7 Ağustos 2020 Cuma

AHMET PAŞA (Kayserili)


Osmanlı Devleti’nin son devrinde pek az veya hiç olmayan tahsîline rağmen şahsî gayret, faaliyet ve cesaretiyle tanınmış, Abdülazîz Han’ın hunharca şehîd edilmesine katılmış olan paşa. 1806 (H. 1221)’de Kayseri’ye bağlı Develi kazasının Pusatlı köyünde doğdu. 1878 (H. 1295)’de İstanbul’da öldü.
On yaşında babasıyla beraber İstanbul’a geldi ve 1825 (H. 1241)’de bahriye neferi olarak askerliğe başladı. Daha sonra çavuş oldu ve donanmaya alındı. Gösterdiği bâzı başarılarla, önce mülâzımlığa, sonra da yüzbaşılığa terfi ettirilip, korvet kaptanlığına tâyin edilerek Sisam ihtilâlini bastırmakla vazifelendirildi. Burada ve daha sonraları Trablusgarp ve Mısır’da gösterdiği başarılar sebebiyle miralay, 1840’da riyale (liva amiral), 1845’de patrona (ferik amiral), 1850’de ise kapudâne (birinci ferik amiral) oldu. Bir ara görevden alınıp açıkta kalan Ahmed Paşa, Mustafa Reşîd Paşa tarafından mirliva sonra da ferik amiral yapıldı.
Kırım muhârebesinin ilk safhalarında kaptân-ı deryalık vazîfesini vekâleten yürüten Ahmed Paşa’ya, Sivastopol muhârebesindeki hizmetinden dolayı vezirlik (müşir) rütbesi verildi.
Kırım muhârebesinin bitmesinden sonra İstanbul’a gelen Kayserili Ahmed Paşa, 1857’de merkezi Rodos olan Cezâyir-i Bahr-i sefîd, 1860’da İzmir sonra da Sayda vâliliğine gönderildi. 1873’de ise, bahriye nâzırı oldu.
Bu yıllarda Abdülazîz Han’ı tahttan indirmek için İngilizler ve bunların güdümü altındaki bâzı paşalar tarafından yoğun bir faaliyet sürdürülüyordu. 1876’da ikinci defa bahriye nâzırlığına getirilen Ahmed Paşa da bu harekete katıldı. Abdülazîz Han’ın tahttan indirilmesinde sarayı emrindeki donanması ile denizden ablukaya aldı. Eğer bir muhalefetle karşılaşılırsa, gemilerle sarayı topa tutacaktı (Bkz. Abdülazîz Han).
Vak’anüvist ve meşhur Osmanlı tarihçisi Lütfi Efendi, İkinci Abdülhamîd Han’a takdîm ettiği bir kitabında; “... Kayserili Ahmed Paşa’dan bir mikdâr bahsedeceğim; merkum (zikri geçen bu adam) câhil ve cesur, bednazar (kötü görüşlü) bir şahs-ı menfur idi. Bunun da hainliğine sebeb meğer sultan Abdülazîz Han, kapudan paşalık ünvânını merkumdan diriğ buyurması (uzak tutması) imiş. Ne büyük mel’anet! Kayserili bayağı bir şahıs olup, bu kadar nîmet ve servete, vezârete nâif olmuşken, kapudan paşalık ünvânıyla bahriye nâzırlığı nâmı arasındaki fark-ı mevhumun bu rütbe cinayete kadar cür’et verecek efkârda bulunmasının ne derecelerde insana hayret vereceği kâbil-i tarif değildir; bu fikr-i humk-u cehaleti (ahmakça cahilliği) münâsebet-i şâyânı zabt ve tahrir ağzından söz almak ümidiyle bir gün civâr-ı fakir hânemde (evimin yakınında)ki kâin konağına gidip hin-i mülakatımda (konuşma sırasında) keyfiyeti mâlumeden (Abdülazîz Han’ın şehîd edilmesinden) bahis açıldıkta, bîmehâbâ (pervasızca) iftihar ederek; “Biz bir-iki seneden beri Avni Paşa ile bu işi kurmuş idik” demesini müteâkib, odadan içeri misafir gelmekle kesilecek lisanı, kesildi (sustu). Başka lakırdıya girişildi, ilerisini söylemedi...” satırları ile Ahmed Paşa’ya yer vermiştir.
Çerkez Hasan’ın Hüseyin Avni’yi vurduğu esnada kaçarak ufak sıyrıklarla canını kurtarmayı başardı.
İkinci Abdülhamîd Han tahta geçince bahriye nâzırlığından alınıp Tuna’ya vâli olarak gönderildi, ölümünden yirmi-otuz gün evvel İstanbul’a gelmesine müsâde edilen Ahmed Paşa, gelişinden az sonra öldü ve Süleymâniye Câmii kabristanına gömüldü.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Bir Darbenin Anatomisi; sh. 40, 534
 2) Mir’ât-ı hakikât; sh. 111, 128, 300, 387
 3) Musavver Medeniyet Gazetesi (30 Zilkade 1290)
 4) Tabsıre-i ibret (Midhat Paşa); sh. 166
 5) Nuhbet-ül-vekâyi, (Mehmet Süreyya); cild-3, sh. 79
 6) Kayserili Ahmed Paşa Hakkında İkinci Abdülhamîd’in Bir Hatt-ı Hümâyûnu (Uzunçarşılı), belleten, sayı-27, sene-1943)

AHMET PAŞA


Onbeşinci asır lirik şâirlerinden. Doğum târihi bilinmemekte olup, Edirne’de doğduğu kaydedilmiştir. 1497 (H. 903)’de Bursa’da vefât etti. Bursa’da bulunan türbesi, yaptırmış olduğu medresesinin yanındadır. Ahmed Paşa tahsilini, o zaman Osmanlı Devleti’nin merkezi olan Edirne’de yaptı. Arabça ve Farsça’yı öğrendi. Tahsîlini tamamladıktan sonra Bursa’da Muradiye Medresesi müderrisi oldu. 1451 senesinde Molla Hüsrev’in yerine Edirne kâdılığına tâyin edildi.
Fâtih Sultan Mehmed Han tahta geçince Ahmed Paşa’ya alâka ve iltifat gösterip, kazaskerlik makamına getirdi. Daha sonra zekâsının inceliğini ve şiirdeki maharetini görerek kendine musâhib, sohbet arkadaşı ve hoca olarak tâyin etti ve vezirlik rütbesi verdi. O da pek çok ilim ehlini ve edîbi pâdişâha tanıtarak âlimleri ve edipleri seven Fâtih Sultan Mehmed Han’ın yardım ve himayesini sağladı.
Ahmed Paşa, İstanbul’un muhasara ve fethinde pâdişâhın dâimâ yanında bulunmuştur. Muhasaranın son günlerinde Fâtih Sultan Mehmed Han onu, Akşemseddîn’e ve Akbıyık Sultân’a göndererek fetih hususunda istişare yapmıştır. İlim sahibi ve İnce bir zekâya sâhib olan Ahmed Paşa’ya orduda ve sarayda Sipahi müftîsi denilmiştir. Pâdişâha ve devlete sâdık olup, paşa ünvânını almıştır.
Bir ara vazifesinden azledilen Ahmed Paşa saraydan da uzaklaştırıldı. Daha sonra meşhur Kerem Kasîdesi’ni yazıp affedilmesini istedi. Pâdişâha arz edilince, Bursa’da Orhan Gâzi ve Muradiye mütevellîliğine tâyin edildi. Bu vazîfeden memnun kalmayan Ahmed Paşa, yine bir şiirle affedilmesini istedi. Bunun üzerine Eskişehir (Sultanönü) sancağına, daha sonra da Tire ve Ankara sancak beyliğine getirildi. Fakat Ahmed Paşa bu vazifelerin hiç birinden memnun kalmadı. Ankara’dan ayrılmak istedi. Bunu bir şiirle pâdişâha iletti ise de arzusu gerçekleşmedi.
İkinci Bâyezîd Han’ın tahta geçmesinden sonra eski itibârını kazanan Ahmed Paşa, Bursa sancak beyi oldu. Bundan sonraki ömrünü Bursa’da geçiren Ahmed Paşa, 1488 (H. 893) senesinde Memlûklülere karşı Ağaçayırı’nda yapılan savaşa katıldı.
Bursa’daki vazîfesinin yanında edebî toplantılara da katılan Ahmed Paşa; 1497 (H. 902)’de vefât edince, Muradiye Câmii yanında yaptırdığı medresenin yakınına defnedildi ve sonradan buraya bir türbe yapıldı.
Ahmed Paşa, on beşinci yüzyılda Şeyhî’den sonra yetişen en büyük dîvân şâiri olup, dîvân şiirinin kurucuları arasında zikredilir. Bazıları onu Şeyhî’den de üstün görmektedirler. Kasîdelerinde kullandığı dilin sadeliği, mecazları, dîvân estetiği içindeki şiirleri ile devrindeki şâirlerin en üstünlerindendir. İran şâirlerinden Selmân-ı Sâvecî, Hâfız-ı Şîrâzî ve Kemâlî Hocendî’nin etkisinde kalmış; kendisinden sonra gelen Abdülbâkî ve Necâtî gibi şâirlere de te’sir etmiştir. Devrinde sâdece Anadolu’da değil, aynı zamanda İran ve Türkistan’da da tanınmış ve zevkle okunmuş dîvân sahibi bir şâirdir. Ayrıca Arabî, Fârisî şiirler de yazmıştır. Şiirlerinde işlediği konular, medih yâni övgü, sevgiliyi tavsif etme ve yanıp yakılma olarak hülâsa edilebilir. Bu şiirleri dîvânında toplanmıştır. Tezkire sahibi Latîfı, Ahmed Paşa’nın sözlerinin âlimce ve üslûbunun büyük kimselere yakışır tarzda olduğunu, inceliklerle dolu beytlerinin söz ve mânâ bakımından gayet metîn söylendiğini, kasîdedeki üstünlüğünün de herkesçe kabul edildiğini bildirmektedir. Bursa sancak beyi iken, Harîrî, Resmî, Mîrî ve Çakşîrî gibi şâirler onun meclisinde toplanırlardı. Evliyânın meşhurlarından olan Emîr Sultan’a, Şeyh Vefâ’ya, Şeyh Tâceddîn’e ve ayrıca Fâtih Sultan Mehmed Han ile ikinci Bâyezîd Han’a ve sultan Cem’e medhiyeler yazmıştır.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Şakâyık-ı Nu’mâniyye Tercümesi; sh. 217
 2) Tezkire (Latifi); sh. 76
 3) Güldeste-i riyâz-i irfan; sh. 259
 4) Esâmî; sh. 48
 5) Osmanlı Şâirleri (Muallim Naci); sh. 7
 6) Sicilli Osmânî; cild-1, sh. 193
 7) Tezkiret-üş-şuarâ (Kınalızâde Hasan Çelebi); cild-1, sh. 134
 8) Ahmed Paşa (Ali Alpaslan, Ankara-1987)
 9) Rehber Ansiklopedisi; cild-1, sh. 30
10) Resimli Türk Edebiyatı; cild-1, sh. 463

5 Ağustos 2020 Çarşamba

FUZULİ



On altıncı asır Türk şâirlerinin en büyüklerinden. Asıl adı Mehmed olup, Hille müftîsi Süleymân Efendi’nin oğludur. “Benim doğduğum ve yaşadığım yer Irak-ı Arab’dır” demesine rağmen, doğum yeri ve târihi bilinmemektedir. Tezkireler de bu bakımdan birbirlerinden farklılık gösterirler. Bâzı kaynaklar 1489-1494 yılları asında doğduğunu bildirmektedir.
Hayâtını ne ile nasıl geçirdiği hakkında kaynaklar açık bilgi vermemişler, Bağdâd ve civarında doğup, büyümüş, dar bir hayat coğrafyasına karşılık ilim tahsilinden geri kalmamış ve devrinin ilimlerini öğrenmiş, hattâ şiirin bile ilimsiz olmıyacağı fikrini edebiyatımıza getirmiştir. Zamanın meşhur âlimleri arasına girdiği, hattâ hadîs, tefsîr, hendese, hey’et, hikmet gibi din ve fen ilimlerini tahsil ettiği, Arabça, Farsça, Türkçe eserler yazdığı kaynaklarda geçmektedir. Şurası muhakkakdır ki, Bağdâd ve civarı; mânevi hava itibariyle Fuzûlî’nin şiirine olduğu kadar yetişmesine de zemin hazırlamıştır. O en azından gençlik ve tahsil yıllarını Necef, Kerbelâ ve Bağdâd’da geçirmiş, kendisine lâzım olan, hattâ şiirlerine geniş ufuklar açan ilmi; Nizamiye Medresesi’nin te’sis edildiği, İmâm-ı âzam’ın türbesinin bulunduğu, Hallâc-ı Mansûr’un asıldığı, Abdülkâdir-i Geylânî, Seyyid Ahmed-i Rifâî, Cüneyd-i Bağdadî ve Ma’rûf-i Kerhî gibi büyüklerin ruhâniyetinin bulunduğu bu diyarda elde etmiştir.
Şiire başlayınca çeşitli mahlaslar kullanmış, başka şâirlerin de bu mahlasları kullandıklarını görünce hepsini bırakarak Fuzûlî’yi mahlas olarak seçmiştir. Fazl’ın cem’i yâni çokluk şekli olan Fuzûlî şahsî üstünlüklerle ilgili veya şahsî üstünlüklere âid mânâsında ism-i mensûb bir kelimedir. Diğer taraftan Fuzûlî’nin, boşu boşuna mânâsı da vardır. Bu mânâ ile kelime, fâni-i mutlak tâbirine kadar şâiri götürmekte ve mutlak fânilik olarak adının bile unutulmasını istemektedir. Bu da tasavvufî konuları terennüm eden şâir için uzun bir araştırma ve düşünmeden sonra Fuzûlî mahlasının seçildiğini, bunun öyle alelade alınmış ve kullanılmış bir kelime olmadığını göstermektedir. Zâten o, bu mahlası ne ince hesaplar içinde seçtiğini Farsça dîvânının mukaddimesinde; “Eğer başkalarının da kullandığı bir lakabı alsaydım, sözlerinden bir kısmının o mahlası kullanan öbür şâirlere mâl edilmesi mümkündü. O vakit bana yazık olurdu, işte sözlerimin başkalarına isnâd olunmaması için kimsenin kabul etmediği ve edemiyeceği bir mahlas aldım” şeklinde anlatır.
Çocukluğunu, Irak Akkoyunlu Türk Devleti, gençlik yıllarını Safevî hükümdarı Şâh İsmâil devrinde, olgunluk ve ihtiyarlık yıllarını ise Kânûnî Sultan Süleymân Han idaresinde geçiren Fuzûlî, devlet büyüklerine bir çok kasîdeler yazmışdır. Şâir, Şâh İsmâil adına eser yazdığı hâlde Safevîlerden ufak bir iltifat görmemiştir. 1534’de Kânûnî’nin Bağdâd’ı fethi üzerine, muhteşem Hükümdâr’a sunduğu Bağdâd kasîdesi en meşhur kasîdesidir. Fuzûlî’ye gereken değeri veren Pâdişâh, ona Bağdâd vakfından maaş bağlattı ise de o, bu maaşı almadı. Bu yüzden, saf müstehzi ve mütevekkil edasıyla, en güzel mensur eserlerinden olan ve Şikâyetname adı ile anılan kısa mektubunu yazmıştı.
Fuzûlî, Bağdâd fethi için giden orduda bulunan Osmanlı şâirlerinden Hayâlî ve Taşlıcalı Yahyâ beylerle görüşmüş ve bu şâirlerin arzusu ile yazdığıLeylâ vü Mecnûn adlı Mesnevîsini 1535 senesinde bitirerek zamanının Bağdâd vâlisi Üveys Paşa’ya İthaf etmiştir. Bağdâd’ın Osmanlı idaresi altındaki yıllarında, başta Üveys Paşa olmak üzere Ayas ve Mehmed paşaların himayesinde emin bir hayat süren Şâir, en önemli eserlerini de bu devirde vermiştir.
Fuzûlî, 1556’da Bağdâd’da Tâûndan (vebâ) ölmüştür. Kerbelâ’da bulunan türbesinin bektâşî dergâhına yakın olduğu kaynaklarda yazılı ise de, dergâh ve türbe zamanla yıkılmıştır. Ölümüne “Göçdi Fuzûlî” (H. 963) kelimeleri târih düşürülmüştür. Tezkireler ile târihî ve edebî kaynaklarda Fazlî adlı bir oğlu olduğu bildirilmiştir. Fazlî de babası gibi şâir olmakla birlikte bu sahada onu geçememiştir.
San’at îtibâriyle Fuzûlî daha çok doğu ile batı Türklüğü arasında bir köprü teşkil eder. Aslında bunu, doğup büyüdüğü yerin her iki Türk dünyâsının ortasında olması, bir de Bağdâd’ın târihî ve köklü bir kültür merkezi oluşu te’min etmiştir. Ayrıca Fuzûlî’nin coğrafyasında cereyan eden hâdiseler bilhassa Kerbelâ vak’asının bölgenin trajedisi olması, onu ilhamının menbâına götürmüştür. Bir ayağını çöle atan, diğeri ile suya dalan Fuzûlî suyun kıymetini anlayabilen tek şâir olmuştur. Suyun rahmet olması, hazret-i Muhammed’in İnsanlara rahmet olmasıdır. Çöl için su ne ise, âlem için de Resûlullah o demektir. Ancak bu düşünceden hareketle, yaşanılan hayat Fuzûlî’ye Su Kasîdesi’ni yazdırmış, yine çöle bakınca, Mecnûn’u ve ızdırâbını o anlamıştır. Güneşin bu uçsuz bucaksız çölde tek başına dolaşmasından, Mecnûn’un yapayalnız kalışını o görmüştür. Şüphesiz diğer eserleri de aynı coğrafyanın verdiği ilhamdan kaynaklanmışlar ve Fuzûlî’yı asrın en üstün şâiri durumuna yükseltmişlerdir.
Fuzûlî, san’atını;
Edemem terk Fuzûlî ser-i kûyın yârün
Vetenümdür vetenümdür vetenümdür vetenüm.
mısralarında dile getirdiği ve sıkıca sarıldığı vatanına borçludur. Gerçekten bu vatan, Fuzûlî’ye bir çok eserin yazılmasında ilham kaynağı olmuştur. Kısaca söylemek gerekirse Fuzûlî, vatanında san’atı ve eserleri ile karşılaşmıştır. Onu ne Tebriz ne de İstanbul’a göndermeyen sebeplerin başında bu gelmektedir. Türkçe, Arabça ve Farsça olarak üç dilde şiir yazmasını da yine böyle bir coğrafyada doğup büyümeye borçludur. Zamanının bütün ilimlerine vâkıf âlim bir şâir oluşu, devrinde herkesin hürmetini kazanmasına sebep olmuştur.
Mutasavvıf bir şâir olarak Fuzûlî ilmin hudutları içinde tasavvufun en ince nüshalarını yerleştirmeye çalışmıştır. Büyük bir zekâya sâhib olduğundan, zekâsı ile lirizmini bağdaştırmıştır. Şikâyeti; şiirlerinin, devrinde anlaşılmadığından ve san’attaki kudretinin takdir edilmediğinden kaynaklanır. San’atındaki sınır tanımayan inceliğe Türkçe şiirlerinde rastlanmaktadır. Zâten Fuzûlî, eski Türk edebiyatında hissettirmeden san’at yapan ve bu san’atların ardından nice nice ufuklar gösteren bir şâirdir. O bunu biraz da kültürün yüksekliğine borçludur. Türk şiirinin, İran şiirini çok gerilerde bırakarak geçtiği bu devirde, Fuzûlî’deki ince san’ata İran şâirlerinde rastlanmaz. O, samimî bir insan olup, hakikati söyler. Bu yönü ile eski edebiyatın realist bir şâiridir. Yaptığı en ince zekâ oyunları sayesinde pek yüksek olan iç içe san’atları ve mânâları asla hissettirmez. Bâzı şiirlerinde tababete âid işaretler de vardır. Tababetle de meşgul olan Fuzûlî, mecazî aşkın yanında hakîkî aşkı bırakmayan ve baştan başa san’ata yer veren aynı zamanda ruhunun hamlelerini tâkib eden bir şâirdir. Edebiyatımızda bu yönden tek kalmıştır. Kendi iç âlemini verebilmek için gazel tarzını üstün tutmuş, bilhassa Leylâ vü Mecnûn Mesnevîsinde emsali görülmedik gazeller ortaya koymuştur, ilimsiz şiiri hor gören ve edebiyat âleminde şiirin ilme dayanması veya ilmî olması fikrine yer veren Şâir, imlâya da gereken değeri verir. Çünkü metinlerin nesilden nesile intikâli ancak doğru ve yanlışsız yazma ile mümkündür. Bu yönü ile belki imlâ üzerinde duran tek şahsiyettir.
Izdırab ve insan kaderiyle doğrudan temas hâlinde görülen Fuzûlî, eski şiirin lügatini ve modalarını kendi mes’eleleri için kabul etmiştir. Zâten onun devri, şiir dilimizin kurulduğu, Necâtî’den Yahyâ Bey’e; Hayâlî’den Usûlî ve Bâkî’ye kadar, hemen her şâir ve san’atkârın bu hususta üstüne düşeni yaptığı bir devirdir. Ancak Fuzûlî dile kolayca şekil alma kabiliyeti ile yumuşaklık, rahatlık ve olgunluğu getirmiştir. Şiirimizin pek çok söyleyiş mükemmelliğini kendisinde bulan Şâir, dil ile ustaca oynamış ve Necâtî ile Bakî arasına kendiliğinden girmiştir. Ondaki zihnîlik, mîzâh ve hiciv kudreti pek yüksektir. Bu sayede, hayâtı ve aşkı çok ciddî açıdan göstermiştir.
Yine bulunduğu bölge tabiî olarak onu, Doğu Oğuzcasına yâni Azerî Türkçesi’ni kullanmasını gerektirmiş ve diğer Osmanlı şâirlerinden ayırmıştır. Fakat Fuzûlî asıl olarak, bu şâirlerden belirli mazmun ve hayâller üzerinde ısrarla durmasından, söyleyiş ve duyuş tarzı ile ayrılmaktadır. Bu onun ferdîliğinin, şiirlerinde yer tutmasından başka bir şey değildir.
Fuzûlî’nin san’atında ızdırâb ve insan kaderi vardır. Türk kasîdeciliğine hasbihâl edasını getiren Fuzûlî; Türkçe’de güzel ve ince şiir yazmanın güçlülüğünü anlamış, fakat yılmadan Türkçe için çalışmıştır. Ali Şîr Nevâî’deki Türkçe aşkı ne ise, Fuzûlî’de de aynı tutkunluk vardır. Şâir Türkçe yazmakta muvaffak olması için, Allahü teâlâdan yardımını esirgememesini niyaz eder. Ortaya koyduğu eserleri ile Türkçe’yi ne şekilde işlediğini göstermiş ve dilimiz hakkında o devirde söylenen “Kısır ve kaba” dil fikrini ortadan kaldırmıştır. Gerçekten Fuzûlî ile Türkçe’de güller açmış, dilimizde şaheserler vücûda getirilmiş, hattâ büyük şâir Bakî bile onun açtığı yoldan geçmiştir.
Dîvân şiirinin bütün büyük şahsiyetleri gibi, aynı kaynaktan feyz alan ve gerekli ilimleri tahsîl eden Fuzûlî’nin üzerinde; Molla Câmî, Hâfız-ı Şîrâzî, Nizamî ve Hâtıfî gibi İran şâirlerinin te’siri vardır. Fakat onun te’sirinde kaldığı Türk şâirleri; Habîbî, Ali Şîr Nevâî, Lütfî ve Sekkâkî’dir. Ayrıca Ahmedî, Şeyhî ve Necati’nin de Fuzûlî üzerindeki te’sirini belirtmek lâzımdır. Onda klâsik Çağatay Türk edebiyatının hazırlayıcısı Sekkâkî’nin yankılandığı açıkça görülmektedir. Fakat Fuzûlî söyleyişte ve ince şiir zevkinde kendisine te’sir edenleri bir hayli geride bıraktığı gibi, kendisinden sonraki şâirler üzerinde de etkisini göstermiştir. O, Türk şiirine en başta, Tâcîzâde Cafer Çelebi gibi bir kaç şahsiyet bir tarafa bırakılacak olursa, şâirlerin mensubu bulundukları şehre bakmayı getirmiş ve Bağdâd Kasîdesi’ni yazmakla işe kendi coğrafyasından başlamıştır. Bu husus Bâkî’den Nedim’e kadar, payitaht şâirlerinin İstanbul üzerine yazmalarına sebeb olmuştur. Hattâ bu durum on dokuzuncu asrın başında yaşıyan Bitlisli Müştak Baba’ya kadar uzanır. Fuzûlî’nin, Âşık Ömer ve Dertli gibi ön sırayı işgal eden halk şâirleri üzerinde de te’siri görülmektedir.
Fuzûlî, yirmiye yakın eser yazmıştır. Bunların başında Türkçe, Farsça ve Arabça olan üç dîvânı gelmektedir. Türkçe dîvânı güzel bir mensur girişle başlar. Dîvânın kasîdeler bölümünde şâirin ilminin yüksekliği görülmektedir. Musammat gazel ve rubâîleri daha liriktir. Bütün dehâsı, bu şiirlerde belli olur. Engin bir lirizmle, aşk konusunu işler, sevgilisini bir timsâl hâlinde yükseltir. Bu dîvân yüzden fazla basılmıştır. Dîvândan seçilen şiirler, batı dillerine çevrilmiş, yüzlerce antolojiye bu eserlerden bol örnekler alınmıştır. Farsça dîvânı da mensur girişlidir. Üç bin beyt kadardır. İki kere Türkçe’ye çevrilmiştir. Arapça dîvânı ise bu dille yazılan şiirlerinin toplandığı küçük bir eserdir.
Leylâ vü Mecnûn Türkçe yazılmış en ünlü manzum romanıdır. Bağdâd beylerbeyi Üveys Paşa’ya ithaf etmiştir. Türkçe dîvânı gibi ünlüdür. Türk âleminde sevilmiş, otuz defadan fazla basılmış, Almanca, İngilizce, Rusça, İtalyanca ve Ermenice gibi çeşitli lisanlara çevrilmiştir.
Fuzûlî’nin bunlardan başka 134 beytlik Enîs-ül-Kalb adlı bir kasîdesi,Hüsn ü Aşk başka bir adla Sıhhat ü Maraz olarak anılan tıp sahasındaki sofîyâne risalesi, Peygamber efendimizi medh eden Su Kasîdesi, Heft câm adlı Sakînâmesi ve Rind ü Zâhid adlı eserleri yanında mektupları bilhassa Şikâyetnamesi dikkat çeker. Ayrıca Hadîkatü’s-Süedâ’sı meşhurdur.

SU KASİDESİ’NDEN

Saçma ey göz, eşkden gönlümdeki odlara su,
Kim bu denlü tutuşan odlara kılmaz çâre su.
Suya virsün bâğbân gülzârı, zahmet çekmesün,
Bir gül açılmaz yüzün tek, virse min gülzâra su.
Arızın yâdiyle nemmâk olsa müjgânum n’ola,
Zayi olmaz gül temennâsıyla virmek hâra su.
Gam günü itme dil-i bîmârdan tigun diriğ,
Hayrdır virmek karanu gicede bîmâra su.
Ravza-ı kûyına her dem durmayup eyler güzâr,
Âşık olmuş gâliba ol servi hoş-reftâra su.
Su yolun, ol kûydan toprağ olup dutsam gerek,
Çün rakîbümdür dahi ol kûya koymam vâra su.
Destbûsî arzûsıyla ölürsem dûstlar,
Kûze eylen toprağım sunun onunla yâre su.
Serv serkeşlik kılur kumrî niyazımdan meğer,
Dâmenin duta, ayağına düşe, yalvâra su.
İçmek ister bülbülün kanın, meğer bir ceng ile,
Gül budağının mizâcına gire, kurtâre su.
Tiynet-i pâkini rûşen kılmış ehl-i âleme.
İktidâ kılmış tarîk-i Ahmed-i Muhtâra su.
Seyyid-i nev’i beşer, deryâ-yı dürr-i istifâ,
Kim sepüpdür mûcizâtı, ateş-i eşrâra su.
Dostu ger, zehr-i mâr içse olur âb-ı hayât,
Hasmı su içse döner elbette zehr-i mâre su.
Hâk-i pâyine yitem dir, ömrlerdir muttasıl,
Başını taştan taşa vurur, gezer âvâre su.
Bîm-i dûzah nâr-ı gam salmış dil-i sûzânıma,
Var ümîdüm ebr-i ihsânun sepe ol nâra su.
Umduğum oldur ki, rûz-ı haşr, mahrûm olmayam,
Çeşme-i vaslın vere, ben teşne-i dîdâre su.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Resimli Türk Edebiyatı (N. Sami Banarlı); cild-1, sh. 525
 2) Fuzûli (Necmeddîn Fuzûlî)
 3) Numûne-i Edebiyât-ı Osmânıyye (Ebüzziyâ Tevfik)
 4) Edebiyat üzerine Makaleler (A. Hamdı Tanpınar); sh. 143
 5) Târih içinde Türk Edebiyatı (Faruk K. Timurtaş)
 6) Rehber Ansiklopedisi; cild-6, - sh. 98
 7) Fuzûlî Dîvânı Şerhi (A. Nihad Tarlan İst. 1981)
 8) Fuzûlî (Süleymân Nazif-İstanbul-1925)
 9) Leylâ ile Mecnûn
10) Şuarâ Tezkireleri
11) Fuzûlî Hakkında Bir Bibliyografya Denemesi (Müjgan Cankur-İstanbul-1956)
12) Türk Klasikleri: cild-3, sh. 308
13) Fuzûlî’ye Dâir (Tâhir Olgun, İstanbul-1936)

FIRKALAR


İnsan topluluğu; Osmanlı ordusunda ve Cumhûriyet’in ilk yıllarında bugünkü tümen karşılığı olan askerî birlik, Osmanlı donanmasının bir bölümü; îtîkâdî yönden aynı veya yakın inanışlara sâhib olan grup. Fırka kelimesi Osmanlı târihinde meşrûtiyet döneminde kurulmuş olan siyâsî parti mânâsında da kullanılmıştır.
Yüce dînimiz İslâmiyet; birliğe, beraberliğe, kardeşliğe ve dayanışmaya çok önem vermiş, bütün mü’minlerin kardeş olduğunu bildirmiştir. Âl-i İmrân sûresi yüz üçüncü âyetinde meâlen; “Ey îmân edenler! Allah’ın ipine (âlimlerin bildirdiklerine) sarılınız. Ayrılmayınız” buyrulmuştur. Enfâl sûresi kırk altıncı âyetinde ise meâlen; “Allah’a ve O’nun Resûlüne itaat ediniz. Birbirinizle çekişmeyiniz. Sonra korku ile zaafa düşersiniz. Kuvvetiniz (elden) gider. Bir de sabr ediniz. Çünkü Allah sabr edenlerle beraberdir” buyruluyor. Sevgili Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâm da; “Mü’minin mü’mine bağlılığı, taşları birbirine kenetlenmiş duvar gibidir” buyurarak, İki elinin parmaklarını birbirine kenetledi. Bir hadîs-i şerîfde de; “Sakın birbirinize(düşman olup) buğz etmeyiniz. Birbirinize hased etmeyiniz. Birbirinizden(yüz çevirip) ayrılmayınız. Ey Allah’ın kulları! Birbirinizle kardeş olunuz” buyurarak birlik, beraberlik, kardeşlik ve dayanışmanın önemini işaret etmiş; düşmanlık, ayrılık ve bunlara sebeb olan söz ve davranışlardan kaçınmayı emir buyurmuştur.
Allahü teâlânın emirlerine ve Peygamber efendimizin sünnetine uyan binlerce İslâm âlimi de; müslümanların birlik, beraberlik ve kardeşlik içerisinde yaşamaları için gayret sarf ettiler. Böyle hareket eden müslümanlar da birlik beraberlik içinde yaşayarak, güçlü devletler kurdular, ilmin, medeniyetin, adaletin müdâfîliğini yaptılar.
İslâmiyet’in bildirdiği birlik ve beraberlik esâsı üzerine kurulan Osmanlılar da; birleşmeği, sevişmeği, yardımlaşmayı, fitne yâni anarşi çıkarmamağı, kâfirlerin haklarını da gözetmeği, kimseyi incitmemeği prensip edindiler. Dinimizin güzel emirlerini bildirmek, gelecek nesillerin dinlerini, îmânlarını korumak için bütün istirâhatlerini ve şahsî menfaatlerini feda ettiler. Güzel ahlâkı, adaleti, çalışkanlığı, fende, san’atda birinciliği, yiğitliği dünyâ târihlerine silinmez harflerle yazdılar.
Fırka tâbiri Osmanlılarda İkinci Meşrûtiyet’ten sonra kullanılmıştır. Zîrâ, Osmanlı Devleti’nde bir çok millet bir arada yaşıyordu. Böyle bir fırkalaşma hareketi, devleti parçalayacağı için müsâde edilmiyordu. Bu sebeple 1908’den önceki fırkalaşmalar, batılı devletlerin tahrîki ile gizli kurulmuştur. Yeni Osmanlılar, daha sonra İttihâd ve Terakkî Cemiyeti, Ahrâr-i Osmaniye Cemiyeti bunların en önemlileri idi (Bkz. Cemiyetler). Avrupa devletlerinin ve Balkan komitacılarının baskıları netîcesinde 1908 senesinde îlân edilen İkinci Meşrûtiyetle serbest olarak siyâsî fırkalar kuruldu. Kurulan ilk fırkalar, daha önce gizli cemiyet olan İttihâd ve Terakkî ile, 14 Eylül 1908’de Prens Sabahaddîn’in Osmanlı Ahrâr fırkası idi. Bu iki fırkanın katıldığı ve rumlar, ermeniler ve bulgarların Türk aleyhdârı kampanya gösterileri içinde yapılan seçimde, İttihâd ve Terakkî fırkası, Meb’ûsân meclisinin çoğunluğunu elde etti. 14 Kasım 1909’da Mutedil Hürriyet-perver fırkası ve yine bu sırada Osmanlı Demokrat fırkası, 1910 yılı başlarında da Ahâlî fırkası, Kasım 1911’de ise, Hürriyet ve İtilâf fırkası kuruldu. İktidarda kaldığı üç yıl içinde uyguladığı politikalarla îtibârını kaybeden ve içinde gruplaşmalar meydana gelen İttihâd ve Terakkî fırkası, 1911 yılının Kasım ayında İstanbul’da yapılan ara seçimi kaybetti. Bu seçim ise henüz bir aylık bir geçmişi olan ve kazançlı çıkan Hürriyet ile İtilâf fırkasının mecliste hükümetin Trablusgarb’ı savunmasındaki başarısızlığı ile ilgili bir genel soruşturma açılmasını istemesine sebeb oldu. Bâzı ittihâdçılar da muhalefete katıldı. Meclisin kontrollerinden çıkmak üzere olduğunu gören İttihâd ve Terakkî fırkası ileri gelenleri, sadrâzam Saîd Paşa’dan meclisi fethetmesini istediler. Bunu yapmak için Kânûn-i esâsî’nin 35. maddesini değiştirerek; pâdişâha, meclisle kabîne arasında bir tartışma olmadan da meclisi fesh hakkı yeniden verilmek istendi. Hürriyet ve îtilâf fırkası, pâdişâhın yetkisini güçlendirmek için bu tedbîrin alınmasını daha önce kendisi istediği için buna karşı çıkamadı. Buna rağmen değişiklik teklifi mecliste reddedildi. Böylece meclisle, kabîne arasında görüş ayrılığı çıkması üzerine kanûn-i esâsî hükmüne göre meclis fesh edildi. 1912’de yeni bir genel seçime gidildi. “Sopalı ve dayaklı seçim” diye adlandırılan bu seçim sonunda, pek az muhalif meb’ûs meclise girebildi. Ordu içindeki halaskarân grubunun hareketiyle İttihâd ve Terakkî’nin muhalefete düşmesi üzerine, bir kaç ay çalışabilmiş olan Meb’ûsân meclisi bir kere daha fesh edildi. Bâb-ı âlî baskını netîcesinde tekrar iktidara gelen İttihâd ve Terakkî fırkası, Mahmûd Şevket Paşa’nın öldürülmesi üzerine çok partili rejime son verdi. 1913’de kurulmuş olan Millî Meşrûtiyet fırkası da hâdiseler arasında kayboldu. 1914’de yapılan seçime tek parti olarak katılan İttihâd ve Terakkî fırkasının iktidarı, Birinci Dünyâ harbi yenilgisine kadar sürdü.
1918’de son kongresini yapan İttihâd ve Terakkî fırkası, Teceddüd fırkası olarak değişti. Talat, Enver ve Cemâl paşalarla bâzı arkadaşlarının Avrupa’ya kaçmasından sonra 1919’da yapılan genel seçimde, son Osmanlı Meb’ûsân meclisi teşekkül etti. Mütâreke ve müdâfaa-i hukuk dönemlerinde yeniden teşkilâtlanan Hürriyet ve îtilâf fırkası te’sirli oldu. Mütâreke döneminde başka siyâsî partiler kurulduysa da pek etkili olamadılar.
Osmanlılar zamanında kurulan fırkalar yâni siyâsî partiler şunlardır:
1- Osmanlı İttihâd ve Terakkî Cemiyeti (Bkz. İttihâd ve Terakkî).
2- Osmanlı Ahrâr Fırkası: 14 Eylül 1908’de İstanbul Bâb-ı Alî Cad. No: 65’da kuruldu. Kurucuları; Nûreddîn Ferruh, Ahmed Fazlı, Kıbrıslı Tevfik, Nâzım ve Tevfik beyler ile Celâleddîn Arif ve Mahir Saîd beylerdir.
1908’de Osmanlı siyâsî hayâtına giren bu fırka, Prens Sabahaddîn’in etrafında toplanan kimselerce İttihâd ve Terakkî karşısında bir güç meydana getirmek için kuruldu. Programı, Nûreddîn Ferruh Bey tarafından hazırlandı. İngiliz siyâsî partilerini taklid ettiği söylenen Ahrâr fırkası, 1908 genel seçimlerine yalnız İstanbul’dan katıldı. Ancak tek meb’ûs çıkarabildi ve yenilgiye uğradı. Daha sonra adliye nâzırı Manyâsizâde Refik Bey’in ölümü üzerine yapılan ara seçimde gazeteci Ali Kemâl’i aday gösterdiyse de, bu seçimi de İttihâd ve Terakkî adayı kazandı. Seçimlerden yenik çıkan Ahrâr fırkası, Meclis-i meb’ûsânda kendinden söz ettirdi. Daha sonra İsmâil Kemâl, Kirkor Zohrap, Dr. Rızâ Nur gibi meb’ûslar Ahrâr fırkasına geçtiler. Özellikle, arab, arnavut, rum ve ermeni meb’ûslar tarafından yakınlık gösterilen Ahrâr fırkası, Osmanlı ülkesindeki gayr-i müslim unsurlara eşitlik tanınması, adem-i merkeziyete dayanan bir siyâsî düzenin kurulması fikrini savundu. 31 Mart vak’ası sırasında İttihâd-ı Muhammedi fırkasıyla işbirliği yaptı. Hey’et-i Müttefika-i Osmaniye’nin kurucuları arasına girdi. İttihâd ve Terakkî’ye karşı da ermeni komitacılarıyla işbirliği yaptı. Doğrudan doğruya bir yayın organı yoktu. Fakat İttihâd ve Terakkî’nin muhalifi olan her gazete Ahrâr fırkasının yanında yer aldı.İkdam, Sabah, Yeni gazete, Sadâ-yı millet ve Servet-i fünûnbunlardandır. Serbestî gazetesi de fırkanın gazetesi gibiydi.
31 Mart olaylarıyla yakından ilgilenen Ahrâr fırkası, hem sultan Abdülhamîd Han’dan, hem de İttihâd ve Terakkî fırkasından kurtulmak istiyordu. Bu umudlarının gerçekleşmesi için de bâzı askerlerle ve Derviş Vahdeti grubuyla temasa geçtiler. Derviş Vahdetî’nin ve Ahrâr fırkasının teşviki ve tahrikleriyle zuhur eden 31 Mart vak’asından sonra, sultan İkinci Abdülhamîd Han tahttan indirildi. Olaylardan mes’ûl tutulan Ahrâr fırkası mensubları tutuklandılar. Ahrâr fırkası bu olayların ağırlığı ve sorumluluğu altında ezildi. Üyelerinin bir kısmı tutuklandı, bir kısmı suçlu bulunarak yargılandı, bir kısmı da ülke dışına kaçtı. Fırkayı yeniden canlandırma çabaları sonuç vermedi. 1910 yılı başında yurda dönen Kâtib-i umûmî Nureddîn Ferruh Bey, 30 Ocak 1910’da fırkanın sonunu îlân eden bir bildiri yayınladı. Böylece resmî varlığı son buldu.
3- Osmanlı Demokrat Fırkası (Fırka-i İbâd): 6 Şubat 1909’da İstanbul-Sultanahmed-Millet bahçesi karşısındaki Fuâd Şükrü Bey’in evinde kuruldu. Selâmet-i Umûmiye kulübünün bütün üyeleri; İbrâhim Naci, Giridli Ali, Fuâd Şükrü, Dr. Rızâ Abut, Pertev Tevfik, Yenişehirli Salih, Mustafa, Sermakinist Rızâ Beyler ile Dr. Abdullah Cevdet ve İbrâhim Temo’nun kurucuları arasında yer aldığı Osmanlı Demokrat fırkasının ilk yönetim kurulunda, Dr. İbrâhim Temo (reis), Dr. Abdullah Cevdet (İkinci reis), Fuâd Şükrü (umûmî kâtib) yer aldılar.
31 Mart vak’ası olduğu zaman fırkanın program tüzüğü tamamlanmış değildi. Bu olaylar sırasında kurulan Hey’et-i Müttefika-i Osmaniye’ye katılmış olan fırka, İttihâd ve Terakkî’nin uyguladığı yanlış politikalardan istifâde ederek gelişmeye çalıştı. Meclis-i meb’ûsânda mensubu olmamasına rağmen, hararetli tartışmalara sebeb oldu. Yayın organlarının İsmâil Hakkı Paşa hükümeti döneminde kapatılması, gazetelerini satan çocukların döğülmesi, fırka üyelerinin işkenceye mâruz kalmaları üzerine fırkanın ismi meşhûrlaştı. Daha çok genç nesle hitâb ettiği için, çıkarttığı gazetelerde yayınlanan ateşli makalelerle kamuoyunda hayli te’sirli oldu. Fırkanın resmî yayın organı olarak; İstanbul’da; Türkiye; İzmir’de,Feryâd; Manastırda Hukûk-ı İbâd; Halep’de, Ahali gazeteleri çıkarıldı. Bâzıları kapatıldı ise de yeni isimlerle tekrar çıktılar. Selâmet-i Umûmiye,Hâkimiyet-i Milliye, Muahede, Yeni Ses, Hukûk-ı Beşer, Genç Türk, Âzâd gazeteleri de fırkanın fikirleri doğrultusunda yayın yaptılar. 1911 yılından itibaren İttihâdcıların baskısı sebebiyle ciddî bir varlık gösteremeyen fırka mensuplarının bir kısmı Hürriyet ve îtilâf fırkasına, bir kısmı ise, Osmanlı Sosyalist fırkasına katıldılar. Mütâreke döneminde yeniden toparlanmak isteyen fırka mensupları, Yeni Demokratlar diye dikkati çektilerse de başarılı olamadılar.
4- İttihâd-ı Muhammedî Fırkası: 5 Nisan 1909’da, İstanbul’da Volkangazetesi idare merkezinde kuruldu. Süheyl Paşa, şeyhülislâm Feyzullah Efendizâde Mehmed Sâdık Efendi, Mehmed Emin Hayretî Efendi, İbn-ün-Nafî’ Ahmed Es’ad Efendi, Şeyhülhâc Mehmed Emin Efendi, Nevşehirli Hâfız Mehmed Sabri Efendi, Bandırma Naibi Şevket Efendi, Sa’îd-i Kürdî, ibni Mirza, Hacı Hayri Bey, Ferik Rızâ Paşa, Fârûkî Ömer Şevki Efendi ve Derviş Vahdetî gibi kişilerin kurucuları arasında yer aldığı İttihâd-ı Muhammedî fırkası, 31 Mart olaylarından önce parlamento dışında gizli ve ihtilâlci eğilimde kuruldu. 21 Mart’ta Ayasofya Câmii’nde okunan mevlidden sonra Derviş Vahdetî’nin bir nutku ile kuruluşu îlân edilen bu fırka; Fırka-i Muhammediye, Volkancılar cemiyeti, Cemiyet-i Muhammediye olarak da adlandırılırdı. 31 Mart vak’ası içinde, yayın organı olan Volkan’ın yayınlarına dayanarak bu hareketlerin baş idarecisi durumunda olan fırka; “Din elden gidiyor, şeriat isteriz” gibi sloganlarla hareketleri yönlendirmeye çalışdı. Müslümanlar arasında fitne çıkardığı için, hiç bir zaman ilmiye sınıfı mensuplarından ve din adamlarından destek görmedi. Bilakis ilmiye mensuplarının tenkidlerine sebeb oldu. Bu hâdiseler sırasında Ahrâr fırkası ile yakın münâsebette bulunan fırka, İttihâd ve Terakkî’ye karşıydı. “Yalnızca Osmanlı müslümanlarına değil, bütün dünyâ müslümanlarına açığız; milliyetçi değil, ümmetçiyiz; cemiyetin başkanı hazret-i Muhammed’dir” gibi parlak sloganlara sâhib çıkan bu fırka, ihtilâlci bir metod benimsemişti. Onlara göre olağanüstü bir dönemde ilmiye ve askeriye birlikte hareket etmeli, olağanüstü dönem geçince askerler siyâsetten ellerini çekmelidir. Asker kışlasına dönünce, siyâsî iktidar ilmiyenin elinde veya denetiminde kalacaktır.
31 Mart vak’asından sonra, Abdülhamîd Han’ı tahttan indiren ve sıkıyönetim îlân eden İttihâd ve Terakkî, kurduğu dîvân-ı harbde, hâdiseleri tezgahlayan Derviş Vahdetî’yi ve adamlarını îdâma mahkûm etti. Böylece İttihâd-ı Muhammedi fırkası da ardında derin ve acı izler bırakarak siyâsî hayattan silindi.
5- Hey’et-i Müttefika-i Osmâniyye: 17 Nisan 1909’da İstanbul’da kuruldu. Daha çok meşrûtiyeti korumak ve kollamak gayesiyle kurulmuş olup, partiler arası veya partiler üstü bir kuruluştu. Siyâsî programı vardı ve koalisyoncuydu. 31 Mart hâdiselerinin ilk gününde, Osmanlı Ahrâr fırkasının fikirlerini yayınlayan Osmanlı gazetesi tarafından kurulması teklif edildi. İttihâd ve Terakkî cemiyeti, Osmanlı Ahrâr fırkası, Ermeni Taşnak sütyûn ve Rum Cemiyet-i siyâsiyesi, Fırka-i İbâd, Arnavud Başkim Merkez kulübü, Kürt Teâvün kulübü, Çerkez Teâvün kulübü, Bulgar kulübü, Mülkiye me’zûnîn kulübü, Cemiyet-i Tıbbiye-i Osmaniye ve sâir kulüb ve heyetler yanında bir çok gazetenin iştirakiyle kuruldu. Ancak İttihâd-ı Muhammedi fırkası ve Fedâkarân-ı Millet cemiyeti bu hey’et dışında bırakıldı.
6- Mûtedil Hürriyetperverân Fırkası: Kasım 1909’da İstanbul, Bâb-ı âlî Tanzîmât gazetesi idarehânesinde kuruldu. Berât meb’ûsu İsmâil Kemâl Bey, Haleb meb’ûsu Nâfî Paşa, Kerbelâ meb’ûsu Mehdi Bey, Priştine meb’ûsu Hasan Bey, Zur meb’ûsu Hızır ve Şefik el-Müeyyed beyler tarafından kuruldu. Bu fırka, İkinci Meşrûtiyet parlamentosu içinde kurulmuş olan ilk siyâsî partidir. Ahrâr fırkasının varlığına son vermesi üzerine, İttihâd ve Terakkî’ye muhalif milletvekilleri tarafından kuruldu ise de 1911 yılı Nisan ayına kadar kendini topartayamadı. Bu târihte programında değişiklik yaparak güçlendi. Meclis-i meb’ûsânda etkili muhalefet çalışmalarında bulundu. Fırka üyelerinden meb’ûsân meclisi ikinci reisliğine seçilenler oldu. Doğrudan bir yayın organı yoktu. Fikirlerini bir çok gazete destekledi. Üyeleri umumiyetle bürokrasi kesiminden olan Mutedil Hürriyetperverân fırkasının varlığı kısa sürdüğü için pek teşkilâtlanamadı. Millet-i Osmaniye (Osmanlı Milleti) kavramına inanmakta olup, bu milleti meydana getiren etnik unsurlar arasında eşitiik istemekte idi. Ayrıca idarede adem-i merkeziyetçiliğe karşı idi. Mutedil Hürriyetperverân fırkası, 1911 Kasımı’nda kendisinin de kurucularından olduğu Hürriyet ve İtilâf fırkasına katılarak varlığına son verdi.
7- Islâhât-i Esâsîye-i Osmaniye Fırkası: 1909 yılının sonunda Paris’te kurulan ve merkezi Paris olan bu fırkanın ilk kurucuları; Şerif Paşa, Ali Kemâl, Mevlânâzâde Rif’at, Pertev Tevfik, Dr. Refik Nevzat, Albert Fuâd ve Kemâl Avni beylerdi.
Daha önce Jön Türkleri destekleyen, İttihâd ve Terakkî üyesi olan, meşrûtiyetin ilânından sonra da Londra sefîr-i kebîrlğini isteyen ve bu isteği İttihâdçılar tarafından kabul edilmediği için İttihâd ve Terakkî’ye cephe alan Şerif Paşa ve çevresindeki kimseler, İttihâdçılara karşı sert bir muhalefete geçtiler. Fransa’da Islâhât-ı Esâsiye-i Osmaniye fırkasını, yurt içinde de Yapıcılar cemiyeti adı verilen gizli bir cemiyet kurdular. Bâzı kimselere karşı komplo düzenlemeyi plânladılar. Ülke içindeki olayları ayrıntılarıyla ve sert muhalefet duygularıyla anlatan ve tenkîd eden fırka, Şerif Paşa’nın Türkler dışındaki etnik unsurların koruyucusu olduğunu belirtmesiyle dikkat çekip ilgi topladı. Yurt dışında kurulan bu fırka seçimlere katılamadı. Fakat seçim sonuçlarını etkilemek için propaganda yaptı. Fransızca ve Türkçe çeşitli yayın organlarına sâhib olan fırka, Türkçe olarak Yeni Yol ile Fransızca Mecheroutiette gazetelerini çıkardı. 1913 Ağustosu’na kadar devam eden fırka, Bâb-ı âlî baskınından sonra Paris’e kaçan Hürriyet ve îtilâfçılarla birleşti. Durumu bir bildiriyle îlân eden Şerit Paşa, yeni Hürriyet ve İtilâf fırkasının da başkanı oldu.
8- Ahâlî Fırkası: 21 Şubat 1910’da İstanbul’da kuruldu. Gümülcine meb’ûsu İsmâil Bey (reis), Karesi meb’ûsu Vasfi, Konya meb’ûsu Zeynelâbidîn, Tokat meb’ûsu Mustafa Sabri, Karahisar meb’ûsu Ömer Feyzi, Erzurum meb’ûsu Şefket efendiler ile Trablusgarb meb’ûsu Ferhat, Bâyezîd meb’ûsu Süleymân Sûdî beylerin kurduğu bu fırka; meşrûtiyet parlamentosu içinden kurulan ikinci muhalefet partisidir. İttihâd ve Terakkî fırkasından ayrılan meb’ûslar tarafından 1911 yılına kadar parlamentoda sesini duyurdu. İttihâd ve Terakkî’ye karşı sert mücâdelelere girişti. O zaman yayınlanan Yeni gazete, Sadâ-yı Millet, İkdam, Yeni İkdamgazeteleri ve Osmanlı Sosyalist fırkasının gazetesi olan İştirâk tarafından destek gördü. İlk defa Siyonizm ve yahûdî aleyhdarlığı konusunu ortaya atıp, İttihâdçıların Siyonist baskısı altında olduğunu iddia etti. Harbiye nâzırı Mahmûd Şevket Paşa’yı ağır şekilde itham eden İstizah (gensoru) önergesini meclise verdi. Muhafazakâr çizgide bir siyâsî parti olan Ahâlî fırkasının sosyal yönü pek çoktu. Kurucularının pekçoğu ilmiyecilerden olduğu için, Osmanlı bürokrasisinin bu sınıfın elinde olmasını savundu. Meclis dışında pek teşkilâtlanmamış olan fırkaya bağlı meb’ûsların sayısı yirmiyi aşmadı. 1911 yılı Aralık ayına kadar bağımsız çalıştı. Bu târihte kurulan Hürriyet ve İtilâf fırkasına katılarak varlığına son verdi.
9- Osmanlı Sosyalist Fırkası: Eylül 1910’da İstanbul Nûr-ı-Osmâniye’de Hürriyet mat-baası kuruldu. Kurucuları; İştirâk gazetesi sahibi Hüseyin Hilmi, Sosyalist gazetesi sahibi Nâmık Hasan, Muahede gazetesi sahibi Pertev Tevfik, İnsâniyet gazetesi sahibi İbn-üt-Tâhir İsmâil Faik, Baha Tevfik ve Hâmid Subhi beylerdir.
İkinci Meşrûtiyetin îlânından sonra başlayan serbestlik ve hürriyet havası içinde, sosyalist fikirleri ileri süren ve savunan kimseler çıktı. Bunlar, sâhib oldukları fikirleri savunarak 1910 yılına kadar geldiler. Bu târihte cemiyet kurma ve matbûât ile ilgili bâzı düzenlemelerin de yapılmasından istifâde ile, işçi haklarını bahane ederek fikirlerini yaymaya çalıştılar. Köylüleri, gündelik çalışan ameleleri ve müstahdemleri içine alan bir Osmanlı proletaryasından bahs ettiler. Bu kimseler, 1910 yılı sonunda Osmanlı Sosyalist fırkasını kurdular. Hiç bir genel ve ara seçime katılmayan fırkanın fikirleri, Meclis-i meb’ûsânın bulgar ve ermeni üyeleri tarafından da destek gördü. İlk zamanlar İttihâd ve Terakkî fırkasıyla iyi geçinmeye çalışan fırka, zamanla muhalefet saflarında yeraldı. İttihâd ve Terakkî’nin fırkaya karşı tutumu da sert oldu. Sosyalist kulüpleri ve sosyalizmi savunan gazeteleri kapattı. Sendika kurmayı yasakladı, dernek biçiminde kurulan sendikaları da kapattı ve sosyalist fırkanın idarecilerini tutuklattı. Ülke dışındaki sosyalistlerle de irtibat kuran fırka, ikinci enternasyonale bağlandı. Sosyalist ve ihtilâlci fikirleri savunan İştirak, Sosyalist, Muahede, İnsaniyet ile Paris şubesinin yayınladığı Beşeriyet gazeteleri, fırkanın yayın organlarıdır. Yurt içinde şubesi bulunmayan fırkanın Dr. Refik Nevzat tarafından Paris şubesi açıldı. Meb’ûsân meclisi içindeki ermeni ve bulgarlardan destek gören ve İttihâd ve Terakkî’nin uyguladığı baskı politikası sebebiyle teşkîlâtlanamayan Osmanlı Sosyalist fırkası, etkinliğini kaybetti. Mensuplarından bâzıları Hürriyet ve îtilâf fırkasına katıldılar.
10- Hürriyet ve Îtilâf Fırkası: 21 Kasım 1911’de İstanbul, Şehzâdebaşı’nda kuruldu. Amasya meb’ûsu İsmâil Hakkı Paşa, Sivas meb’ûsu Dr. Dagavaryan, Tokat meb’ûsu Mustafa Sabri Efendi, Hama meb’ûsu Abdülhamîd Zöhrâvî, Piriştine meb’ûsu Hasan Bey, Sinop meb’ûsu Dr. Rızâ Nur Bey, Âyân meclisi âzâları Dâmâd Ferîd ve Müşir Fuâd paşalar, emekli Süleymân Paşa, Sâdık Bey, gazeteci Tâhir Hayreddîn Bey tarafından kurulan fırkanın ilk reisi Dâmâd Ferîd Paşa’dır.
İkinci Meşrutiyet’ten sonra kurulan en güçlü muhalefet partisi olan Hürriyet ve İtilâf fırkası, son derece bunalımlı bir dönemde kuruldu. Meclis içinde bulunan mutedil Hürriyetperverân ve Ahâlî fırkalarına mensûb meb’ûslarla, rum, arnavut, arab, ermeni meb’ûsları ve hiç bir partiye üye olmadıklarını söyleyen Hizb-i müstakil meb’ûslarının birleşmesiyle ortaya çıktı. Böylece İttihâd ve Terakkî karşısında dağınık durumda olan muhalefet toplanmış oldu. Ayrıca meclis dışında bulunan eski İttihâdçılar, devre dışı bırakılan ilmiyeciler, eski Ahrârcılar, demokratlar ve sosyalistler gibi düşünceleri farklı ve İttihâd ve Terakkî’ye karşı olan kimseler de bu fırka içinde yer aldılar. Tek başlarına İttihâd ve Terakkî’ye karşı koyamayan kişilerin ve partilerin birleşmesi neticesinde ortaya çıkan fırkanın belli bir ideolojisi yoktu. İttihâdçıların çeteciliğini ve komitacılığını önlemek ve iktidar tekelini kırmak, tek ve temel gayeleri idi. Ancak bünyesinde topladığı unsurların eğilimine göre, Osmanlıcılık, adem-i merkeziyetçilik ve teşebbüs-i şahsî (yerinden idare ve hür teşebbüs), meşrûtiyetçilik, liberal ekonomi gibi fikirlerin savunuculuğunu yaptı. İttihâd ve Terakkî fırkasıyla kıyasıya mücâdele etti. Sopalı seçim olarak bilinen 1912 seçiminde pek az meb’ûs çıkarabilen fırka, İttihâd ve Terakkî’nin uyguladığı baskı politikaları yüzünden etkinliğini kaybetti. Meclis-i meb’ûsânın 4 Ağustos 1912 târihinde fesh edilmesinden sonra, Balkan savaşının bunalımlı günlerinde seçimler ertelendi. 1914 yılına kadar meclissiz bir meşrûtiyet denemesi yapıldı.
Meclissiz dönemdeki Gâzi Ahmed Muhtar Paşa ve Kâmil Paşa hükümetleriyle iyi münâsebetler kuran Hürriyet ve îtilâf fırkası, Bâb-ı âlî baskınıyla iktidarı tekrar ele geçiren İttihâd ve Terakkî fırkasına karşı mücâdeleye devam etti. Sadrâzam Mahmûd Şevket Paşa’nın öldürülmesinden sonra daha sert tedbirlere başvuran İttihâd ve Terakkî, kurduğu Dîvân-ı harbde fırka liderlerinden Gümülcineli İsmâil Bey ile önde gelen meşhur kişileri gıyaben îdâma mahkûm etti.
Bünyesinde çeşitli unsurları barındıran ve kitle partisi hüviyetinde olan Hürriyet ve İtilâf fırkasının; Teşkilât, Tahdîrât, Teminât, Merih, Hemrâh, Islâhat, Şehrâh, Ifhâm gazeteleri gibi yayın organları yardı.İkdam, Yeni ikdam, Yeni gazete, Alemdâr gazeteleri de fırkanın faaliyet ve fikirlerini desteklediler. Fırkanın ideolojik birliğe ve herhangi bir sosyal sınıfa dayanmayışı, mensubları arasında görüş ayrılıklarına ve tartışmalara sebeb oldu. İlk olarak, Avrupai düşünceli gençlerle ilmiyeciler arasında çıkan tartışmalar istifalara yol açtı. İstifalardan sonra fırka, miralay Sâdık Bey, Şaban Efendi, Gümülcineli İsmâil Bey takımının idaresine girdi. Küçük bir hizbin eline geçen Hürriyet ve itilâf fırkası gittikçe zayıfladı. İlk ve son kongresini 3 Haziran 1912’de yapan fırka, ikinci kongre girişimini İttihâd ve Terakkî’nin muhalefette bulunduğu, Bâb-ı âlî baskınından önceki dönemde yapmaya teşebbüs etti ise de, iç çekişmeler sebebiyle çoğunluğun sağlanamaması üzerine, hasbihâl şekline dönüştü. İstanbul içinde ve dışında teşkilâtlanmış olan Hürriyet ve İtilâf fırkasının bâzı elemanları, Mahmûd Şevket Paşa sûikasdından sonra Sinop’a sürüldüler. Ağır cezaya çarptırılmış olanlardan kimi îdâm edildi, kimi de ülke dışına kaçtı. Hükümet tarafından resmen kapatılmamış olan Hürriyet ve İtilâf fırkası, kendiliğinden siyâsî hayâttan çekildi. Yurt dışına kaçan muhalefet mensupları Paris’te birleşerek, Hürriyet ve îtilâf fırkası veya Millî Muhalefet fırkasını kurdular. Bu yeni fırkaya Islâhât-ı Esâsiye ile Osmanlı Sosyalist fırkaları da katıldı. Birinci Dünyâ savaşı sırasında Osmanlı Devleti’ni parçalamak isteyen devletlerin emellerine hizmet eden Hürriyet ve îtilâf fırkası mensupları, arabları, îtilâf ve Terakkî’ye karşı kışkırttı. Ermenilerle de işbirliği yaparak Cemâl Paşa’nın ermenilerin desteğiyle bir devlet kurma çalışmasına yardımcı oldu. Mütâreke döneminde 14 Ocak 1919’da yeniden kuruldu. Bu kuruluşta; Müşir Nuri Paşa (reis), Zeki Paşa, Abdülkâdir Efendi, Mustafa Sabri Efendi, Ali Kemâl Bey, Refik Hâlid (Karay), Rızâ Tevfik (Bölükbaşı) gibi kimseler yer aldılar. 1919’da yapılan Meclis-i meb’ûsân seçimine de katılmayan Hürriyet ve itilâf fırkası, Dâmâd Ferîd Paşa kabinelerinde etkili oldu. Zamanla Dâmâd Ferîd Paşa hükûmetlerinin icrâatlarını beğenmeyen bâzı kimseler, Mutedil Hürriyet ve îtilâf fırkasını kurdular. Daha sonra bu iki ayrı fırka birleştirilmek istendiyse de netîce alınamadı. Anadolu’daki millî mücâdele hareketlerine karşı çıkan Hürriyet ve îtilâf fırkası, bu hareketin başarıya ulaşması üzerine kendiliğinden ortadan kalktı, îtilâf ve Hürriyet fırkası mensubları yurt dışına çıkarak İtalya, Balkanlar, Suriye, Mısır, hattâ Cava adasına kadar dağıldılar.
11- Halâskârân Grubu: Mayıs-Haziran 1912’de İstanbul’da kuruldu. Erkân-ı harb binbaşı Gelibolulu Kemâl Bey, erkân-ı harb kolağası Kastamonulu Hilmi Bey, süvari kaymakamı Recep Bey, bahriye binbaşı İbrâhim Aşkı Bey, yüzbaşı Kudret Bey bu fırkanın ilk kurucularıdır.
1908 yılında ordunun desteğiyle meşrûtiyeti ilân eden ve iktidara gelen İttihâd ve Terakkî fırkası, iktidara geldikten sonra ordunun siyâsetten çekilmesi için bâzı tedbirler aldı. Fakat 31 Mart vak’ası üzerine sıkıyönetim îlân ederek orduyu tekrar siyâsete soktu. Ordunun o günkü şartlarda idareye karışması demek olan sıkıyönetim, 1912 Temmuzu’na kadar sürdü. İttihâd ve Terakkî’nin karşısındaki muhalifler, sıkıyönetim idaresi altında fikirlerini sâdece meclisde söyleyebildiler. Dışarıda ise muhaliflere karşı sert tedbirler uygulandı. Bu sırada, bir yandan askerin kışlasına dönmesini isteyen muhalefet, diğer taraftan da ordu içinden askeri destek aramaya başladı. Meclis-i meb’ûsânda harbiye nâzırı Mahmûd Şevket Paşa’ya karşı sert tenkîdler yöneltildi.
Mecliste Hürriyet ve îtilâf fırkası kuruldu, yukarıda bildirilen gelişmelerden sonra Meb’ûsân meclisi fesh edildi. 1912’de yapılan seçimlerde İttihâd ve Terakkî ekseriyeti alınca, ordu da ikiye bölündü. Subaylar İttihâdçı ve îtilâfçı tiiye iki gruba ayrıldı. Bu sırada askerin siyâsetle meşgul olamıyacağına dâir bir kânun teklifi Meclis-i meb’ûsânda görüşülerek Âyân meclisine gitti. Mahmûd Şevket Paşa da harbiye nâzırlığından istifa etti. Ordu içinde kendilerine Halâskârân denilen bir grup, dışarıdaki muhaliflerle birleşerek harekete geçtiler. Ordu içindeki İttihâdçı-îtilâfçı bölünmesinden istifâde eden Halâskârân grubu, Meclis-i meb’ûsân üzerinde baskı kurmayı denedi. Sadrâzam Saîd Paşa’nın Arnavutluk hâdiseleri üzerine meclisden güven oyu aldığı sırada faaliyete geçen Halâskârân grubu, Rumeli’deki hâdiselerin İstanbul’a sıçradığını, ordu içinde kaynaşmalar olduğu haberini yayarak, bir grup beyannâmesi neşretti. Bu sırada sadrâzam Saîd Paşa istifa etti. Nâzım Paşa ile harbiye nâzırı Kâmil Paşa’nın da vazifeyi kabul etmesi şartıyla herhangi bir kabinenin teşkilini isteyen Halâskârân grubunun isteği üzerine Gâzi Ahmed Muhtar Paşa idaresindeki büyük kabîne kuruldu. Ekseriyeti İttihâd ve Terakkî üyesi olan Meclis-i meb’ûsânla Gâzi Ahmed Muhtar Paşa kabînesinin diyalog kuramaması üzerine, Halâskârân grubu meclis üzerinde baskı kurmaya çalıştı. Hükümet, Kânûn-i esasideki bir boşluktan faydalanarak meclisi fesh ettirdi. Bu sırada Balkan savaşı patlak verdi. Alınan kötü sonuçlar üzerine Gâzi Ahmed Muhtar Paşa kabînesi de istifa etti. Kâmil Paşa idaresinde yeni bir kabîne Kuruldu. Halâskârân grubu Balkan savaşlarına katıldı. Bu sırada İttihâd ve Terakkî, Bâb-ı âlî baskınıyla iktidarı tekrar ele geçirdi. Halâskârân grubunun bâzı üyeleri tutuklandı. Yeni bir hükümet darbesi girişiminde bulunan grup, Mahmûd Şevket Paşa hükümetini iktidardan uzaklaştırmak istedi. Bu girişimi haber alan hükümet tekrar tutuklamalara başladı. Lider durumunda olan Kemâl ve Kudret beyler yurt dışına kaçınca, grubun faaliyetleri de son buldu.
12- Millî Meşrûtiyet Fırkası: 5 Temmuz 1912’de İstanbul’da, İfhamgazetesi idarehânesinde kuruldu. Kurucuları: İfham gazetesi başyazarı ve eski Kütahya meb’ûsu Ferit, siyâsî târih müderrisi Akçoraoğlu Yûsuf, mâliye ve iktisat müderrisi Zühdî, belediye meclisi reisi Mehmed Ali ve eski Fizân meb’ûsu Câmi beylerdir.
Millî Meşrûtiyet fırkası, Gâzi Ahmed Muhtar Paşa hükümetinin meclissiz döneminde ve Balkan harbinin başlıyacağı günlerde kuruldu. İttihâdçı, îtilâfçı cepheleşmesinin yoğunlaşmaya başladığı devrede kurulan ilk açık Türkçü fırkasıdır. Meclissiz dönemde kurulan fırka, 1914 yılına kadar yaşayamadığı için seçimlere katılamadı, dolayısıyla meclise giremedi. Kendi yayın organı olan İfham gazetesinin yanında Tercümân-ı Hakikatgazetesiyle fikirlerini anlatmaya çalıştı.
İttihâd ve Terakkî partisinden ayrılan kimselerce kurulan fırka, daha çok İttihâd ve Terakkî’ye karşı rakîb olarak ortaya çıktı. Tanzîmât aleyhdârlığı konusunu da işleyen fırka, Hürriyet ve îtilâf fırkasıyla da anlaşamadı. Türk ocağı ile münâsebet kurarak İstihlâk-ı Millî cemiyetinin kuruluşuna katıldı. İstanbul dışında şubesi olmayan fırka, uzun ömürlü olmayıp, eleman kıtlığı ve maddî problemler sebebiyle terkedilmiş duruma düştü. Mütâreke döneminde kurucularından bâzıları Millî Ahrâr ve Millî Türk fırkalarında vazife aldılar.
13- Ahâli İktisat Fırkası: 1918 senesinde kurulan ve programında iktisadî ve içtimaî mes’elelere yer veren bir fırka olup, Ticâret-i umûmiyegazetesi bu fırkanın yayın organı idi. 1919 senesinde yapılan seçimlere katılmak için Millî kongre ile işbirliği yaptı. İstanbul’da Millî Ahrâr fırkası ile ortak bir liste hazırlayıp seçimlere katıldı ise de başarı elde edemedi. Meclis-i meb’ûsânın işgal kuvvetleri tarafından basılmasını tâkib eden günlerde siyâsî hayâttan çekildi.
14- Osmanlı Hürriyetperver Avâm Fırkası: Ekim 1918’de İstanbul Bâb-ı âlî’deki Minber gazetesi idarehânesinde kuruldu. Kurucuları; Ali Fethi (Okyar), Karesi meb’ûsu Hüseyin Kadri, Tokat meb’ûsu Tahsin, Dîvâniye meb’ûsu Dr. Sami, Erzincan meb’ûsu Halet Bey, Yozgat meb’ûsu Şâkir, Antalya meb’ûsu Fuad Hulûsî (Demirelli) beylerdir.
İzzet Paşa kabinesi döneminde, mütârekenin imzalanmasından ve İttihâd ve Terakkî’nin son kongresinden önce kuruldu. Kurucularının tamâmı İttihâd ve Terakkî’nin eski meb’ûslarıdır. Parlamento içinde kurulan bu fırka, ülke içinde teşkilâtlanamadı. Meclis-i meb’ûsânın fesh edilmesine kadar devam etti. İzzet, Tevfik ve Dâmâd Ferîd Paşa kabîneleriyle diyalog içinde bulundu. Fırkanın yayın organı Minber gazetesi idi. İttihâd ve Terakkî’ye karşı tutum içinde olan fırka, 1919 yılında Dâmâd Ferîd Paşa hükümetince İttihâd ve Terakkî’nin devamı olduğu gerekçesiyle fesh edildi.
15- Radikal Avam Fırkası: Ekim 1918’de İstanbul’da, Mevlânzâde Rıfat Bey, Emin Ali Bey, gazeteci Mazlum Bey, Mehmed Faik Bey, Müdâfaagazetesi sahibi Râgıb Bey ve Babanzâde Aziz Bey tarafından kuruldu. İttihâd ve Terakkî’ye karşı parlamento dışında kurulan bu fırka, mütâreke döneminin ilk siyâsî partisidir. Osmanlı ülkesindeki unsurların ittihadına halel gelmemek şartıyla, milliyetçilik prensipleri dâiresinde hareketetmeyi gaye edinen fırka, 1919 genel seçimine katılmadı. Aynı yıl içinde Demokrat fırka ile birleşti.
16- Selâmet-i Osmaniye Fırkası: Aralık 1918’de İstanbul’da; sabık Amasya meb’ûsu İsmâil Hakkı Paşa, ulemâdan Fâzıl Efendi, Ferik Ferid Paşa, Kudret Hâkî, Mehmed Ali (Fesçi) beyler gibi kimselerce kuruldu. Sözve Tarîk gazeteleriyle sesini duyurmaya çalışan fırka, Osmanlı Sulh ve Selâmet cemiyeti ile birleşerek, Sulh ve Selâmet-i Osmaniye fırkası adı altında siyâsî hayâta devam etti.
17- Sosyal Demokrat Fırkası: Aralık 1918’de İstanbul’da; Dr. Hasan Rızâ Bey, Kâzım Bey, Yorgaki Efendi, Dr. Lebib Bey, Cemâl Efendi ve Salim Bey, Mehmed Esad Bey, Muallim Osman Nuri Bey, Muallim Abdullah Bey gibi kimseler tarafından kuruldu. Rus ihtilâlinin patlak vermesinden sonra kurulan fırka, merkezi Brüksel’de olan ikinci (sosyalist) enternasyonale dâhil oldu. Özel bir yayın organı olmayan, bütçesi zayıf olduğu için teşkîlâtlanamayan fırka, 1919 seçimlerine katıldıysa da başarı sağlıyamadı. Sosyalist fikirlerin yayılması için işçi ve küçük san’atkârları teşkilâtlandırmaya çalıştı. 1919 seçimlerinden sonra diğer siyâsî partiler gibi kendiliğinden silindi.
18- Sulh ve Selâmet-i Osmaniye Fırkası: Ocak 1919’da Fâzıl Efendi, Mehmed Ali Fesçi Bey, Hüseyin Hakkı Bey, Ferik Ferid Paşa, İsmâil Hakkı Paşa, Yahyâ Adnan Paşa, Âsaf Muammer Bey gibi kimseler tarafından İstanbul’da kuruldu. Sulh ve Selâmet cemiyeti ile Selâmet-i Osmaniye fırkasının birleşmeleriyle meydana geldi. İstanbul dışında bâzı vilâyetlerde de şubeler açtı. İttihâd ve Terakkî düşmanlığı üzerinde kurulan fırka, diğer siyâsî fırkalarla ve millî kongre ile de anlaşamadı. Özel bir yayın organına sâhib değildi. Aday gösterdiği hâlde 1919 genel seçimine katılmadı. İstanbul’un işgali ve Meclis-i meb’ûsânın feshi üzerine diğer siyâsî partiler gibi silinip gitti.
19- Türkiye Sosyalist Fırkası: Şubat 1919’da İstanbul’da Hüseyin Hilmi Bey, Mustafa Fâzıl, Nâmık Hasan, Mehmed Ali (Bilgişin), Hasan Sadi (Birkök), Dr. Refik Nevzat, Sadreddîn Celâl, Çopur Rızâ (Kiper), Dr. İhsân (Özgen) ve Mehmed Nûreddîn Bey tarafından kuruldu. Osmanlı Sosyalist fırkası kurucusu iştirakçi (sosyalist) Hilmi Bey, 1919 yılı başında İstanbul’a dönünce eski partisini yeni adıyla kurdu. Sosyalist fikirlerin savunuculuğunu yapan fırka, mütâreke döneminde işçilerin mes’elelerine sâhib olduğu iddiasıyla ortaya çıktı. Parti programını kendi organı olanİdrâk gazetesinde yayınladı. 20 Temmuz 1919’da ilk kongresini, 8 Mart 1922’de de ikinci kongresini yaptı. İkinci (sosyalist) enternasyonale girdi. Bir takım işçi grevlerinin teşvik ve destekçiliğini yaptı. İşçi ve esnaf kesiminden fırkaya katılmalar oldu. Fırkanın 1919 nizâmnâmesinin 47. maddesine göre, Mayıs’ın birinci günü amele ve çiftçi bayramı olarak kabul edildiği için, her yıl fırka üyelerinin bulundukları yerlerde dinlenerek gösteriler yapmaları kabul edildi. 1919 seçimlerine İstanbul’dan katılan fırka başarı gösteremedi. 1922’de iştirakçi Hilmi, fırka reisliğinden uzaklaştırıldı. İşçiyi greve teşvik ve elektrik kablolarını bozmaya girişmek suçundan mahkûm edilerek Tunus’a sürüleceği haberi yayıldı. İştirakçi Hilmi’nin, Bozdoğan kemeri önünde yanındaki arkadaşı tarafından tabancayla, Mustafa Subhi’nin Sinop’da öldürülmesi ve Anadolu’daki Millî kurtuluş hareketinin zafere ulaşması, Türkiye Sosyalist fırkasının sonu oldu.
20- Millî Ahrâr Fırkası: 4 Mayıs 1919’da İstanbul’da kuruldu. Câmi Bey, Asaf Muammer Bey, Agah Mazlum Bey, İsmâil Subhi Bey, Bekir Sami Bey, Süleymân Nüzhet Bey, Abdülhak Şinâsi (Hisar) Bey, Mahir Sa’îd Bey, Mehmed Refik Bey gibi kimseler tarafından küçük bir kadro partisi olarak parlamento dışında kuruldu. Daha önceki Ahrâr fırkasıyla ilgisi bulunmayan bu fırkanın yayın organları Söz ve Tarik gazeteleriydi. İttihâd ve Terakkî’ye karşı olan bu fırka, 1919 seçimine Ahâlî İktisat fırkası ile anlaşarak katıldı. Fakat başarılı olamadı. Daha sonra Millî Ahrârcılar arasında ayrılıklar baş gösterdi ve kendiliğinden dağıldı.
21- Türkiye İşçi ve Çiftçi Sosyalist Fırkası: Eylül 1919’da İstanbul’da, Mehmed Vehbi (Sandal), Vedat Nedim (Tör), Ali Nizamî, Mümtaz Fazlı (Taylan), Nûrullah Esat (Sümer), Nâmık İsmâil (Yeğenoglu), Dr. Şefik Hüsnü Bey gibi kimseler tarafından kuruldu.
Almanya’ya tahsil için gidip sosyalist fikirlerin etkisinde kalan gençler, Temmuz 1919’da İstanbul’a gelip, parti kurma çalışmalarına başladılar. Eylül 1919’da kuruluşu tamamlayarak bir kısmı Anadolu’ya geçti. Bir kısmı ise, İstanbul’da çalışmalarını sürdürdü. İstanbul’da kalanlar, üçüncü (komünist) enternasyonale girerek gizli çalışmalarını sürdürdüler. Bâzı üyeler bu tutuma karşı koymak için direndiler. Vedat Nedim (Tör) Şevket Süreyya (Aydemir), İsmâil Hüsrev (Tökin), Burhan Asaf (Belge) Moskova’nın kayıtsız şartsız emrinde olmayı reddettikleri için partiden çıkarıldılar.
Fırka, meşrûtiyet yılları boyunca işlenmiş olan Osmanlı sosyalizminden farklı bir ideoloji getirmek istedi. Marksist-Leninist fikirleri kurtuluş reçetesi gibi anlattı. Kurtuluş dergisinde bu fikirleri işledi. İstanbul’daki fırka mensubları Aydınlık dergisinde toplandılar. Anadolu’dakiler ise, Türkiye Halk İştirâkiyûn fırkasının kurucuları olarak Yeni Hayât dergisini çıkardılar. Ağır tenkidlere uğrayan Aydınlıkçılar, halka ve köylüye hitâb etmek için Orak-Çekiç dergisini çıkardılar. Diğer sosyalistlerle birleşerek ortak cephe kurmak isteyen bu fırka mensupları, 1919 seçimleri öncesinde bu yönde çalıştıysa da başarı gösteremedi. Fakat işçi hareketleri tertip etmekten geri kalmadılar. Daha sonra da aynı türden teşebbüsleri başarısızlıkla neticelendi.
Dâmâd Ferîd Paşa hükümetinin politikalarına karşı çıkan fırka, T.B.M.M. döneminde de devam etti. 1924 yılında fesh edilerek son buldu.
22- Millî Türk Fırkası: 1919’da İstanbul, Mahmûdpaşa’da İfhamgazetesi idârehânesinde kuruldu. Ahmed Ferid (Tek), Şâir Mehmed Emin (Yurdakul), Ahmed Hikmet, Zühdü (İnhan), Akçoraoğlu Yûsuf, İsmâil Hakkı (Baltacıoğlu), Mehmed Emin (Erişirgil) beyler tarafından, Millî Meşrûtiyet fırkasını ve Türkçülük akımını sürdürmek için mütâreke dönemi içinde kuruldu. 1919 seçimlerinden bir süre önce kurulan fırka, seçimlere katıldı. Bağımsız listeyle girdiği seçimlerde, adaylarından Dr. Abdülhak Adnan Adıvar seçilebildi. İstanbul merkezi dışında hiçbir şube açmamış olan fırkanın yayın organı İfham gazetesi idi. Millî kongreye katılan fırka, Anadolu millî kurtuluş hareketine karşı sert bir dil kullanılması karârına uymadı. Meb’ûsân meclisinin fesh edilmesinden sonra, İstanbul’da çalışamaz duruma geldi. Kurucu ve idarecilerinden bir kısmı T.B.M.M.’ne katıldılar.
23- Amele Fırkası: 1920’de İstanbul’da kuruldu. Kurucuları; Amirâlzâde Cemâl Hüsnü, Mehmed Behçet, Haydar Mehmed Kâmil, Hüsnü Paşazade gibi kimselerdi. Kurucuları ve idarecileri arasında çok az işçi bulunan bu partinin gayet basit bir programla, işçi haklarını korumak gayesiyle kurulduğu açıklanmıştı. Meclis-i meb’ûsânın feshinden sonra karışık bir siyâsî hayâtta kurulan bu fırka, teşkîlâtlanamamış ve faâiiyet gösterememiştir.
24- Türkiye Zurra Fırkası: Kasım 1920’de İstanbul’da Cevat Rüşdi, Şükrü, Yahyâ Sezâî beyler ile Abdülazîz Mecdî Efendi tarafından kuruldu. Mütâreke döneminde doğmuş olan fırkanın ayrıntılı bir programı vardı. Yayın organı Yeni Zirâat gazetesi idi. Fırka çalışamamış ve teşkîlâtlanamamıştır. 1921 yılında Sofya’da toplanan Zirâatçiler kongresine katıldı. Mütâreke döneminin sıkıntılı siyâsî hayâtı içinde kendiliğinden kayboldu.
25- Müstakil Sosyalist Fırkası: Haziran 1922’de İstanbul’da Mehmed Nûreddîn ve Dr. İhsân (Özgen) tarafından kuruldu. Türkiye Sosyalist fırkasının son kongresinde iştirakçi Hilmi’yi devirerek seçilmiş olanların, bu karârın hükümetçe tanınması üzerine Türkiye Sosyalist fırkasından ayrılarak tramvay işçilerinin desteğiyle kurdukları bu fırka, Beşiktaş ve Aksaray’da şubeler açtı. Daha sonra fırka, liderinin Türkiye İşçi ve Çiftçi Sosyalist fırkasının aydınlık kesimine katılması ile terkedilmiş durumda kaldı.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Türkiye’de Siyasal Partiler (T.Z. Turtaya)
 2) İnkılâb Târihimiz ve Jön Türkler; sh. 270
 3) Ben de Yazdım (Celâl Eayar, İstanbul-1965); cild-1,
 4) Eshâb-ı kiram; sh. 269
 5) History of the Ottoman Empire and Modern Turkey; cild-2, sh. 282 v.d.
 6) Modern Türkiye’nin Doğuşu; sh. 209
 7) Âmme Hukukumuzun Anahatları; sh. 285
 8) Anayasa Hukuku Dersleri; sh. 72