Önemli devlet işlerinin görüşüldüğü ve karâra bağlandığı yüksek mercî. Dîvân-ı hümâyûn bugünkü Bakanlar kuruluna benzetilebilir. Diğer Türk ve İslâm devletlerinde olduğu gibi, Osmanlı Devleti’nde de Dîvân-ı hümâyûn adı ile bütün önemli devlet işlerinin görüldüğü ve karâra bağlandığı büyük dîvân vardı. Osmanlı Devleti’nin merkez teşkilâtının üç büyük temel unsurundan biri de Dîvân-ı hümâyûn ve kalemleri olup, diğerleri ise, Bâb-ı asafî ile Bâb-ı defterî ve bunlara bağlı kalemlerdir.
Dîvân-ı hümâyûnda; devlete âid siyâsî, idâri, askerî, örfî, şer’î, adlî ve mâlî işler, şikâyet ve dâvalar görüşülüp ilgililer tarafından tedkik edildikten sonra, bir karâra bağlanırdı. Dîvân, hangi din ve millete mensub olursa olsun, her sınıf halka, kadın ve erkek herkese açıktı. Devletin idarî, siyâsî ve örfî işleri doğrudan doğruya, diğerleri ise bir müracaat, îtirâz veya lüzum üzerine tedkik edilirdi. Memleketin herhangi bir yerinde haksızlığa uğrayan, zulüm gören veya mahallî kâdılarca haklarında yanlış hüküm verildiğini iddia edenler, vakıf mütevellîlerinin haksız muamelelerine uğrayanlar, idâri ve askerî âmirlerden şikâyeti olan herkes ve diğer davacılar, Dîvân-ı hümâyûna bizzat başvururlardı. Bütün dâvalar burada tarafsızlıkla görülürdü. Ayrıca harp ve sulh gibi kararlar dîvânca verildiği gibi, bütün önemli devlet işleri de burada müzâkere edilir ve netîcelendirilirdi. Dîvânda bitmeyen veya pâdişâha arza muhtaç olmayan resmî ve husûsî işler pâdişâhın mutlak vekili olan sadrâzamın ikindi dîvânında müzâkere edilerek karâra bağlanırdı. Dîvân-ı hümâyûnun ehemmiyeti on yedinci asrın sonlarına kadar devam etti. Üçüncü Ahmed zamanında (1703-1730) haftada bir gün veya daha seyrek toplanan Drvân-ı hümâyûn bilâhere tamamen ihmâl ve terk olunarak, bütün işler sadrâzam dâiresine intikâl etmiştir.
Dîvân-ı hümâyûn, mûtâd toplantılarından başka kapıkulu askerlerine ulufe dağıtımı için üç ayda bir fevkalâde toplanırdı. Gelen yabancı elçiler de, bu vesile ile sadrâzamla görüşürler ve daha sonra pâdişâhın huzuruna çıkarlardı. Buna Galebe dîvânı denirdi. Pâdişâhın tebealarıyla ve bilhassa askeri sınıflarla vasıtasız görüşmesi gayesiyle tahtın Bâb-üs-seâde denilen sarayın üçüncü kapısı önünde kurulması suretiyle akdedilen olağan üstü toplantılara ise Ayak dîvânı denirdi. Ayak dîvânları ekseriyetle ihtilâl veya karışıklık zamanlarında olurdu. Sultan burada halkla veya askerle doğrudan doğruya görüşür ve dertlerini dinlerdi. Ayak dîvânının mühim ve acele işleri müzâkeresi ve derhâl bir karâra varılması için sultânın veya serdâr-ı ekremin başkanlığında saray dışında, meselâ sefer zamanlarında ordunun bulunduğu yerde toplandığı da olurdu. Bu sırada müzâkerelere yalnız devlet ricali ve tecrübeli komutanlar katılırlardı.
Dîvân-ı hümâyûnun asıl âzâları; vezîriâzam, kubbe vezirleri, sadreyn ismi de verilen Rumeli ve Anadolu kazaskerleri, defterdâr ve tevkiî (nişancı) idi. Bunlardan başka dîvânda ayakta hizmet gören reis-ül-küttâb, çavuşbaşı ve kapıcılar kethüdası vardı. Fâtih devrine kadar dîvâna bizzâd pâdişâhlar başkanlık ederdi. Daha sonra pâdişâh adına vezîriâzam başkanlık etti. Pâdişâh nerede bulunursa dîvân orada toplanırdı. Fâtih Sultan Mehmed Han zamanında dîvân her gün toplanmakta olup, haftada dört gün, pâdişâhın huzuruna arza girilirdi. Dîvân-ı hümâyûn toplantıları on altıncı asırdan itibaren dört güne indirildi. Dîvân-ı hümâyûna gelecek erkân, sabah namazını çok defa Ayasofya Câmii’nde kılardı. Yeniçeri ocağı ile süvari bölükleri ağaları ve bir mikdâr Yeniçeri, sarayın Bâb-ı hümâyûn denilen kapısı önünde iki sıra hâlinde dizilirlerdi. Dîvân erkânı namazdan sonra buradaki yerlerini alırlardı. En son vezirler gelir, her vezir geldikçe yeniçeri ağası atını ileri sürüp gelen vezîri selâmlar ve geri çekilirdi. Bu sırada duâcı meydana çıkıp duâ eder ve Fatiha dedikten sonra, Bâb-ı hümâyûn kapıcıları kapıları açarlardı. İçeriye önce kapıcılar kethüdası ve reis-ül-küttâb, daha sonra erkân-ı dîvân girerdi. Çavuşbaşı ve kapıcılar kethüdası, vezirleri orta kapının iç tarafında karşılar, önlerine düşüp ellerindeki gümüşlü asaları yere vura vura vezir yolu denilen yoldan dîvân mahalline doğru giderlerdi. Veziriâzâm, sabah namazını kendi konağında kıldıktan sonra dîvâna gitmek üzere hazırlanır ve dîvân âzalarının tamamen geldiği cebeci çavuşu tarafından haber verilmesi üzerine divanhâneye gelirdi.
Tarihçi Gelibolulu Mustafa Âli’nin yazdığına göre, üçüncü Murâd zamanına kadar haftada dört gün dîvân ve bu dîvân toplantılarından sonra dört defa da arza girilirken, arza çıkmak çok görüldüğünden arz günleri ikiye indirilmiştir. Toplantı günleri; Cumartesi, Pazar, Pazartesi ve Salı günleri idi. Bu dört günde dîvân-ı hümâyûn üyeleri saraya gelip, işlere bakarlardı. Pazar ve Salı günleri müzâkerelerden sonra vezîriâzam ile diğer vezirler, kazaskerler ve defterdâr arz odasında pâdişâhın huzuruna kabul olunarak, dîvân işleri hakkında her biri ayrı ayrı îzâhât verirdi. Dîvân hey’etine, vezir rütbesinde olmadıkça yeniçeri ağası iştirak etmezdi. Vezir olmayan yeniçeri ağası, arz günlerinde dîvân üyelerinden önce arza girip yeniçeri ocağı ile ilgili mes’eleleri söyler, sonra maiyetiyle beraber ağa kapısına giderdi. Dördüncü Mehmed’in pâdişâhlığı ve Fâzıl Ahmed Paşa’nın sadrâzamlığı zamanında evvelâ Avusturya ve sonra Leh seferleri dolayısıyla Pâdişâh Edirne’de bulunduğundan, dîvân müzâkerelerini yalnız arz günlerine inhisar ettirerek, haftada iki gün yâni Pazar ve Salı günleri toplanması kararlaştırılmıştı. Pâdişâh 1677’de İstanbul’a gelince yine aynı surette haftada iki gün olarak devamı emredilmişti. Bu durumda devlet işleri yavaş yavaş sadrâzamların ikindi dîvânlarına yükletilmiş oluyordu. İkinci Ahmed’in saltanatının son senelerinde haftada iki gün toplanan dîvânın azlığı ve iş sahihlerinin mağduriyeti göz önüne alınarak bu hükümdarın emriyle dîvân toplantıları eskisi gibi haftada dört gün olmuştu.
Dîvân toplantılarının on sekizinci asrın başlarında üçüncü Ahmed zamanında haftada iki ve sonra bire indiği görülmektedir. Daha sonraki devirlerde dîvân toplantıları büsbütün terkedilip, pâdişâhların irâdeleri alınmak için telhisçi gönderilmek suretiyle paşa kapısında görülür olmuş ve dîvân akdi üç ayda bir kapıkulu ocaklarına maaş verme ve yabancı elçi kabulü, şekline dönüşmüştür.
Dîvân-ı hümâyûnun Topkapı Sarayı’nda kubbealtı denilen binasını, Kânûnî Sultan Süleymân zamanında vezîriâzam Dâmâd İbrâhim Paşa yaptırmıştır. Bundan evvel, sonradan eski dîvânhâne denilen başka bir dîvân toplantısı yeri vardı. Dîvân-ı hümâyûn binası, ikinci yer veya alay meydanı denilen orta kapı ile Bâb-üs-seâde arasındaki sahada sol kısımdadır. Kubbealtı veya dîvân-ı hümâyûn binası esas îtibâriyle üç kubbe altındadır. Bu kubbelerden birisi dîvân üyelerinin toplandığı müzâkere salonudur. Burada hey’etin oturacağı yerler belirlidir. Salonda vezîriâzam ve diğer vezirlerin oturdukları mahallin üzerinde pâdişâhların müzâkereleri dinledikleri kasr-ı adl veya kasr-ı sultanî denilen kafes pencereli yer bulunmakla idi. Defterdârların arkasında ikinci kubbe altında; büyük ve küçük rûznâmeciler, baş muhasebeci, Anadolu muhasebecisi, suvâri ve piyade muhasebecileri, cizye muhasebecisi, haremeyn muhasebecisi, mensuh mukâtaalar âmiri, İstanbul, Eğriboz, Bursa, Avlonya, Kefe, Haslar mukâtaacıları, mâden mukâtaacısı, mevkûfâtçı, testimâtçı, şıkk-ı sâni varidatçısı, teşrifatçı, cedîde-i evvel, cedîde-i sânî, büyük ve küçük kal’a tezkirecileri, mâliye tezkirecisi, küçük muhasebeci, beratların tarihçisi, haremeyn mukâtaacısı ve divitdârlar bulunurlardı. Bunlar dîvân hocaları olup maiyetlerinde halîfe ve şâkirdleri vardı. Hepsinin derecelerine göre yerleri muayyendi. Bu kubbeye bitişik üçüncü kubbe altında yukarıda sayılan kalem reislerinin dâirelerinin defterleri, sandıklar içinde dururdu. Bu kısmın kapısı her dîvân günü sadrâzamdaki mühr-i hümâyûnla mühürlenip açılırdı. Bunun haricindeki kubbe arasında reis-ül-küttâb ile dîvân-ı hümâyûn kâtiplerinin dâireleri vardı. Kubbealtı haricindeki sedirler üzerinde matbah emîni, şehremini, arpa emîni, gümrük emîni, tersane emîni. koyun emîni ve mîmâr ağa oturup bir iş olur diye emir beklerlerdi.
Divan müzâkeresine önemli işlerden başlanırdı. Sefirlerin teklifleri ve verilecek cevaplar, eyâletlerin ihtiyâçları, devletlerle olan münasebetlere dâir mes’eleler, halkın şikâyet ve dilekleri, arazî dâvaları vesaire dîvân müzâkerelerinin mevzûlarındandı. Dâva görülürken, dâvâcı ve dâvâlı, dâvalarını kendileri savunurlardı. Dâvâcı veya dâvâlı Türkçe bilmiyorsa, dîvân tercümanı, onun şikâyet veya savunmasını tercüme ederdi. Davacılar kafile kafile kapıcılar ve çavuşlar vasıtasıyla getirilip sıraya dizildikleri yerden çavuşbaşı ve kapıcılar kethüdası vâsıtası ile dîvâna girerlerdi. Dâvaları hâlledilip karar verildikten sonra, kararlar kendilerine tebliğ olurdu. Sadrâzam dâva dinlerken, iki taraftan tezkireciler, çavuşbaşı ve kapıcılar kethüdası ayakta dururlardı. Tezkireciler nöbetleşe ve yüksek sesle sadrâzamın önündeki arz-ı hâlleri (dilekçe) okurlar ve ona göre verilen kararları kaydederlerdi. Bu müzâkere esnasında tevcihat varsa onlar da yapılırdı. Hukukî, şer’î dâvalara da bakılırdı Kazaskerler kendilerine havale olunan dâvaları dinlerler ve gerekli hâllerde kendi mahkemelerine havale ederlerdi. Sadrâzam, kazaskerlere havale ettiği dâvayı önemli gördüğü zaman, hâkimden o hususa dâir izahat isterdi. Eğer hükmü yeterli görmezse, müdâhele ederek dâvayı iptal edebilirdi.
Dîvânda şikâyetçi fazla olduğu zaman, sadrâzamın izni ile ikinci vezir de dâva dinlerdi. Fakat bu vezir, azil, tâyin ve yevmiye zammına dâir konular hakkında karar vermez, bunları sadrâzama bırakır ve ikinci derecedeki dâvaları hallederdi. Dîvânın tatil zamanı geldiğinde, çavuşbaşı elindeki âsâsını yere vurur ve bu işaret üzerine çavuşlar ve diğer hizmetliler divanhâneden dışarı çıkarlar ve daha sonra sofralar kurulur, matbah-ı âmirede pişirilip getirilen yemekler yenirdi.
Dîvân toplantılarının son bölümünde, vezirler sultânın huzuruna çıkarlardı. Buna arz denirdi. Arz günleri; dîvân, dört gün toplanırken Pazar ve Salı günleri, iki defa toplandığı zaman ise Salı günleri idi. Arz töreni, arz odası denilen köşkte yapılırdı. Bu bina Fâtih Sultan Mehmed Han tarafından yaptırılmıştı. Arz odasına girilmeden önce sadrâzam, sultandan dîvân üyeleriyle huzura kabullerini istiyen ve reis-ül-küttâb tarafından hazırlanmış bir telhisi mühürleyip bir peşkire sardıktan sonra kapıcılar kethüdâsıyla gönderirdi. Kapıcılar kethüdası, çavuşbaşı ile beraber Bâb-üs-seâde’ye gidip, telhisi ya kapı ağasına veya silâhdâr ağaya verirdi. Bu telhis pâdişâha takdim edilip muvafık cevap alınınca, telhis ile beraber kapıcılar kethüdası ve çavuşbaşı geri dönerlerdi. Telhisi sadrâzam karşılar ve ayakta alırdı. Bu müsâde üzerine arza önce vezir veya dîvân heyetine dâhil olmayan yeniçeri ağası girer ve ocak hakkında bilgi verirdi. Yeniçeri ağası sultânın huzuruna girmeden önce sadrâzamla görüşürdü. Daha sonra sadrâzam ve diğer dîvân üyeleri huzura kabûl edilirlerdi. Pâdişâhın tahtının sağ yanında sıra ile dizilen dîvân üyeleri, sultâna anlatılacak konuları Rumeli beylerbeyinden başlamak üzere küçük dereceden büyüğe doğru her vezir ayrı ayrı anlatırdı. En son sadrâzam konuşurdu. Önceleri sultan, dîvân üyelerini, yanında mîr-i âlem, kapı ağası, hazînedârbaşı ve kapıcıbaşı olduğu hâlde kabul ederken, on yedinci asrın ikinci yarısından sonra yalnız kabul etmeye başladı. Arz işi bittikten sonra dîvân üyeleri kubbe altına gelirlerdi. Bu sırada çavuşbaşı gelerek, sadrâzamdan mühr-i hümâyûnu alıp, dîvân başlarken açılan defterhâne ve hazîne ve benzerlerini mühürler ve mührü getirip tekrar verirdi. Böylece Dîvân-ı hümâyûnun günlük çalışması sona ererdi.
Dîvân-ı Hümâyûn Üyeleri
Veziriazam: Veziriazamlar, pâdişâhın mutlak vekilidir. Kanunnâmelerde yazıldığına göre sadrâzamlar, devletteki ilmiye tevcihleri de dâhil olmak üzere bütün tâyin ve aziller, katller, terfî ve ilerlemelerde birinci derecede mercî olup, her iş onun emir ve müsâdesiyle olurdu. Sadrâzamlar sefere gittikleri zaman, devlet merkezindeki işleri görmeleri için, vekil olarak bir veziri kaymakam bırakırlardı. Buna rikab-ı hümâyûn veya sadâret kaymakamı denilirdi. Sadâret kaymakamı da gerek dîvân-ı hümâyûnda, gerekse paşa kapısında dîvân toplandığı zamanlarda görülen işleri müstakil defterlere yazdırır, buna da rikab defteri ismi verilirdi (Bkz. Sadrâzam).
Kubbe Vezirleri: Veziriazamdan sonra gelen diğer vezirler; ikinci, üçüncü, dördüncü vezir şeklinde adlandırılırdı ve sayıları yediye kadar çıkabilirdi. Dîvân müzâkerelerinde ve siyâsî herhangi bir işin hâllinde de tecrübeli devlet adamları olan bu kubbe vezirlerinin fikirlerinden istifâde edilirdi.
On yedinci asrın başından itibaren defterdâr, nişancı ve kaptanpaşaların vezirlikleriyle beraber vezirlerin sayısı artmıştır. Hattâ bâzı beylerbeyiliklere tâyin edilen zevâta da vezirlik rütbesi verilmiştir.
Kazaskerler: 1480 senesine kadar bir tane iken bu târihten sonra Rumeli ve Anadolu kazaskerlikleri ismi ile ikiye ayrılmıştır. Yavuz Sultan Selîm zamanında Doğu ve Güneydoğu Anadolu’nun ilhakı üzerine 1516’da Arap ve Acem kazaskerliği ismi ile üçüncü bir kazaskerlik kuruldu ise de iki sene sonra lağvedilmiş ve kazaskerlik eskisi gibi ikiye inmiştir. Kazaskerler dîvânda şer’î mes’elelere bakarlardı (Bkz. Kazasker).
Nişancı veya Tevkiî: Devlet kânunlarını iyi bildiğinden, gerektiğinde bu mes’eleler hakkında fikri alınırdı. Dîvândan pâdişâh adına sâdır olan fermanlara tuğra çekmek bunların vazifesi idi. Dîvân üyesi olmasına rağmen, vezir rütbesinde olmadıkça arz günlerinde pâdişâhın huzuruna giremezlerdi. Defterhânedeki tahrir defterlerine bizzat nişancılar yazı yazabilirdi (Bkz. Nişancı).
Defterdârlar: Defterdâr, pâdişâhın malının vekîlidir. Defterdârlık teşkilâtına Bâb-ı defterî de denilir. Başdefterdârdan sonra Anadolu mâlî işlerini görmek için Anadolu defterdârı gelirdi (Bkz. Defterdâr).
Gerek dîvân-ı hümâyûn ve gerekse bâb-ı asafîde çalışanlardan on dokuzuncu asırda Osmanlı kabînesi meydana gelmiştir. Bunlar:
Sadrâzam,
Sadâret kethüdâlığı: 1835 senesinde Umûr-ı mülkiye nezâreti ve 1837 senesinde Dâhiliye nezâreti olmuştur. Reîs-ül-küttâblık: 1836’da Umûr-ı hâriciye nezâreti olmuştur.
Defterdârlık: 1838 senesinde Mâliye nezâreti olmuştur.
Çavuşbaşılık: 1836 senesinde Deâvî nezâreti ve 1870 yılında Adliye nezâreti olmuştur.
Yeniçeri Ağalığı:1826’da Seraskerlik, 1908’de ise Harbiye nezâreti olmuştur.
Kapdân-ı deryalık: 1878’den sonra Bahriye nezâreti olmuştur.
Böylece Osmanlı kabînesine kazaskerler alınmamış, buna mukabil şeyhülislâm dâhil edilmiştir.
Dîvânda görevlilerin en önemlisi dîvân çavuşu ve yardımcıları idi. Bunlar Dîvân-ı hümâyûna çağrılmaları gerekenleri getiren ve icra kuvvetine hizmet eden atlı bir sınıftı. Bunlara dîvân-ı hümâyûn çavuşları denirdi.
Çavuşbaşıya aynı zamanda dîvân beyi ünvânı verilirdi. Çavuşbaşı halkın istek ve dileklerini dîvâna takdîm ederdi. Dîvânın tertip ve intizâmının muhafazası çavuşbaşıya aitti. Dîvân çavuşları yevmiyeli tımarlı ve zeâmetli olmak üzere iki kısımdı. Dîvân günlerinde arkalarında çuha feraceleri ile dîvânhânenin yanında kendilerine âid yerde oturup emir beklerler ve davacıları çağırarak dîvâna getirirlerdi. Mübaşirlik etmek, ihzar işleriyle meşgul olmak da bunlara aitti. Ayrıca tahsîlât gibi işler için eyâletlere gönderildikleri de olurdu. Gedikli çavuşlar bir fermanı vâliye veya diğer ilgililere vermek üzere gönderilirlerdi. Bunlar on altı ve on yedinci asırlarda yabancı memleketlerde me’mur olarak vazifelendirilirlerdi.
Dîvân-ı hümâyûn kalemleri
Dîvân-ı hümâyûnda reîs-ül-küttâblık ile maiyeti olan beylikçinin nezâretleri altında çeşitli kısımlara ayrılmış Dîvân-ı hümâyûn kalemleri bulunmaktaydı. Üç dairenin şefi durumunda olan beylikçi, çok önemli ve fevkalâde ehemmiyeti olan gizli yazışmaların bizzat müsveddelerini yapar ve kendisine bağlı dâirelerden yâni beylikçi, nişan veya tahvil ve rüûs kalemlerinden gelen berât, ferman ve tahrîrâtları görüp, işaret koyardı. Beylikçi, Tanzîmât’a kadar reis-ül-küttâbın muavini sayılırdı. Sultan İkinci Mahmûd Han devrinde, reis-ül-küttâblık Hâriciye nezâreti ünvânını alınca, beyiikçilik sadâret makamına bağlandı ve yarı müstakil bir şekilde idare edildi.
Dîvân-ı hümâyûn kalemleri, Bâb-ı âlînin iyice kurulmasından yâni paşa kapısı veya Bâb-ı asafî denilen sadrâzam dâiresinin bütün devlet işlerini üzerine almasından önce beylik, tahvîl, rüûs ve daha sonra ilâve edilen âmedî kalemi olmak üzere başlıca dört kısımdı ve âmirlerine kesedârdenirdi.
Âmedî Kalemi: Reîs-ül-küttâbın özel kalemi olup, aynı zamanda bütün dışişleriyle meşgul olur ve sadrâzamlıkla sarayın irtibatını te’min ederdi. Pâdişâha, sadrâzam tarafından yazılacak tahrîr, telhis ile yabancı devletlerle yapılacak anlaşmalara dâir ahidnâme ve musâlahanâme suretleri, sadrâzam tarafından yabancı devletlere gönderilen mektup müsveddeleri ve protokoller, elçi, konsolos, tercüman ve yabancı tüccarlara âid yazışmalar buradan yazılır ve muhafaza edilirdi. Kalemin şefine Âmedci denirdi. Âmedci, reîs-ül-küttâb’ın özel kalem müdürü durumunda idi.
Beylikçi veya Dîvân Kalemi
Dîvânda müzâkere olup karâra bağlanan işlerin, îcâb eden yerlere havalesi ve dîvân sicillerinin tutulması ile vazifeli idi. Ferman ve berâtlar burada yazılırdı. Dîvân işleri, Dîvân-ı hümâyûnda gorülmeyip, paşa kapısına nakledildikten sonra beylikçiliğin önemi artmıştır. Beylik veya dîvân kaleminde müdür olan kesedardan başka; kanuncu, îlâmcı ve mümeyyiz adında üç âmir daha bulunurdu. Kanuncu, Osmanlı kânunlarının muhafızı olup, umûmî kanunnâmelerden, her hangi bir maslahatla ilgili kendisine havâle olunan kânun maddesini çıkarır ve reisin emriyle bunu yazıp takdim ederdi. Îlâmcı, kendi dairesindeki işler hakkınaa rapor tanzim etmekle mükellefti. Mümeyyiz ise, dâire kâtiplerinin yazdıklarını tashih edip düzeltirdi
Tahvil Kalemi: Bu kaleme nişan kalemi veya kese kalemi de denilirdi. Vezir, beylerbeyi, sancakbeyi beratlarıyla vilâyet kâdılarının beratları, zeamet ve timârların kayıtları burada tutulurdu. Bir kimseye zeamet veya timâr verilince, önce derkenar olmak yâni kenarına yazılmak üzere defterhâneye gider ve derkenar olup, buyruldusu alındıktan sonra tahvil kalemine gönderilirdi.
Rüûs Kalemi: Bu kaleme rüûs-i hümâyûn kalemi de denilirdi. Vezir, beylerbeyi, sancakbeyi ve vilâyet kâdısı derecesine çıkmış, ilmiye sınıfı hâriç olmak üzere, bütün devlet me’muriyetlerine girenlerin veya kendilerine evkafdan vazife verilenlerin muâmeleleriyle meşgul olup, kayıtlarını tutardı. Hazîne ve evkaftan maaş ve tahsisat alanların maaş işlerine burası bakar ve bütün işler bu kalemden sorulurdu. Rüûs kaleminde, rüûs kalemi rüûsları, ordu rüûsları, rikâb-ı hümâyûn rüûsları olmak üzere üç çeşit rüûs vardı. Tahvil ve rüûs kalemleri bugünkü özlük işlerinin görevini yaparlardı.
Teşrifatçılık: Dîvân-ı hümâyûndaki mühim vazifelerden biri de Kanunî Sultan Süleymân tarafından ihdas edilen teşrifatçılık idi. Teşrifatçı, gerek saray ve dîvân-ı hümâyûnda ve gerek sadrâzam konağında yapılan merasimlerde, elindeki defter gereğince, protokolü tatbik ederdi. Teşrifatçının emri altında bir teşrifat kalemi vardı. Kalem şefi olan teşrifatçıdan sonra, derece sırasıyla muavin olarak teşrifat kesedarı, teşrifat halîfesi, kaftancı başı ve teşrifat kesedârı yamağı gelirdi. Teşrifat halîfesi veya teşrifatçı kalfası ve kesedar saray ve devlet merasiminin tekmil sicillerini muhafaza etmekle mükellefti. Kaftancıbaşı ise pâdişâh veya sadrâzamın huzurlarına kabul edilecek olanlara giydirilecek hil’atlert muhafaza eder ve îcâb ettikçe çıkarırdı.
Vak’anüvislik: Vaka yazarlığı anlamına gelip resmî tarihçi idi, Osmanlılarda bu isimle resmî me’mûriyet ve kalem on sekizinci asrın başında kurulmuştur. Vak’anüvisler, devletçe zabıt ve tahrîri kendisine verilen vesikaları kayıt ederdi. İlk meşhur vak’anüvis, tarihçi Mustafa Nâimâ Efendi’dir.
Mühimme Odası: 1797 târihinde çıkan nizâmnâme ile, dîvân veya beylikçi kalemlerindeki mühimme nüvislerin (yazanların), bir yerde çalışmaları için bu oda kurulmuştur.
Dîvân-ı hümâyûn kalemlerinin şeflerine hâcegân ve bir kalemin en kıdemli me’muruna halîfe denirdi.
Dîvân-ı Hümâyûn Defterleri: Dîvân-ı hümâyûnda çeşitli işler hakkında tutulmuş pek çok defter, vardı. Kalemlerin herbirinde bir defter bulunur, kanunnâme ve kararların birer örneği aynen bu defterlere yazılırdı. Çok dikkatli ve îtinâlı tutulan bu defterler, dâima bir müracaat yeri idi. Eski bir muamele veya bir iş mevzubahis olunca, bunlara bakılır ve bulunan malûmata göre bilgi verilerek gerekli muamele yapılırdı. Bunlar arasında en önemlileri; mühimme, ahkâm, tahvil, rüûs, nâme, ahid-nâmedefterleridir.
Mühimme Defterleri: Dîvân-ı hümâyûnun muntazaman toplandığı zamanlarda, görüşülen siyâsî, içtimaî, mâlî, idarî ve örfî kararların kayıtlarını ihtiva eden defterlere mühimme defterleri denir. Dîvân toplantılarında zabıt tutma usûlü olmayıp, görüşülen işin neticesi, yâni karar sureti dîvân kâtipleri tarafından kaleme alınırdı. Bu karar suretini daha sonra reis-ül-küttâb gözden geçirip tashîh eder ve sonra îcâb eden yere yazılır ve nihayet Nişancı tarafından hüküm veya fermanın tuğrası çekilirdi. Dîvân-ı hümâyûn işlerinin Bâb-ı âlîye nakli sırasında mühimme defterleri de oraya taşınmıştır. Elde mevcut mühimme defterleri on altıncı asrın ortalarında başlamış olup, bir kaç çeşittir. Biri normal dîvân görüşmelerine aittir. Diğeri gizli olarak yazılan hüküm ve fermanları içine alan mektûm yâni gizlenmiş mühimme defterleridir. Savaş zamanlarında lâzım olan defterler sadrâzam ve serdâr-ı ekrem ile birlikte sefere gönderildiğinden, seferdeki görüşmelere âid tutulan mühimme defterlerine ordu mühimmesi denilmektedir. Sadrâzamın seferde bulunması dolayısıyla devlet merkezinde rikab-ı hümâyûn kaymakamının başkanlığında toplanan dîvân veya meclisteki görüşmelere âid tutulan defterlere rikabmuhimmesi ismi verilmiştir.
Ahkâm Defterleri: Bâzan bir eyâlete ve bâzan da çeşitli eyâletlere âid olarak tutulmuşlardır. Ahkâm defterleri seferde sadrâzamın ve devlet merkezinde sadâret kaymakamının riyasetindeki heyetde olmak üzere iki kısımdı. Bunların içinde kuyûd-i ahkâm-ı mîrî defterleri de bulunmaktaydı. Bu defterlerde vâlilere, kâdılara ve sâireye hitaben yazılan hükümler yer alırdı.
Tahvîl Defterleri: Sadrâzamın emrini müteâkib en son yapılan tahvil muamelesinin yazıldığı defterlerdi. Tahvîl defterleri; atik dîvân defteri, atik kaza defteri, sânî ve sâlis Anadolu defterleri, ordu-yı hümâyûn defteri, nişan-ı hümâyûn, imâmet, hitabet defteri, kaza tahvil defteri, evvel, sânî ve sâlis Rumeli defterleri, mahlûl Anadolu defteri, sancak defteri, nizam defteri, salyâne defteri, paşa defteri, menşur defteri, şerh defteri ve sair isimler altında bir çok defteri ihtiva etmekteydi.
Rüûs Defterleri: Rüûs genellikle küçük me’mûriyet, vazife ve mültezimlere o işin verildiğini gösteren tâyin vesikası olarak küçük berat şeklinde tarif edilmektedir. On altıncı asır rüûs defterlerinde büyük me’mûriyetlere âid beratlar da bulunmaktadır. Rüûs defterlerinin kâdı rüûsları, mukâtaat rüûsu, rikab rüûsu, vakıf rüûsu, müderrislik rüûsu ve zeamet rüûsu gibi çeşitleri bulunmaktadır.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Osmanlı Devleti Merkez Teşkilâtı (Uzunçarşılı); sh. 3
2) Osmanlı Târih Deyimleri; cild-1, sh. 456
3) Rehber Ansiklopedisi; cild-4, sh. 178
4) Mufassal Osmanlı Târihi; cild-3, sh. 1443
5) Osmanlı Târihi ve Teşkilâtı Ders Notları (Yusuf Halaçoğlu; Elazığ-1984); sh. 110
6) History of the Ottoman Empire and Modern Turkey; cild-1, sh. 118
7) Büyük Türkiye Târihi; cild-8, sh. 448