birleştirerek Peyâm-ı Sabah adıyla neşr etmeye devam etti. Yazıları ve fikirleri sebebiyle olduğu gibi, bir ermeni ile birleşerek gazete çıkardığı için Artin Kemâl adıyla tanındı. Nihayet, 1922 yılı Kasım ayının on sekizinde Beyoğlu’nda husûsî vazifelendirilmiş iki me’mûr tarafından tutularak motörle İstanbul’dan İzmit’e götürüldü. Muhakeme için Ankara’ya götürülürken İzmit’te halk tarafından linç edilerek öldürüldü.
Osmanlı Devleti üzerinde kirli emellerini gerçekleştirmek isteyen Alman-İngiliz rekabetinin had safhaya vardığı devirde İngiliz yanlısı olan Ali Kemâl, meşhur entelijans servis ajanı Fitz Maurice’in tabiriyle; “Kâmil Paşa’nın sadâret makamına getirilişini gerdûne-i sadâretle (sadâret arabasıyla) beraber İngiliz dostluğu Bâb-ı âlî’ye girdi” diyerek alkışlamıştır. İngiliz desteği ile Abdülhamîd Han’a karşı tertiplenen 31 Mart Vak’ası öncesinde Serbesti Gazetesi başyazarı Hasan Fehmi’nin İttihâdçılar tarafından öldürülmesini bahane ederek, cenaze merasimi sırasında Abdülhamîd Han’a karşı olanları ve yüksek tahsîl talebelerini kamuoyu meydana getirmek maksadıyla harekete geçirmiş, vatan ve devlet düşmanlarıyla aynı safta yer almıştır.
Sultan, İkinci Abdülhamîd Han’a karşı İttihâd ve Terakkî fırkası mensuplarıyla birlikte karşı çıkan, daha sonra İttihâdçılarla arası açılınca da onlara şiddetle muhalefet eden; düşmanların, Anadolu’yu paylaşmak için işgal ettikleri sırada ortaya çıkan millî kurtuluş hareketlerine cephe alan, dengesiz ve ihânete varan bir kişiliğe sâhib olan Ali Kemâl’in, târihe ve edebiyata âit bir çok makaleleri yanında, bâzı risale ve tercümeleri de vardır. Şiirle ilgili bâzı denemeleri de bulunmaktadır.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Ali Kemâl (Şemseddîn Kutlu, Hayat Târih Mecmuası, sene 1970, sayı-9, sh. 17 v.d.)
 2) Ömrüm (Ali Kemâl’in hatıratı, Neşr. Berna Kazak, İstanbul- 1954)
 3) İttihâd ve Terakkî Cemiyeti ve Jön Türklük; sh. 176
 4) Jön Türklerin Siyâsî Fikirleri; sh. 45
 5) Osmanlı imparatorluğu’nda İnkılâb Hareketleri ve Millî Mücâdele (A.B. Kuran. İstanbul-1956); sh. 321

17 Kasım 2018 Cumartesi

BAC


Bir çeşit vergi. Farsça baj kelimesinin Arabça ve Türkçe’de aldığı şekil olup, Gazneli, Selçuklu, İlhanlı, Akkoyunlu ve Osmanlılarda vergi mânâsında kullanılmıştır. Bu vergi, pazarlarda, panayırlarda alınıp satılan hayvandan, her cins maldan, ithâl edilen ve Osmanlı topraklarından transit olarak geçirilen mallardan alınırdı.
Osmanlılarda bu vergi, Osman Gâzi’nin pazara getirilen her yük için iki akçe almalarını emretmesi ile başlamıştır.
Osman Gâzi’nin bâc koyması gibi, İslâm hukukuna göre, sultan, dînin açıkça bildirmediği hususlarda, dîne muhalif olmayan örf ve âdete dayanarak kânun koyabilir. Böyle bir örf ve âdet, İslâm hukukunun kaynaklarındandır. Osmanlı sultanları, örf ve âdete dayanarak pek çok kânun çıkarmışlardır. Pâdişâhlar bunu yaparken, mütehassıs âlim ve devlet adamlarının murakabesi altında hareket etmişlerdir. Bu sebeble pâdişâhlar, keyfî hareket edemedikleri gibi, akıllarına geldiği şekilde kânun çıkarıp emir vermemişlerdir (Bkz. Kanunnâme, örf ve âdet).
Osman Gâzi tarafından konan ve yalnız satıcıdan alınan bâc, Fâtih kanunnâmesinde de alım satım vergisi olarak kullanılmıştır. Kanunnâmede bu verginin sâdece pazarlarda ve köylerde satılan her cins menkûl maldan ne mikdâr alınacağı, bâzân bir taraftan, bâzan da her iki tarafdan alınabileceği açıklanmıştır. Yine bu kanunnâmede, yabancı memleketlerden getirilen mallardan alınacak bâc mikdârı umumiyetle % 20 olarak tesbit edilmiştir. Bununla beraber bu mikdâr yabancıların memleketleriyle yapılan anlaşmaya göre değişebilmekteydi.
Kânûnî Sultan Süleymân zamanında da bâc (vergi) alınmaya devam edilmiş, hazırlanan kanunnâmeye Fâtih kanunnâmesinde bâcla ilgili bâzı maddeler aynen alınmıştır. Bununla beraber Kanunînin kanunnâmesinde bâcla ilgili farklı hükümler de mevcuttur.
Her iki kanunnâmeye göre bâc; hem muayyen bir şehir vergisi, hem de umûmî mânâda vergi olarak kullanılmıştır. Bâc-ı pazar, bâc-ı ağnam, bâc-ı tamga terkiblerinde, bâc umûmî mânâsiyle kullanılmıştır. Kelime bugün Doğu Türkistan’da hâlâ vergi mânâsında kullanılmaktadır.
Bâc, Osmanlılarda, alındıkları şeye ve şekle göre değişik isimler almıştır:
Bâc-ı ağnam: Pazar ve panayırlarda satılan koyun ve keçilerden alınan özel bir vergidir.
Bâc-ı tamga: Şehirde alınıp satılan her çeşit maldan, dokunan kumaş ve kesilen hayvanlardan alınan vergidir.
Bâc-ı büzürk: Büyük bâc demek olup, dışardan gelip transit olarak memleketten geçen, yahut memlekette kalmak üzere gelen mallardan alınan gümrük vergisidir.
Bâc-ı kırtıl: Pazar ve panayırlarda satılan her türlü hayvandan alınan vergidir.
Bâc-ı ubûr: Osmanlı topraklarından geçirilerek başka yabancı memleketlere taşınan mallardan alınan vergidir.

İLK OSMANLI KÂNUNU

Osman Gâzi, merkez yaptığı Yenişehir’de ikâmet ediyordu. Bir gün, Germiyan tarafından birisinin; “Buranın pazar bâcını bana satın” demesi üzerine Osman Gâzi; ona; “Bâc nedir?” dedi. Adam; “Pazara her kim yük getirirse ondan akçe alayım” dedi. Osman Gâzi hayretle; “Bre adam, bu pazara gelenlerden alacağın mı var ki, onlardan akçe alırsın?” diye sorunca, Adam; “Bu âdettir. Her vilâyette yük başına pâdişâh için akçe alınır” diye cevap verdi. Osman Gâzi tekrar sordu: “Bu Allahü teâlânın emri ve Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) kavli (sözü) midir, yoksa her ilin pâdişâhının ortaya çıkardığı bir şey midir?” Adam; “Eskiden beri pâdişâhların âdetidir” dedi. Bunun üzerine Osman Gâzi kızarak; “Buradan uzaklaş, yoksa sana zararım dokunur. Bir kimse ki, malını eli ile kazanmış ola, bana ne borcu var ki bedava akçe vere” dedi.
Orada bu konuşmaları dinleyenler, Osman Gâzi’ye bu hususta malûmat verdiler. “Sultânım! Sizin ihtiyâcınız olmasa da, bu pazarı bekleyip hizmetleri ile meşgul olanlara emekleri zayi olmaması için bâc verilmesi âdetdir” dediler. Bunun üzerine Osman Gâzi ilk kânunu şöyle koydu; “Her kim bir yük satarsa, iki akçe versin; eğer satmazsa, hiç bir şey vermesin.” Bu şehirlere âid bir nevî belediye vergisiydi.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Mufassal Osmanlı Târihi; cild-1, sh. 59
 2) Tevârih-i âlî Osman (Âşıkpaşazâde); sh. 19
 3) Osmanlı Târih Deyimleri; cild-1, sh. 143
 4) Rehber Ansiklopedisi; cild-2, sh. 165
 5) Osmanlı Devlet Teşkilâtına Medhal; sh. 213, 276

7 Kasım 2018 Çarşamba

DİVANI HÜMAYUN


Önemli devlet işlerinin görüşüldüğü ve karâra bağlandığı yüksek mercî. Dîvân-ı hümâyûn bugünkü Bakanlar kuruluna benzetilebilir. Diğer Türk ve İslâm devletlerinde olduğu gibi, Osmanlı Devleti’nde de Dîvân-ı hümâyûn adı ile bütün önemli devlet işlerinin görüldüğü ve karâra bağlandığı büyük dîvân vardı. Osmanlı Devleti’nin merkez teşkilâtının üç büyük temel unsurundan biri de Dîvân-ı hümâyûn ve kalemleri olup, diğerleri ise, Bâb-ı asafî ile Bâb-ı defterî ve bunlara bağlı kalemlerdir.
Dîvân-ı hümâyûnda; devlete âid siyâsî, idâri, askerî, örfî, şer’î, adlî ve mâlî işler, şikâyet ve dâvalar görüşülüp ilgililer tarafından tedkik edildikten sonra, bir karâra bağlanırdı. Dîvân, hangi din ve millete mensub olursa olsun, her sınıf halka, kadın ve erkek herkese açıktı. Devletin idarî, siyâsî ve örfî işleri doğrudan doğruya, diğerleri ise bir müracaat, îtirâz veya lüzum üzerine tedkik edilirdi. Memleketin herhangi bir yerinde haksızlığa uğrayan, zulüm gören veya mahallî kâdılarca haklarında yanlış hüküm verildiğini iddia edenler, vakıf mütevellîlerinin haksız muamelelerine uğrayanlar, idâri ve askerî âmirlerden şikâyeti olan herkes ve diğer davacılar, Dîvân-ı hümâyûna bizzat başvururlardı. Bütün dâvalar burada tarafsızlıkla görülürdü. Ayrıca harp ve sulh gibi kararlar dîvânca verildiği gibi, bütün önemli devlet işleri de burada müzâkere edilir ve netîcelendirilirdi. Dîvânda bitmeyen veya pâdişâha arza muhtaç olmayan resmî ve husûsî işler pâdişâhın mutlak vekili olan sadrâzamın ikindi dîvânında müzâkere edilerek karâra bağlanırdı. Dîvân-ı hümâyûnun ehemmiyeti on yedinci asrın sonlarına kadar devam etti. Üçüncü Ahmed zamanında (1703-1730) haftada bir gün veya daha seyrek toplanan Drvân-ı hümâyûn bilâhere tamamen ihmâl ve terk olunarak, bütün işler sadrâzam dâiresine intikâl etmiştir.
Dîvân-ı hümâyûn, mûtâd toplantılarından başka kapıkulu askerlerine ulufe dağıtımı için üç ayda bir fevkalâde toplanırdı. Gelen yabancı elçiler de, bu vesile ile sadrâzamla görüşürler ve daha sonra pâdişâhın huzuruna çıkarlardı. Buna Galebe dîvânı denirdi. Pâdişâhın tebealarıyla ve bilhassa askeri sınıflarla vasıtasız görüşmesi gayesiyle tahtın Bâb-üs-seâde denilen sarayın üçüncü kapısı önünde kurulması suretiyle akdedilen olağan üstü toplantılara ise Ayak dîvânı denirdi. Ayak dîvânları ekseriyetle ihtilâl veya karışıklık zamanlarında olurdu. Sultan burada halkla veya askerle doğrudan doğruya görüşür ve dertlerini dinlerdi. Ayak dîvânının mühim ve acele işleri müzâkeresi ve derhâl bir karâra varılması için sultânın veya serdâr-ı ekremin başkanlığında saray dışında, meselâ sefer zamanlarında ordunun bulunduğu yerde toplandığı da olurdu. Bu sırada müzâkerelere yalnız devlet ricali ve tecrübeli komutanlar katılırlardı.
Dîvân-ı hümâyûnun asıl âzâları; vezîriâzam, kubbe vezirleri, sadreyn ismi de verilen Rumeli ve Anadolu kazaskerleri, defterdâr ve tevkiî (nişancı) idi. Bunlardan başka dîvânda ayakta hizmet gören reis-ül-küttâb, çavuşbaşı ve kapıcılar kethüdası vardı. Fâtih devrine kadar dîvâna bizzâd pâdişâhlar başkanlık ederdi. Daha sonra pâdişâh adına vezîriâzam başkanlık etti. Pâdişâh nerede bulunursa dîvân orada toplanırdı. Fâtih Sultan Mehmed Han zamanında dîvân her gün toplanmakta olup, haftada dört gün, pâdişâhın huzuruna arza girilirdi. Dîvân-ı hümâyûn toplantıları on altıncı asırdan itibaren dört güne indirildi. Dîvân-ı hümâyûna gelecek erkân, sabah namazını çok defa Ayasofya Câmii’nde kılardı. Yeniçeri ocağı ile süvari bölükleri ağaları ve bir mikdâr Yeniçeri, sarayın Bâb-ı hümâyûn denilen kapısı önünde iki sıra hâlinde dizilirlerdi. Dîvân erkânı namazdan sonra buradaki yerlerini alırlardı. En son vezirler gelir, her vezir geldikçe yeniçeri ağası atını ileri sürüp gelen vezîri selâmlar ve geri çekilirdi. Bu sırada duâcı meydana çıkıp duâ eder ve Fatiha dedikten sonra, Bâb-ı hümâyûn kapıcıları kapıları açarlardı. İçeriye önce kapıcılar kethüdası ve reis-ül-küttâb, daha sonra erkân-ı dîvân girerdi. Çavuşbaşı ve kapıcılar kethüdası, vezirleri orta kapının iç tarafında karşılar, önlerine düşüp ellerindeki gümüşlü asaları yere vura vura vezir yolu denilen yoldan dîvân mahalline doğru giderlerdi. Veziriâzâm, sabah namazını kendi konağında kıldıktan sonra dîvâna gitmek üzere hazırlanır ve dîvân âzalarının tamamen geldiği cebeci çavuşu tarafından haber verilmesi üzerine divanhâneye gelirdi.
Tarihçi Gelibolulu Mustafa Âli’nin yazdığına göre, üçüncü Murâd zamanına kadar haftada dört gün dîvân ve bu dîvân toplantılarından sonra dört defa da arza girilirken, arza çıkmak çok görüldüğünden arz günleri ikiye indirilmiştir. Toplantı günleri; Cumartesi, Pazar, Pazartesi ve Salı günleri idi. Bu dört günde dîvân-ı hümâyûn üyeleri saraya gelip, işlere bakarlardı. Pazar ve Salı günleri müzâkerelerden sonra vezîriâzam ile diğer vezirler, kazaskerler ve defterdâr arz odasında pâdişâhın huzuruna kabul olunarak, dîvân işleri hakkında her biri ayrı ayrı îzâhât verirdi. Dîvân hey’etine, vezir rütbesinde olmadıkça yeniçeri ağası iştirak etmezdi. Vezir olmayan yeniçeri ağası, arz günlerinde dîvân üyelerinden önce arza girip yeniçeri ocağı ile ilgili mes’eleleri söyler, sonra maiyetiyle beraber ağa kapısına giderdi. Dördüncü Mehmed’in pâdişâhlığı ve Fâzıl Ahmed Paşa’nın sadrâzamlığı zamanında evvelâ Avusturya ve sonra Leh seferleri dolayısıyla Pâdişâh Edirne’de bulunduğundan, dîvân müzâkerelerini yalnız arz günlerine inhisar ettirerek, haftada iki gün yâni Pazar ve Salı günleri toplanması kararlaştırılmıştı. Pâdişâh 1677’de İstanbul’a gelince yine aynı surette haftada iki gün olarak devamı emredilmişti. Bu durumda devlet işleri yavaş yavaş sadrâzamların ikindi dîvânlarına yükletilmiş oluyordu. İkinci Ahmed’in saltanatının son senelerinde haftada iki gün toplanan dîvânın azlığı ve iş sahihlerinin mağduriyeti göz önüne alınarak bu hükümdarın emriyle dîvân toplantıları eskisi gibi haftada dört gün olmuştu.
Dîvân toplantılarının on sekizinci asrın başlarında üçüncü Ahmed zamanında haftada iki ve sonra bire indiği görülmektedir. Daha sonraki devirlerde dîvân toplantıları büsbütün terkedilip, pâdişâhların irâdeleri alınmak için telhisçi gönderilmek suretiyle paşa kapısında görülür olmuş ve dîvân akdi üç ayda bir kapıkulu ocaklarına maaş verme ve yabancı elçi kabulü, şekline dönüşmüştür.
Dîvân-ı hümâyûnun Topkapı Sarayı’nda kubbealtı denilen binasını, Kânûnî Sultan Süleymân zamanında vezîriâzam Dâmâd İbrâhim Paşa yaptırmıştır. Bundan evvel, sonradan eski dîvânhâne denilen başka bir dîvân toplantısı yeri vardı. Dîvân-ı hümâyûn binası, ikinci yer veya alay meydanı denilen orta kapı ile Bâb-üs-seâde arasındaki sahada sol kısımdadır. Kubbealtı veya dîvân-ı hümâyûn binası esas îtibâriyle üç kubbe altındadır. Bu kubbelerden birisi dîvân üyelerinin toplandığı müzâkere salonudur. Burada hey’etin oturacağı yerler belirlidir. Salonda vezîriâzam ve diğer vezirlerin oturdukları mahallin üzerinde pâdişâhların müzâkereleri dinledikleri kasr-ı adl veya kasr-ı sultanî denilen kafes pencereli yer bulunmakla idi. Defterdârların arkasında ikinci kubbe altında; büyük ve küçük rûznâmeciler, baş muhasebeci, Anadolu muhasebecisi, suvâri ve piyade muhasebecileri, cizye muhasebecisi, haremeyn muhasebecisi, mensuh mukâtaalar âmiri, İstanbul, Eğriboz, Bursa, Avlonya, Kefe, Haslar mukâtaacıları, mâden mukâtaacısı, mevkûfâtçı, testimâtçı, şıkk-ı sâni varidatçısı, teşrifatçı, cedîde-i evvel, cedîde-i sânî, büyük ve küçük kal’a tezkirecileri, mâliye tezkirecisi, küçük muhasebeci, beratların tarihçisi, haremeyn mukâtaacısı ve divitdârlar bulunurlardı. Bunlar dîvân hocaları olup maiyetlerinde halîfe ve şâkirdleri vardı. Hepsinin derecelerine göre yerleri muayyendi. Bu kubbeye bitişik üçüncü kubbe altında yukarıda sayılan kalem reislerinin dâirelerinin defterleri, sandıklar içinde dururdu. Bu kısmın kapısı her dîvân günü sadrâzamdaki mühr-i hümâyûnla mühürlenip açılırdı. Bunun haricindeki kubbe arasında reis-ül-küttâb ile dîvân-ı hümâyûn kâtiplerinin dâireleri vardı. Kubbealtı haricindeki sedirler üzerinde matbah emîni, şehremini, arpa emîni, gümrük emîni, tersane emîni. koyun emîni ve mîmâr ağa oturup bir iş olur diye emir beklerlerdi.
Divan müzâkeresine önemli işlerden başlanırdı. Sefirlerin teklifleri ve verilecek cevaplar, eyâletlerin ihtiyâçları, devletlerle olan münasebetlere dâir mes’eleler, halkın şikâyet ve dilekleri, arazî dâvaları vesaire dîvân müzâkerelerinin mevzûlarındandı. Dâva görülürken, dâvâcı ve dâvâlı, dâvalarını kendileri savunurlardı. Dâvâcı veya dâvâlı Türkçe bilmiyorsa, dîvân tercümanı, onun şikâyet veya savunmasını tercüme ederdi. Davacılar kafile kafile kapıcılar ve çavuşlar vasıtasıyla getirilip sıraya dizildikleri yerden çavuşbaşı ve kapıcılar kethüdası vâsıtası ile dîvâna girerlerdi. Dâvaları hâlledilip karar verildikten sonra, kararlar kendilerine tebliğ olurdu. Sadrâzam dâva dinlerken, iki taraftan tezkireciler, çavuşbaşı ve kapıcılar kethüdası ayakta dururlardı. Tezkireciler nöbetleşe ve yüksek sesle sadrâzamın önündeki arz-ı hâlleri (dilekçe) okurlar ve ona göre verilen kararları kaydederlerdi. Bu müzâkere esnasında tevcihat varsa onlar da yapılırdı. Hukukî, şer’î dâvalara da bakılırdı Kazaskerler kendilerine havale olunan dâvaları dinlerler ve gerekli hâllerde kendi mahkemelerine havale ederlerdi. Sadrâzam, kazaskerlere havale ettiği dâvayı önemli gördüğü zaman, hâkimden o hususa dâir izahat isterdi. Eğer hükmü yeterli görmezse, müdâhele ederek dâvayı iptal edebilirdi.
Dîvânda şikâyetçi fazla olduğu zaman, sadrâzamın izni ile ikinci vezir de dâva dinlerdi. Fakat bu vezir, azil, tâyin ve yevmiye zammına dâir konular hakkında karar vermez, bunları sadrâzama bırakır ve ikinci derecedeki dâvaları hallederdi. Dîvânın tatil zamanı geldiğinde, çavuşbaşı elindeki âsâsını yere vurur ve bu işaret üzerine çavuşlar ve diğer hizmetliler divanhâneden dışarı çıkarlar ve daha sonra sofralar kurulur, matbah-ı âmirede pişirilip getirilen yemekler yenirdi.
Dîvân toplantılarının son bölümünde, vezirler sultânın huzuruna çıkarlardı. Buna arz denirdi. Arz günleri; dîvân, dört gün toplanırken Pazar ve Salı günleri, iki defa toplandığı zaman ise Salı günleri idi. Arz töreni, arz odası denilen köşkte yapılırdı. Bu bina Fâtih Sultan Mehmed Han tarafından yaptırılmıştı. Arz odasına girilmeden önce sadrâzam, sultandan dîvân üyeleriyle huzura kabullerini istiyen ve reis-ül-küttâb tarafından hazırlanmış bir telhisi mühürleyip bir peşkire sardıktan sonra kapıcılar kethüdâsıyla gönderirdi. Kapıcılar kethüdası, çavuşbaşı ile beraber Bâb-üs-seâde’ye gidip, telhisi ya kapı ağasına veya silâhdâr ağaya verirdi. Bu telhis pâdişâha takdim edilip muvafık cevap alınınca, telhis ile beraber kapıcılar kethüdası ve çavuşbaşı geri dönerlerdi. Telhisi sadrâzam karşılar ve ayakta alırdı. Bu müsâde üzerine arza önce vezir veya dîvân heyetine dâhil olmayan yeniçeri ağası girer ve ocak hakkında bilgi verirdi. Yeniçeri ağası sultânın huzuruna girmeden önce sadrâzamla görüşürdü. Daha sonra sadrâzam ve diğer dîvân üyeleri huzura kabûl edilirlerdi. Pâdişâhın tahtının sağ yanında sıra ile dizilen dîvân üyeleri, sultâna anlatılacak konuları Rumeli beylerbeyinden başlamak üzere küçük dereceden büyüğe doğru her vezir ayrı ayrı anlatırdı. En son sadrâzam konuşurdu. Önceleri sultan, dîvân üyelerini, yanında mîr-i âlem, kapı ağası, hazînedârbaşı ve kapıcıbaşı olduğu hâlde kabul ederken, on yedinci asrın ikinci yarısından sonra yalnız kabul etmeye başladı. Arz işi bittikten sonra dîvân üyeleri kubbe altına gelirlerdi. Bu sırada çavuşbaşı gelerek, sadrâzamdan mühr-i hümâyûnu alıp, dîvân başlarken açılan defterhâne ve hazîne ve benzerlerini mühürler ve mührü getirip tekrar verirdi. Böylece Dîvân-ı hümâyûnun günlük çalışması sona ererdi.

Dîvân-ı Hümâyûn Üyeleri

Veziriazam: Veziriazamlar, pâdişâhın mutlak vekilidir. Kanunnâmelerde yazıldığına göre sadrâzamlar, devletteki ilmiye tevcihleri de dâhil olmak üzere bütün tâyin ve aziller, katller, terfî ve ilerlemelerde birinci derecede mercî olup, her iş onun emir ve müsâdesiyle olurdu. Sadrâzamlar sefere gittikleri zaman, devlet merkezindeki işleri görmeleri için, vekil olarak bir veziri kaymakam bırakırlardı. Buna rikab-ı hümâyûn veya sadâret kaymakamı denilirdi. Sadâret kaymakamı da gerek dîvân-ı hümâyûnda, gerekse paşa kapısında dîvân toplandığı zamanlarda görülen işleri müstakil defterlere yazdırır, buna da rikab defteri ismi verilirdi (Bkz. Sadrâzam).
Kubbe Vezirleri: Veziriazamdan sonra gelen diğer vezirler; ikinci, üçüncü, dördüncü vezir şeklinde adlandırılırdı ve sayıları yediye kadar çıkabilirdi. Dîvân müzâkerelerinde ve siyâsî herhangi bir işin hâllinde de tecrübeli devlet adamları olan bu kubbe vezirlerinin fikirlerinden istifâde edilirdi.
On yedinci asrın başından itibaren defterdâr, nişancı ve kaptanpaşaların vezirlikleriyle beraber vezirlerin sayısı artmıştır. Hattâ bâzı beylerbeyiliklere tâyin edilen zevâta da vezirlik rütbesi verilmiştir.
Kazaskerler: 1480 senesine kadar bir tane iken bu târihten sonra Rumeli ve Anadolu kazaskerlikleri ismi ile ikiye ayrılmıştır. Yavuz Sultan Selîm zamanında Doğu ve Güneydoğu Anadolu’nun ilhakı üzerine 1516’da Arap ve Acem kazaskerliği ismi ile üçüncü bir kazaskerlik kuruldu ise de iki sene sonra lağvedilmiş ve kazaskerlik eskisi gibi ikiye inmiştir. Kazaskerler dîvânda şer’î mes’elelere bakarlardı (Bkz. Kazasker).
Nişancı veya Tevkiî: Devlet kânunlarını iyi bildiğinden, gerektiğinde bu mes’eleler hakkında fikri alınırdı. Dîvândan pâdişâh adına sâdır olan fermanlara tuğra çekmek bunların vazifesi idi. Dîvân üyesi olmasına rağmen, vezir rütbesinde olmadıkça arz günlerinde pâdişâhın huzuruna giremezlerdi. Defterhânedeki tahrir defterlerine bizzat nişancılar yazı yazabilirdi (Bkz. Nişancı).
Defterdârlar: Defterdâr, pâdişâhın malının vekîlidir. Defterdârlık teşkilâtına Bâb-ı defterî de denilir. Başdefterdârdan sonra Anadolu mâlî işlerini görmek için Anadolu defterdârı gelirdi (Bkz. Defterdâr).
Gerek dîvân-ı hümâyûn ve gerekse bâb-ı asafîde çalışanlardan on dokuzuncu asırda Osmanlı kabînesi meydana gelmiştir. Bunlar:
Sadrâzam,
Sadâret kethüdâlığı: 1835 senesinde Umûr-ı mülkiye nezâreti ve 1837 senesinde Dâhiliye nezâreti olmuştur. Reîs-ül-küttâblık: 1836’da Umûr-ı hâriciye nezâreti olmuştur.
Defterdârlık: 1838 senesinde Mâliye nezâreti olmuştur.
Çavuşbaşılık: 1836 senesinde Deâvî nezâreti ve 1870 yılında Adliye nezâreti olmuştur.
Yeniçeri Ağalığı:1826’da Seraskerlik, 1908’de ise Harbiye nezâreti olmuştur.
Kapdân-ı deryalık: 1878’den sonra Bahriye nezâreti olmuştur.
Böylece Osmanlı kabînesine kazaskerler alınmamış, buna mukabil şeyhülislâm dâhil edilmiştir.
Dîvânda görevlilerin en önemlisi dîvân çavuşu ve yardımcıları idi. Bunlar Dîvân-ı hümâyûna çağrılmaları gerekenleri getiren ve icra kuvvetine hizmet eden atlı bir sınıftı. Bunlara dîvân-ı hümâyûn çavuşları denirdi.
Çavuşbaşıya aynı zamanda dîvân beyi ünvânı verilirdi. Çavuşbaşı halkın istek ve dileklerini dîvâna takdîm ederdi. Dîvânın tertip ve intizâmının muhafazası çavuşbaşıya aitti. Dîvân çavuşları yevmiyeli tımarlı ve zeâmetli olmak üzere iki kısımdı. Dîvân günlerinde arkalarında çuha feraceleri ile dîvânhânenin yanında kendilerine âid yerde oturup emir beklerler ve davacıları çağırarak dîvâna getirirlerdi. Mübaşirlik etmek, ihzar işleriyle meşgul olmak da bunlara aitti. Ayrıca tahsîlât gibi işler için eyâletlere gönderildikleri de olurdu. Gedikli çavuşlar bir fermanı vâliye veya diğer ilgililere vermek üzere gönderilirlerdi. Bunlar on altı ve on yedinci asırlarda yabancı memleketlerde me’mur olarak vazifelendirilirlerdi.

Dîvân-ı hümâyûn kalemleri

Dîvân-ı hümâyûnda reîs-ül-küttâblık ile maiyeti olan beylikçinin nezâretleri altında çeşitli kısımlara ayrılmış Dîvân-ı hümâyûn kalemleri bulunmaktaydı. Üç dairenin şefi durumunda olan beylikçi, çok önemli ve fevkalâde ehemmiyeti olan gizli yazışmaların bizzat müsveddelerini yapar ve kendisine bağlı dâirelerden yâni beylikçi, nişan veya tahvil ve rüûs kalemlerinden gelen berât, ferman ve tahrîrâtları görüp, işaret koyardı. Beylikçi, Tanzîmât’a kadar reis-ül-küttâbın muavini sayılırdı. Sultan İkinci Mahmûd Han devrinde, reis-ül-küttâblık Hâriciye nezâreti ünvânını alınca, beyiikçilik sadâret makamına bağlandı ve yarı müstakil bir şekilde idare edildi.
Dîvân-ı hümâyûn kalemleri, Bâb-ı âlînin iyice kurulmasından yâni paşa kapısı veya Bâb-ı asafî denilen sadrâzam dâiresinin bütün devlet işlerini üzerine almasından önce beylik, tahvîl, rüûs ve daha sonra ilâve edilen âmedî kalemi olmak üzere başlıca dört kısımdı ve âmirlerine kesedârdenirdi.
Âmedî Kalemi: Reîs-ül-küttâbın özel kalemi olup, aynı zamanda bütün dışişleriyle meşgul olur ve sadrâzamlıkla sarayın irtibatını te’min ederdi. Pâdişâha, sadrâzam tarafından yazılacak tahrîr, telhis ile yabancı devletlerle yapılacak anlaşmalara dâir ahidnâme ve musâlahanâme suretleri, sadrâzam tarafından yabancı devletlere gönderilen mektup müsveddeleri ve protokoller, elçi, konsolos, tercüman ve yabancı tüccarlara âid yazışmalar buradan yazılır ve muhafaza edilirdi. Kalemin şefine Âmedci denirdi. Âmedci, reîs-ül-küttâb’ın özel kalem müdürü durumunda idi.

Beylikçi veya Dîvân Kalemi

Dîvânda müzâkere olup karâra bağlanan işlerin, îcâb eden yerlere havalesi ve dîvân sicillerinin tutulması ile vazifeli idi. Ferman ve berâtlar burada yazılırdı. Dîvân işleri, Dîvân-ı hümâyûnda gorülmeyip, paşa kapısına nakledildikten sonra beylikçiliğin önemi artmıştır. Beylik veya dîvân kaleminde müdür olan kesedardan başka; kanuncu, îlâmcı ve mümeyyiz adında üç âmir daha bulunurdu. Kanuncu, Osmanlı kânunlarının muhafızı olup, umûmî kanunnâmelerden, her hangi bir maslahatla ilgili kendisine havâle olunan kânun maddesini çıkarır ve reisin emriyle bunu yazıp takdim ederdi. Îlâmcı, kendi dairesindeki işler hakkınaa rapor tanzim etmekle mükellefti. Mümeyyiz ise, dâire kâtiplerinin yazdıklarını tashih edip düzeltirdi
Tahvil Kalemi: Bu kaleme nişan kalemi veya kese kalemi de denilirdi. Vezir, beylerbeyi, sancakbeyi beratlarıyla vilâyet kâdılarının beratları, zeamet ve timârların kayıtları burada tutulurdu. Bir kimseye zeamet veya timâr verilince, önce derkenar olmak yâni kenarına yazılmak üzere defterhâneye gider ve derkenar olup, buyruldusu alındıktan sonra tahvil kalemine gönderilirdi.
Rüûs Kalemi: Bu kaleme rüûs-i hümâyûn kalemi de denilirdi. Vezir, beylerbeyi, sancakbeyi ve vilâyet kâdısı derecesine çıkmış, ilmiye sınıfı hâriç olmak üzere, bütün devlet me’muriyetlerine girenlerin veya kendilerine evkafdan vazife verilenlerin muâmeleleriyle meşgul olup, kayıtlarını tutardı. Hazîne ve evkaftan maaş ve tahsisat alanların maaş işlerine burası bakar ve bütün işler bu kalemden sorulurdu. Rüûs kaleminde, rüûs kalemi rüûsları, ordu rüûsları, rikâb-ı hümâyûn rüûsları olmak üzere üç çeşit rüûs vardı. Tahvil ve rüûs kalemleri bugünkü özlük işlerinin görevini yaparlardı.
Teşrifatçılık: Dîvân-ı hümâyûndaki mühim vazifelerden biri de Kanunî Sultan Süleymân tarafından ihdas edilen teşrifatçılık idi. Teşrifatçı, gerek saray ve dîvân-ı hümâyûnda ve gerek sadrâzam konağında yapılan merasimlerde, elindeki defter gereğince, protokolü tatbik ederdi. Teşrifatçının emri altında bir teşrifat kalemi vardı. Kalem şefi olan teşrifatçıdan sonra, derece sırasıyla muavin olarak teşrifat kesedarı, teşrifat halîfesi, kaftancı başı ve teşrifat kesedârı yamağı gelirdi. Teşrifat halîfesi veya teşrifatçı kalfası ve kesedar saray ve devlet merasiminin tekmil sicillerini muhafaza etmekle mükellefti. Kaftancıbaşı ise pâdişâh veya sadrâzamın huzurlarına kabul edilecek olanlara giydirilecek hil’atlert muhafaza eder ve îcâb ettikçe çıkarırdı.
Vak’anüvislik: Vaka yazarlığı anlamına gelip resmî tarihçi idi, Osmanlılarda bu isimle resmî me’mûriyet ve kalem on sekizinci asrın başında kurulmuştur. Vak’anüvisler, devletçe zabıt ve tahrîri kendisine verilen vesikaları kayıt ederdi. İlk meşhur vak’anüvis, tarihçi Mustafa Nâimâ Efendi’dir.
Mühimme Odası: 1797 târihinde çıkan nizâmnâme ile, dîvân veya beylikçi kalemlerindeki mühimme nüvislerin (yazanların), bir yerde çalışmaları için bu oda kurulmuştur.
Dîvân-ı hümâyûn kalemlerinin şeflerine hâcegân ve bir kalemin en kıdemli me’muruna halîfe denirdi.
Dîvân-ı Hümâyûn Defterleri: Dîvân-ı hümâyûnda çeşitli işler hakkında tutulmuş pek çok defter, vardı. Kalemlerin herbirinde bir defter bulunur, kanunnâme ve kararların birer örneği aynen bu defterlere yazılırdı. Çok dikkatli ve îtinâlı tutulan bu defterler, dâima bir müracaat yeri idi. Eski bir muamele veya bir iş mevzubahis olunca, bunlara bakılır ve bulunan malûmata göre bilgi verilerek gerekli muamele yapılırdı. Bunlar arasında en önemlileri; mühimme, ahkâm, tahvil, rüûs, nâme, ahid-nâmedefterleridir.
Mühimme Defterleri: Dîvân-ı hümâyûnun muntazaman toplandığı zamanlarda, görüşülen siyâsî, içtimaî, mâlî, idarî ve örfî kararların kayıtlarını ihtiva eden defterlere mühimme defterleri denir. Dîvân toplantılarında zabıt tutma usûlü olmayıp, görüşülen işin neticesi, yâni karar sureti dîvân kâtipleri tarafından kaleme alınırdı. Bu karar suretini daha sonra reis-ül-küttâb gözden geçirip tashîh eder ve sonra îcâb eden yere yazılır ve nihayet Nişancı tarafından hüküm veya fermanın tuğrası çekilirdi. Dîvân-ı hümâyûn işlerinin Bâb-ı âlîye nakli sırasında mühimme defterleri de oraya taşınmıştır. Elde mevcut mühimme defterleri on altıncı asrın ortalarında başlamış olup, bir kaç çeşittir. Biri normal dîvân görüşmelerine aittir. Diğeri gizli olarak yazılan hüküm ve fermanları içine alan mektûm yâni gizlenmiş mühimme defterleridir. Savaş zamanlarında lâzım olan defterler sadrâzam ve serdâr-ı ekrem ile birlikte sefere gönderildiğinden, seferdeki görüşmelere âid tutulan mühimme defterlerine ordu mühimmesi denilmektedir. Sadrâzamın seferde bulunması dolayısıyla devlet merkezinde rikab-ı hümâyûn kaymakamının başkanlığında toplanan dîvân veya meclisteki görüşmelere âid tutulan defterlere rikabmuhimmesi ismi verilmiştir.
Ahkâm Defterleri: Bâzan bir eyâlete ve bâzan da çeşitli eyâletlere âid olarak tutulmuşlardır. Ahkâm defterleri seferde sadrâzamın ve devlet merkezinde sadâret kaymakamının riyasetindeki heyetde olmak üzere iki kısımdı. Bunların içinde kuyûd-i ahkâm-ı mîrî defterleri de bulunmaktaydı. Bu defterlerde vâlilere, kâdılara ve sâireye hitaben yazılan hükümler yer alırdı.
Tahvîl Defterleri: Sadrâzamın emrini müteâkib en son yapılan tahvil muamelesinin yazıldığı defterlerdi. Tahvîl defterleri; atik dîvân defteri, atik kaza defteri, sânî ve sâlis Anadolu defterleri, ordu-yı hümâyûn defteri, nişan-ı hümâyûn, imâmet, hitabet defteri, kaza tahvil defteri, evvel, sânî ve sâlis Rumeli defterleri, mahlûl Anadolu defteri, sancak defteri, nizam defteri, salyâne defteri, paşa defteri, menşur defteri, şerh defteri ve sair isimler altında bir çok defteri ihtiva etmekteydi.
Rüûs Defterleri: Rüûs genellikle küçük me’mûriyet, vazife ve mültezimlere o işin verildiğini gösteren tâyin vesikası olarak küçük berat şeklinde tarif edilmektedir. On altıncı asır rüûs defterlerinde büyük me’mûriyetlere âid beratlar da bulunmaktadır. Rüûs defterlerinin kâdı rüûsları, mukâtaat rüûsu, rikab rüûsu, vakıf rüûsu, müderrislik rüûsu ve zeamet rüûsu gibi çeşitleri bulunmaktadır.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Osmanlı Devleti Merkez Teşkilâtı (Uzunçarşılı); sh. 3
 2) Osmanlı Târih Deyimleri; cild-1, sh. 456
 3) Rehber Ansiklopedisi; cild-4, sh. 178
 4) Mufassal Osmanlı Târihi; cild-3, sh. 1443
 5) Osmanlı Târihi ve Teşkilâtı Ders Notları (Yusuf Halaçoğlu; Elazığ-1984); sh. 110
 6) History of the Ottoman Empire and Modern Turkey; cild-1, sh. 118
 7) Büyük Türkiye Târihi; cild-8, sh. 448

MECELLE


Tanzîmâtın ilânından sonra, medenî hukuk sahasında, Hanefî mezhebinin muamelâta (alış veriş, şirketler, hîbe v.b.) âid hükümlerinin maddeler hâlinde tertibinden meydana gelen kânunlar veya bu kânunları ihtiva eden mecmua. Asıl adı Mecelle-i Ahkâm-ı Adliyye olan ve İslâm hukukunun bir kısmını ihtiva eden Mecelle’nin; yeni bir kânun tekniği, veciz bir şekilde hazırlanmış olması ve ihtiyâçlara cevap vermekteki pratikliği en mühim husûsiyetlerindendir. Mecelle, her müslümanın bilmesi lâzım gelen biri fıkhın târîfi, doksan dokuzu kavâid-i külliye (genel hükümler) olmak üzere yüz maddelik bir mukaddime (önsöz-giriş) dâhil, on altı kitâbdan meydana gelir. Tamâmı birbirini tâkib eden 1851 madde olup, 1877 yılında Abdulhamîd Han zamanında tatbik edilmeye başlanmış, 1926’da yürürlükten kaldırılmıştır.
Osmanlı Devleti’nde, Mecelle’den önce medenî hukuk sahasında olduğu gibi, diğer sahalarda da müracaat kaynağı; İslâm hukuku (fıkıh) kitapları ile bunlara uygun olarak verilen fetvaları toplayan kitaplar ve bunların ışığı altında, şeyhülislâmın tasdîki alınarak çıkarılan kanunnâmelerdi (Bkz. Hukuk ve Kânûnnâme)
Osmanlı Devleti sınırları içinde müslümanlarla gayr-i müslimler arasındaki dâvalar, on dokuzuncu yüzyılın ilk çeyreğine kadar, İslâm hukukuna göre hüküm veren şer’î mahkemelerde görülüyordu. Ancak din bilgileri ile millî his, düşünce ve meziyetlerden mahrum olan Mustafa Reşîd Paşa; Devlet-i aliyye’nin selâmetini, batılı devletlerin Osmanlı Devleti’nin iç ve dış işlerine müşterek olarak müdâhale etmelerinde görüyordu. Bu sebeble 1838’de İngilizlerle, Osmanlı sanayi ve ticâret hayatına ağır darbe vuran Baltalimam andlaşmasını imzaladı. Bir sene sonra da (1839), iyi niyetli fakat tecrübesiz bir pâdişâh olan Abdülmecîd Han’ı aldatarak, tamamen Avrupa’nın istekleri istikâmetinde Tanzîmât fermanını ilân ettirdi. Bu ferman ile geniş haklar elde eden gayr-i Müslimler ve Osmanlı ülkesine ticâret için gelen ecnebiler müslümanlarla, aralarındaki dâvaların kendi mahkemelerinde görülmesini istemeye başladılar. Ayrıca, Tanzîmât fermanının getirdiği batılılaşma düşüncesi neticesinde, Avrupa’nın bilhassa Fransa’nın ticâret kânunları alınmaya başlandı. Alınacak bu kânunların uygulanacakları şer’î mahkemelerden ayrı olarak, önce ticâret, sonra Nizamiye mahkemeleri kuruldu.
Bu mahkemelerde kânun ve nizâmların tatbîki sırasında bâzı zorluklar ortaya çıktı. Mahkemede tatbik edilen, medenî hukuka dayanan ticâret kânunları, Roma hukukunu esas alan Avrupa kânunları idi. Medenî hukuk ise, İslâm hukukuna dayanıyordu. Bu bakımdan, kaynak itibariyle, birbirinden tamamen ayrı oldukları için iki hukuk arasında uyum sağlanamıyordu. Ayrıca ticâret, temyiz ve nizamiye mahkemelerinde çalışan hâkimler de yalnız Avrupa kânunlarını öğrendiklerinden, ana hukuku teşkil eden İslâm hukukuna başvurarak mes’eleleri halledemiyorlardı.
Bu durum karşısında özellikle bu mahkemelerdeki hâkimlerin faydalanacağı bir medenî kânuna ihtiyâç duyuldu. Zâten Tanzîmât’tan sonra hukuk sahasındaki düzenlemelerde, medenî kânun mevzûu mühim bir mes’ele olarak ortaya çıkmıştı. Avrupa kültürü te’sirinde kalan bir kısım devlet adamları bu mahkemelerde Avrupa, bilhassa Fransa medenî kânunlarının uygulanmasına tarafdâr idiler. Hâlbuki bu kânunlar; batı insanının, aile, cemiyet, iktisâd ve siyâset anlayışının birer aynası durumunda olduğundan, Osmanlı cemiyetinin yapısına ters düşüyordu. Cevdet Paşa’ya göre, bir milletin temel kânunlarını böyle değiştirmek o milleti imha etmek (yok etmek) demekti. Netîcede devrin âlimleri böyle bir teşebbüsün karşısına çıktılar.
Bunun üzerine, Vekiller arasında medenî kânun ihtiyâcını karşılamak için 1855 (H. 1272) senesi başlangıcında fıkıh ilminin muamelât kısmına dâir,Metn-i metîn ismiyle bir kitap yazılmasına karar verildi. Rüşdî Molla Efendi’nin başkanlığında, aralarında Ahmed Cevdet Paşa’nın da bulunduğu devrin ileri gelen âlimlerinden teşekkül eden bir hey’et çalışmaya başladı. Alış-veriş bahsini Kitâb-ul-büyû’u hülâsa olarak hazırladı ise de, Metn-i metîn tamamlanmadan cemiyet dağıldı.
Bilâhare 1867 yılında İngiltere, Avusturya, Fransa ve Rusya o zamana kadar yapılanları yetersiz bulduğundan, şer’î mahkemeler dışında kurulan mahkemelerin ve buralarda tatbik edilecek kânun yapma çalışmalarının daha da geliştirilip, genişletilmesi için son haddine varan tazyiklerde bulundular. Yeni yapılacak kânun mevzuunda iki görüş ortaya çrktı. Birisi; Batı kültürü ve hukukunu benimseyen Âlî, Fuâd, Ticâret nâzırı (bakanı) Kabûlî ve Midhat paşaların müdâfaa ettiği görüş; o zamanlar pek çok devletin hukukuna te’sir eden Fransız medenî kânununun alınmasıydı. İstanbul’daki Fransız elçisi Marqui de Mousteir, Âlî Paşa’nın yakın arkadaşı olup, Fransız Code civil’i (medenî hukuku) hakkında malûmat vererek onların bu mevzuda fikirlerini destekliyordu. Aslında onlara bu fikri veren ve müdâfaa ettiren de Marqui de Mousteir idi. Bunların karşısında, kendilerinin de ilmini takdir ettikleri hatta Alî Paşa’ya ders vermiş olan meşhur hukukçu ve tarihçi, zamanın Adliye nâzırı Ahmed Cevdet Paşa ve beraberindekiler bulunuyordu. Onlara göre, hukukun en mühim unsurlarından olan Medenî kânunu, hıristiyan bir ülkeden almak mahzurluydu. Bunlara müslüman halkın uyabilmesi çok zordu. Bu sebeple İslâm medenî kaidelerinin sistemli bir şekilde bir araya toplanması kâfi idi. Hazırlanacak eser, müslümanlar için dînin hükmü, müslüman olmayanlar için ise kânun hükmünde olacaktı. Nihayet iki fikirden birisini tercih maksadıyla, bir kısım vekillerin de iştiraki ile, husûsî bir komisyon kuruldu ve iki taraf dinlendi. Uzun süren münazaralardan sonra, Ahmed Cevdet Paşa gurubunun görüşü uygun bulundu. Ahmed Cevdet Paşa başkanlığında bir komisyon kuruldu. Hanefî mezhebinden alınacak en uygun hükümleri ihtiva edecek bir kitap hazırlamak üzere 1868 yılında Mecelle Cemiyeti adlı resmî bir kurul meydana getirildi. Zaman zaman geçici vazifelerle ayrılmakla beraber, cemiyetin başkanlığını Ahmed Cevdet Paşa yaptı. Mecelle’nin bütün kitablarının hazırlanmasında ifâde kuvveti ve üslûb güzelliğinde Cevdet Paşa’nın rolü büyükdür.
Mecelle cemiyeti tutanağında Cevdet Paşa, şöyle der: “Fıkıh ilminden asrın ihtiyâçlarına göre her gün ortaya çıkan hâdiselere tatbîki yetebilecek bir eserin vücûda getirilmesi işi, âcizlerine havale buyrulmuş olduğundan, irâde gereğince Dîvân-ı Ahkâm-ı Adliye dâiresinde toplanılarak, fıkhın muamelât kısmından vukuu çok olan ve asrın muamelelerine göre gereği açık olan maddeler konusunda büyük Hanefî hukukçularının muteber söz ve reyleri toplanarak çeşitli kitaplara ayrılmak ve Ahkâm-ı adliyeye verilmek üzere bir Mecelle hazırlanmıştır.”
Mecelle cemiyetinin diğer azaları şunlardır:
1- Ahmed Hilmi Efendi: Mecelle’nin bütün kitaplarının hazırlanışına iştirak etmiştir. Kastamonulu olup, tahsilini İstanbul’da yapmıştır. Fıkıh ilminde mütehassıs idi. 1888 yılında vefât etmiş olup, Fâtih türbesi hazîresinde medfûndur.
2- Seyfeddîn İsmâil Efendi: Mecelle cemiyeti çalışmalarının tamâmında bulunmuştur. Harputludur. Ahmed Cevdet Paşa’nın ders arkadaşı idi. Müderrislik ve kazaskerlik payesini kazandı. 1882’de İstanbul’da vefât etti. Kabri Haydarpaşa’dadır.
3- Filibeli Halîl Efendi: Ailesi aslen Bursa’lı olup, Filibe’ye göç etmeleri üzerine o da burada doğdu. Zamanın sayılı âlimlerinden idi. Huzur derslerine iştirak etmiş, sultan Abdülmecîd Han’ın teveccühünü kazanarak saray hocalığı yapmıştır.
4- Şirvânîzâde Ahmed Hulûsî Efendi: Amasya’da doğdu. Mecelle’nin on üçüncü kitabının hazırlanmasında büyük emeği geçti. Galata kâdılığı yaptı. Anadolu kazaskerliği payesini kazandı. 1899’da Amasya’da vefât etti.
5- Kara Halîl Efendi: O zaman Amasya’ya bağlı Mecitözü kazasında doğdu. Konya’da meşhur Vidinli Mustafa Efendi ile Abdurrahmân Efendi’nin derslerinde bulunarak icazet aldı. Fetvâ eminliği yaptı, önce, İstanbul kâdılığı, sonra da Anadolu kazaskerliği payesini kazandı. Osmanlı Devleti’nin 114’üncü ve sultan ikinci Abdülhamîd Han’ın ilk şeyhülislâmı idi. 1880’de İstanbul’da vefât etti. Fâtih Câmii avlusunda medfûndur.
6- Ahmed Hâlid Efendi: İstanbul’da doğdu. 117’nci şeyhülislâm Mehmed Cemâleddîn Efendi’nin babasıdır. Mecelle’nin dokuz kitabında imzası vardır. İstanbul kâdısı oldu. Anadolu kazaskeri payesini kazandı. 1882’de vefât etti. Fâtih Câmii avlusunda medfûndur.
7- Alâaddîn Efendi (İbn-i Âbidînzâde): Hanefî mezhebinde büyük fıkıh âlimi Seyyid İbn-i Âbidîn hazretlerinin oğludur. Şam’da doğdu. Tahsîlini orada tamamlayıp, İstanbul’a geldi. 1868 senesinde Mecelle cemiyeti azâlığına tâyin edildi. Mecelle’nin ilk beş kitabının tedvinine iştirak etti.
8- Ömer Hilmi Efendi: İstanbul’da doğdu. Fetvahane eminliğine tâyin edildi. Çeşitli ilmî rütbeleri kazanarak, hukuk mekteblerinde Mecelle ve İslâm hukuku ile ilgili dersler verdi. Temyiz mahkemesi reîsi iken vefât etti (1889). Ömer Hilmi Efendi, Mecelle’nin son dört kitabının hazırlanmasında emeği geçmiş ve kendisinden çok istifâde edilmiştir.
9- Muhammed Emin Efendi (Bağdâdlı): Bağdâd’da doğdu. Tahsîlini Bağdâd’da tamamladı ve orada müftî oldu. 1867’de İstanbul’a tâyin olundu. Mecelle azâlığına seçildi, ilk kitaptan îtibâren Mecelle’nin dört kitabının hazırlanmasında vazife gördü. 1891’de İstanbul’da vefât etti.
10- Ömer Hulûsî Efendi (Gerdan-Kıran): Gümüşhânelidir. Tahsîlini ikmâlden sonra müderrislik yaptı. Şehzâdelere hocalık yaptı. İstanbul kâdısı oldu. Anadolu ve Rumeli kazaskerliği payelerini kazandı. Mecelle hey’etine seçildi. Mecelle’nin beşinci kitabından itibaren dört kitabın meydana getirilmesinde bîlfiîl çalıştı. Bir ara Cevdet Paşa reislikten uzaklaştırıldığında, cemiyete reislik etti.
11- Yûnus Vehbi Efendi: İstanbul’da doğdu. Tahsîlini ikmâlden sonra, Isparta kâdısı oldu. Mecelle komisyonuna seçildi.
12- Abdüssettâr Efendi: Kırımlıdır. Müderris olarak tedris hayâtına atıldı. Hukuk mektebinde müderrislik yaptı. Fıkıh sahasında derin bilgisi vardı.
13- Abdüllatîf Şükrü Efendi: Mecelle’nin 6, 7 ve 8. kitaplarının hazırlanmasında vazîfe gördü.
14- Îsâ Ruhî Efendi: Şirvan’da doğdu. Tahsîlini tamamlayıp Meclis-i tedkîkât-ı şer’iyye âzâlığına tâyin olundu. Mecelle cemiyetinde vazîfe alarak Mecelle’nin beşinci kitabı olan Kitâb-ür-Rehn’in hazırlanmasında vazîfe gördü. İstanbul’da vefât etti.
1885 târihinden itibaren, fetva emîni Muhammed Nûrî Efendi, Meclis-i maârif reisi Ali Haydar Efendi, Meclis-i tahkikat âzasından El-Hac Muhammed Efendi, Sadreyn müsteşarı Abdullah Şâkir Efendi de, yeni üye olarak cemiyetin çalışmalarına iştirak etmişlerdir.
Mecelle hey’eti muayyen günlerde toplanır, yazılacak mevzûların tertib ve tahrîri görüşülerek, kaleme alınmak üzere içlerinden birine havale olunurdu. Karar yazıldıktan sonra da tekrar kısım kısım maddeler üzerinde bir daha görüşülür, sonra kabul olunan şekilde tesbit olunur ve her madde yazılış bakımından, reis Cevdet Paşa’nın tashîhinden geçerdi.
Her kitap hazırlandıkça eshâb-ı mucibe (gerekçe) mazbatasıyla (tutanağıyla) meclis-i vükelâya (vekiller meclisi) takdîm olunur, meclis-i vükelâ da iyice müzâkereden sonra bâzı mühim maddelerin esbâb-ı mûcibesi gösterilerek arz tezkeresiyle (yazısıyla) hilâfet makamına takdîm edilirdi. “Mucibince (gereğince) amel oluna” irâdesi çıktıktan sonra mâbeyn-i hümâyûn (saray) baş kâtipliğinden çıkan irâde, sadrâzamlık makamına tebliğ edilirdi.
Mecelle’nin kitapları muhtelif târihlerde, ayrı ayrı neşredilerek yürürlüğe konmuştur. Mukaddime ile bey ve şirâ (alış-veriş) mevzuunu ihtiva eden ilk kitabı 1870’de, on altıncı ve sonuncusu olan kaza kitabı da 1877’de neşredilmiştir.
On altı kitabın isimleri ve içerisindeki madde mikdârı şöyledir:
1- Kitâb-ul-büyû’ (alış-verişle ilgili hükümler): Bir mukaddime ile yedi bâbdan teşekkül eder.
2- Kitâb-ul-İcâre (Kira ile ilgili hükümler): Bu mukaddime, sekiz babı ihtiva eder. Altı yüz onbirinci maddeye kadardır.
3- Kitâb-ul-Kefâle (Kefalet ile ilgili hükümler): Bir mukaddime ile üç bâbdan meydana gelir. Altı yüz yetmiş ikinci maddeye kadardır.
4- Kitâb-ul-Havale (Havale ile ilgili hükümler): Bir mukaddime, iki bâbtır. Yedi yüzüncü maddeye kadardır.
5- Kitâb-ür-Rehn ve Kitâb-ül-Vedîa (Rehin ve vedîa ile ilgili hükümler): Bir mukaddime ile dört bâbtır. Yedi yüz altmışbirinci maddeye kadardır.
6- Kitâb-ül-Emânât (Emânet ile ilgili hükümler): Bir mukaddime ile üç bâbtır. Sekiz yüz otuzikinci maddeye kadardır.
7- Kitâb-ül-Hîbe (Bağışlama ile ilgili hükümler): Bir mukaddime ile iki bâbtır. Sekizyüz seksen ikinci maddeye kadardır.
8- Kitâb-ül-Gasb vel-İtlâf (Başkasının malına el koyma ve ziyân etme ile ilgili hükümler): Bir mukaddime ile iki bâb’a taksim olunmuştur. Dokuz yüz kırkıncı maddeye kadardır.
9- Kitâb-ul-Hacr vel-ikrâh veş-Şufa (Tasarrufdan men, icrah ve şuf’a ile ilgili hükümler): Bir mukaddime ile üç babı ihtiva eder. Bin kırk dördüncü maddeye kadardır.
10- Kitâb-üş-Şirket (Ortaklıklarla ilgili hükümler): Bir mukaddime ile sekiz bâbtır. Bindört yüz kırk sekizinci maddeye kadardır,
11- Kitâb-ül-Vekâle (Vekâletle ilgili hükümler): Bin beş yüz otuzuncu maddeye kadardır.
12- Kitâb-üs-Sulh vel-İbrâ (Sulh ve ibra ile ilgili hükümler): Bin beş yüz yetmiş birinci maddeye kadardır.
13- Kitâb-ül-İkrâr (İkrarla ilgili hükümler): Diğer kitaplarda mevcûd olan mukaddime kısmıbu kitapta yoktur. Dört bâb üzerine tedvîn edilmiştir. Bin altı yüzon ikinci maddeye kadardır.
14- Kitâb-üd-Da’vâ (Dâva açma ve dâvaların görülmesi ile ilgili hükümler): Bir mukaddime ve iki bâbtır. Bin altı yüz yetmişbeşinci maddeye kadardır.
15- Kitâb-ul-Beyyinât vet-Tahlîf (Deliller ve yeminle ilgili hükümler): Bir mukaddime ile dört bâbtır. Bin yedi yüz seksen üçüncü maddeye kadardır.
16- Kitâb-ül-Kazâ (Hüküm verme ile ilgili hükümler): Bir mukaddime ile dört babı ihtiva eder. Bin sekiz yüz elli birinci maddeye kadardır.
Görüldüğü gibi Mecelle’de mevzular, kitab başlığı altında toplanmıştır. Her kitab ile alâkalı ıstılahlar (terimler) o kitabın mukaddimesi (girişi) olarak verilmiş, sonra bu kitaplar, mevzuları içerisindeki farklılıklara göre bâblara, bâblar da fasıl denen kısımlara ayrılmıştır. Bir kitabda yeri geldikçe yakın alâka ve irtibatından dolayı başka kitabın mevzûundan bahsedilmiştir. Bu, tertip bakımından bir kusur değildir. Nitekim fıkıh kitaplarında ve bugünkü kânûnî mevzûâtda da durum böyledir. Kitaplardaki hükümler maddeler hâlinde sıralanmış, bâzı maddeler, fetva kitaplarından misâl olarak alınan mes’elelerle îzâh edilmiştir.
Mecelle’de kazuistik (mes’eleci) bir metod tâkib edilmiştir. Bu sebeble mes’eleler ayrı ayrı ve teferruatlı bir şekilde tanzim edilmiş, her mes’eleye göre ayrı ayrı kaideler ihtiva eden kânunlar hazırlanmıştır. Mecelle’nin bu metodla hazırlanmasında kaynaklık eden fıkıh kitaplarının da aynı tarzda hazırlanışı yanında, kaidelerin mes’elelere tatbik edilmiş olarak ortaya konması ve tatbîk edici mevkiindeki hâkimlere kolaylık olması gayesinin güdülmesi de rol oynamıştır.
Bütün bunların yanında Mecelle’ye muhteva olarak bakıldığında ekseriyetinin borçlar hukuku ile az bir kısmın eşya ve kaza (yargılama) hukukuna âid olduğu görülür. Mecelle cemiyeti tarafından hazırlanan mazbatada (tutanakda) da ifâde edildiği gibi, Mecelle’nin hazırlanmasında birinci derecede maksad; gelişen ticarî muamelelerle, ortaya çıkan problemleri hâlletmek, şer’î mahkemelerden çok, Nizamiye mahkemelerindeki hâkimlerin işlerini kolaylaştırmak, mümkün olduğu kadar İslâm hukukuna uymalarını te’min etmek olduğundan; fıkıh ilminin sâdece muamelât kısmı (kısmen borçlar, aynî haklar, şahsın hukuku ve usûl) tedvin edilerek (derlenip, toparlanarak) modern mânâda medenî hukuk tâbirinin ihtiva ettiği, aile, mîrâs ve diğer mevzuat ile ilgili mes’eleler, İslâm hukukuna göre dâvalara bakan şer’î mahkemelerde görüldüğünden bu mevzuların Mecelle’ye dâhil edilmesine lüzum görülmedi. Fakat sonraki târihlerde bu mevzuat üzerinde de çalışma yapıldı.
Mecelle cemiyeti, on altıncı kitabdan sonra, Mecelle’nin ikmâli ve lüzumlu değişiklikler ve izâhların konması mânâsında tâdiller yapmıştır. Bu suretle Mecelle cemiyeti, Mecelle ile ilgili çalışmasını 1888’e kadar devam ettirmiştir.
Mecelle cemiyeti bundan sonra hukuk mahkemesi usûlüne dâir 157 maddelik bir kânun lâyihası hazırladı ve Şûrâ-yı devlete takdîm etti. Fakat Şûrâ-yı devlet, müzâkere sırasında, Fransa ceza muhakeme usûlünü esas alarak değişiklikler yaptığı için, Mecelle cemiyeti bunu kabul etmedi. Harb sebebiyle Meclis-i meb’ûsân da çalışamadığından bu lâyiha kânunlaşamadı.
Bu sırada Mecelle cemiyetinin çalışmaları yavaşladı. Nitekim İkinci Abdülhamîd, Ahmed Cevdet Paşa’dan ne ile meşgul olduklarını sorduğunda, cemiyetin önceki çalışmalarından bahsettikten sonra, hâlen haftada bir toplandıklarını arz edince, Sultan, cemiyetin ihtiyâç hâsıl olduğunda tekrar toplanabileceğini ifâde ile kapattı (1889).
Daha sonra, Mecelle aile kânununa yer vermediği için, duyulan ihtiyâç üzerine 1917’de yine İslâm hukukuna göre 157 maddelik bir Hukûk-ı Aile Kararnamesi çıkarılmışsa da, 1919’da yürürlükten kaldırılmıştır.
1921’de yine, Mecelle’ye, lüzumlu görülen ilâve tadilât yapmak üzere bir Mecelle ta’dîl komisyonu kuruldu. Komisyonun ilâve ettiği maddeler arasında; “îcâb ve kabul, telefon ve telgrafla dahî olur” gibi yeni maddeleri vardır.
Bundan sonra 1923’de Ahkâm-ı şahsiyye ve aynı yılda kurulan Usûl-i muhâkemât, ikmâl ve Kânûn-ı medenî, Ukûd ve Vâcibât komisyonları Mecelle üzerindeki çalışmalarını devam ettirdi.
1926’da bâzı değişikliklerle tamamen tercüme ettirilen İsviçre medenî kânunu ile bu kânun içinde yer alan borçlar hukuku kabul edilip, yürürlüğe girdi. Böylece 57 seneden beri tatbik edilen Mecelle, tatbikat kânununun; “Kânûn-ı medeniyye borçlar kânununa muhalif olan ahkâm ile Mecelle mülgadır” diyen 43. maddesiyle mer’iyyetten kaldırılmış oldu. Bununla yalnız Mecelle değil, İslâm hukukunun kaldırıldığı îlân edilmiş oldu.
Mecelle ilk kitabının mer’iyyete giriş senesi olan 1869 (H. 1286)’dan itibaren o târihte Osmanlıya bağlı Mısır, Hicaz, Suriye, Ürdün, Lübnan, Kıbrıs ve Filistin’de tatbik olunmaya başladı. Hattâ Bulgaristan emareti teşekkül ederken Mecelle’yi kendi lisanlarına tercüme ederek kânunlarına esas kabul etmişlerdir. Ürdün’de 64 sayılı Muhâkemât-ı hukûkiyye kânunu ve 1928’de yapılan bâzı tadilâta rağmen Mecelle hükümleri mer’iyyette kalmıştır. Pek çok tadilâta rağmen, Irak’da Mecelle’nin izlerine rastlanır. Bilhassa İsrail, Mecelle’nin tatbîkâtına Osmanlı hâkimiyetinde iken başlamış, 1922 senesine kadar devam etmiştir. Daha sonra İngilizler burayı işgal etmişler, fakat Mecelle’yi yürürlükteki kendi hukukî mevzuatları ile karışık olarak tatbike devam etmişlerdir. Hattâ İsrail müstakil idareye kavuştuktan sonra da Mecelle’yi yürürlükten kaldırmamıştır. Bugün Mecelle’nin te’siri müslüman devletlerden daha çok, İsrail’de görülür. İsrail Devleti tarafından hazırlanan kitabın giriş kısmında bugünkü İsrail hukukçularının Osmanlı hukuk sistemini bilhassa Mecelle’yi iyi bilmeleri îcâbettiği ve bunların bir çok dâva ve mes’elelerde müracaat olunacak hükümler taşıdığı ifâde edilmektedir. Yine 1965’de hazırlanan İsrail ceza kânununda da Mecelle hükümleri kendisini hissettirmektedir. Ayrıca İsrail aynî haklar kânununun pek çok hükümlerinin de Mecelle ahkâmını ihtiva ettiği bilinmektedir.
Lübnan 1932, Mısır ve Suriye 1949, Irak ise 1953 yılında Mecelle’yi sâdece mer’iyyetten kaldırmalarına rağmen, yeniden tedvîn ettikleri mevzuatta, Mecellenin izlerini tamamen silememişlerdir.
Hattâ 1951’de Ürdün’de aile hukuku ve 1953 senesinde Suriye’de şahsî hukuk, Osmanlı aile hukukunun yerini alıncaya kadar yalnız Mecelle değil, diğer bir kısım Osmanlı hukuku mevzuatı da mer’iyyette (yürürlükte) idi.
Mecelle’ye muhtasar (kısa, öz) ve mufassal (geniş) çeşitli dillerde şerhler yazılmıştır. Bunlardan bâzıları şunlardır:
1- Dürer-ül-Hukkâm Şerhu Mecellet-ü-Ahkâm: Bu şerh, Temyiz mahkemesi reîsi, fetva emini, İstanbul Hukuk Fakültesi Mecelle hocası ve adlîye vekîli Ali Haydar Efendi tarafından yazılmıştır. Mecelle şerhleri içinde en meşhuru ve en genişidir. Dört cild olan eser, Arapça’ya da tercüme edilmiştir.
2- Rûhu Mecelle: Musul vâlisi Hacı Reşîd Paşa’nın sekiz cild olarak tâb olunmuş kıymetli bir şerhidir.
3- Mir’ât-ı Mecelle: Kayseri müftîsi ve fıkıh âlimi Mes’ûd Efendi tarafından Arapça olarak yazılmıştır. Mecelle’nin kaynakları hakkında yazılmış kitapların en genişidir.
4- Şerh-ul-Mecelle: Lübnanlı Salim İbn Rüstem Baz tarafından Arapça olarak te’lif edilmiştir.
5- Mecelle-i Ahkâm-ı Adlîye şerhi: H. M. Ziyâeddîn Türkzâde tarafından yazılmış geniş bir şerhtir.
6- Evkâf-ı Hümâyûn İdare Meclisi reisi Kuyucaklızâde Mehmed Atıf Bey tarafından başlanılan Mecelle Şerhi, şarihin vefâtı üzerine tamamlanamamış ve Kitâb-üş-Şirket’te kalmıştır. Eksik olmasına rağmen Mecelle şerhleri içinde meşhurdur.
7- Tatbîkât-ı Mecelle: Mansûrizâde Mehmed Sa’îd Bey tarafından te’lif edilmiştir.
8- G. Sinapran’ın Fransızca olarak kaleme aldığı Code Civil Ottomanisimli eseri de Mecelle şerhlerindendir.
Bunları okuyan garb bilginleri, İslâm hukukuna ve İslâm dînindeki sosyal bilgilerin inceliğine ve çokluğuna hayran kalmaktadırlar. AyrıcaMecelle’nin İngilizce tercümesi de vardır.

MECELLE’NİN ÜSTÜNLÜĞÜ

Mecelle bir şaheser olup, Avrupalı hukukçular da takdirlerini ifâde etmişlerdir. Ahmed Cevdet Paşa bu hususda şöyle der:
“Avrupa kıt’asında en evvel tedvin olunan kanunnâme, Roma kânûnnâmesidir ki, Kostantiniyye (İstanbul) şehrinde bir cemiyet tarafından tertib ve tedvin olunmuştu. Avrupa kanunnâmelerinin esâsıdır. Fakat Mecelle-i Ahkâm-i Adliyye’ye benzemez. Aralarında pek çok fark vardır. Çünkü o, beş-altı kânun bilen kişi tarafından yapılmıştı. Bu ise, İslâm hukukunu bilen, fıkıh âlimi olan zâtların marifetiyle, Allahü teâlânın koymuş olduğu yüce İslâm dîninden alınmıştır. Avrupa hukukçularından olan ve bu defa Mecelle’yi mütalaa ve Roma kanunlarıyla mukayese eden ve her ikisine de sâdece birer insan eseri nazarıyla bakan bir zât dedi ki: “Dünyâda, ilmî bir cemiyet vasıtasıyla iki defa kânun yapıldı. İkisi de İstanbul’da oldu. İkincisi tertibi, düzeni ve içindeki mes’elelerin hüsn-i temsil ve irtibatı dolayısı ile evvelkinden çok üstün ve müreccâhtır (tercih olunur). Aralarındaki fark da insanın o asırdan bu asra kadar medeniyet âleminde kaç adım atmış olduğuna bir ölçüdür.”
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Dürer-ül-hükkâm (Ali Haydar Efendi)
2) Medenî Hukuk Cephesinde Ahmed Cevdet Paşa (Ebü’l-Ûlâ Mardin)
3) Ahmed Cevdet Paşa ve Zamanı (Fâtıma Aliyye)
4) Mecelle (A. Himmet Berki)
5) Osmanlı Hukuk Târihinde Mecelle (O. Öztürk),
6) Tam İlmihâl Seâdet-i Ehediyye
7) Rehber Ansiklopedisi.
8) An Introduction to Islamic Law; sh. 93