13 Mart 2019 Çarşamba

ORUÇ REİS


Büyük Türk denizcisi. 1470 (H. 875)’de Midilli’nin Bonova köyünde doğduğu tahmin edilmektedir. 1518 (H. 924)’de Cezâyir’de şehîd oldu. Babası Yâkûb Ağa adında bir sipâhî olup, Fâtih Sultan Mehmed Han’ın 1462’de Midilli’yi fethine katıldı. Fetihden sonra Bonova köyü, Yâkûb Ağa’ya tımar olarak verildi. Burada yerleşip evlendi. İshak, Oruç, Hızır ve İlyas adında dört oğlu oldu. Bu dört kardeş iyi bir tahsil gördüler. İtalyanca, İspanyolca, Fransızca, Latince ve Yunanca’yı öğrendiler.
Oruç Reis gençliğinde gemiciliği ve deniz ticâretini en iyi şekilde öğrendi. Zekâsı, çalışkanlığı ve cesareti ile kısa zamanda gemiler sahibi bir denizci oldu. Suriye, Mısır, İskenderiye, Trablusşam’a mal götürüyor, satın aldığı malları da Anadolu’ya getirip ticâret yapıyordu. Bir seferinde Trablus’a gitmek üzere küçük kardeşi İlyas ile Midilli adasından hareket ettiler. Yolda Rodos şövalyelerinin savaş gemileri ile karşılaştılar. Aralarında çıkan bir deniz savaşı neticesinde kardeşi İlyâs şehîd oldu. Esir düşen Oruç Reis ise zincirle bağlanıp Rodos adasına götürüldü. Bu acı haberi Midilli adasındaki kardeşi Hızır işitince çok üzüldü. Esir düşen ağabeyi Oruç Reis’i kurtarma çâreleri aramaya başladı. Oruç Reis’in zor ve sıkıntılı şartlar altında üç sene kadar esir kaldığı rivayet edilmiştir.
Oruç Reis’in kardeşi Hızır, Krigo adında bir gayr-i müslim vasıtasıyla onu Rodos şövalyelerinin elinden satın aldırmak istedi. Bu iş için pek çok para teklif etti. Ancak bir tüccar olan Krigo, bu iş için aldığı on sekiz bin akçeyi dolandırdığı gibi, kurtarma teşebbüslerini de açıkladı. Bunun üzerine Oruç Reis’e öncekilerden daha çok eziyet etmeye başladılar. Ellerinden, ayaklarından ve boynundan zincirle bağlayıp bir zindana kapattılar. Zindanda ağır işkenceler yaptılar. Oruç Reis Çaresiz bir hâlde, balçık kaplı zindanda çok zor durumda idi. Bir gece ızdırap hâlinde ağlayarak şöyle duâ etti: “Ey yüce Rabbim! Kimsesiz ve çaresiz kalmışlara derman sendedir. Habîbin Muhammed aleyhisselâm hakkı içün ben bîçâre kuluna imdâd eyle! Beni kısa zamanda bu kâfirlerin zulmünden kurtar!” Oruç Reis o gece takatsiz kalıncaya kadar duâ etti. Sonunda dermanı tükenip zindanın balçık kaplı zeminine düşüp, bitkin bir hâlde uyuya kaldı. Rüyasında nûr yüzlü bir mübarek zât karşısına çıkıp; “Ey Oruç! Gönlünü ferah tut. İslâmiyet’e hizmet uğrunda çektiğin eziyetlere katlanıp, sabret! Mahzun olma, kurtulman yakındır” dedi. Oruç Reis büyük bir sevinç içinde uyandı. Kederi ve sıkıntısı dağılıp ferahladı. O sabah Rodos kaptanları, Oruç Reis’in durumunu görüşmek üzere toplandılar. Neticede onu zindandan çıkarıp, bir teknede forsa olarak, kürek çekmekle vazifelendirdiler. Zindandan çıkıp çok sevdiği deniz hayâtına esir olarak da olsa kavuşmasından dolayı Allahü teâlâya çok şükretti. Akdeniz üzerinde Rodos şövalyelerine forsalık yapıyordu. Bu sırada Osmanlı pâdişâhı sultan İkinci Bâyezîd Han’ın ağabeyi sultan Korkud, Antalya’da vâli idi. Her sene Rodos’dan yüz esir Türk’ü satın alıp, Allah rızâsı için serbest bırakarak hürriyetlerine kavuştururdu. Oruç Reis’in deniz üzerinde esir olarak çalıştırılmaya başlandığı sene de kapıcıbaşını Rodos’a gönderip yüz esir satın aldırdı. Yapılan sözleşmeye göre satın alınan bu yüz esiri Antalya sahiline götürmek üzere Oruç Reis’in esir olarak çalıştırıldığı tekne seçildi. Oruç Reis, Rodoslular için önemli bir esir olduğundan, onu satılan esirler arasına dâhil etmediler.
Oruç Reis hoş mizaçlı birisi idi. Rumca’yı da gayet iyi bildiğinden gemisine gelen Rodoslu kaptanlar ile sohbet ederdi. Bir gün Rodoslu kaptanlar ona; “Ey Türk! Sen hoş sözlü bir kimsesin. Bizim lisanımızı da iyi biliyorsun. Gel müslümanlıktan dön, bizim dînimize gir! Aramızda meşhur bir kimse olursun!” dediler. Oruç Reis bu saçma teklif karşısında hiddetlenip; “Ey akılsız ahmaklar! Bugün İslâmiyet’ten başka hak bir din yok ve benim peygamberim Muhammed aleyhisselâm en üstün peygamberdir. Hiç sizin bozuk dîninize döner miyim!” dedi. Bu cevap karşısında Rodoslu hıristiyan kaptanlar; “O hâlde böyle esir kal. Bakalım peygamberin ve dînin seni bizim elimizden nasıl kurtarır. Sen şimdilik kürek çekedur” dediler. Vazifeli olduğu teknede bir de papaz vardı. Bu papaz; “Oruç Reis denilen bu adama dikkat edin. Okumuş ve bilgili bir kimseye benziyor. Müslümanlığı gayet iyi biliyor. Ben papaz olduğum hâlde dînimiz hıristiyanlığı, onun kendi dîni İslâmiyet’i bildiği kadar bilmiyorum. Gafil olmayın, hepinizi tepetaklak eder!” diye tembih etti. Bir taraftan gemi Antalya sahillerine doğru yol alıyordu.
Nihayet gemi yanaşıp satın alınan Türk esirler Antalya sahilinde bırakıldı. O gece rüzgâr şiddetli ve ters istikâmetten estiği için, Oruç Reis’in vazifeli olduğu gemi geri dönemedi. Sabahı beklemeye karar vererek tekneyi demirlediler. Teknenin sandalını indirip balık avlamak için tekneden uzaklaştılar. Ancak rüzgârın şiddetlenmesi üzerine sandalı tekneye yanaştıramadılar. Bu arada şiddetli fırtınayı ve karanlığı fırsat bilen Oruç Reis, bağlı olduğu zincirleri kırıp; “Bismillâhirrahmânirrahîm” diyerek kendini denizin dev dalgalan arasına atarak yüzmeye başladı. Dalgalar arasında çetin ve uzun bir mücâdeleden sonra, yüze yüze Antalya sahiline çıktı. Artık esirlikten kurtulmuştu. Vatan toprağında secdeye kapanıp Allahü teâlâya şükretti. Sonra sahilden karaya doğru yürüyerek bir köye vardı. Karşısına ihtiyar bir Osmanlı nine çıkıp; “Ey evlâd! Müşkil bir yoldan gelmişe benzersin. Seni misafir edeyim” diyerek misafir etti. Oruç Reis vardığı bu köyde on gün kaldı. Köylüler onu misafir etmek için birbirleriyle yarıştılar.
Rodoslu kaptanlar ise, sabahleyin Oruç Reis’in yerinde olmadığını görerek kaçıp kurtulduğunu anladılar. Şaşkınlıktan ve hayretten dona kaldılar.
Oruç Reis bulunduğu köyden ayrılıp üç gün sonra Antalya’ya ulaştı. Orada Ali Reis adında, Oruç Reis’in şöhretini duymuş bir denizci ile tanıştı. Ali Reis onu gemisine ikinci kaptan olarak aldı. Oruç Reis kaptan olduğu gemiyle İskenderiyye’ye varınca, Midilli’de bulunan kardeşi Hızır’a (Barbaros Hayreddîn Paşa) bir mektup göndererek kurtulduğunu bildirdi.
Oruç Reis’in şöhretini duyan Mısır sultânı onu yanına çağırıp hizmet teklif etti ve donanmasına kaptan tâyin edip emrine gemiler verdi. Oruç Reis on altı gemiyle Payas’a gitti. Rodoslular onun Mısır sultânının emrine girdiğini işitip Payas’a geldiğini öğrenince, büyük bir donanma ile üzerine hücum ettiler. Oruç Reis durumun çok tehlikeli olduğunu anlayıp, emrindeki gemileri karaya oturtarak, leventleriyle birlikte gemileri terkedip, oradan uzaklaştı. Leventler memleketlerine, Oruç Reis de Antalya’ya gitti.
Antalya’ya varınca Piyâle Bey nâmında bir eski dostuyla görüştü, hâlini anlattı. Piyâle Bey, Oruç Reis’in durumunu sultan Korkud’a anlatıp; “Oruç Reis mücâhid bir tebeanızdır. Gece gündüz kâfirle cenk edip nice zaferler kazanmıştır. Şimdi teknesini kaybetmiştir. Bu mücâhide bir tekne ihsân etmenizi arzederiz” dedi. Daha önceden Oruç Reis’in şöhretini bilen sultan Korkud, bu isteği memnuniyetle kabul etti ve Oruç Reis’i huzura çağırıp, ikrâm ve iltifat göstererek; “Ben seni teknesiz komam; elem üzre olma!” dedi. Sonra da İzmir kâdısına şöyle bir ferman yazdı: “Bu ferman sana ulaşır ulaşmaz, Oruç Reis oğlumuza dilediği üzre mükemmel bir tekne yaptırasın. Varsın yüce dînimiz uğruna kâfirlerle savaşsın, öcünü alsın. Hânedânımızı rahmetle ansın.” Oruç Reis’in durumunu sultan Korkud’a arzeden dostu Piyâle Bey de İzmir kâdısına şöyle bir mektup yazdı: “Oruç Reis dünyâ âhiret karındaşımdır. Size geldikde hemen hizmetinizi eksik etmeyin. Yirmi iki oturak bir tekne yapılmasına nezâret edip, tez zamanda Oruç Reis’e teslim eyleyin. Teknenin donanması için her türlü masrafı, efendim sultan Korkud’un hesabına yazın.”
Oruç Reis İzmir’e gitti; üç buçuk ay içinde, bir sultan Korkud adına, birde Piyâle Bey adına iki tekne yapılıp hediye edildi. Oruç Reis bu tekneleri alarak denize açılıp Foça’ya geldi. O sırada Manisa’da bulunan sultan Korkud’un huzuruna çıktı. El öpüp duâ aldı. Sultan Korkud; “Cenâb-ı Hak seni her işinde muvaffak etsin” diye duâ edip, uğurladı. Oruç Reis Foça’ya dönüp o geceyi ibâdetle ve zafer için duâ ederek geçirdi. Ertesi gün erkenden teknelerine demir aldırıp denize açıldı. Bir kaç gün sonra Fulya sahillerinde iki Venedik gemisi ile karşılaştı. Çıkan çarpışmada ikisini de zaptetti. Bu gemilerde yirmi dört bin altın vardı. Bu parayı ve diğer ganîmetleri leventlerine taksim etti. Oradan Rumeli sahillerine geçip Eğriboz adası civarında üç Venedik gemisi ile daha karşılaştı. Aralarında şiddetli bir deniz savaşı başladı. Oruç Reis düşman gemilerini top ateşine tuttu. İyice yaklaşan Venedik gemilerine atlayan leventler, kahramanca savaşıp, gemilerle beraber yüz seksen beş kişiyi de esir aldılar ve çok mikdârda ganîmet elde ettiler. Sonra zafer şenlikleriyle Midilli’ye döndüler. Bu sıralarda Yavuz Sultan Selim Han, Osmanlı pâdişâhı oldu. Oruç Reis onun tahta çıktığı sırada bir ara Mısır sultânına gidip pek çok hediyeler takdim ederek daha önce onun verdiği gemileri zayi etmesi sebebiyle af diledi. Mısır sultânı bu vefâkârlığından ziyadesiyle memnun kalıp affetti. O kışı İskenderiyye’de geçirerek sefer hazırlıklarını tamamlayan Oruç Reis, ilkbaharda Yahyâ Reis ve diğer maiyyeti ile birlikte hareket etti. Kendisine bir merkez ve hareket üssü yapmak isteyen Oruç Reis, bu iş için Cerbe’yi seçti ve kısa zamanda adayı ele geçirdi. Bu sırada Kardeşi hızır da gelerek kendisine katıldı. Bundan sonra iki kardeş Akdeniz’i; Ceneviz, İspanyol ve Venedik gemilerine dar etmeye başladılar. Oruç Reis, kahramanlığı, kararlığı, sebatı, güzel sevk ve idaresi ve hele akılları hayrete düşüren cesareti ile düşmanı dize getiriyor, büyük savaş gemilerini bir bir ele geçiriyordu. Meselâ denizcilik târihinde görülmemiş başarılarından biri, İtalyanlarla yaptığı bir deniz savaşında kürekle sevk edilen çektiri ile İtalyan donanmasının amiral gemisini (baştarde) ele geçirmesidir. Bu savaşta amiral gemisini ele geçirince kendisi dâhil bütün leventlerine bir harp hilesi olarak İtalyan askerlerinin elbisesini giydirdi. Bu hîle ile üzerlerine gelen İkinci İtalyan savaş gemisini de kolaylıkla ele geçirdi. Çünkü ateş başlayıncaya kadar İtalyanlar Oruç Reis’in gemisini kendi gemileri zannetmişlerdi.
Oruç Reis bütün bu başarılarından sonra Cezâyir’de bir devlet kurmaya karar verdi. Kısa zamanda bu toprakları ele geçirdi. İspanya kralı Şarlken, Oruç Reis’i Cezâyir’den çıkarmak için bir donanma ile hücum etti ise de başaramadı. Oruç Reis zaferler kazanmaya devam etti. Becâye kuşatması sırasında sol kolundan ağır bir yara aldı. Hekimler, kolunun dirsekten kesilmesi gerektiğini söylediler. Sol kolu dirseğinden kesildi. Kahraman Türk denizcisi Oruç Reis artık bir kolunu kaybetmişti. Fakat o haliyle cihâd aşkından, gazâ şevkinden hiç bir şey kaybetmeden yarası kapanınca tekrar denize açıldı. Yine pek çok düşman gemisi ve ganîmetler elde etti. O sırada hıristiyanların zulmü altında pek müşkil duruma düşmüş olan Endülüs’de müslümanlara yardım etti. Binlerce müslümanı Kuzey Afrika’ya taşıdı. Bu hizmeti, İslâm âleminde sevinçle karşılanıp, çok duâ almasına vesîle oldu. Oruç Reis kendisi gibi kahraman birer denizci olan kardeşleri İshak ve Hızır Reis’le birlikte Kuzey Afrika’yı hıristiyanlara karşı savundu. Oradaki zulümden kurtulmak, için gelen müslümanları himaye edip, barındırdı. Her türlü sıkıntılarını giderdi.
O târihde bir hıristiyan devleti olan İspanyollar, Avrupa’nın pek çok ülkesini ellerinde bulunduruyorlardı. Ayrıca Amerika müstemlekelerine de hâkim durumda idiler. Devrin büyük denizcisi Oruç Reis ve serdengeçtiler, İspanyollar ile pek çetin mücâdelelere girişti. Bitmek bilmeyen bu mücâdelelerinde tek gayesi cihâd edip müslümanları zulümden kurtarmak ve İslâmiyet’i yaymaktı.
Yine bu cihâdlarından birinde Cezâyir’in doğusunda bulunan ve İspanyolların hâkimiyeti altında olan Tlemsan’ı ele geçirdi. Tlemsan emîri İspanyollar’dan yardım almasına rağmen, Oruç Reis ele geçirdiği bu yeri kahramanca müdâfaa etti. Yedi ay süren müdâfaadan sonra yerli halkın ihaneti üzerine Cezâyir’e dönmek için hareket etti, Fakat kendisini düşman muhasara etmişti. Bu kuşatmayı yarıp geçmek için düşmanla çarpıştı. Kırk levendi ile düşmana karşı mücâdelesi, düşman kuşatmasını yarıp geçmeleri târihin destanlaşan kahramanlıklarındandır. Oruç Reis ve leventlerinden bir kısmı, muhasaradan kurtularak, Rio Solado ırmağının karşısına geçmeye muvaffak oldular. Ancak ırmakda İspanyollarla ümidsizce bir mücâdele içerisine düşen ve karşıya geçemeyen evlâdı gibi sevdiği leventlerinin ona; “Baba bizi bırakma!” diye haykırışları kalbini parçaladı. Nitekim, büyük bir vefâ ve şefkat ile yardıma koşmak için tekrar ırmağa daldı ve leventleriyle beraber çarpışa çarpışa şehîd oldu (1518). Şehîd olduğunda kırk sekiz yaşında olduğu tahmîn edilmektedir.
Oruç Reis; cömert, âlicenâb, yadım sever, merhametli, dirayetli ve ciddî bir kahraman idi. Bütün leventleri tarafından bir baba gibi sevilir ve kendisine “Baba Oruç” denirdi. Mükemmel ve cesur bir mücâhid idi. Tehlikeli ve nâzik anlarda en iyi çâreleri bulmakta emsaline az rastlanan bir Türk denizcisi idi. Bütün gayesi; İslâmiyet’i insanlara duyurmak, onların müslümanlık ile şereflenmesini sağlamak idi.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Deniz Kuvvetleri Dergisi; sene-1975, sayı-490
2) Rehber Ansiklopedisi; cild-13, sh. 257
3) Kâmûs-ül-a’lâm; cild-2, sh. 1079
4) Tuhfet-ül-kibâr; sh. 25
5) Gazevât-ı Hayreddîn Paşa (Üniversite Kütüphânesi; T.Y. No: 2639); vr. 5
6) Esfâr-ı bahriye-yi Osmaniye (M. Şükrü, İstanbul-1306); sh. 36, 364
7) Türklerin Deniz Muhârebeleri (F. Kurdoğlu, İstanbul-1932); sh. 213

ORHAN GAZİ


Babası.................... : Osman Gâzi
Annesi.................... : Mâl Hâtûn
Doğumu.................. : 1281
Vefâtı...................... : 1360
Tahta Geçişi............ : 1326
Saltanat Müddeti..... : 34 sene
Osmanlı pâdişâhlarının ikincisi. Sultan Osman Gâzi’nin oğlu olup, dedesi Ertuğrul Gâzi’nin vefât ettiği 1281 senesinde Söğüt’de doğdu. Annesinin, Osman Gâzi’nin iki hanımından Mâl Hatun veya Bâlâ Hâtun’dan hangisi olduğu hakkında değişik rivayetler vardır. Ancak ilk Osmanlı kaynaklarının çoğu annesini Mâl Hâtûn olarak gösterirler. Orhan Gâzi küçük yaştan îtibâren tam bir disiplin ve intizam ile istikbâlin beyi olarak yetiştirilmeye gayret edildi. Dedesi Şeyh Edebâli’den ve Dursun Fakih gibi âlimlerden ilim öğrenip, feyz aldı. Babasının arkadaşları yanında silâh tâlimleri ile yetişti. Gâzilerin gazâlarını, meşhur İslâm mücâhidlerinin, evliyâ ve âlimlerin menkıbelerini dinledi. Devrinin silâhlarını maharetle kullanmasını öğrendi. Küçük yaştan îtibâren devletin teşkilâtlanması ve müesseseleşmesinde lâzım olan tecrübelere sâhib oldu.
Orhan Gâzi, gençliğinden îtibâren Bizans tekfurlarıyla olan gazâlara katıldı. Muhârebelerde gösterdiği muvaffakiyetlerle, babasının ve gâzilerin takdîrini kazandı. 1298’de Bizans tekfurlarının tertiplediği, Osman Gâzi’nin de davet edildiği sû-i kasd plânlı düğüne katıldı. Tedbirli hareket eden Osman Bey, Yarhisar ve Bilecik’i fethederken gelin olarak Bilecik Beyi’nin oğluna verilecek olan Yarhisar Beyi’nin kızı Holofira’yı da esir aldı. Holofira, İslâmiyet’i kabul edip, müslüman oldu ve Nilüfer ismini aldı. Orhan Gâzi, Nilüfer Hâtun’la evlendirildi.
Osman Gâzi, 1299 senesinde istiklâlini îlân ederek, devleti idâri bölgelere ayırdı. Oğlu Orhan Gâzi’yi 1301’de Sultanönü (Karacahisar) bölgesinin beyliğine tâyin etti. Orhan Gâzi, 1302’de Yenişehir ile İznik arasındaki Köprühisar’ın fethinde görevlendirildi. Köprühisar fethinin ertesi senesinde Germiyanlı ülkesinde oturan Candarlı aşiretinin, Osmanlı hududuna tecâvüzlerine mâni oldu. 1315’de Çavdar Bey’i esir alınıp, Çavdarlı beyliğindeki suçlular cezalandırıldı. 1317’de Karatekin, Ebesuyu, Karacebiş, Tuzpazarı, Kapucuk ve Kestaneci kalelerinin fethine katıldı. Osman Gâzi 1320 senesinden îtibâren yaşının ilerlemesi ve nikris (romatizma) hastalığının şiddetlenmesi üzerine oğlunun idaresini görmek istedi ve Orhan Gâzi’yi ordu komutanı tâyin etti. Orhan Gâzi, 1321’de Mudanya ve Gemlik üzerine düzenlenen seferde, Mudanya’yı feth ederek Bursa’nın denizle irtibatını kesti. 1325’de Bursa’nın güneyindeki Atranos’u fethedince, 1326 senesinde Bursa’nın Pınarbaşı mevkiine gelerek karargâh kurdu. 1315’den beri yakınına yapılan kalelerle adetâ abluka altında olan Bursa kalesini kurtarmaktan ve yardım gelmesinden ümîdini kesen kale kumandanı, Gâzi Mihal Bey vasıtasıyla bâzı şartlar ileri sürerek Bursa’yı teslim etti. Orhan Gâzi 6 Nisan 1326 târihinde Bursa’ya girdi. Kale komutanı Evrenos, İslâmiyet’i kabul ederek Osmanlı hizmetine girdi. Osman Gâzi, Bursa’nın fethini işitince, memnun olup, Orhan Bey’i Osmanlı hânedânına vâris tâyin etti. Diğer evlâdlarının ve kumandanlarının Orhan Bey’e bîat edip, ona karşı itaatli olmalarını bildirdi. Osman Bey’in Bursa’nın fethinden önce, fetih sırasında veya fetinden sonra öldüğüne dâir kaynaklarda muhtelif rivayetler mevcuttur. Ancak bu kaynakların çoğuna göre Osman Gâzi Bursa’nın fethinden hemen sonra vefât etmiş ve Gümüşlü Künbed’e defnedilmiştir. Osmanlı Devleti’nin ikinci sultânı olarak tahta geçen Orhan Gâzİ, Alâeddîn Paşa’yı vezir tâyin etti. Osmanlı Devleti’nin merkezi, Yenişehir’den Bursa’ya nakledildi. Askerî ve idâri faaliyetlere ağırlık verildi. Yeni tâyinler yapılıp, Akça Koca’ya, Kandıra; Kara Mürsel’e, İzmit körfezinin güneyi; Abdurrahmân Gâzi’ye ise, yeni fethedilen Aydos ve Samandra’nın idaresi verildi. Bu kumandanlar, bulundukları mevkilerde yeni fetihlerle de vazifeliydiler.
Osmanlıların boğaz sahillerine kadar genişlemesi, Bizans’ı telaşlandırdı. Osmanlı kuvvetlerinin, Sakarya ırmağı sahillerinde Karadeniz’e doğru ilerlemesini durdurmak ve uzun süreden beri devam eden İznik kuşatmasını kaldırmak için, Bizans imparatoru üçüncü Andronikos ordu hazırlayıp 1329’da İstanbul’un Anadolu yakasına geçerek Floken’de karargâh kurdu. Orhan Gâzi, İznik kuşatmasına bir mikdâr asker bırakarak, sekiz bin kişilik kuvvetle Bizans imparatoruna karşı harekete geçti. Maltepe (Pelekanon) mevkiinde düşmanla karşılaştı. 1329 Mayıs’ında meydana gelen Osmanlı-Bizans muhârebesi, sabahtan akşama kadar sürdü. Bizans kayseri bir günlük muhârebenin sonunda büyük ümidlerle Rumeli’den Anadolu’ya geçirdiği ordusunun, Osmanlılar karşısında dayanamıyacağını anlayınca, gece karanlığından istifâde ederek muhârebe meydanından, karargâhına doğru çekilmeye başladı. Orhan Gâzi, fırsatı kaçırmadı. Gece muhârebe şartlarını iyi bilen Osmanlı ordusu, Orhan Gâzi’nin emriyle düşmanı takibe geçti. Bizans ordusu, gâzilerin taarruzu karşısında paniğe kapılarak, birbirine girdi. Bizans kayseri yaralı olarak kaçıp canını kurtarabildiyse de, ordusu perişan oldu.
Orhan Gâzi, Pelekanon zaferini kazanınca, yıllardan beri devam eden İznik muhasarasını şiddetlendirdi. İznik kalesinin kumandanı, Pelekanon muhârebesinin neticesini öğrenince, yardım alamayacağını bildiğinden, Osmanlıların adaletine sığınarak teslim oldu. Kaleyi teslim alan Orhan Gâzi, ahâliden arzu edenlerin, eşyalarıyla birlikte gitmesine müsâade etti. Ayrıca İznik halkının, tebea olarak kalıp, yalnız cizye vermek şartıyla âdet ve an’anelerini muhafaza edebileceklerini îlân etti. Halkın büyük çoğunluğu Osmanlı idaresini tercih etti. Muhârebe ve kuşatmada beyleri ölen kadınlar, Orhan Gâziye müracaat edip, sahipsiz kaldıklarını, müslüman olup, Osmanlılardan istiyenlerle evlenebileceklerini söylediler. Orhan Gâzi, İznik’in yerli kadınlarının arzularını îlân edip isteyenlerin bunlarla evlenebileceklerini ve bunlarla evlenenlerin İznik muhafazasında vazifelendirileceğini açıkladı.
İznik feth olunduktan sonra, devletin geçici merkezi hâline getirildi. Şehir îmâr edilip, İslâmî eserlerle süslendi. Orhan Gâzi, İznik’in en büyük kilisesini câmiye çevirip, burada Cuma namazını kıldı. Manastırını da medreseye çevirtti. Şehirde ayrıca zevcesi Nilüfer Hâtûn tarafından bir imâret, oğlu Süleymân Paşa tarafından da bir medrese inşâ edildi. Böylece İznik kısa zamanda bir Türk şehri hâlini aldı. İznik’in fethinden sonra, Orhan Gâzi, İzmit kuşatmasını şiddetlendirdi. Bizans kayseri deniz yoluyla İzmit’in yardımına geldi. Bunun üzerine Orhan Gâzi, Osmanlı Devleti’nin ilk sulh andlaşmasını Bizans kayseri üçüncü Ahdronikos ile yaptı ve İzmit kuşatmasını kaldırdı. Anadolu’da fetihlere devam eden Orhan Gâzi, 1331’de Taraklı, Mudurnu ve Göynük kasabalarını Osmanlı topraklarına kattı. 1333’de Gemlik, 1336’da Kirmasti, Mihaliç ve Ulubat kasabaları fethedildi. 1337’de ise şiddetli bir şekilde tekrar kuşatılan İzmit teslim olmak zorunda kaldı. İzmit’in fethi ile Kocaeli yarımadasının tamâmı Osmanlıların eline geçti. Daha sonra Hereke, Yalova ve Armutlu’nun da fethedilmesiyle Osmanlı Devleti’nin hududu boğaz sahiline dayandı. Bizans’ın Anadolu ile irtibatı sâdece Şile ve Boğaziçi’nde kalmıştı. Orhan Gâzi’nin Bizans’ı iyice sıkıştırması, kayser üçüncü Andronikos’u andlaşmaya mecbur etti. 1341’de imzalanan Osmanlı-Bizans andlaşmasına göre, Anadolu’daki Şile ve Üsküdar, Orhan Gâzi’nin akınlarından emin olmak şartı ile Bizans’a, diğer yerler Osmanlı Devleti’ne kaldı.
Diğer taraftan Karesi Beyinin ölümü üzerine, babasının yerine geçen Demirhan’a muhalefet eden kardeşi Dursun Bey, ölüm korkusu yüzünden Orhan Gâziye sığındı. Dursun Bey, biraderinin yerine hükümdar olmak için Orhan Gâzi’den yardım istedi. Şayet yardım edilirse Balıkesir ile beraber diğer bâzı şehirleri Osmanlılara vermeyi vâd etti. Bunun üzerine Orhan Gâzi, Karesi üzerine sefere çıktı. Demirhan Bey, Orhan Gâzi’nin üzerine geldiğini duyunca, Balıkesir’den Bergama’ya kaçtı. Bergama’nın muhasarası sırasında Dursun Bey kaleden atılan okla öldü. Teslim olmaya mecbur kalan Demirhan Bey Bursa’ya getirildi. Balıkesir, Manyas, Edincik, Kapıdağı ve havalisi Osmanlı topraklarına katıldı. Bu sırada Bizans’ta saltanat mücâdelesi kızışmıştı. Taht için mücâdele edenler Orhan Gâzi’nin desteğini sağlamak istedi. Altıncı Yuannis Kantakuzen, kızı Teodora’yı Orhan Gâziye vererek, yardımını sağladı. Orhan Gazı, beş bin Osmanlı askerini Trakya’ya geçirip, Kantakuzen’e yardımcı gönderdi. Trakya’ya geçen Osmanlı askeri, bölgede keşif yaparak çevreyi tanıdı. Orhan Gâzi’nin desteği ile Bizans tahtına sâhib olan altıncı Yuannis Kantakuzen, 1347’de damadını Üsküdar’a davet ederek görüştü. Orhan Gâzi Üsküdar’da üç gün misafir kaldı. Kantakuzen, Bizans tahtındaki yerini sağlamlaştırınca, Osmanlı Devleti’ne ihanet edip, dâmâdı Orhan Gâzi’ye karşı papayla gizli münâsebet içine girdi. Akdeniz, Ege, İstanbul ve Karadeniz’de koloni rekâbetindeki Venediklileri Bizans kayseri destekleyince, Orhan Gâzi de Cenevizlilere yardım etti. Orhan Gâzi Bizans imparatorunun papa ile gizli anlaşmasını haber alınca, 1352’de Üsküdar, Kadıköy ve adalarını fethettirdi. Kantakuzen aleyhine Bulgarlar ve Sırplar, batıdan harekete geçince, Osmanlılara karşı papalık ile ittifak içinde olmasına rağmen, Orhan Gâzi’den yardım istedi. Orhan Gâzi, Kayser’den Gelibolu yarımadasındaki kalelerden birinin sözünü alınca, oğlu vezir Süleymân Paşa kumandasında on bin kişilik Osmanlı kuvvetini yardıma gönderdi. Kantakuzen, Osmanlı askerinin yardımıyla Dimetoka’da Bulgar ve Sırplara karşı başarılı muhârebeler yaptı. Orhan Gâzi’nin oğlu Süleymân Şâh, Anadolu’ya dönerken, Bizans kayserinin Gelibolu yarımadasında Osmanlılara verdiği Çimbe kalesine asker bıraktı. Osmanlıların 1353’de Çimbe kalesine yerleşmeleriyle, Rumeli’deki fetihler için üsse sâhib olmaları, bölgenin kontrolünü sağladı.
Türkiye Selçukluları zamanında önemli vilâyetlerden olan Ankara, daha sonra İlhanlılar devrinde Anadolu umûmi vâliliğinin batı bölgelerinden idi. Sivas’ı kendisine merkez yapmış olan Alâüddîn Eratna zamanında, Ankara, Eratna beyliğinin toprakları içinde idi. Alâüddîn Eratna’nın 1352’de ölümü üzerine, yerine geçen oğulları zamanındaki karışıklıktan istifâde eden Orhan Gâzi, 1354’de oğlu Süleymân Paşa kumandasında sevketmiş olduğu kuvvetlerle şehri zabtettirdi.
Süleymân Paşa aynı sene Biga’da topladığı bir orduyu Güney Marmara kıyısındaki Kemer Limanından gemilerle karşıya naklederek Bolayır’ı ele geçirdi. Gelibolu Yarımadası’nın en dar geçit yerini bu askerlerle tutarak bir taraftan Gelibolu’ya diğer taraftan da Trakya’ya karşı iki uc kuran Süleymân Paşa, muntazam gazâ akınlarına başladı.
Bir zelzele neticesinde Gelibolu kale duvarlarının ve bu havalideki diğer kalelerin yıkılması üzerine (2 Mart 1354) Osmanlılar bu şehir ve kasabaları ele geçirdiler ve Gelibolu yarımadasının fethini tamamladılar. SüleymânPaşa kumandasındaki Osmanlı kuvvetlerinin Tekirdağ’a kadar bütün Marmara kıyılarına hâkim olmaları, Bizans kayserini telaşlandırdı. Osmanlıları bölgeden çıkarma faaliyeti içine giren Kantakuzen Orhan Gâzi’ye haber gönderip on bin altın mukabilinde Çimpe’yi satın alacağını ve Türk kuvvetlerinin Gelibolu’yu terketmelerini ve İzmit’te kendisiyle görüşmek istediğini bildirdi. Orhan Gâzi, imparatorun kendisine verdiği Çimpe’yi para mukabilinde terk edebileceğini kabûl ettiyse de Gelibolu’yu kendisi almış olduğundan dolayı orasını veremiyeceğini ve hastalığı sebebiyle de görüşmiyeceği cevâbını yolladı. Bunun üzerine Kantakuzen, Balkan ve hıristiyan devletlerle ittifak kurmak istediyse de müttefik bulamadı. 1355’de Kantakuzen’in tahttan indirilmesi üzerine tahta geçen Yuannis, Osmanlıların Avrupa kıt’asındaki hâkimiyetine karşı koyulamıyacağını bildiğinden, Orhan Gâzi ile iyi geçinmeye çalıştı. Orhan Gâzi’nin Cenevizliler tarafından kaçırıılan oğlu Halil’i korsanlardan kurtarıp, kızı ile evlendirmeyi kararlaştırdı. Yuannis, papalık ile de münâsebetlerde bulunarak, Bizans’ı Ortodoks mezhebinden katolikliğe geçirmeyi başarırsa, latin devletlerinden yardım alabileceğini zannetti. Bizans’ın Osmanlı aleyhindeki faaliyetlerine karşılık, Orhan Gâzi de fetih harekâtını arttırdı. Süleymân Paşa, 1356’da Doğu Trakya’ya geçerek, Malkara, Keşan ve Çorlu’yu aldı. Bölgedeki Osmanlı hâkimiyetini kuvvetlendirmek için, Anadolu’dan Türk-İslâm nüfûsu getirilerek, iskân siyâseti tatbik edildi. Rumeli fütûhatında, Osmanlıların yerli ahâliye iyi muamele edip, din, mezheb ve dil hoşgörüsü ile, can, mal ve ırz emniyeti sağlaması, bölgeye sulh, sükûn, huzur ve refah getirdi.
Trakya’da bu son fetihlere kardeşi Murâd Bey ile beraber devam eden Süleymân Paşa, 1359 senesinde bir avı takibi sırasında düşerek kırk üç yaşında vefât etmesi üzerine, Rumeli fethine Gâzi Murâd Bey tâyin edildi. Oğlunun vefâtına ziyadesiyle üzülen Orhan Gâzi rahatsızlandı. 1360’da rahatsızlığı artarak vefât etti. Bursa’daki Gümüşlü Kümbet’e defnedildi.
Şahsiyeti nesillere örnek mâhiyette olan Orhan Gâzi, halîm selîm olup, son derece merhametliydi. Kolay kızmaz, kızınca da belli etmezdi. Askerlerini ve tebeasını kendisinden fazla korurdu. Muhârebelerde zâyiât durumuna dikkat ederdi. Zayiata sebeb olacak mevkilerin fethini kuşatmayla kolaylaştırıp, teslimini beklerdi. Çok âdildi. Dîni bütün bir müslüman olup, ülkede İslâm hukukunu tereddütsüz tatbik ettirirdi. Orhan Gâzi’nin İslâm ahlâkına hayran olup, adaletine gıbta eden hıristiyanlar, kendi soyundan ve dîninden hânedânların yerine, Osmanlı idaresini tercih ederlerdi. İyi bir teşkîlâtçı, cesur bir kumandan olduğu gibi, mükemmel bir idareciydi. İlme, âlimlere ve gönül sultânı manevî şahsiyetlere hürmetkardı. Âlimlerin sohbetinde bulunup, onlarla istişare ederdi. İmâr ve iskân siyâsetine önem verip, devrinde fethedilen beldelere Türk-İslâm nüfûsu yerleştirirdi. Osmanlı ülkesinin nüfuzunu arttırıp, devleti müesseseleştirdi.
Devletin topraklarını altı misli büyüten Orhan Gâzi’nin vefâtı sırasında Osmanlı Devleti şu şehir ve kalelere hâkim bulunuyordu: Bilecik, Bursa, Balıkesir, Bolu ve civarı, Kocaeli, Sakarya, Eskişehir, Çanakkale, İstanbul’un bir kaç kalesi hâriç Anadolu yakası, Ankara, Ayas, Beypazarı, Nallıhan, Kızılcahamam, Haymana, Polatlı, Soma, Kırkağaç, Domaniç, Bergama, Dikili, Kınık, Marmara adaları, Trakya’da Tekirdağ, Lüleburgaz, İpsala, Keşan.
Orhan Gâzi, sultan olunca, devlet teşekküllerini kuvvetlendirdi ve yenilerini kurdu. Saltanatının üçüncü yılında hükümdarlık alâmetinden olarak ilk defa Osmanlı akçesini Bursa’da gümüşten kestirdi. Akçenin bir tarafında Kelime-i şehâdet ile Hulefâ-i Râşidîn’in (radıyallahü anhüm) isimleri yâni; “Ebû Bekr, Ömer, Osman ve Ali” yazılı idi. Diğer tarafında; Orhan bin Osman, basıldığı yer olan Bursa, basıldığı târihi olan H. 727 târihi ve Osmanlıların mensub olduğu Kayıboyu’nun damgası vardı. Hulefâ-i Râşidîn’in isimlerinin söylenmesi ve yazılması Ehl-i sünnetin yâni Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem ve Eshâbının (radıyallahü anhüm) yolunda gidenlerin şiarı idi. Osmanlıların ilk bastıkları paralara Kelime-i tevhîdle beraber, bu mübarek isimleri yazmaları, onların tâ başlangıçta Selef-i sâlihînin yolu olan Ehl-i sünnet yoluna ne derece bağlı olduklarını açık seçik göstermektedir.
Osmanlı Devleti’nde ilk fütûhatı yapanlar aşiret kuvvetleri olup, hepsi atlı idi. Bu kuvvetler uzun süre muhasara hizmetlerinde bulunamadıkları için muvaffakiyetler gecikiyordu. Orhan Gâzi, bu yüzden Bursa’nın fethinden sonra, askerî teşkilâtta yenilikler yaptt. Türk gençlerinden daimî ve esaslı yaya denilen piyade sınıfına orduda yer verildi. Askerî birliklerden onluk sistem tatbik edildi. Piyade askerler, onar, yüzer kişilik manga ve bölüklere ayrıldı. On kişiye onbaşı ve yüz kişiye yüzbaşı zabitler tâyin edildi. Bin mevcutlu kuvvetlerin başındakilere de binbaşı rütbesinde subaylar tâyin edildi. Müsellem denilen süvari kuvvetinin otuz askeri, bir ocak kabul edildi. İlk plânda biner kişilik birlikler hâlinde kurulan yaya ve müsellem askerlerinin sayıları zamanla arttırıldı. Günlük birer akçe olan ücretleri, iki akçeye çıkartıldı. Ayrıca muhârebe dışında işleyebilecekleri araziler de verildi. Tımar sisteminin tatbîkiyle askerî hizmete tâyin edilenlerin mikdârı, tertîb edilen kadroyu çok geçtiğinden, bunların nöbetle sefere gitmeleri ve sefere gidenlere, gitmeyenlerin yardımcı olmaları kânun hâline getirildi. Sefere gitmeyenlere Yamak denildi. Yamaklara yardım karşılığı ücret verilirdi.
Osmanlı devlet teşkîlâtı ilk defa Orhan Gâzi zamanında teşkil olundu. İlk devlet teşkilâtında Anadolu Selçukluları ile İlhanlıların teşkilâtları örnek alınarak bir hükümet mekanizması kuruldu. Bunun esâsı Beylik merkezindeki dîvândı. Bu dîvâna devlet reisi olan pâdişâh başkanlık ettiği gibi icâbında pâdişâh adına vezir de başkanlık yapabilirdi. Osmanlı Devleti’nin ilk veziri, Orhan Gâzi’nin tayin ettiği Hacı Kemâleddîn oğlu Alâaddîn Paşa idi. Vezirler Paşa ünvânını taşırlardı. Devletin askerî ve idarî bütün işlerinde pâdişâha yardımcı olurlardı. Şehir ve kazalar, kâdı ve subaşıların idâresindeydi. Kâdı, idarî ve adlî; subaşı da, âsâyiş ile askerî işlere bakarlardı. Orhan Gâzi devrinde en yüksek kâdılık makamı Bursa kâdılığı olup, tâyinlere de bakardı.
Orhan Gâzi devrinde fethedilen beldeler, ilmî, mîmârî ve sosyal te’sislerle süslendi. İznik fethedilince, Manastırını medreseye çevirterek ilk Osmanlı medresesini kurdu. Yine İznik’te yaptırmış olduğu imâretin açılışında kendi eliyle fakirlere ve gâzilere aş dağıttı. Ahâlisinden; müslim ve gayr-i müslim hiç kim senin aç ve açıkta kalmamasına gayret etti. Bursa’da, câmi, imâret, tabhâne, yol, köprü ve hamamlar yaptırdı. Hanımı Nilüfer Hâtûn da; İznik’te bir imâret, Nilüfer çayı üzerinde köprü ve çeşme gibi pek çok hayrat inşâ ettirdi. İlk Osmanlı medresesi olan İznik Medresesi’nin müderrisliğine zahirî ve bâtınî ilimlerde derin âlim Dâvûd-i Kayseri tâyin edildi. Dâvûd-i Kayseri, Şeyh-i Ekber Muhyiddîn-i Arabî hazretlerinin Füsûs-ül-Hikem adlı eserini, Matla-ı husûs-ü-kilem fî şerh-i Füsûs-ül-hikem adıyla şerh edip, talebelerine okuttu. Bu eser, güzel İslâm ahlakının Osmanlı topraklarında yayılmasında rol oynadı. Orhan Gâzi, gâzilerin yetişmesinde, yeni fethedilen yerlerin İslâm beldesi olmasında, fetih öncesi hazırlıkların yapılmasında, cihâd esnasında askerin şevke getirilmesinde büyük emekleri geçen âlimler ve dervişlere de hürmet edip, onların barınmaları ve hizmetlerini kolayca îfâ edebilmeleri için, tekke ve zaviyeler yaptırdı. Bu dervişlerden Geyikli Baba ve Derviş Murâd meşhurdur.
Orhan Gâzi öldüğü zaman; Murâd, İbrâhim ve Halîl ismindeki üç oğlu hayatta idi. Süleymân Paşa ve Kasım isimlerindeki oğulları kendisinden önce vefât etmişlerdi. Süleymân Paşa ile Murâd Bey, Yarhisar tekfurununkızı Nilüfer Hâtun’dan; Halîl Bey ve Kâsım Bey, Bizans kayseri Kantakuzen’in kızı Teodora’dan; İbrâhim Bey ile Fatma Sultan, Rum prensesi olan Aspurça’dan doğmuştur.

ORHAN GÂZİNÎN VASİYYETİ

“Oğul! Saltanatına mağrur olma. Unutma ki hazret-i Süleymân’a kalmamıştır. Unutma ki, dünyâ saltanatı geçicidir, lâkin büyük bir fırsattır. Allah yolunda hizmet ve Peygamberimizin aleyhisselâm şefaatine mazhariyet için, bu fırsatı iyi değerlendir! Dünyâya âhiret ölçüsüyle bakarsan; ebedî saadeti feda etmeye değmediğini göreceksin. Oğul! Rumeli fethini tamamla! Konstantiniyye’yi (İstanbul’u) ya fethet, yahut fethe hazırla! Civardaki Türk beyleriyle mes’ele çıkarmamaya çalış. Ahâli her ne kadar bizi istese de, başlarında bulunan beyler, beyliklerinden geçme tarafdârı gözükmez. Daha bir zaman idare edecekler, lâkin sonunda olmuş meyva gibi avucuna düşeceklerdir. Anadolu’da gaile çıkmazsa, Rumeli işini rahat halledersin. Bu yüzden, Anadolu’nun sessizliğini bozmamaya gayret et. Cennet mekân babam Osman Gâzi Han, Söğüt ve Domaniç’ten ibaret bir avuç toprağı beylik yaptı. Biz, Allah’ın izniyle beyliği hanlığa, sultanlığa ikmâl ettik. Sen daha da büyüğünü yapacaksın! Osmanlıya iki kıt’a üstünde hükmetmek yetmez. Zîrâ İ’lâ-yı kelimetullah azmi, iki kıt’aya sığmıyacak kadar yüce bir azimdir. Selçuklunun vârisi biz olduğumuz gibi, Roma’nın vârisi de biziz!
Oğul! Kur’ân-ı kerîmin hükmünden ayrılma! Adaletle hükmet! Gâzileri gözet! Dîne hizmet edenlere hizmeti şeref say! Fakirleri doyur! Zâlimleri cezalandırmakta tereddüt gösterme! Adaletin en kötüsü geç tecellî edenidir. Sonunda hüküm isabetli bile olsa, geciken adalet zulümdür! Oğul, biz yolun sonuna geldik. Sen daha başındasın. Cenâb-ı Mevlâ saltanatını mübarek kılsın.”

GEYİKLİ BABA

Orhan Gâzi gittiği illerde, garîbleri, dervişleri arar sorardı, inegöl yöresinde, Keşiş dağı aralığında hayli derviş bulunduğunu işitti. Oradaki baba dostu Korkut Alp’e haber gönderdi. Korkut Alp çok ihtiyârlamıştı. Bir adam yolladı. Adam; “Korkut Alp’in selâmı bâkidir. Bizim yörede, bir garip derviş vardır. Dağda, belde dolaşır. Kurtla, geyikle söyleşir. Mübarek bir kişidir” dedi. Orhan Gâzi; “Acep kimin talebesi, kendisinden sorun” deyince, sordular. O da; “Hacı İlyas talebesiyim. Seyyid Vefâ tarîkiyim...” diye cevâb verdi. Orhan Gâzi bu dervişin incitilmeden getirilmesini istedi. O zât daveti kabul etmediği gibi, Orhan Gâzi’nin yanına gelmesini de istemedi. Orhan Gâzi bunun sebebini sorunca; “Dervişler, kalb ehli olur. Gözetirler. Vakti dolunca gelirler ki, duâları makbûl ola” dedi. Orhan Gâzi boyun bükerek babasının vasiyetleri icâbı derviş kalbi kırmadı ve beklemeye başladı. Uzun bir süre sonra derviş, bir kavak ağacını kökünden çıkararak, Bursa’ya gitti. Sarayın avlusuna kavağı dikti. Durumu hemen Orhan Gâzi’ye bildirdiler. Orhan Gâzi derhâl avluya çıktı. Derviş; “Bû bizim hediyemizdir. Durdukça, dervişlerin duâsı erişir” dedikten sonra duâ etti. Sonra geri dönerek kendi dağına gitti. Orhan Gâzi de arkasına düşerek, onunla konuşmak istedi ve ona; “Derviş Koca... Şu İnegöl yöresi tümüyle senin olsun...” dedi. O da; “Mülk Allah’ındır... Sen, onu ehline ver” dedi. Orhan Gâzi; “Ehli kimlerdir?” diye sorunca, derviş; “Hak teâlâ, dünyâ mülkünü, senin gibi hanlara ısmarladı. Sen de onu, iş ehline ısmarla ki, Allah’ın kulları birbirleriyle işlerini göreler...” dedi. Bunun üzerine Orhan Gâzi çok rica etti ve arkadaşları için bir parça bir şeyler kabul etmesini istedi. O da; “Peki kalbin kırılmasın! Şu tepecikten berisi, dervişlerin avlusu olsun” dedi. Orhan Gâzi çok sevinip duâ alarak geri döndü. O derviş vefât edince, kabrinin üzerine bir türbe, yanına bir mescit yaptırdı. Şimdi oraya Geyikli Baba denilmektedir.

Orhan Gâzî Devri Kronolojisi

1326........ : Şehzâde Murâd’ın doğumu, Alâeddîn Ali Bey’in vezir olması, Aydos ve Semendire’nin feth edilmesi, ilk Osmanlı parasının basılması.
1327........ : Akça Koca ile Konur Alp’in vefâtları.
1328........ : Yaya isimli ordunun kurulması, Maltepe (Pelekanon) zaferinin kazanılması.
1330........ : Bizans’la ilk barış andlaşmasının imzalanması.
1331........ : İznik’in feth edilmesi, İznik Ayasofya kilisesinin câmiye çevrilmesi, vezir Alâeddîn Paşa’nın vefâtı, şehzâde Süleymân Paşa’nın vezirlik makamına tâyin edilmesi, Taraklı Göynük ve Mudurnu kasabalarının fethi.
1332........ : Büyük tarihçi Âşık Paşazâde’nin vefâtı.
1333........ : Gemlik’in fethedilmesi.
1336........ : Kirmasti, Mihaliç ve Ulubat kasabalarının fethedilmesi, Karesi Beyliğinin Osmanlı topraklarına katılması.
1337........ : İzmit, Hereke, Yalova ve Armutlu kalelerinin fethi.
1346........ : Bizans imparatoru altıncı Kantakuzen’in kızı ile Orhan Gâzi’nin evlenmesi.
1352........ : Üsküdar, Kadıköy ve Marmara adalarının feth edilmesi.
1354........ : Ankara’nın ilk fethi, Gerede Beyliğinin Osmanlı Devletine ilhakı, şehzâde Süleymân Paşa’nın Rumeli’ye geçmesi.
1359........ : Şehzâde Süleymân Paşa’nın Trakya’da bütün Marmara kıyılarını ele geçirmesi ve vefâtı.
1360........ : Orhan Gâzi’nin vefâtı.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Osmanlı Târihi (İ.H. Uzunçarşılı); cild-1, sh. 117
2) Osmanlı İmparatorluğu Târihi (Z. Danışman); cild-2, sh. 91
3) Âşık Paşazade Târihi; sh. 42
4) Meşâhir-i İslâmiyye; cild-1, sh. 72
5) Tam İlmihâl Seâdeti Ebediye; sh. 1056
6) Rıhlet-i İbn-i Battûta; Beyrut-1960, sh. 308
7) Rehber Anaihhpedisi; cild-13, sh. 262
8) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; cild-10, sh. 364
9) Büyük Türkiye Târihi (Y. Öztuna) cild-2, sh. 265
10) Îzâhlı Osmanlı Kronolojisi (İ. Hâmi Danişmend); cild-1, sh. 15
11) Mufassal Osmanlı Târihi; cild-1, sh. 68
12) Kitâb-ı Cihân-nümâ (Neşri); sh. 158-159
13) Tâc-üt-tevârih; cild-1, sh. 43

NURUOSMANİYE CAMİİ


On sekizinci yüzyıla âid büyük sultan câmilerinden. İstanbul’da Çemberlitaş ile Kapalıçarşı ve Cağaloğlu arasındadır. Câmi; medrese, imaret, kütübhâne, sebil, çeşme, dükkânlar ve hanlardan meydana gelen bir külliyenin içindedir. Bu câminin yerinde daha önce şeyhülislâm Hoca Sâdeddîn Efendi’nin hanımı Fatma Hanım’ın mescidi bulunmaktaydı. Zamanla terk edilen bu mescid yıkıldı ve çevresindeki bir çok dükkân kamulaştırıldı.
Nûruosmâniye Câmii, 1748 (H. 1161) yılında sultan birinci Mahmûd Han zamanında yaptırılmaya başlandı. Onun vefâtı üzerine sultan üçüncü Osman Han câminin inşâatını devam ettirdi. 1755 (H. 1169) yılında câmi tamamlandı. Vakıfları ve vazifelileri tâyin edildi. Sultan üçüncü Osman Han bu câmiye ecdadının adını vermekle, kendi ve ecdadının isminin hayırla anılmasına sebeb oldu. Câmi, Ahmed Efendi adında bir bina emininin idaresinde Mîmâr Mustafa ağa ve yardımcısı Simon kalfa tarafından inşâ edilmiştir.
Cami barok üslûbta yapılmış olup, klâsik üslûbdan tamamen ayrı bir karakter taşımaktadır. Câmi bu özelliği ile Osmanlı mîmârisinin yeni üslûbunun ilk büyük ve mühim eseridir.
Mîmârî bakımdan câmi, yüksek bir kaide üzerinde inşâ edilmiştir. Plânı kare olup, mihrabı dışarı çıkıntılıdır. Yüksek ve geniş çaplı kubbe, yan duvarlardaki büyük kemerlere oturur. Câminin iç avlusu yarım dâire şeklinde olup, on iki sütuna oturan kubbelerin örttüğü revakı, şadırvansız olan bu avluyu çevreler. Câminin içi, yüz yetmiş beş pencereden ışık almaktadır. Cümle kapısı üzerinde müezzin mahfeli, yanlarda da yan mahfeller, mihrabın sol tarafında ise, dıştan büyük bir rampa ile çıkılan ve odaları da bulunan hünkâr mahfeli bulunmaktadır. Câminin beş gözlü son cemâat yerinin iki yanında dışarı doğru çıkıntı yapan çok zarif birer minaresi vardır. Minareler ikişer şerefelidir.
Caminin içi de son derece güzel ve gösterişli bir tezyinata sahiptir. Mihrabı, minberi ve câminin içindeki silmeler barok üslûbta ve son derece güzel olarak yapılmıştır. Câminin içini süsleyen kısımlardan, yazılar hâriç diğer yerleri; güzel görünüşlü renkli taşlarla süslenmiştir. İçini süsleyen yazılar ise devrin tanınmış hattatlarından Râsim, Yedikulelizâde Abdülhalîm, Bursalı Mezehhib Ali ve Kâtipzâde Ahmed Refî efendiler tarafından yazılmıştır.
Nûruosmâniye Câmii’nin yanındaki kubbeli türbede sultan İkinci Mustafa Han’ın zevcesi ve sultan üçüncü Osman Han’ın annesi Şehsuvâr Vâlide Sultan, Hibetullah Sultan, Sultan İkinci Mahmûd Han’ın kızı ile bâzı şehzâdeler medfûndur.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Hadîkat-ül-cevâmî; cild-1, sh. 22
2) Rehber Ansiklopedisi; cild-13, sh.164
3) Eminönü Câmileri
4) Nûruosmâniye Câmii (Orhan Bahâeddîn, Hayat Târih, sene-1966, sayı-11, sh. 58)

NUREDDİN CERRAHİ




Evliyanın büyüklerinden. İsmi Muhammed bin Abdullah’dır. 1671 (H. 1082) senesi Rebî’ul-evvel ayının on ikinci gecesi, Cerrahpaşa Câmii’nin karşısındaki Yağcızâde konağında doğdu. 1720 (H. 1133) senesi Zilhicce ayının dokuzunda Pazartesi günü İstanbul’da vefât etti. Cenaze namazı, Fâtih Câmii’nde öğle namazından sonra kalabalık bir cemâat tarafından kılındı. Kabri Karagümrük semti civarındadır.
Nûreddîn Cerrâhî’nin soyu, Ebû Ubeyde bin Cerrâh’a (radıyallahü anh) ulaştığı için, Cerrahî denilmiştir. Cerrahpaşa’lı olduğu için öyle denildiği de söylenmiştir. Çoğunluk birinci rivayette ittifak etmişlerdir. Nûreddin Cerrahî, daha küçük yaşta Kur’ân-ı kerîmi, Cerrahpaşa mektebinde öğrendi. Kur’ân-ı kerîm hocası Yûsuf Efendi’dir. Tahsilini tamamlayan Nûreddîn Cerrahî, zahirî ilimleri öğrenmek için medreseye gitti. Medrese tahsilini tamamladıktan sonra, genç yaşta Mısır kâdılığına tâyin edildi.
Nûreddîn Cerrahî Mısır’a gitmeden önce, veda etmek için Üsküdar’daki dayısı Hüseyin Efendi’nin konağına gitti. Hava iyi olmadığı için bir süre burada kaldı. Bir gece dayısı, onu evin karşısında bulunan Selâmi dergâhına götürdü. Yatsı namazından sonra dergâhta ders veren Ali Efendi’nin yanına gittiler. Nûreddîn Cerrahî, Ali Efendi’nin elini öpünce Ali Efendi; “Oğlum Nûreddîn! Safa geldiniz” diye ismini söyledi. Bunun üzerine Nûreddîn Cerrahîyi bir muhabbet ve cezbe hâli kapladı. Daha sonra Allahü teâlâyı zikrederken vecde geldi. Nûreddîn Cerrahî, daha sonra Ali Efendi’den kendisini talebeliğe kabul etmesini rica etti. Alî Efendi de, onun ricasını, kabul buyurup; “Oğlum Nûreddîn! Mâsivâdan (Allahü teâlâdan başka şeylerden) sıyrılıp abdestini tazele” diye uyardı. Bunun üzerine kendisine verilen Mısır kadılığı vazifesini kabul etmeyerek, tâyin fermanını şeyhülislâma geri gönderdi. Nûreddîn Cerâhî, Ali Efendi’ye tam teslim oldu. Ali Efendi Nûreddîn Cerrâbî’yi abdest aldıktan sonra halvete koydu. Onda büyük bir huzur hâli, meydana geldi. Ali Efendi, bir müddet sonra ona icazet vererek hırka giydirdi. Sonra Ali Efendi; “Oğlum Nûreddîn! İstanbul’a git. Karagümrük yakınında ve dört yol ağzında, Kethüda Canfedâ’nın yaptırdığı Câmi-i şerifin yanında Bakkal İsmâil Efendi isminde bir zât senin için bir oda yaptırdı. O odada ibâdetle meşgul ol. Umulur ki, senin için o civarda bir dergâh yapılır. O zaman insanlara doğru yolu göstermeye çalış. Süleymân Veliyyüddîn ve Muhammed Hüsâmeddîn efendiler senin yanında kemâle gelecekler” buyurdu. Nûreddîn Efendi, hocasının emri ile Süleymân Veliyyüddîn ve Muhammed Hüsâmeddîn yanında olduğu hâlde Karagümrük’e gittiler. İsmâil Efendi, hocasının bahsettiği odanın anahtarını Nûreddîn Cerrâhî’ye teslim etti. İsmail Efendi bu odayı rüyada gördüğü Resûl-i ekremin emri ile yaptığını söyledi.
1703 senesinde kapı kethüdalarından Bekir Efendi’nin vefât etmesi üzerine, Karagümrük civârında bulunan konağı boş kaldı. Dârüsseâde ağası Beşir Ağa, bu konağı alacağı sırada rüyasında Nûreddîn Efendi’yi gördü. Konağı satın almamasını söyledi. Aynı gece sultan Ahmed Han’a da rüyasında Nûreddîn Efendi’nin ihtiyâcını gidermesi emredildi. Pâdişâh ertesi gün, boş kalan konağı satın alsınlar diye, Yahyâ Efendi’yle Nûreddîn Cerrâhî’ye üçyüz altın gönderdi. Nûreddîn Cerrahî bu altınları kabul etmedi. Bir dergâh yaptırsalar, daha makbûle geçeceğini söyledi. Yahyâ Efendi, huzurundan ayrılırken, Nûreddîn Cerrâhî’nin ellerini öpeceği sırada, Nûreddîn Efendi’nin Ali Efendi’ye talebe olması sırasında meydana gelen manevî hâlin aynısı, Yahyâ Efendi’de de meydana geldi. Bu sırada Yahyâ Efendi, Nûreddîn Efendi’den kendisini talebeliğe kabul etmesini rica etti. Yahyâ Efendi, getirdiği paraları başka birisi vasıtasıyla Sultan’a gönderdi. Bunun üzerine Sultan o konağı aldırarak, orayı dergâh hâline getirdi ve Nûreddîn Efendi’ye tahsis etti. Nûreddîn Cerrâhî, burada ibâdet yapmak ve insanlara doğru yolu göstermek için çalıştı.
Nûreddîn Cerrâhî’nin eserlerinden bâzıları şunlardır: 1- Mürşid-i Dervişân Risalesi, 2- Nutk-ı şerîf, 3- Nasîhat-ı âli. Ayrıca çok güzel ilâhîleri vardır.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Sefînet-ül-evliyâ; cild-5, sh. 40
2) Osmanlı Müellifleri; cild-1, sh. 178
3) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; cild-17, sh. 193

NİYAZİ MISRİ


Evliyanın büyüklerinden. Halvetî yolunun Mısriyye kolu kurucusu ve şeyhidir. Asıl adı Muhammed, mahlası Niyâzîi’dir. 1618 yılında Malatya’nın Soğanlı köyünde doğdu. Başka bir yerden gelip Malatya’ya yerleşen babası Ali Çelebi, Nakşibendî yoluna mensûb âlim ve fâzıl bir zâtdı.
Muhammed Niyâzî, Malatya’da, önce İslâmî ilimlere âid temel bilgileri, sonra da medrese tahsiline başlayıp, tefsir, hadîs, fıkıh ve tasavvuf ilimlerini öğrendi. Medreseden icazet alıp çıkınca, çeşitli câmilerde verdiği vâzlarla halkın dikkatini çekti. Bu arada Malatya’daki Halvetî şeyhi Hüseyin Efendi’ye intisâb edip feyz aldı. Hüseyin Efendi’nin kısa bir süre sonra vefât etmesi üzerine anne ve babasından izin alıp uzun bir seyahate çıktı. Diyarbakır-Mardin yoluyla Bağdâd’a gelip bir müddet burada ilim tahsil etti.
Burada dört yıl süren tahsilini tamamladıktan sonra Mısır-Kâhire’ye gelen Muhammed Niyâzî, Şeyhûniyye denilen yerde Kâdiriyye tarikatı büyüklerinden bir zâtın dergâhına yerleşti. O zâta talebe oldu. Hocasının bereket ve himmetiyle kemâle erdi. Mısır’da uzun yıllar kalarak ilmini ilerletti ve Câmiülezher’de ders verdi. Mübarek günlerde câmilerde vâz etti.
Muhammed Niyâzî, devamlı ibâdet ve tâatta bulunduğu günlerde bir gece, rüyasında Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri onu yanına çağırıp; “Senin nasîbin diyâr-ı Rûm’dadır. Mısır’da değildir” buyurdu. Rüyasını hocasına anlatınca, hocası ona hilâfet verip duâ etti ve Mısır’dan ayrılmasına izin verdi.
1646 yılında İstanbul’a gelen Muhammed Niyâzî, Sultanahmed civarındaki Sokullu Mehmed Paşa dergâhına yerleşti ve uzun süre riyazette kaldı. Sonra devrin tanınmış âlim ve mutasavvıflarıyla görüştü. Mısır’da uzun yıllar kaldıktan sonra İstanbul’a geldiği için, buna nisbetle Niyâzî Mısrî diye tanındı.
Bir süre İstanbul’da kaldıktan sonra Bursa’ya geçen Niyazi Mısrî, Ulu Câmi yakınlarındaki bir medreseye yerleşerek inzivaya çekildi. Halkın isteği üzerine, Şeker Hoca Câmii’nde Cuma geceleri vâz verdi. Buradan Uşak’a geçerek, Elmalılı Şeyh Yûsuf Sinân’ın halîfesi Şeyh Mehmed’in dergâhına yerleşti. Daha sonra Ümmî Sinân’la tanışarak bütün varlığıyla ona bağlandı. Hocasıyla beraber Elmalı’ya gidip vâzlar verdi, dergâhın hizmetlerinde bulundu. Bir müddet sonra tekrar Uşak’a oradan da Çal ve Kütahya’ya geçen Niyâzî Mısrî, hocasının vefât haberi üzerine Uşak’a tekrar döndü. Fakat üzüntüsünden burada kalamayıp Bursa’ya gitti.
Bursa’ya yerleşerek burada evlenen Niyâzî Mısrî, Ulu Câmi’de devamlı vâzlar verdi. Şöhreti bütün ülkeye yayıldı. 1665’de sadrâzam Fâzıl Ahmed Paşa’nın daveti üzerine Edirne’ye gitti. Dönüşte İstanbul’a uğradığında, bâzı câhillerin tasavvuf aleyhine estirdikleri hava sebebiyle, sultandördüncü Mehmed, âlimler ve tasavvuf büyükleri ile devlet erkânının da toplandığı bir gün Ayasofya Câmii’nde vâz verdi. Bu vâzında; tasavvuf yolunun hak olduğunu, tasavvuf ehlinin yaptıkları zikrin İslâm’a aykırı olmadığını en açık şekilde îzâh etti. Herkes ilmine hayran olup, tasavvufun, Allahü teâlânın emir ve yasaklarını seve seve yapmaya yardımcı olduğunu anladı. Bu şekilde tasavvuf aleyhine olan faaliyetleri durduran Niyâzî Mısrî, tekrar Bursa’ya döndü. Bu günlerde şeyhi Uşaklı Mehmed Efendi’nin vefâtı üzerine Halvetiyye yolunun Mısriyye kolunu kurarak irşada başladı.
Sultan dördüncü Mehmed, Kamaniçe seferine çıkmadan önce, şöhretini duyduğu Niyâzî Mısrîyi ordunun mânevi gücünü yükseltmek gayesiyle Edirne’ye davet etti. Üç yüz talebesiyle beraber Edirne’ye gidip sefere katıldı. Seferden dönüşte Edirne’de verdiği vâzlar sebebiyle 1673’de Rodos adasına sürgüne gönderildi.
Dokuz ay sonra 1674’de Rus savaşı sebebiyle affedilip, halkı sefere teşvik etmek için talebeleriyle beraber Edirne’ye geldi. Savaş sonrasında yaptığı bir vâzında, savaşların millet ve devlet üzerindeki acı te’sirlerini anlatması yanlış anlaşılarak, rikâb-ı hümâyûn kaymakamı tarafından önce Gelibolu’ya oradan da Limni adasına sürgün edildi.
Limni’de 1677’den başlayarak on beş yıl boyunca çileli bir hayat yaşadı. Vefâtından bir yıl önce 1692 yılında affedilerek Bursa’ya, oradan da Edirne’ye geldi. Selîmiye Câmii’nde vâz ederken devlet işleriyle ilgili söylediği bâzı sözler sebebiyle tekrar Limni’ye gönderildi. Adaya gelişinden bir kaç ay sonra vefât etti ve oraya defnedildi.
Türkçe ve Arabça, manzum ve mensur on cildden fazla eseri bulunan Niyâzî Mısrî, daha çok mutasavvıf şâir olarak meşhur olmuştur. Aruzla yazdığı şiirlerde genellikle Nesîmi ve Fuzûlî, hece ile yazdıklarında ise Yûnus Emre’nin te’siri altında kalmıştır. Birçok yazma nüshası bulunanDîvân’ı, hicrî 1259’da Bulak matbaasında basılmıştır. Dîvândaki şiirler çok içli ve yanıktır. Diğer eserleri şunlardır: 1- Mevâid-ül-irfân avâid-ül-ihsân, 2- Şerh-i Esmâ-i hüsnâ, 3- Risâle-i eşrâtüs-sâa’, 4- Suâller ve Mısrî’nin cevapları, 5- Tefsîr-i sûre-i Yûsuf, 6- Risâle-i Mebde’ ve Me’âd, 7- Risâle-i Mısrî, 8- Tefsîr-i Fâtihâ, 9- Risâlet-üt-tevhîd, 10-Es’ile ve Ecvibe-i Mutasavvıfâne, 11- Şerh-i Nutk-ı Yûnus Emre, 12-Tâbirname, 13- Risâle-i Haseneyn, 14- Dîvân-ı İlâhiyyât, 15-Mektûbât, 16- Risâle-i Hızriyye, 17- Risâle-i hilye-i hazret-i Hüseyin, 18- Sûre-i Nûr tefsiri, 19- Risâle-i Belgrat, 20- Risâle-i Vahdet-i vücûd.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; cild-17, sh. 184
2) Büyük Türk Klasikleri; cild-6, sh. 66
3) Rehber Ansiklopedisi; cild-13, sh. 139
4) Resimli Türk Edebiyatı Târihi; cild-2, sh. 702

NEDİM


On sekizinci yüzyıl dîvân edebiyatı şâirlerinden. 1680-81 yıllarında İstanbul’da doğdu. Asıl ismi Ahmed’dir. Nedîm lakabını sonradan aldı. Babası Kâdı Mehmed Efendi, annesi ise Karaçelebizâde ailesinden Sâlihâ Hâtûn’dur.
Nedîm, İstanbul’da kültürlü bir muhitte büyüdü. Zamanın büyük hocalarından kuvvetli bir medrese tahsili görerek yetişti. Arab, Fars dil ve edebiyatlarını öğrendi. Şeyhülislâm Ebezâde Abdullah Efendi’nin de bulunduğu bir imtihanda üstün başarı göstererek iyi bir dereceyle müderris oldu. Bu yıllarda şiir yazmaya başlayan Nedîm, Şehîd Ali Paşa’ya, 1713’de sadrâzam olması ve 1715’de Mora zaferini kazanması gibi vesilelerle kasîdeler sundu. Edebiyat çevresinde tanınmaya başladı.
Ali Paşa’nın 1716’da Varadin’de şehîd olmasından sonra İbrâhim Paşa’ya; mirahûrluk görevine tâyini, rikâb-ı hümâyûn kaymakamlığına getirilmesi, Pasarofça andlaşması, sadrâzam olması vesîleleriyle sunduğu kasîdeler ve düşürdüğü târihlerle kendini tanıtıp, 1720 yılında Paşa’nın özel kitaplığının müdürlüğüne getirildi.
İlmiyle de kendisini göstermeye başlayan Nedîm, bu yıllarda,Müneccimbaşı Târihini Türkçe’ye çevirecek komisyona dâhil edildi. 1723 yılı Ramazan’ından itibaren sadrâzam Dâmâd İbrâhim Paşa’nın konağındaBeydâvî tefsiri dersleri verdi. Bu derslerindeki başarısı sebebiyle İbrâhim Paşa onu sultan üçüncü Ahmed Han’a tanıttı.
Bu târihlerden sonra Nedîm iyice tanınmaya başladı. 1726’da Mahmûdpaşa mahkemesi naibliğine getirildi. Behâeddîn-i Aynî’nin umûmî İslâm târihi olup, Kaşgarlı Mahmûd’un Dîvân-ı Lugat-it-Türk’ünden me’hazlar aldığı çok kıymetli eseri Ikd-ül-Cümân’ı tercüme eden hey’ette bulundu. Medresedeki derecesinde de yükselerek 1727’de Molla Kırımî, bir yıl sonra da Sadî Efendi ve Eski Nişancı Paşa, 1729’da Sahn-ı semân ve 1730’da Sekban Ali medreseleri müderrisliklerine getirildi. Son görevinde iken meydana gelen Patrona Halîl isyânında vefât etti. Kabri Üsküdar’da, Tunusbağı kabristanına yakın yerdeki Çiçekçi mevkiindedir.
Nedim’in şiirinde zevk, neş’e ve coşkunluk vardır. Hayâtı, hep tatlı ve neş’eli yanlarıyla görmüş, üzüntü, acı ve kederi şiirine sokmamıştır.
Dîvân şiirinin çoğunda belirli bir mekân olmamasına karşılık, şiirlerinde günlük hayâta dâir pek çok sahneye yer vermiş, adetâ İstanbul’un tabiî ve bediî güzellikleri ile doldurmuştur. İki kasîde nesîbinde bu şehri konu ettiği gibi, o devrin mesire yerleri olan Haliç, Kâğıthane, Göksu, Hisar, Çubuklu gibi yerlerde yapılan Sâdâbâd, Hurremâbâd, Hüsrevâbâd, Şerefâbâd, Feyzâbâd, Aşfâbâd, Kasr-ı cinân, Kasr-ı neşât gibi kasrlar; Tavanlı, Nevpeydâ, Cisr-i sürür adlarındaki köprüler; Hayrâbâd tekkesi, çeşmeler, hamamlar, kanal ve havuzlar hep İstanbul’dan birer parça olarak şiirlerine girdi. On yedinci asırda başlayan mahallîleşme cereyanının on sekizinci yüzyılda belli başlı temsilcilerinden olan Nedîm, şarkılarının yanında, hece vezninde bir türkü de yazmıştır. Kullandığı dil kısmen açık bir İstanbul Türkçesidir. Bunun yanında tasavvufî unsurlara açık gazelleri de vardır. İstanbul’u anlatırken;
Bu şehr-i Stanbûl ki bî-misl ü bahâdır
Bir sengine yekpare Acem mülkü fedâdır.
beyti kadar güçlü ifâdelere başka şâirler de pek rastlanmaz. Nedîm’in İstanbul ile bütün Acem (İran) mülkünü bu şekilde mukayese etmesi, doğuda her türlü Osmanlı mülkünün baltalayıcısı olan İran’a sitem etmek istemesinden kaynaklanmaktadır. Tecellî dağı gibi câmiler, Maârif kumaşı satılan sokaklar gibi benzetmeleri de bol bol kullanarak, İstanbul’un zengin bir dekorunu çizmektedir. Bu husûsiyetiyle İstanbul’un gelişmiş kültürünü çok güzel temsil etmekte, sâdece şiirlerinin konusu bakımından değil, üslûbu açısından da İstanbul şâiri ünvânını haketmiştir.
Ruhî muhteva bakımından çok zengin olan dîvân edebiyatı, Nedîm ile beraber dışa açılmaya, tabîata da yönelmeye başladı.
Nedîm, devrinin ve çevresinin içtimaî hayâtı içerisine girip, san’atını; dîvân şiirinin esaslarından fedâkârlık yapmamakla beraber, onun katı kaidelerinden ölçülü bir şekilde kurtulabilmiş, bilhassa halk zevkini, halk ruhunu, halkın yaşama neş’esini benimsemiş, halk deyimlerinden, halk söyleyiş inceliklerinden seçmeler yapıp, dîvân edebiyatına bu kıymetleri getirmeye cesaret edebilmiş, serbest ruhlu, bilgisinden, zevkinden, zekâsından emîn bir şâirdi. Ayrıca şâir, okuyup düşündüğü, görüp heveslendiği, sevip benimsediği, ayrılıp özlediği her güzel şeyi, zarîf ve hayâl dolu ruhunun en ince ürperişleriyle birleştirerek, şiiri öylece söylemiştir. Bütün bunları çok ince, çok keskin ve neş’eli bir tabiat ile birleştirmesi, şiirine bir ahenk ve sevimlilik vermiştir.
Nedîm yine bu sebeplerle, sırası geldikçe dîvân şiiri kaidelerinden ustalıkla ayrılmış, vezinden kâfiyeye, şekilden söze ve söyleyişe kadar kendini serbest kabul etmekten çekinmemiştir. Ancak onun klasik kaidelerden uzaklaşırken, büyük tabiîlikle yakınlaştığı lisan, halk dili ve söyleyişi olmuştur. Hattâ bu kaide genişletici yönü sebebiyle devrinin bâzı san’atkârları Nedîm’i büyük şâir kabul etmek bir yana hiç kıymet vermemiş, şâirler arasında ismini bile anmamışlardır.
Nedîm’in iki büyük târihin Türkçe’ye çevrilmesine katkıları dışında tek eseriDîvânı’dır.
1719 yılında Müneccimbaşı Derviş Ahmed Efendi’nin Sahâif-ül-Ahbâr ya da Câmi-üd-düvel adlı eserinin Türkçe’ye çevrilmesi için meydana getirilen kurula Nedîm de alınmış ve kendisi 1868 yılında İstanbul’da üç cild olarak basılan bu eserin bir kısmını Türkçe’ye çevirmiştir. Ayrıca Nedîm, Bedreddîn Aynî’nin Ikd-ül-Cümân fî târihi ehl-iz- zaman adlı Arabça eseri için 1726 yılında kurulan kırk beş kişilik kurula da katılmıştır.
Nedîm’in bütün şiirlerini topladığı Dîvân’ı beş defa olmak üzere; birincisiDîvân-ı Nedîm ismiyle Bulak matbaasında, İkincisi aynı isimle 1874’de İstanbul’da, üçüncüsü Nedîm Dîvânı ismiyle 1919-21 yıllarında, dördüncüsü 1951’de ve sonuncusu da 1972’de İstanbul’da basılmıştır. Son üç baskının başlarında Nedîm ve şiirleri hakkında bir inceleme ve sonlarına birer sözlük eklenmiştir. Dîvân’ın son baskısına otuz dokuz kasîde (on bir tanesi Sultan Ahmed, on dokuzu Dâmâd İbrâhim Paşa, dördü hem pâdişâh hem sadrâzam, üçü şehîd Ali Paşa, ikisi de kapudan Mustafa Paşa hakkında), yüz elli dokuz gazel, iki müstezâd, bir muhammes, üç tahmis, bir müseddes, bir tesdîs, iki taştîr, yirmi yedi şarkı, bir türkü, bir terkîb-i bend, çoğu târih olan seksen iki kıt’a, on rubâî, üç mesnevî, yirmi yedi beyt vardır.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Büyük Türk Klasikleri; cild-6, sh. 241
2) Rehber Ansiklopedisi; cild-13, sh. 67
3) Resimli Türk Edebiyatı Târihi; cild-2, sh. 753
4) Nedîm (Yûsuf Ziya, İstanbul-1932)
5) Edebiyat Üzerine Makaleler(A. H. Tanpınar); sh. 178
6) Edebiyat Târihi Dersleri (A.Sırrı Levend, İstanbul-1938); sh. 321