19 Mart 2016 Cumartesi

SOMUNCU BABA


Osmanlı Devleti’nin kuruluş yıllarında Anadolu’da yetişen evliyânın ve âlimlerin büyüklerinden. İsmi Hamîd-i Aksarâyî’dir. Fakat Somunca Baba lakabıyla meşhurdur. 1349 (H. 750) senesinde Kayseri’de doğdu. Babasının ismi Şemseddîn Mûsâ’dır. Tefsir, fıkıh ilimlerinde ve tasavvufda çok yükseldi. Hızır aleyhisselâm ile sohbet ederdi. 1412 (H. 815) senesinde Aksaray’da vefât edip oraya defnedildi. Kabrinin Darende’de olduğu da söylenmektedir.
İlk tahsilini babasından aldı. Babasının vefâtından sonra Şam’a giderek ilim öğrendi ve Tasavvuf yoluna girdi. Pek çok velînin sohbetlerine katıldı. Burada üveysî olarak, manevî yol ile Bâyezîd-i Bistâmî’den feyz aldı. Şam’da bir müddet ilim tahsilinde bulunduktan sonra, Tebrîz yakınlarında Hoy kasabasında bulunan Hâce Alâeddîn-i Erdebîlî hazretlerinin huzuruna gitti. Burada hocasına bütün gayretiyle hizmet ederek, ilim öğrendi. Tasavvuf yolunda üstün derecelere kavuştu. Alâeddîn-i Erdebîlî, bir gün Hamîd-i Aksarâyî’ye; “Artık bizden öğrendiğin ilmi, Allahü teâlânın dînini, insanlara öğretmek üzere Anadolu’ya git!” buyurdu. Ona böylece, insanları yetiştirmek için icazet (diploma) verdi. Büyük bir âlim ve veliy-yi kâmil olarak Kayseri’ye döndü.
Hamîdeddîn hazretleri, manevî bir emir üzerine Tebrîz’e gitti. Tebriz’den de Anadolu’ya gelip, Bursa’ya yerleşti. Hacı Bayram-ı Velî, sık sık Bursa’ya gelip hocasını ziyaret ederdi. Hamîdeddîn hazretleri, Bursa’da bir ümmî gibi hareket edip, ilminin varlığını kimseye belli etmedi.
Hamîdeddîn, Bursa’da bir fırın yaptırdı. Fırınına merkebiyle dağdan odun getirir, onunla ekmekleri pişirirdi. Ekmek küfesini sırtına alarak; “Somun! Mü’minler somun!” diye dolaşır, geçimini bu yolla sağlardı. Halk bu fırıncıya “Somuncu Baba” der ve onun pişirdiği ekmeğin lezzetine doyamazdı. Somuncu Baba ekmek satmaya başlayınca, herkes peşinden koşar, ekmeğini kapışırdı. Somuncu Baba’nın fırını, Molla Fenârî Mahallesinde, Ali Paşa Çınarı civarında olup, iki gözlü idi. Fırının bitişiğinde de, ibâdet ettiği bir odası vardı. Odanın kıble cihetinde de, nefsini terbiye etmek için kullandığı bir Çilehânesi mevcûd idi. Hep, halk içinde Hak ile olmağa gayret etti.
Yıldırım Bâyezîd Hân, Niğbolu zaferinden sonra Bursa’da Ulu Câmiyi yaptırmaya başladı. Câminin inşâsı sırasında, çalışan işçilerin ekmek ihtiyâcını Somuncu Baba te’min etti. Câminin yapılması bittikten sonra, bir Cuma günü açılış merasimi yapılacağı îlân edildi. O gün başta Yıldırım Bâyezîd Han, dâmâdı Seyyid Emîr Sultan, Molla Fenârî hazretleri, ulemâdan pek çok kimse ve Bursalılar Ulu Câmi’yi doldurdular. Yıldırım Bâyezîd Han, câminin açılış hutbesini okumak üzere Emîr Sultan’a vazife verdiğinde, Emîr Sultan; “Sultânım! Zamanın büyük âlimi burada iken, bizim hutbe okumamız uygun değildir. Bu câmi-i şerîfin açılış hutbesini okumaya lâyık olan zât şu kimsedir” diyerek, Somuncu Baba’yı gösterdi.“Şöhret âfettir”hadîs-i şerifini bildiği için, bundan titizlikle kaçınan Somuncu Baba, Pâdişâhın emri üzerine minbere doğru yürüdü. Emîr Sultân’ın yanına gelince; “Ey Emîr’im, niçin böyle yapıp beni ele verdiniz?” dedi. O da; “Senden ileride bir kimse göremediğim için öyle yaptım” cevâbını verdi. Cemâat hayret ederek bu konuşmaları dinliyor, Somuncu Baba’nın hutbesini merakla bekliyorlardı. Minbere Çıkan Somuncu Baba, öyle bir hutbe irâd etti ki, o zamana kadar Bursalılar böyle bir hutbeyi hiç işitmemişlerdi. Bursalılar, ancak bundan sonra Somuncu Baba’nın büyüklüğünü anladılar. Somuncu baba, hutbede; “Bâzı âlimlerin, Fâtiha-i şerîfenin tefsîrinde müşkilâtı, anlıyamadığı kısımlar vardır. Onun için bu sûrenin tefsirini yapalım” buyurarak, Fatiha sûresinin, yirmi ana ilim üzerine yedi türlü tefsîrini yaptı. Nice hikmetli sözler beyân eyledi. Herkes hayretinden şaşırıp kaldı. Başta Molla Fenârî hazretleri; “Somuncu Baba, önce bizim Fatiha sûresinin tefsîrindeki müşkilimizi kerâmet göstererek halletti. Onun büyüklüğüne, bu yedi çeşit tefsîr, âdil bir şâhiddir. Fâtiha’nın ilk tefsîrini cemâatin hepsi anladı. İkinci tefsîrini bir kısmı anladı, üçüncü tefsîri anlayanlar çok az idi. Dördüncü ve sonrakileri anlıyanlar içimizde yok idi” demekten kendini alamadı. Cuma namazından sonra bütün cemâat, Somuncu Baba’nın elini öpmek, duâsını almak istedi. Cemâatin bu arzusunu kırmayan Hamîd-i Velî hazretleri, kapıda durdu. Ulu Câmi’nin üç kapısından çıkan herkes; “Ben Somuncu Baba’nın elini öpmekle şereflendim” diyordu. Somuncu Baba, yine kerâmet göstererek, Allahü teâlânın izniyle her üç kapıda da aynı ânda bulunarak cemâate elini öptürmüştü.
Namazdan sonra Hamîd-i Velî’nin evine giden Molla Fenârî; “Talebeniz olmakla şereflenmek istiyorum” deyince, Somuncu Baba ona teveccüh ederek duâlarda bulundu. Bursa’dan ayrılarak Aksaray’a geldi. Burada ömrünün sonuna kadar İslâmiyet’i yaymak, Allahü teâlânın emir ve yasaklarını bildirmek için uğraştı. Artık ona Hamîd-i Aksarâyî denilmeğe başlandı. Hacı Bayram-ı Velî ile hacca gittiler. Dönüşlerinde, Hacı Bayram’ı kendisine halîfe, vekîl tâyin etti. İnsanlara doğru ve hak yolu öğretmekle vazifelendirdi.
Hamîd-i Aksarâyî hazretleri 1412 (H. 815) senesinde vefât etti. Cenaze namazını Hacı Bayram-ı Velî kıldırdı. Geriye iki erkek çocuk bırakarak, bugünkü türbesinin olduğu yere defnedildi. Türbesi Aksaray kabristanının ortalarındadır. 1980 (H. 1400) senesinden itibaren, Aksaraylı Şahin Başer Bey’in gayretleriyle türbesi yeniden tamir edilerek bugünkü hâle gelmiştir. Somuncu Baba’nın çilehânesini ve türbesini ziyaret edenler, rûhâniyetinden fevkalâde feyz ve bereketlere kavuştuklarını, dünyâyı unuttuklarını söylemişlerdir. Onu vesîle ederek Allahü teâlâya yapılan duâların kabul olduğunu bildirmişlerdir.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Şakâyık-i Nu’mâniyye tercümesi (Mecdî Efendi); sh. 74
2) Tâc-üt-Tevârih; cild-2, sh. 425
3) Nefehât-ül-üns; sh. 683
4) Âşıkpaşazâde Târihi; sh. 201
5) Semerât-ül-fuâd; sh. 7
6) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; sh. 1008
7) Osmanlı Müellifleri; cild-1, sh. 54
8) Rehber Ansiklopedisi; cild-7, sh. 72
9) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; cild-12, sh. 52

SOKULLU MEHMET PAŞA


Osmanlı Devleti’nin meşhur sadrâzamlarından. Bosna’nın Sokol kasabasından Şâhinoğulları ailesine mensubtur. 1505 yılında Sokol’da doğdu. Kânûnî Sultan Süleymân Han zamanında (1520-1566) Bosna’ya devşirme vazifesi ile gönderilen Yeşilce Mehmed Bey tarafından ailesinin rızasıyla devşirme olarak alındı. Mehmed adıyla Edirne Sarayı’nda Osmanlı tahsîl ve terbiyesiyle yetiştirildi. Sokullu, zekâ ve kabiliyeti ile devlet me’mûrlarının dikkatini çekti. Daha sonra Edirne’den İstanbul’a getirilerek Saray-ı âmireden Enderûn Mektebinde küçük odaya alındı. Sarayda üstün gayret ve hizmetleriyle takdîr gördü. İç hazînede vazifelendirildi. Evvelâ rikâbdârlık, sonra çuhadarlık mertebelerine yükseldi. Daha sonra da silâhdârlık gibi çok önemli bir vazifeye getirildi. Bu esnada pâdişâh tarafından daha yakından tanındı. Zekâ ve kabiliyeti takdîr edilerek, sık sık huzura kabul olundu. Sokullu bu sırada Bosna’daki ailesini de İstanbul’a getirtip İslâmiyet’le şereflenmelerini sağladı.
Sokullu Mehmed, Enderûn’daki hizmetlerini tamamladıktan sonra, Bîrûn’da kapıcılar kethüdası oldu. 1541’de kapıcıbaşılık, büyük denizci Barbaros Hayreddîn Paşa’nın vefâtıyla da 1546’da Gelibolu sancakbeyi olarak, kapdân-ı deryalığa tâyin edildi. Kapdân-ı deryalığında Trablusgarb seferine çıkarak, İspanyollara karşı başarılı oldu. Kânûnî, 1549 İran seferi sırasında Sokullu’yu Rumeli beylerbeyi tâyin etti. Osmanlı ordularının İran cephesinde olmasından istifâde etmek isteyen Avusturya Osmanlı tâbiiyyetindeki Erdel ile sıkı münâsebetler içine girerek bölgede hâkimiyet kurmak için faaliyetlerde bulunuyordu. Her ne kadar Erdel idarecilerinden Martunuzzi, Osmanlı Devletine bağlılığını bildirdiyse de, Budin beylerbeyi vasıtasıyla, gerçeğin tam tersi olduğu öğrenildi. Tesbit edilen bilgiye göre, Erdel Avusturya topraklarına katılma hazırlığı içindeydi. Bu hâince plânın ortaya çıkmasıyla, Sokullu, Erdel seferine me’mur edilip, emrine Semendire, Niğbolu sancakbeyleri ve Kırım, Dobruca kuvvetleri ile Eflak, Boğdan voyvodalarının birlikleri, ayrıca iki bin yeniçeri askeri verildi. Salankamen’de ordugâhı kuran Sokullu’ya Mihaloğlu Ali Bey’in akıncıları ile Budin beylerbeyi Hadım Ali Paşa’nın kuvvetleri de katıldılar. Martuzzi bu hazırlıklardan telâşa kapılıp, bir takım te’mînâtlarda bulundu ise de, seksen bin kişilik Osmanlı ordusu 1551 Eylül ayı başlarında Erdel üzerine hareket etti. Sokullu Mehmed Paşa tarafından 18 Eylül’de Tisza nehri üzerindeki Beçe, 21 Eylül’de Beçkerek, sonra Maroş nehri üzerindeki Çanad kaleleri alındı ve Lapova kalesi de ahâlisi tarafından teslim edildi. Bu muvaffakiyetlerden sonra, Sokullu, Tameşvar’ı muhasara etti. Ancak, kışın gelmesi ve şiddetli mukavemet yüzünden Belgrad’a çekildi. Ertesi sene Erdel harekâtına ikinci vezir Kara Ahmed Paşa me’mur ve serdâr olunca, Sokullu Mehmed Paşa da Rumeli beylerbeyliği kuvvetleri ile onun emrine verildi. Tameşvar’ın fethinden sonra (Temmuz 1552), serdâr ile birlikte daha bâzı kalelerin zaptında hizmet ve fedâkârlığı görülen Sokullu Mehmed Paşa, o sıralarda şimalî (kuzey) Macaristan’ın en müstahkem kalelerinden Eğri’nin muhasarasında bulundu.
Sokullu Mehmed Paşa, İran harblerinin tekrar başlaması ihtimâli üzerine, 1552-1553 kışını da Tokat’ta geçirdi. 5 Haziran 1554’de Erzurum istikâmetinde İran seferine giden ordu-yı hümâyûna katıldı. Bu sefer esnasında sol kanatta Nahcivan taarruzunda ve Gürcistan harekâtında vazîfe alarak üstün muvaffakiyet gösterdi. Sokullu, bu savaşlarda, gözüpekliği, cesareti ve askerlerini iyi sevk ve idare etmesinden dolayı, Pâdişâh’ın takdîrini kazandı. Sultan Süleymân Han, sefer hitâm bulup dönerken, Sokullu’yu Amasya’da üçüncü vezir tâyin etti ve kubbealtı vezirleri arasına aldı.
Sokullu Mehmed Paşa 1561 senesinde ikinci vezir oldu. Bu vazifesinde de başarılı faaliyetleriyle Pâdişâh’ın takdîrini kazandı. Semiz Ali Paşa’nın vefâtı üzerine 1565’de sadrâzam oldu.
Bu sırada Malta muhasarası devam etmekte olup, Avusturya ile münâsebetler bozulma yoluna girmişti. Avusturya kuvvetlerinin Osmanlı hududuna tecâvüz edip, Erdel’de bâzı kaleleri zaptettiklerini haber alınca, amcaoğlu olan, Bosna beylerbeyine harekete geçmesi için emir verdi. Bu emir gereğince Kruppa elde edildi. Sokullu Mehmed Paşa, harb tarafdârı olmasa da, devletin çıkarları ve geleceği için Avusturya’ya harb îlân edilmesini istedi. Avusturya’nın; yıllık haracı vermemiş, Osmanlılara karşı düşmanca bir tavır takınmış, daha da ileri giderek hudud ihlâllerinde bulunmuş ve nihayet Erdel’i de ele geçirme plânları yapıp faaliyete geçmiş olması, savaşın yeterli sebeplerindendi. Neticede Avusturya’ya harb îlân edildi.
Osmanlı Devleti’nin güçlenip büyümesi, her şeyden önce İslâmiyet’in yücelmesi için hiç durmadan cihâd eden sultan Süleymân Han, yaşlı ve hasta olduğu hâlde, bu sefere iştirak etti. Ordu-yı hümâyûn, 1 Mayıs 1566 târihinde, târihe Zigetvar seferi olarak geçecek olan harekât için, İstanbul’dan yola çıktı. 5 Ağustos’da Zigetvar kalesi muhasara edildi. Sokullu Mehmed Paşa, yapılan muhârebelerde büyük gayret sarfetti, hattâ gecelerini siperlerde geçirdi. Sultan Süleymân Han kalenin mutlaka alınmasını istiyordu. 7 Eylül günü Hakk’ın rahmetine kavuştu. Bir gün sonra da Zigetvar kalesi fethedildi. Sokullu, Sultan’ın vefâtını gizledi. Böylece şehzâde Selim, Kütahya’dan gelinceye kadar ordunun nizam ve intizâmını muhafaza ederek, muhtemel bir karışıklığın çıkmasına meydan vermedi. Bu hâdise onun hükümet ve idareye ne kadar hâkim olduğunu göstermektedir. Selîm Han, vâlilik yaptığı Kütahya’dan İstanbul’a gelerek cülûs edip (tahta çıkıp), derhâl Belgrad’a gitti.
Sultan İkinci Selîm Han babasının son yıllarında sadrâzamlığa getirdiği bu kudretli devlet adamının iktidar, dirayet ve sadâkatini takdir edip, onu icrâatta tamamen serbest bıraktı. Bu ise yeni memleketlerin fethi ve önemli teşebbüslere girişilmesi imkânını hazırladı. Sokullu’nun başarılı idaresi sayesinde Osmanlı Devleti Kânûnî devrindeki ihtişamı korudu. Üstelik bir çok memleketler de fethedildi.
Sokullu’nun sultan Selîm Han zamanında, ilk icrâatı Yemen ve Basra’da meydana gelen isyânları bastırmak oldu. 1568’de Edirne’ye tebrik için gelen Şâh Tahmasb’ın elçisi ile görüştü. Bu sırada Avusturya elçileri ile de müzâkerelerde bulunarak 17 Şubat 1568’de anlaşma yaptı.
Osmanlı Devleti, Asya’daki müslüman devletleriyle sıkı münâsebetler kurdu. Sumatra’daki Açe hükümdarı sultan Alâeddîn, sultan Süleymân Han’dan Portekizlilere karşı yardım istemiş, fakat Zigetvar seferi sebebiyle yardım gönderilememişti. Sokullu, Pâdişâh’ın da isteği doğrultusunda, ilk iş olarak, Açe sultânına istediği yardımı gönderdi. Bu kuvvetler 1568/1569 yıllarında çeşitli faaliyetlerde bulundular. Portekizlilerin müslümanlara yaptıkları baskıları etkisiz hâle getirmek ve ayrıca Habeş, Hicaz ve Yemen’in emniyetinin sağlanması için Süveyş kanalının açılması yolunda teşebbüslerde bulunuldu. Aralık 1568 târihinde bu hususda Mısır beylerbeyine bir ferman gönderilip, kanalın açılıp açılmayacağı, ne kadar para harcanacağı, kaç geminin girebileceği v.s. gibi konularda bilgi istendi. Ancak bu çok mühim teşebbüsün neden yapılmadığı bilinmemektedir. Sokullu, ileri görüşlü bir kimse olduğundan, Don-Volga arasında kanal açılması için de plânlar yaptı. Bu teşebbüsün sebebleri ise şunlardı: Orta Asya’daki Türk devletlerinin İran’daki Safevîler’den şikâyetçi olup, Osmanlılardan yardım istemesi, İran’ın Osmanlılar aleyhine Avrupa devletleriyle ittifak yapması, Astırhan Hanlığı’nın Ruslar eline geçmesi, Ruslar’ın gerek Orta Asya’yı, gerekse Osmanlı topraklarını ele geçirme istekleri. Osmanlı Devleti bu proje sayesinde, İran ile Rusya’yı birbirinden ayırmak istiyordu. Orta Asya’ya münâsebeti sağlanarak Sâfevîler, iki güç arasında bırakılacaktı. Herhangi bir sefer ânında Hazar denizine kadar mühimmat, yiyecek v.s. gibi erzak gemilerle getirilebilme imkânı sağlanacaktı. 1568 yılında Şıkk-ı sânî defterdârı Kâsım Bey, Kefe sancakbeyi tâyin edilerek, kanal projesi için gerekli incelemeleri yapmakla vazifelendirildi, incelemelerden sonra, 1569 Ağustos’unda Don ve Volga nehirleri arasındaki en dar bölgeden kanal açılmaya başlandı. Kırım hânı Devlet Giray’ın gereken ilgiyi göstermemesi ve ağır kış şartları sebebiyle kanal projesi gerçekleşemedi. Bir daha da teşebbüs edilmedi (Bkz. Astırhan Seferi).
Sokullu Mehmed Paşa’nın sadrâzamlığı zamanında Doğu Akdeniz’de Osmanlı hâkimiyetinin yerleşmesi ve bölgede emniyetin sağlanması için Kıbrıs adasının fethi kararlaştırıldı. Kıbrıs bu sırada Venediklilerin elindeydi. Venedikliler Anadolu sahillerine çok yakın olan bu ada vasıtasıyla Anadolu ve Suriye’de isyânları destekliyor, Türk tüccar ve yolcu gemilerini yağmalıyorlardı. Bu sebeple 1570 yılında vezir Lala Mustafa Paşa kumandasında gönderilen kuvvetli bir donanma ve ordu, on üç ayda adayı fethetti. Kıbrıs’ın fethi üzerine Venedikliler, Papalık, İspanya, Malta ve bâzı İtalya devletleriyle bir ittifak yaptılar. Meydana getirilen Haçlı donanması, 1571 yılında İnebahtı’da Osmanlı donanmasını yaktı (Bkz. İnebahtı Muhârebesi). Fakat ertesi yıl altı ay gibi kısa bir zamanda daha güçlü bir Osmanlı donanması inşâ edilip, Akdeniz’e çıkarılınca Venedikliler sulh istemek zorunda kaldılar. Mora ve Adriyatik sahilleri düşmandan temizlendi.
Sokullu Mehmed Paşa, sultan üçüncü Murâd Han devrinde de sadârette kaldı. Bu devirde Venedik ve Avusturya ile barış andlaşması yapıldı. Lehistan Osmanlı tâbiiyyetine girdi. Osmanlı topraklarına tecâvüzü sebebiyle İran’a harb îlân edildi. Lala Mustafa Paşâ’nın komutasındaki Osmanlı kuvvetleri Gürcistan ve Kafkasya’da fütûhatta bulundular.
İspanya mes’elesiyle de yakından alâkadar olan Sokullu Mehmed Paşa, Gırnata’daki müslümanların kurtarılması için Garb Ocakları’na gerekli talimatı verdiği gibi, Fas üzerinde Portekiz’in nüfuz te’sisini de engellemek üzere Trablusgarb beylerbeyi Ramazan Paşa’yı görevlendirdi. Ramazan Paşa’nın Portekizlilere karşı kazandığı zaferlerle, Osmanlı Devleti siyâsî nüfuzunun en yüksek derecesine ulaşmış oldu. Uzakdoğu dışında kalan bütün ülkeler üzerinde Osmanlı nüfuzu te’sirini gösterdiği gibi, büyük Avrupa devletleri de kendi politikalarını Sokullu Mehmed Paşa’nın politikasına yakınlaştırmak gayreti içine girdiler.
Kânûnî Sultan Süleymân Han, ikinci Selîm Han ve üçüncü Murâd Han devirlerinde on beş sene kadar süren sadrâzamlığıyla içte ve dışta Osmanlı Devleti’nin gücünün korunmasında büyük hizmetleri geçen Sokullu Mehmed Paşa, 12 Ekim 1579’da dîvân toplantısında iken bir meczûb tarafından şehîd edildi. Eyyûb Sultan’da şeyhülislâm Ebüssü’ûd Efendi’nin kabri yanındaki türbesine defnedildi.
Ömrünü din ve devletine hizmette geçiren Sokullu Mehmed Paşa, güzel konuşan, ikna kabiliyetli, nâzik, mükemmel ahlâklı ve İslâm âlemi için faydalı hizmetlerde bulunmuş bir zât idi. Son derece de dînine bağlı olup, Halvetî tarikatına mensuptu. Sultan Selîm Han’ın kızı İsmihan Sultan ile evlenip, dâmâdı şehriyârî oldu. İsmihan Sultan, Kumkapı civarında Muhammed Paşa Câmii’ni yaptırmıştır. Orta kapısı, mihrabı ve minber kapısı üstlerinde birer Hacer-ül-esved taşı parçaları vardır. Sokullu, geniş vakıflar ve hayır te’sisleri kurdu. Sokullu, Azap Kapısı Câmii ile Kadırga’da kendi ismiyle anılan câmi, medrese ve hayrat te’sislerini yaptırmıştır. Lüleburgaz’da câmi ve medrese; Edirne’nin Çavuş Bey mahallesinde dükkânlar, odalar ve çifte hamam; Erdel Beçkerek’de câmi, han, çeşme, dârülkurrâ ve köprü; Vişegrad’da Mîmâr Sinân’a yaptırdığı nadide bir köprü; Vişegrad-Saraybosna arasına büyük bir kervansaray yaptırdı. Bunlardan başka, ülkenin bir çok yerinde câmi, han, hamam, imaret vs. gibi hayır müesseseleri yaptırıp, bu te’sislere de çeşitli vakıflar kurmuştu. Sokullu ailesinden önemli devlet adamları yetişmiştir.

TRAŞ EDİLMİŞ SAKAL DAHA GÜR ÇIKAR!

İnebahtı’da Osmanlı donanmasının büyük bir kısmının yok edilmesi üzerine, kapdân-ı derya Kılıç Ali Paşa, donanmayı yeniden kurmak için canla başla çalışmakla beraber, işin azameti karşısında irkilmekte, bilhassa gemileri donatacak malzemenin yetiştirilemeyeceğinden korkmaktaydı. Bu sebeple bahara kadar 200 geminin hazırlanmasını isteyen vezîriâzam Sokullu Mehmed Paşa’ya:
“Gemilerin teknesinin yapılması mümkündür; lâkin iki yüz gemiye beş-altı yüz lenger (gemi demiri), ona göre âlât ve yelken ve sâir levazımın tekmili muhal (tamamlanması mümkün değil gibi) görünür” demesi, vezîriâzamın ona, şu meşhur sözü söylemesine vesile oldu:
“Paşa! Paşa! Sen bu devlet-i âliye-i Osmaniye’yi tanımamışsın. Bu Devlet-i âliye’nin kuvvet ve kudreti ol mertebedür ki, cümle donanma lengerleri gümüşten, resenleri (ipleri) ibrişimden, yelkenleri atlastan etmek ferman olunsa, müyesserdir. Hangi geminin mühimmatı yetişmezse, bu minval üzere benden al”
İmparatorluğun kudret ve imkân derecesini en iyi bilen Sokullu’nun bu sözü üzerine, Kılıç Ali Paşa kalkıp vezîriâzamın elini öptü ve;
“Hakîkaten bildim ki, bu donanmayı siz tekmil edersiniz” dedi.
Bu büyük gayretin sonunda bütün kış çalışılarak yeniden bir donanma meydana getirildi. Başbakanlık Osmanlı arşivindeki 19 numaralı Mühimme defterinin 89. sayfasında mevcut olan 29 Muharrem 980 (11 Haziran 1572) tarihli hükümde; “Tersâne-i âmiremde iki yüz elli pare mürettep ve mükemmel kadırga tedârük ve izhâr olunup” ibaresi vardır. Buna göre, o kış içinde yapılan gemilerin 200’den aşağı olmadığı anlaşılmaktadır.
Kıbrıs’ın fethi esnasında Venedik elçisi Barbaro memleketten çıkarılmayarak İstanbul’da bırakılmıştı. Elçi, Türk donanmasının 1571 yılında İnebahtı’da mahvından sonra Osmanlı hükümetinin sulhe tarafdâr ve haçlılara tâviz verip vermeyeceğini anlamak istediğinden mülakat esnasında Sokullu’yu yoklamıştı. Bunun üzerine vezîriâzam Sokullu Mehmed Paşa ona şu târihî cevâbını verdi:
“İnebahtı muhârebesinden sonra cesaretimizin sönmediğini görüyorsun. Sizin zayiatınızla bizimki arasında fark vardır. Biz sizden bir krallık yer (yâni Kıbrıs adasını) alarak kolunuzu kestik. Siz ise, donanmamızı yok etmekle sakalımızı traş etmiş oldunuz. Kesilmiş kol yerine gelmez. Lâkin traş edilmiş sakal daha gür çıkar.”
Sokullu’nun verdiği cevap, Osmanlı diplomasisinin teşkilât, müessese ve ordusu gibi kuvvetinin de ifâdesidir.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Solakzâde Târihi; sh. 514
2) Târihi Peçevî; cild-1, sh. 498-500
3) Târih-i Selânikî; sh. 130 v.d.
4) Rehber Ansiklopedisi; cild-15, sh. 273
5) Îzâhlı Osmanlı Târihi Kronolojisi (İ. H. Danişmend); cild-2, sh. 335
6) Osmanlı Târihi; cild-2, sh. 552
7) Osmanlı İmparatorluğu Târihi (Z. Danışman); cild-7, sh. 288

SEYYİD ABDULLAH ŞEMDİNİ


Anadolu’da yetişen büyük velîlerden. Kendilerine Silsile-i aliyye denilen büyük âlim ve velîler silsilesinin otuzuncusudur. Ahlâkı, hazret-i Osman’ın güzel ahlâkını hatırlatan çok yüksek bir velî idi. Şafiî mezhebi âlimlerindendir. Hakkârî vilâyetinin Şemdînân (veya Şemzînân, şimdiki adıyla Şemdinli) kasabasındandır. Doğum târihi bilinmemektedir. 1813 (H. 1228) senesinde vefât etti. Şemdînân’a bağlı Nehrî kasabasında medfûndur.
Rivayet edilir ki: Seyyid Abdullah, Irak’da Süleymâniye beldesindeki medresede ilim tahsil ederken, Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî de orada idi. İkisi medrese arkadaşı idiler. Burada zahirî ilimleri tahsil ederlerken, bir taraftan da kendilerine hep bir rehber (kendilerini manevî olarak terbiye edip, bâtını ilimleri öğretecek, yetiştirecek bir yol gösterici) arıyorlardı. Bu iki samimî talebenin birbirlerine olan muhabbetleri o derecede idi ki, aradıkları rehberi, ikisinden hangisi daha evvel bulursa, o büyük zâttan alacağı feyz ve bereketin aralarında müşterek olması için anlaşmışlar, bu hususta birbirlerine söz vermişlerdi. Nihayet Mevlânâ Hâlid hazretleri Hindistan’a giderek, Şâh Gulâm Ali Abdullah-ı Dehlevî hazretlerinin huzur ve sohbetleri ile şereflenip, lâyık ve müstehâk olduğu fazilet ve kemâlâtı aldı. Hocasından tam bir icazet ve hilâfetle me’zûn oldu. Hocasının tam ve mutlak vekîli olarak aldığı yüksek feyz ve kemâlâtı, ilim ve edeb âşıklarına sunmak, onları yetiştirmek üzere Bağdâd’a gönderildi. Bundan sonra bütün âlem, vâsıtalı ve vâsıtasız olarak, irşâd ve feyz kaynağı olan Mevlânâ hazretlerinin, bâtınî nûru ile nûrlanmaya başladı. Böylece Bağdâd’da feyz ve nûr saçan bir şems-i rahmet (rahmet güneşi) doğmuştu.
Daha evvelki anlaşmalarının icâbı olarak, bu günlerde Seyyid Abdullah, Süleymâniye’de bulunan Mevlânâ Hâlid hazretlerinin ziyaretine gitti. Mevlânâ’nın Hindistan’da elde ettiği marifet ve kemâlâtını görünce, ona olan muhabbeti daha da arttı. Talebelikte arkadaşı olduğunu düşünmeyip, o evliyâlık güneşinin sohbetlerine devam etmeye başladı. Talebelerinden oldu. Kendisinde bulunan asalet ve yüksek istidâd ile kısa zamanda bütün ilimlerde ve tasavvuf hâllerinde yetişerek kemâle geldi.
Mevlânâ Hâlid hazretlerinden sonra talebelerin başına geçip, onları yetiştirmeye başlayan Seyyid Abdullah-ı Şemdînî, derin âlim, ilmiyle âmil, haysiyet, şeref, vekâr ve heybet sahibi, pek yüksek bir zât, çok üstün bir velî idi. Zahiri ve bâtını kemâlâtı kendinde toplamış idi. Hayâ ve edebin kaynağı, güzel huyların hazînesi idi. Her hâli doğruluk üzere idi. Sohbetleri hasta ruhlara gıda, bakışları kararmış kalblere şifâ idi. Kurtuluş ve saadet kapısının anahtarı idi. Evliyâlık yolunun sırlarına, ince bilgilerine kavuşmuş idi.
Hocasından icazet ve hilâfet alanların üçüncüsü olan Seyyid Abdullah, Şemdinli civarında Nehrî kasabasında ikâmet eder, orada tâliblere feyz saçardı. Vefâtına kadar orada kalıp, bu mühim hizmete devam etti. Kabr-i şerifi Nehrî kabristanının girişindedir. Kabrinin üzerinde sâde bir türbe vardır. Mübarek kabri ziyaret olunmakta, o büyük zâtın âşıkları, duâ edip rûhundan istifâde etmekte, onu vesîle ederek duâ edenlerin, maddî ve manevî dertlerine derman buldukları, dilden dile anlatılmaktadır.
Nehrî kasabasında ilk defa feyz ve irşâd kaynağı olan Seyyid Abdullah hazretleridir. Bu temeli o kurmuş, medrese, tekke ve zaviyeler yaptırarak, Türkiye, Irak ve İran’ın uzak yerlerine kadar âlimlerin feyz ve nurlarını yaymıştır.
Seyyid Abdullah hazretleri, yeğeni (Kardeşi Seyyid Ahmed Geylânî hazretlerinin oğlu) Seyyid Tâhâ-i Hakkâri’yi, Mevlânâ hazretlerinin sohbetlerine götürerek, onun da, bu yolda yetişmesine vesîle oldu. Mevlânâ’dan sonra, bu yeğeninin yetişmesiyle kendisi bizzat meşgul oldu. O da bu yolda çok yükselerek, amcası Seyyid Abdullah’ın halîfesi oldu.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; sh. 1128
2) Şems-üs-şümûs; sh. 136
3) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; cild-18, sh. 206

SIBGATULLAH BİN LÜTFİ


Osmanlılar zamanında Anadolu’da yaşayan en büyük velîlerden. Gavs-ül-a’zam ve Gavs lakabları ile meşhurdur. Seyyid olup, Abdürrahmân Kutb hazretlerinin torunudur. Silsile-i aliyye denilen büyük âlim ve velîlerin otuz birincisi olan, Seyyid Tâhâ-i Hakkâri hazretlerinin talebesidir. 1870 (H. 1287) senesinde vefât etti. Kabri Gayda’dadır. Babası Seyyid Lütfî, onun da babası Seyyid Abdürrahmân Kutb hazretleridir. Mübarek babası Lütfî Efendi, Seyyid Sıbgatullah’a küçük yaştan îtibaren ilim öğretmeye başladı. Çok zekî olan Seyyid Sıbgatullah, zahirî ilimleri kısa zamanda öğrendi. Zamanın fen bilgilerinde de mütehassıs oldu. Tefsîr, hadîs, fıkıh gibi ilimlerde âlim olan Sıbgatullah efendi, tasavvufta da yetişip veliy-yi kâmil bir insan olmak için Derviş Muhammed’in talebesi Seyyid Muhyiddîn’e gitti. Seyyid Muhyiddin o zaman Van’da talebe yetiştiriyordu. Seyyid Sıbgatullah, hocasının verdiği vazifeleri yapmak için canla başla çalıştı. Uzun seneler ağır riyazetler ve mücâhedeler çekti. Yâni nefsinin istediklerini yapmayıp, istemediklerini yaparak nefsini terbiye etti. Seyyid Muhyiddîn vefât edince, Şeyh Hâlid-i Cezrî’ye gitti. Bu mübarek zâtın vefâtına kadar sohbetlerine katıldı, verdiği vazifeleri yaptı. Sonra Seyyid Tâhâ hazretlerinin, Molla Murâd Hurûsî’yle gönderdiği; “Kendi yuvana dön” haberi üzerine Tâhâ-i Hakkâri’nin şerefli hizmetine koşarak hakîkî yuvaya kavuştu. Onun paha biçilmez sohbetlerini, çölde susuz kalmış kimseler gibi, bir kelime kaçırmayacak şekilde dinledi. Verilen vazifeleri ânında yerine getirdi. Seyyid Tâhâ hazretleri, Resûlullah efendimizden hocaları vâsıtası ile gelen feyz ve bereketleri onun kalbine akıttı. Kalb gözü açılan Seyyid Sıbgatullah, tasavvufta yüksek makamlara kavuştu. Öyle ki, Hızır aleyhisselâm ile görüşüp sohbet ederdi. 1852 (H. 1269) senesinde, hocası Tâhâ-i Hakkâri hazretleri vefât edince, onun yerine geçen Seyyid Salih hazretlerinin sohbetine devam etti.
Bu mübarek velînin kıymetli teveccühleri ile büyük bir velî olan Seyyid Sıbgatullah hazretleri, talebe yetiştirmeye başladı. Sohbetinde bulunup bir teveccühüne mazhâr olanın kalbinde, Allahü teâlânın muhabbeti yerleşirdi. Dînin emirlerine eksiksiz uyar, yasaklarından son derece sakımrdı.
Seyyid Sıbgatullah hazretleri, gecelerini hep ibâdetle geçirirdi. Uykusunu, öğleye yakın kısa bir müddet kaylûle yaparak alırdı. Hep kıbleye dönerek otururdu, buna son hastalığında dahî çok dikkat etti. Dostlarıyla sohbetinden sonra murakabe hâlinde olur, Allahü teâlânın mahlûkâtı hakkında tefekkür ederdi.
Şeyh Hâlid isminde büyük bir âlim var idi. Şark vilâyetlerinin adliye müfettişliğini yapardı. Tefsîr, hadîs ve fıkıh gibi zahirî ilimlerde, İbn-i Hacer ve Seyyid Şerif Cürcânî hazretleri kadar âlim olduğunu iddia ederdi. “Bütün din kitapları ortadan kalksa, bu ilimleri yeniden ihya ederim” derdi. Sıbgatutlah bin Lütfî hazretlerinin ismini ve nâmını işitmiş, gidip, kendini görmeyi arzu etmişti. Giderken de bâzı zor sorular hazırlayıp sormayı ve onu müşkil durumda bırakmayı düşündü. Şeyh Hâlid geldiğinde, Seyyid Sıbgatullah onu yolda karşıladı, güzelce misafir edip ağırladı. Sohbet esnasında da Seyyid Sıbgatullah: “Bir kimse bir talebemize şöyle bir suâl sorsa, talebemiz o sorana şu şekilde cevap verir diyerek, Şeyh Hâlid’in gelirken hazırladığı bütün soruları teker teker, pek güzel cevaplandırdı. Son soruyu cevaplandırdığında, Hâlid; “Üstadım! Beni affediniz, tövbe ettim” diyerek ellerine sarılıp öptü. Birkaç gün sonra müfettişlik gibi dünyâ makamlarını terkederek, Seyyid Sıbgatullah hazretlerinin huzurunda diz çöktü. Pek çetin riyazet ve mücâhedeler çekerek nefsini terbiye etmeye başladı. Nefsinin kötülüklerinden kurtulmak için nefsin istediklerini hiç yapmaz, istemediklerini yapardı. Seyyid Sıbgatullah ata binerken, sırtıma basarak binsin diyerek koşar, önünde eğilirdi. Sıbgatullah hazretleri ise, onu bundan meneder, bir daha böyle yapmamasını tenbih ederdi. Şeyh Hâlid bu ihlâslı hareketleri ile pek çok teveccühlere kavuşarak, evliyâlıkta yüksek makamlara sâhib oldu.

TALEBELERİM SANA EMÂNET!

Sıbgatullah bin Lütfî, 1870 (H. 1287) senesinde son rahatsızlığında sekerât-ı mevtinden önce halîfe bıraktığı oğlu Seyyid Behâüddîn’i yanına çağırdı. “Evlâdım! Talebelerim, sana emânet. Onları büyük bir îtinâ ile yetiştir. Gözün gibi koru. Sohbet ve teveccühlerini üzerlerinden esirgeme! Sakın şöhret isteme. Allahü teâlânın emirlerini yap, yasaklarından kaçın. Dîne muhalif iş yapma. Seni yetiştiren hocanı ve Allahü teâlânın dostlarını incitme, onların her zaman gönüllerini almayı ihmâl etme” buyurdu. Dostlarıyla vedâlaştıktan sonra da; “Ben ölünce arkamdan ağlamayınız” buyurdu. Sonra bir müddet murakabe hâlinde kaldı. Daha sonra Kelime-i şehâdet getirerek son nefesini verdi. Vefât ettiğinde, evin içine misk gibi güzel bir koku yayıldı. Mübarek kabri Gayda’da olup, ziyaret edilmekte, sevenleri, feyz ve bereketlerinden istifâde etmektedir.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Eshâb-ı Kiram; sh. 288-399-401
2) El-Kelimât-ül-Kudsiyye; sh. 1, 69
3) İslâm Alimleri Ansiklopedisi; cild-18, sh. 212

SENED-İ İTTİFAK


İkinci Mahmûd Han devrinde 1808’de âyân ile hükümet arasında yapılan sözleşme. On sekizinci asra girerken askerî teşkilâtın bozulması neticesinde, devletin merkezî otoritesi zayıflamıştı. Devlet, mültezimlerin (Bkz. İltizâm) reâyayı ezmeleri sonunda, vergi toplama işini mahallî eşrafa devretme siyâsetini gütmüş, bu da âyânların ortaya çıkmasına sebeb olmuştu (Bkz. Âyân). Yerli halk arasından veya dışardan gelip halka söz geçirebilecek durumdaki kimselerden meydana gelen âyânların nüfuzları zamanla arttı. Yeniçeri ve tımar sisteminin bozulması sebebiyle, ihtiyâç duyduğu askeri te’min edemeyen devlet de, âyânların nüfuzundan istifâde yoluna gitti. 1768-1774 Osmanlı-Rus savaşı sırasında hükûmet, kaza merkezlerinde idareyi ele geçirmiş olan âyân ve mütegallibeye baş vurarak para ve asker te’minine çalıştı. Bu durum, âyânlar üzerindeki hükümet kontrolünün kalkmasına sebeb oldu ve taşrada idareye tamamen hâkim oldular. Sultan üçüncü Selîm Han, Rusçuk âyânı Alemdâr Mustafa Paşa gibi devlete faydalı olanlara rütbeler verdi. Nizâm-ı cedîdi tasvîb etmeyen yeniçerilerin, sultan üçüncü Selîm Han’ı tahttan indirmeleri üzerine, Alemdâr Mustafa Paşa, onu tekrar tahta geçirmek için hazırlıklara başladı. 28 Temmuz 1808’de Bâb-ı âlî’yi basıp sadâret mührünü ele geçirdi. Fakat bu arada sultan üçüncü Selîm Han şehîd edildi. Alemdâr Mustafa Paşa da, şehzâde Mahmûd’u sultan îlân etti. Yeniçeri ocağının kaldırılması ve devlete çeki-düzen verilmesi için çalışmalara başladı. Rumeli ve Anadolu’daki âyânlar çağrılarak meşveret-i âmme adı verilen büyük bir toplantı yapıldı. Yeniçeri ocağının düzeltilmesi ve düzenli şekilde eğitilmesi için karar alındı. Alemdâr Mustafa Paşa, kalabalık sayıda askeri ile İstanbul’a gelmiş olan âyânlarla, devlet arasındaki ihtilâf ve mücâdelenin kaldırılarak, devletin zafiyetinin önlenebileceğini düşünüyordu. Yapılan görüşmeler sonunda aşağıdaki hususları ihtiva eden sened-i ittifak imzalandı.
1 ve 4. maddede, âyân ve eyâlet vâlileri pâdişâha bağlılıklarını belirtiyor, sadrâzamı onun mutlak temsilcisi olarak kabul etmeye devam ediyordu.
3. maddeye göre; Osmanlı vergi düzeni ülkenin tamâmında, bütün eyâletlerde uygulanacak, pâdişâha âit gelirlere âyânlar el koyamayacaklardı.
7. maddeye göre; vergi miktarları âyân ve hükümetin görüşmeleri sonunda belirlenecekti.
2. maddeye göre; devletin geleceği ordunun gücüne bağlı olduğu için, âyânlar eyâletlerde asker toplanmasına yardımcı olacaklar, ordu, nizâm-ı cedîd sistemine göre teşkîlâtlanacaktı.
5. maddeye göre; âyânlar, kendi eyâletlerinde âdil bir idare kuracaklardı. Birbirlerinin topraklarına ve haklarına taarruz etmeyecekler, birbirlerine kefil olacaklardı.
6. maddeye göre; devlet merkezinde çıkacak herhangi bir kargaşalık ânında, pâdişâhdan izin almak için vakit harcamadan İstanbul’a yürüyeceklerdi.
Bu vesîkanın altındaki ekte ise, özetle şöyle deniliyordu: Yapılacak işlerde bu şartların esas tutulması gerektiğinden, zamanla değişmesini önlemek üzere, bundan sonra sadrâzam ve şeyhülislâm olacaklar, bu makama geçtikleri zaman bu senedi imzalayacaklar ve harfi harfine uygulanmasına çalışacaklardır. Bu senedin bir sureti beylikçi kaleminde, bir sureti pâdişâhın yanında bulunacak ve gereken kimselere oradan kopyeleri verilecek, pâdişâh, kendisi bu şartların uygulanmasına nezâret edecekti.
Devletin âyâna ipotek edildiği, pâdişâhın yetkilerinin kısıtlandığı bu senedi imza edenler arasında, bir taraftan en yüksek derecedeki ulemâ (şeyhülislâm, nakîb-ül-eşrâf ve kazaskerler), devlet ricali (generaller, yeniçeri ağası, sipahiler ağası) öbür taraftan o zaman payitahtta hâzır bulunan belli başlı âyânlar (Cebbârzâde, Karaosmanoğlu, Sirozlu İsmâli Bey ve Çirmen mutasarrıfı) vardı.
Pâdişâhın tuğrası konulan bu sened, pâdişâhın âyânlara taahhüdleri şeklinde idi. İş başına gelen her sadrâzamın bu senede yeminle bağlı olması, yalnız pâdişâha karşı değil, âyânlara karşı da sorumlu olması durumunu çıkarıyordu. Vergiler bile, vükelâ ile âyânlar arasında kararlaştırılacaktı. Bütün bu sebepler, pâdişâh ve saray çevresinin sened-i ittifaka muhalefetini îcâb ettiriyordu. İdareye tam hâkim olan Alemdâr’ın korkusundan kimse ses çıkaramıyordu.
Alemdâr Mustafa Paşa, bir kaç aylık iktidarında sekbân-ı cedîd adıyla bir askerî teşkîlât kurdu. Yeniçeri ocağının hoşuna gitmeyecek bâzı ıslâhatlara girişti. Kendisinin bâzı hareketleri ve yeniçerilerin hoşuna gitmeyen işleri isyâna sebeb oldu. İsyanda Alemdâr öldü. Islâhatları netîcesiz kaldı. Âyânlar arasında birlik kalmayıp kısa zamanda dağılmaları üzerine sened-i ittifak hükümsüz kaldı. Âyânların ileri gelenleri zamanla ortadan kaldırıldı. Sultan ikinci Mahmûd Han’ın dirayetli idaresi neticesinde merkezî otorite sağlandı.
Sened-i ittifakla, 1839’da Mustafa Reşîd Paşa tarafından îlân edilen Tanzîmât fermanı arasında bâzı benzerlikler vardır. Bunların en barizi, her ikisinin de devleti ipotek altına almasıdır. Sened-i ittifak, devleti âyânlara ipotek ederken, Tanzîmât fermanı yabancı devletlere ipotek etmiştir.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Senedi İttifak ve Gülhâne hatt-ı hümâyûnu, Tanzîmât’ın uygulanması ve sosyal tepkiler (Halil İnalcık, Belleten; Ekim-1964); cild-28, sayı-112, sh. 603
2) Târihi Cevded; cild-9, sh. 6
3) Anayasa Hukûku Dersleri (A. Selçuk Özçelik); sh. 38.

17 Mart 2016 Perşembe

REŞİD PAŞA


Osmanlı sadrâzamlarından. Tanzîmât hareketinin mîmârı olarak bilinir. Koca Reşîd Paşa diye meşhur olmuştur. 13 Mart 1800’de İstanbul’da doğdu. Babası, ikinci Bâyezîd evkafı rûznâmecisi Mustafa Efendi’dir. İlk okuma yazmayı babasından öğrendi. Daha sonra medrese tahsiline devam etti. Fakat babasının 1810 yılında vefât etmesi üzerine tahsilini tamamlayamadığı gibi, devrin ilim dili olan Arapça ve Farsça’yı da tam olarak öğrenemedi. Eniştesi Ispartalı Seyyid Ali Paşa’nın himayesinde büyüdü ve bir müddet sonra onun mühürdârlığına tâyin edilerek, ilk me’mûriyetine başladı. 1821 Ekim’inde, Rum isyânını bastırmak için, Mora seraskerliğine tâyin edilen eniştesîyle birlikte, sefere iştirak etti. Seyyid Ali Paşa’nın Mora seraskerliğinden azledilmesini müteakip, İstanbul’a geldi. Bu sırada Mısır’ın dîvân efendisi İbrâhim Efendi’nin kızı Emine Şerîfe Hanım’la evlendi ve kayınpederinin konağına yerleşti. Bu evliliğinden ilk oğlu Mehmed Cemil doğdu. Bir-iki yıl geçtikten sonra eniştesi ölünce, Emine Şerife Hanım’ı boşayarak, zenginliğine kapıldığı eniştesinin câriyelerinden olan Âdile Hanım’la evlenerek, onun Kabataş’daki konağına yerleşti. İkinci evliliğinden de Ali Gâlib, Ahmed Celâl, Mazhar ve Salih adında dört oğlu dünyâya geldi. İşsiz bir hâlde olan Mustafa Reşîd, Bâb-ı âlî kalemlerinden birinde vazife almak istedi ve Bâb-ı âlî mektûbî kalemine me’mûr olarak girdi. 1827’de Osmanlı-Rus harbi esnasında, sefere me’mur edilen sadrâzam Selîm Mehmed Paşa, onu ordu kâtipliğine getirerek, beraberinde götürdü. Sefer dönüşü Pertev Efendi’nin tavsiyesiyle, sultan İkinci Mahmûd Han’ın iltifatına mazhâr olup, Fransızca öğrenmesi tavsiye olundu. Maaşı 1500 kuruşa çıkarıldığı gibi, âmedî odası hulefâlığına tâyin edildi. 1829’da Girid adası ianesine teşvik me’mûriyetiyle Mısır vâlisi Kavalalı Mehmed Ali Paşa’ya gönderilen Pertev Paşa ile birlikte Mısır’a gitti. Mısır dönüşünü müteakip, 1831’de âmedî vekili, 1832’de asaleten âmedî tâyin olundu ve yabancı sefirlerle irtibatını artırdı. 1832’de Mısır vâlisi Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın isyânı sonunda, Mısır kuvvetlerinin Kütahya’ya kadar ilerlemesi üzerine, mes’ele’yi görüşme yoluyla halletmekle vazifelendirildi. Pâdişâh’ın; Mısır, Girid ve Cidde eyâletlerine ilâveten, Kudüs ve Nablus sancaklarının da Kavalalı Mehmed Ali Paşa’ya verilmesiyle ilgili bir fermanını alarak Tophane müşîri Halîl Rifat Paşa’yla birlikte Mısır’a gitti. Kavalalı Mehmed Ali Paşa’yla yapılan görüşmelerden netice alınamayınca, Bâb-ı âlînin talimatı gereğince, Halîl Rifat Paşa Mısır’da kaldı. Mustafa Reşîd Bey ise, İstanbul’a döndü. İstanbul’a dönüşünden bir kaç gün sonra Mart 1833’de Kütahya’ya kadar ilerlemiş olan İbrâhim Paşa’yla görüşmek üzere gönderildi. Bu yolculukta, Reşîd Bey’in memleket mes’elelerini ve memleketin geleceğini danıştığı Fransız maslahatgüzarı da vardı. İbrâhim Paşa ile yaptığı görüşmeler sonucu andlaşma sağlandı.
Andlaşma neticesinde, Reşîd Bey’in, Şam ve Haleb eyâletlerinden başka Fransız maslahatgüzarının te’sirinde kalarak, Adana muhassıllığını da İbrâhim Paşa’ya vermesi sultan İkinci Mahmûd Han’ın hiddetine sebeb oldu. Fakat bâzı dostlarının teşebbüsleri neticesinde affedildi.
Bu sırada Osmanlı Devleti ile Avrupa devletlerinin münâsebetlerini tanzim, devlet hakkında Avrupa’da meydana getirilen menfi hükümleri müsbet yöne çevirmek ve Mısır mes’elesini hâlletmek için dâimi sefaretler (elçilikler) ihdas edildi. Mustafa Reşîd Bey de 1834 senesi Temmuz’undan fevkalâde orta elçilikle Paris’e gönderildi. Paris’de bulunduğu sırada Fransızca öğrendi. 1830 yılında Fransızlar tarafından işgal edilmiş olan Cezâyir-i Garb Eyâleti’nin Osmanlı Devleti’ne iadesi mes’elesinde başarı elde edemedi. Reşîd Bey, iyi bir tahsil görmediği, İslâm bilgilerinden ve millî meziyetlerden mahrum olduğu için kısa zamanda Avrupai fikirlerin te’sirinde kaldı. 1835 Mart’ı sonlarında elçilik tercümanı Ruheddîn Efendi’yi Paris’te maslahatgüzar bırakarak, İstanbul’a döndü.
İstanbul’a gelişinden üç ay kadar sonra, büyükelçilikte tekrar Paris’e gönderilen Mustafa Reşîd Bey, Eylül 1836’da Londra büyükelçiliğine nakledildi ve hâriciye müsteşarlığı payesi verildi. Londra’da sefirliği sırasında İskoç mason teşkilâtının kurnaz üyesi Lord Statford Redklif Rading ile dostluk kurup, mason locasına girdi.
Mustafa Reşîd Bey, hâriciye nâzırı Ahmed Hulûsî Paşa’nın 1837’de vefâtı üzerine, batılıların baskısı ile müşir rütbesi verilerek hâriciye nâzırlığına tâyin edildi. Hâriciye nâzırlığı sırasında, sultan İkinci Mahmûd Han’a, Avrupa’da gördüklerini ve İskoç mason locası ileri gelenlerinden İngiliz sefiri Lord Rading’in kendisine dikte ettirdiklerini anlatarak, devlet idaresinde Avrupai tarzda ıslâhatlar yapılması gerektiği telkinlerinde bulundu. Batılıların, Osmanlı Devleti’ne, bilhassa müslüman ve hıristiyan tebea arasında eşitlik gözetilmediği için düşman olduğunu, müslim ve gayr-i müslim ayrılığının kaldırılması gerektiğini, bu hususlarla ilgili yapacağı ıslâhatı, bir hatt-ı hümâyûnla ilân etmesini teklif etti. Hazırladığı lâyihada bu ıslâhatın esaslarını Pâdişâh’a arzetti. Ancak Reşîd Bey’in anlattıklarının İngiliz isteklerinin aynısı olduğunu bilen ikinci Mahmûd Han, bunu reddetti.
Mustafa Reşîd Paşa, hâriciye nâzırlığını bilfiil idare ettiği bu dönemde, İngilizlerle, Osmanlı Devletini iktisadî bakımdan çökertecek Baltalimanı andlaşmasını imzaladı (1838). Aslında İngiltere son on yıldır, böyle bir andlaşmayı yapabilmek için uğraşıyordu. Çünkü on sekizinci yüzyılın sonlarına doğru sanayi inkılâbıyla Avrupa’da daha fazla hammaddeye ihtiyâç duyulmaya başlanmıştı. Bu sebeple Osmanlı Devleti, 1826’dan itibaren hammaddenin dışarıya çıkmasına mâni olarak, esnafımızın işsiz kalmasını önlemek istedi. Böylece bir nevi himaye sistemi olan yed-i vâhid usûlünü uygulamaya koydu. Bu uygulama, İngiliz elçisi başta olmak üzere İstanbul’daki yabancı elçilerin şikâyetlerine sebeb olmuştu. Bu andlaşmanın imzalanmasıyla, Osmanlı Devleti ile İngiltere arasında ihtilâf konusu teşkil eden hususlar, İngiltere’nin lehine çözülmüş oldu. Andlaşma yürürlüğe girdikten sonra; ötedenberi Osmanlı Devleti’nde uygulanmakta olan tekeller kaldırılıp, Osmanlı hazînesi, önemli bir gelir kaynağından mahrum edildiği gibi, iç ticâret Osmanlı vatandaşlarına münhasır olmaktan çıkarılarak istisnasız bir şekilde İngiliz tüccarlarına verildi. Ayrıca andlaşmaya, andlaşma şartlarını isteyen bütün devletlere de istisnasız uygulanacağı hükmü eklendi. Avusturya başbakanının; “İşte Osmanlı şimdi bitti” diye ifâde ettiği Baltalimanı andlaşması, esnaf ve tüccarlarımızı uşaklığa; devletimizi de borç bataklığına sürükledi (Bkz. Baltalimanı Andlaşmaları).
Mustafa Reşîd Paşa, 1838 Ağustos’unda hâriciye nâzırlığı uhdesinde kalmak üzere Londra büyükelçiliğine tâyin olunarak, İstanbul’dan uzaklaştırıldı. Bu görevde iken, İngiltere’nin İstanbul elçisi bulunan Lord Ponsoby tarafından, Mısır vâlisi Kavalalı Mehmed Ali Paşa aleyhine Osmanlı-İngiliz ittifakı yapılması için çalışmaya teşvik edildi. Aslında Reşîd Paşa gerek dış politika ve gerekse iç politikada Osmanlının selâmetini, Avrupa devletlerinin Osmanlı Devleti’nin işlerine müşterek olarak müdâhale etmesinde görüyordu. Ayrıca o, kendinin ve reformlarının, Osmanlı Devleti’ndeki başarısının Mehmed Ali Paşa’nın başarısızlığı nisbetinde olacağını biliyordu. Zîrâ Mehmed Alî Paşa, Mısır’da başarılı reformlar yapmış, batıya yanaşmadan da güçlü bir idarenin kurulabileceğini göstermişti. Reşîd Paşa ise, imparatorluktaki batılılaşmanın sembolü durumundaydı. Mehmed Ali Paşa mağlûb edilmediği takdirde, Suriye’ye de hâkim olacak, devlet içindeki te’sir ve nüfuzu artacaktı. Bu durumun ise kendi siyâsî hayâtının sonunu getireceğini düşünen Reşîd Paşa, büyük tâvizler verme pahasına da olsa Mısır mes’elesine Avrupa devletlerinin müdâhalesini sağlamak istedi. Ancak Reşîd Paşa’nın kendi siyâsî çıkarları için devlet aleyhine İngilizlere tâvizler vermesi, sultan Mahmûd Han’ın onu İstanbul’a çağırtmasına ve îdâmına irâde çıkarmasına sebeb oldu. Fakat İstanbul’daki dostları vasıtasıyla, Paris’e geldiğinde îdâmı haberini öğrenip gelmekten vazgeçen Reşîd Paşa, sultan İkinci Mahmûd Han’ın vefâtı üzerine tahta çıkan yeni pâdişâh Abdülmecîd Han’ın cülûsunu tebrik etmek üzere Ağustos 1839 başında İstanbul’a geldi. Osmanlı Devleti o sırada en buhranlı dönemlerinden birini yaşıyordu. İngiltere ve Fransa’nın kışkırtmaları neticesinde muhtariyet isteğiyle tekrar baş kaldıran Mısır vâlisinin ordusu, Osmanlı ordusunu Nizip’de mağlûb etmiş, yeni sadrâzam Hüsrev Paşa’ya karşı olan kaptân-ı derya Ahmed Fevzi Paşa, donanmayı İskenderiye’ye götürüp, Mısır vâlisine teslim etmişti. Böylece Osmanlı Devleti’nin kara ordusu Mısır kuvvetleri karşısında bozguna uğrarken, donanması da yok olmuştu.
Şüphesiz Osmanlı Devleti’nin içerisine düştüğü bu zor duruma sevinenlerin başında Reşîd Paşa geliyordu. Çünkü o, bu sayede hem İngilizlerin Osmanlı ülkesinde uygulatmak istedikleri reform ve ıslâhatları onların yardımına te’min gibi bir bahaneyle yürürlüğe koyabilecek, hem de alacağı yardım ile düşmanı olan Mehmed Ali Paşa’ya galip gelecekti. Nitekim Reşîd Paşa İngiltere’de esaslarını tesbit ettiği reformları Avrupalıların ve bilhassa İngilizlerin yardımını sağlamak gibi bir bahaneyle 16 yaşındaki genç pâdişâh sultan Abdülmecîd’e kabul ettirerek Gülhâne hatt-ı hümâyûnu adı ile meşhur olan Tanzîmât fermanını yayınlattı (Bkz. Tanzîmât).
Gülhâne meydanında Reşîd Paşa’nın îlân ettiği bu ferman, din kardeşliği yerine başka kardeşliklerin teşekkülüne yol açtı. İslâm’ın güzel ahlâkı yerine, batının kötü âdetlerini getirdi. İstanbul’da ve sonra Selânik’de İngiliz, Fransız mason locaları açıldı. Buralarda aldatılanların tatlı, yaldızlı sözleri ve bol vâdleri ile milletin aklı ve idrâki uyuşturuldu. Böylece Osmanlılara batının ilk zehirli hançeri saplandı. Koca Osmanlı Devleti’nin içerden yıkılması, parçalanması plânlarının birinci ve en te’sirli adımı atıldı. Genç pâdişâh sultan Abdülmecîd Han da bu mason oyununun iç yüzünü anlayamadı.
Bundan sonra mason oyununun ikinci perdesi açıldı. 15 Temmuz 1840’da İngiltere, Rusya, Avusturya ve Purusya arasında Londra andlaşması imza edildi. Buna göre Mehmed Ali Paşa; Girid, Adana, Suriye, Hicaz ve Lübnan bölgesini derhâl boşaltacak, ordusunu ve donanmasını dağıtacak ve yalnız Mısır vâliliği ile iktifa edecekti. Şayet on gün içerisinde bu şartları kabul etmezse, adı geçen devletler müdâhalede bulunacaktı. Reşîd Paşa, Londra andlaşmasının ültimatomlarını tebliğ etmek üzere müsteşarı Sâdık Bey’i, Kâhire’ye yolladı. Mehmed Ali Paşa ise, Sâdık Bey’e; Pâdişâh’ın herhangi bir fermanına karşı boynunun kıldan ince olduğunu söyliyerek, yabancı devletlerin bu gibi tehdidlerinin Osmanlı Devleti’nin işlerine müdâhale olacağını, kendisinin bizzat Pâdişâh’la görüşmeye hazır olduğunu belirtip ültimatomları reddetti. Zâten Sâdık Bey’e, Mehmed Ali Paşa ile ültimatomları kabul etmeyecek bir şekilde konuşmasını telkin eden Reşîd Paşa, Mehmed Ali Paşa’nın andlaşma tekliflerini dikkate bile almadan dört devletten Londra andlaşmasının hükümlerine uymalarını istedi. Nitekim harekete geçen müttefik kuvvetler, 13 Kasım’da Haleb’e ve 29 Aralık’da Şam’a girdiler. Mısır kuvvetleri bozularak geri çekildi. Bu andan îtibâren târihî İngiliz siyâseti bir defa daha tekerrür etti. Londra andlaşmasına göre, Mısır ve Suriye’nin de Osmanlılara bırakılması îcâb ederken, bu bölgede güçsüz ve merkezden uzak bir yönetimin bulunması İngiliz menfaatine daha uygun görüldü ve bu eyâletler Mehmed Ali Paşa’ya verildi. Ciddî bir ordu ve donanmadan mahrum bulunan Osmanlı Devleti, bu emr-i vâkîyi kabul etmek zorunda kaldı. Mustafa Reşîd Paşa, 24 Mayıs 1841’de Mısır’ın statüsüyle ilgili fermanı sultan Abdülmecîd’e yayınlattı.
Bu arada Mustafa Reşîd Paşa ile Mehmed Ali Paşa arasında yeni ihtilâfların ortaya çıkması üzerine tekrar yabancı devletlerin müdâhalesine meydan vermek istemeyen Pâdişâh, Reşîd Paşa’yı hâriciye nâzırlığından azletti ve Temmuz 1841’de Paris elçiliğine gönderdi.
Paris’te bulunduğu sırada sağlık durumunun iyi olmadığından şikâyet eden Mustafa Reşîd Paşa, İstanbul’a dönmek istediyse de, evvelâ bu isteği kabul edilmedi. Fakat ısrârı üzerine İstanbul’a dönmesine müsâade edildi. Viyana yoluyla dönerken Avusturya başbakanı prens Metternich’le görüştü. Paris’ten İstanbul’a döndüğü sırada, Edirne vâliliğine tâyin edildiyse de gitmedi. İki yıl kadar me’mûriyetten uzak kalıp, bir hayli borçlandıktan sonra, araya aracılar koyması ile 1843 yılı sonlarında tekrar Paris elçiliğine gönderildi. 1844 senesi sonlarında ikinci defa hâriciye nâzırlığına getirildi.
Bir müddet bu görevde kalan Reşîd Paşa, mason localarının yoğun baskı ve faaliyeti sonucu 28 Eylül 1846’da Rauf Paşa’nın yerine sadrâzamlığa getirildi. Mustafa Reşîd Paşa, iş başına gelir gelmez İskoç mason teşkîlâtı üyesi Lord Rading ile el ele verip büyük vilâyetlerde mason locaları açtırmaya devam etti. Böylece, Osmanlı Devleti’nin parçalanması, yıkılması için açılan casusluk ve hıyanet ocakları çalışmaya başladı. Mason localarının Osmanlı Devleti’ne zararı, celâlî eşkıyasının zararını geçti.
Gençler; din câhili, İslâm düşmanı olarak yetiştirilmeye başlandı. Londra’dan alınan plânlarla idarî, ziraî, askerî değişiklikler yapıldı. Bunlara ilericilik, garblılaşma diyerek göz boyadılar. Öte yandan da İslâm ahlâkını, ecdâd sevgisini, millî birliği parçalamaya başladılar. Yetiştirdikleri masonları iş başına getirdiler. Bu senelerde Avrupa’da fizik, kimya üzerinde dev adımlar atılıyor, yeni buluşlar, ilerlemeler oluyor, büyük fabrikalar, teknik üniversiteler kuruluyordu. Osmanlılarda ise, bunların hiç biri yapılmadı. Hattâ Mustafa Reşîd Paşa, Fâtih devrinden beri medreselerde okutulmakta olan fen, matematik derslerini, büsbütün kaldırdı. “Din adamlarına fen bilgisi lâzım değildir” diyerek, kültürlü, bilgili âlimlerin yetişmesine mâni oldu. Mustafa Reşîd Paşa bir yıl yedi ay devam eden bu vazîfeden, dîne olan bağlılığının zayıf ve aşırı alafranga tarafdârı olmasından dolayı, 27 Nisan 1848’de sultan Abdülmecîd Han tarafından azledildi. Fakat üç buçuk ay sonra tekrar sadrâzamlığa getirildi. Üç buçuk yıl süren bu sadâreti sırasında Fransız akademisi örnek alınarak kurulan Encümen-i Dâniş açıldı. Bu sadâretten de 26 Ocak 1852’de azledilerek Meclis-i vâlâ reisliğine getirildi. Mustafa Reşîd Paşa, sadâretten uzaklaştırılmasının üzerinden kırk gün geçtikten sonra üçüncü defa sadrâzamlığa getirildi. Beş ay kadar süren bu sadâretten de Dâmâd Fethi Paşa ile aralarında meydana gelen ihtilâf üzerine azledildi. Yerine Alî Paşa getirildi. Bundan sonra Mustafa Reşîd Paşa ile onun yetiştirmesi olan Alî Paşa’nın arası açıldığı gibi, yüksek devlet me’murları da Reşîd Paşa ve Âlî Paşa tarafdârı diye iki ye ayrıldı.
Reşîd Paşa ile Alî Paşa şahsî hırslar yüzünden birbirleriyle çekişip dururken, İngiltere boş durmayarak, Osmanlı Devleti’nde iktidar mevkiindeki batı hayranı bu devlet adamlarından istifâdeyle, Hindistan’daki büyük İslâm devleti Gürgâniye’yi parçalamak ve Asya’daki müslümanları başsız bırakmak istiyordu. Bu arada kendisine engel olacağından çekindiği Osmanlı Devleti’ni başka mes’elelerle meşgul etmek için sıcak denizlere inme hayaliyle yanıp tutuşan Rusya’yı, devamlı tahrik ederek bir Osmanlı-Rus harbi çıkarmaya çalışıyordu. Sadrâzam Mustafa Reşîd Paşa’yı kandıran İngilizler, onun Rusya’ya karşı düşmanca tavır takınmasını sağladılar. Netîcede İngiltere’nin tahrikleri sonucu Rusya, Eflâk ve Boğdan’ı işgal edince, 4 Ekim 1853’de Rusya’ya harb îlân edildi. 23 Ekim 1853’de Kırım savaşı olarak bilinen harb fiilen başlamış oldu.
Yaklaşık üç yıl devam eden ve 30 Mart 1856’da Paris andlaşması ile sona eren Kırım savaşı, Osmanlı Devleti’nin toprak kaybına sebeb olmamasına rağmen, siyâsî olarak aleyhine oldu. Devlet iktisâden çöktü (Bkz. Kırım Seferleri). Osmanlı Devleti’ni Rusya ile meşgul eden İngiltere, az bir kuvvetle Osmanlı Devleti yanında savaşa girip asıl maksadını gizledi ve büyük devletlerin dikkatini o yöne çekerek Hindistan’daki Gürgâniye İslâm Devleti’ni yıktı. Topraklarını işgal ederek, Hindistan hazînelerine sâhib oldu ve ticâretini geliştirdi. Ayrıca Osmanlı’yı kullanarak Rusların sıcak denizlere inmesini de önledi.
Öte yandan savaş esnasında maddî bakımdan büyük bir sıkıntı içerisine düşen Osmanlı Devleti, Yine Mustafa Reşîd Paşa’nın dördüncü sadâreti zamanında ilk defa dış borçlanmaya girdi. Bundan sonra dış borçlanmanın sonu gelmeyecek ve 20 yıl geçmeden Türk mâliyesi iflâsın eşiğine adım atacaktır.
Mustafa Reşîd Paşa, Meclis-i vâlâ reisi Yûsuf Kâmil Paşa ile arasının açılması sonucu 4 Mayıs 1855’de sadrâzamlıktan azledilerek yerine, tekrar Alî Paşa getirildi. Sadâretten ayrıldıktan sonra bir müddet yalısında oturdu. Halefi ve yetiştirmesi olan sadrâzam Alî Paşa’nın yaptığı her icrâatı şiddetle tenkîd etmeye başladı. Araları iyice açıldı. Kendi hazırladığı Tanzîmât fermânıyla, müslim ve gayr-i müslimlerin eşit haklara sâhib olmasını sağladığı hâlde, sâdece iktidar hırsı sebebiyle Alî Paşa’nın hazırladığı hıristiyanlara daha fazla imtiyazlar tanıyan Islâhat fermanına şiddetle karşı çıktı.
Sultan Abdülmecîd Han, kaht-ı rical (adam kıtlığı) yüzünden, İngiliz elçisinin de tavassut ve teşvîkiyle 1 Kasım 1856’da Mustafa Reşîd Paşa’yı beşinci defa sadrâzamlığa getirdi. Alî Paşa’nın sadâretten ayrılmasını hazmedemeyen Fransa hükümeti, Boğdan seçimlerine fesad karıştırıldığını iddia ederek, iptalini istedi. Rusya, Prusya ve Sardunya’nın da desteğini alan Fransa, bu iddiayı kabul etmeyen Osmanlı Devleti’yle siyâsî münâsebetlerini kesmeye kalkıştı. Fransa ve İngiltere hâriciyelerinin birbirleriyle temas ederek seçimin feshini kararlaştırmaları üzerine, sultan Abdülmecîd Han sadrâzamı azlederek işin önünü almak istedi. Dokuz aydan biraz fazla sürmüş olan beşinci sadâretten 6 Ağustos 1857’de azledilen Mustafa Reşîd Paşa, Meclis-i tanzîmât reisliğine naklolunduysa da bir ay içinde oradan da alındı ve bir müddet vazîfeden uzak kaldı. 22 Ekim 1857’de altıncı ve son defa sadârete getirildi. Mustafa Reşîd Paşa çok sevdiği iktidar makamına altıncı ve son defa gelişinden yaklaşık iki ay kadar sonra hastalandı. Bir müddet Bâb-ı âlî’ye gidemedi. 7 Ocak 1858 Perşembe günü hamamda iken kalb sektesinden öldü. Bâyezîd’de okçular caddesindeki türbeye defnedildi.
Hepsi sultan Abdülmecîd Hân zamanında, altı sadâret müddetinin toplamı altı sene sekiz ay on dokuz gün olan Mustafa Reşîd Paşa, Tanzîmât fermanı olarak da bilinen Gülhâne hatt-ı hümâyûnu’nu hazırlayıp îlân ettirmekle; Osmanlı Devleti’nin temeline dinamit koymaktan, kaht-ı rical (adam kıtlığı) devrinin açılmasına ve Osmanlı- Devleti’nin boynuna “Hasta adam” yaftasının takılmasına sebeb olmaktan hiç çekinmemiştir.
Netîce itibariyle, Reşîd Paşa, iyi bir eğitim görmemiş, millî ve manevî değerlerden yoksun olarak yetişmiştir. Osmanlı Devleti’nin idarecilerinin en önemli özelliklerinden biri, önce devlete sadâkat vasfıdır. Reşîd Paşa bu vasıfdan yoksundu. Masonlukda yüksek derece sahibi olması, bu mahrumiyetine eklenince, devlet için zararı telâfi edilemiyecek sonuçlar meydana getirdi. Nitekim Reşîd Paşa’dan sonra, onun yetiştirmeleri ve ardından da İttihâd ve Terakkî mensupları, devletin kısa zamanda yıkılmasını sağlamışlardır. Bugünkü sosyal hastalıkların çoğunda, onun açtığı yıkım hareketinin payı büyüktür.
Batılıların Reşîd Paşa hakkında düşünceleri şu şekilde idi: Fransız elçisi Pontois, Paşa’yı; “Reşîd Paşa’da kendini gösterme ve yükselme merakı aşırıdır. Bu yönü biraz övülür ve pohpohlanırsa, büyük tâviz elde etmek için küçük şeyler üzerine tâvizler verilirse, ondan her şey elde edilebilir” diye tarif etmektedir. Goizot ise; “Mustafa Reşîd Paşa’da ülkesinde yapmak istediği işlerin başarısı için, çok lüzumlu olan vasıflardan biri eksiktir. Türkiye’de güçlü bir ıslahatçı olmak için Türklük vasfı lâzımdır. Onda ise bu vasıf çok az idi. Gençliğinden itibaren, Türkiye’nin Avrupa ile münâsebetleri konusuyla ilgilenmiştir. O daha çok Avrupalı bir diplomata benziyordu” diye vasıflandırıyordu.

GAFLET Mİ, İHANET Mİ!

Azınlıklara daha fazla hak ve hürriyetler verme tarafdârı olan Mustafa Reşîd Paşa, bunun sağlanması için Avrupa devletlerini Osmanlı Devleti’nin iç işlerine karışmaya çağırıyor ve; “... Türkiye için en büyük iş, reâyâ mes’elesidir. Eğer reâyâya verilmesi gereken hak ve hürriyetlerden bahsetsem, ülkemde bana kötü bir müslüman gözü ile bakılır. Hâlbuki İslâmlığın kurtuluşu reâyânın hür ve mes’ûd olmasına bağlıdır. Bu konuda yüksek sesle konuşmak Avrupa devletlerine düşer. İmparatorlukta (Osmanlı Devleti’nde), hıristiyanlar üzerindeki baskı için sesinizi çıkaramaz mısınız? Ödeyemedikleri harac için zavallılar horlanmakta ve ezilmektedir. Bu uygulamalar sizin âdil bir vergi dağılımı istemenizi gerektiriyor. Reâyâ, harac yüzünden isyân etmektedir. Reâyâ düzenli vergi istemektedir. Vergi sistemi hıristiyanlar için yerleşirse, müslümanlara da bunu kabul ettirmek için önemli bir adım atılmış olacaktır. Böylece İmparatorluğun (Osmanlı Devleti’nin) yenileşmesi için ilk mesafe alınmış olacaktır...” diyordu.
(Fransız Dışişleri Bakanlığı Arşivi, Turgue, Documents et Memoires, volume-44)
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Mustafa Reşîd Paşa ve Tanzîmât (R. Kaynar)
2) Osmanlı-İngiliz İktisâdi Münâsebetleri (M. Kütükoğlu); cild-1, sh. 82, 83, 87, 90, 107
3) Rehber Ansiklopedisi; cild-14, sh. 299
4) Eshâb-ı Kiram; sh. 193
5) Osmanlı Târihi (K. Z. Karal); cild-5, sh. 238-241
6) Tezâkir (Cevdet Paşa); cild-1, sh. 7
7) Lûtfi Efendi Târihi; cild-5, sh. 112
8) Osmanlı Sanayii ve Sanayileşme Politikası; (R. Önsoy); sh. 15, 30-31
9) Mustafa Reşîd Paşa ve Dönemi Semineri

ÖZDEMİROĞLU OSMAN PAŞA


On altıncı yüzyıl sadrâzamlarından. Meş’âleler savaşının muzaffer kumandanı. Kafkasya fâtihi... 1527 yılında Mısır’da doğdu. Babası Özdemir Paşa, Memlûklüler zamanında Mısır’da yerleşmiş bir çerkes ailesine mensûb olup, Osmanlı Devleti hizmetinde beylerbeyliğe kadar yükselmiş, Yemen ve Habeş fütûhatı ile tanınmıştı. Annesi, Abbasî halîfeleri sülâlesindendir.
Osman Paşa, babasının çok faal bir kişi olması dolayısıyla genç yaşta devlet hizmetleriyle yüz yüze geldi. Daha yirmi yaşına basmadan sancak beyliğine yükseldi. 1561’de Mısır emir-i haclığına getirildi. Babasının vefâtı üzerine, onun yerine Habeş beylerbeyi olup, yaklaşık yedi yıl bu vazîfede kaldı.
1569 yılında Yemen eyâletinin, Yemen ve San’a diye ikiye ayrılması üzerine, Osman Paşa San’a beylerbeyi oldu. Bu arada zeydî İmamlarından Topal Mutahhar’ın isyân ederek Yemen beylerbeyi Murâd Paşa’yı pusuya düşürüp öldürmesi üzerine, her iki eyâlet birleştirilerek Osman Paşa’ya verildi.
Bu tâyinin yapıldığı sırada Mısır’da bulunan Osman Paşa, yanına üç-dört bin asker ve Kızıldeniz donanması kaptanı Kurdoğlu Hızır Reis’i de alarak yola çıktı. On yedi gemi ile Süveyş’ten hareket eden Paşa, Cidde’ye uğrayarak süvârîleri karaya çıkardı ve bunların karadan güney istikâmetinde ilerlemelerini emretti. Kendisi de denizden yoluna devamla Hudeyde’de karaya ayak basıp, doğruca Taaz üzerine yürüdü. Yemen’in en önemli yerlerinden olan bu şehri, bozuk inanışlı zeydîlerden kurtardı.
Taaz’ı alan Özdemiroğlu Osman Paşa, Kahire üzerine yürüdü. Müstahkem bir kale olan Kahire, Paşa’nın kuşatmasına şiddetle mukavemet ederken, âsî reîsi Topal Mutahhar büyük bir kuvvetle Kâhire’nin imdadına geldi. Kudretli bir kumandan olan Özdemiroğlu, iki ateş arasında kalmasına rağmen mücâdeleye devam etti. Erzak ve cephanesinin iyice azaldığı bir sırada, bölgedeki harekâta serdâr tâyin edilen Koca Sinân Paşa’nın yetişmesiyle bu zor durumdan kurtuldu. Topal Mutahhar kaçtı.
Bundan sonra tâkib edilecek harekât plânı üzerinde serdâr Sinân Paşa ile anlaşmazlığa düşen Özdemiroğlu, Sinân Paşa tarafından azledilince, İstanbul’a geldi ve ikinci Selîm Han tarafından 1571 senesinde Basra beylerbeyliğine tâyin edildi.
Bu görevde iken, Portekizlilerin zaptedip müstemleke idaresi kurmaya çalıştıkları Hürmüz’ün fethine me’mur edilen Paşa, sefer hazırlıklarını bitirip harekete geçeceği sırada, vazifeden alınarak Diyarbekir beylerbeyliğine tâyin edildi. Dört yıl bu görevde kaldı.
1576 yılında bu göreve Derviş Paşa’nın tâyin edilmesiyle boşta kalan Paşa, kış mevsiminin gelmesi sebebiyle İstanbul’a gitmeyip kışı Diyarbekir civarında bir kışlakta geçirdi.
Bu arada, yeni İran Şahı ikinci İsmâil zamanında Safevî kuvvetlerinin Osmanlı idaresindeki Gürcistan’a saldırmaları, yağma ve tahrib hareketinde bulunmaları üzerine, 1578 yılında İran üzerine açılan sefere Özdemiroğlu Osman Paşa da katıldı. Serdâr Lala Mustafa Paşa kumandasındaki ordu Erzurum’a geldiğinde, harb meclisi toplanarak, yapılacak işler görüşüldü. Bu görüşmeler sonunda sünnî halkın çoğunlukta olduğu Gürcistan, Şirvan ve Dağıstan’ın zaptına karar verilip hareket edildi.
Osmanlı öncü birlikleri kumandanı olan Diyarbekir beylerbeyi Derviş Paşa, 8 Ağustos 1578’de Çıldır’a geldiğinde, Tokmak Han kumandasındaki 30 bin kişilik İran ordusuyla karşılaştı. Genç bir yiğit olan Derviş Paşa, durumu anlayınca geriye yardım için haber gönderip, yanındaki çok az askeriyle saldırdı ve düşmanı şaşırtıp dağıttı. Bir ara atından düştü. Adamları derhâl yardıma gelerek atına bindirdiler. Tekrar düşman üzerine atıldı. Derviş Paşa’nın tam yaralanıp düştüğü ve Osmanlı kuvvetlerinin dağılacağı sırada, Özdemiroğlu Osman Paşa yetişerek büyük bir hızla düşman üzerine saldırdı. Hava yağmurlu olduğundan ateşli silâhların kullanılmadığı bu çatışma, çok kanlı bir şekilde akşama kadar sürdü. Akşam karanlığı bastırırken muhârebenin sonucu belli olmaya başladı. Beş binden fazla kayıp ve beş yüz esir veren İran kuvvetleri savaş meydanını terketti. Osmanlı zâyiâtı bin civarında idi. Bu zaferde, şehîd olan Derviş Paşa’nın ve eski Maraş beylerbeyi Maytabzâde Ahmed Paşa’nın fedakârca çarpışmalarına rağmen en büyük pay, Özdemiroğlu Osman Paşa’nındı. Muhârebe sahasına sür’atle gelerek derhâl harbe girmesi, yerinde ve zamanında gerekli tedbirleri alması, onun üstün kumandanlık vasıflarını ortaya koyuyordu.
Çıldır zaferi diye anılan bu kanlı muhârebede elde edilen galibiyet üzerine bir çok Gürcü kaleleri mukavemetsiz teslim oldu. Tiflis ele geçirilip, bölgenin en kuvvetli krallığı olan Kakheti haraca bağlandı.
Öte yandan Çıldır muhârebesinde bozulan ordusunun intikamını almak ve bir taraftan da Osmanlı ordusuna Şirvan yolunu kapamak isteyen İran hükümeti, Tebriz vâlisi Emîr Hân’ın emri altına Tokmak Han’ın da bulunduğu bir çok namlı vâlilerini vermiş ve bu yolla hazırladığı yirmi bin kişilik kuvveti bölgeye yollamıştı. Osmanlı ordusunun Şırak bozkırında beklediği günlerde bu kuvvetler Kür nehrinin Koyun geçidi mevkiine gelerek, beri tarafa geçtiler ve İslâm askerinin otlakta yayılan deve ve davarlarına el koyup, az sayıdaki muhafızları öldürdüler. Bunu haber alan serdâr Lala Mustafa Paşa, Özdemiroğlu’nu, Halep beylerbeyi Mehmed Paşa’yı ve Dulkadir beylerbeyi Mustafa Paşa’yı üzerlerine yolladı. Özdemiroğlu Osman Paşa’nın emri altındaki Osmanlı kuvvetleri bölgeye vardığı zaman, düşman Koyungeçidi’nde savaş düzenini almış hazır beklemekte idi.
Derhâl saldırıya geçen Özdemiroğlu düşmana göz açtırmaksızın yüklendi. İran kuvvetleri inatla direnerek karşı koymaya çalıştıysa da, Özdemiroğlu’nun sür’atli hareketlerinden şaşkına dönerek binlercesi telef olduktan sonra kaçmaya başladı. Bu ric’at ve kargaşa onlara daha pahalıya mâloldu ve telaşla kaçan askerin geçidi bulamadıklarından kılıç korkusuyla derin suya atlaması neticesinde, büyük bir kısmı boğuldu (9 Eylül 1578).
Bu arada İran kuvvetlerine yardımcı gelen Şirvan vâlisi Urus Han nehri geçip saldırdı. Ancak kısa zamanda bütün kuvvetleri dağıtıldı. Kaçanları ise, silâhlanarak Osmanlı ordusuna yardıma gelen Şirvan’ın sünnî halkı tarafından yakalanıp yok edildi. Çıldır zaferiyle devlete Gürcistan’ı kazandıran Özdemiroğlu Osman Paşa, Koyungeçidi zaferiyle de Şirvan denen Kuzey Azerbaycan topraklarını fethetmiş oluyordu. Şirvan ekseriyetle sünnî müslümanların meskûn olduğu bir bölge olduğu için, fethi, İstanbul’da sevinçle karşılandı. Bir müddet Şirvan’ın merkezi Ereş’te kalan Lala Mustafa Paşa, muazzam bir kale yaptırıp 100 top yerleştirdi. Saruhan (Manisa) sancakbeyi Kaytas Bey’i Şirvan beylerbeyliğine tâyin etti.
8 Ekim 1578’de serdar Lala Mustafa Paşa’nın Erzurum kışlağına çekilmesi üzerine, Safevîler büyük kuvvetlerle Özdemiroğlu’nun üzerine yürüdüler ise de Osman Paşa yanındaki cüz’î bir kuvvetle Şamahı’da bunlara büyük bir darbe daha vurdu.
Osman Paşa’nın emrindeki pek az kuvvetlerle Safevî ordularını peşpeşe mağlûbiyete uğratması, İran’ın merkezinde büyük bir şaşkınlık uyandırdı. Osman Paşa’ya karşı ancak hânedândan birinin karşı koyabileceği fikriyle imparatorluk veliahdı Hamza Mirza 100.000 kişilik orduyla harekete geçti. Osmanlı kuvvetleri ise, birinci Şamahı muhârebesinden yeni çıkmış 13.000 Osmanlı askeri ile 25.000 kişilik Kırım atlılarından ibaretti. Üstelik Adil Giray emrindeki Kırım atlıları ise Şamahı’dan çok uzaktı, Mahmûd-âbât taraflarındaydı.
Ani bir baskınla Safevî kuvvetleri Şamahı muhafızlarının toparlanmasına fırsat vermeden şehre girdiler. Birinci gün mümkün olduğu kadar kuvvetlerini toparladıktan sonra, Safevîleri top ateşiyle baskı altına alan Osman Paşa, ikinci gün mukabil bir taarruzla şehre giren İranlıları geri püskürttü. Çok kanlı sokak çarpışmaları sebebiyle bir kaç bin askeri kalan Osman Paşa’nın üçüncü gün Adil Giray’a gönderdiği bir istimdâd mektubunu ele geçiren Selman Han, bu yardımı önlemek için bir mikdâr abluka kuvveti bırakıp, Adil Giray üzerine yürüdü. Üç gündür düşmana 2000 telefat verdiren Osman Paşa, bu fırsatı kaçırmayıp, son bir gayretle yarma hareketine girişip, Demirkapı’ya çekildi (27 Kasım 1578). Adil Giray ise pusuya düşürülerek Şirvan beylerbeyi Piyâle Paşa’yla beraber esir edildi ve İran’ın payitahtı Kazvin’e götürüldü.
Şirvan’dan harekete geçen Safevî ordusu, 1579 Mart ayı sonlarında Tiflis’i kuşattı. On bin kişiyle yapılan bu muhasaraya karşı, Tiflis beylerbeyi Ferhad Paşazade Mehmed Paşa efsâne kahramanlarını imrendirecek bir müdâfaada bulundu. Yalnız Sipâhî ve azablardan meydana gelen ve gittikçe eriyerek 1800’den 700’e kadar inen askeri açlığa ve susuzluğa ehemmiyet vermeyip, gerektiğinde at, eşek, gibi hayvanları kesip yiyerek müdâfaaya devam ettiler. Kaleye ancak dört ay sonra yardım ulaştırılabildi. Maraş beylerbeyi Mustafa Paşa kumandasındaki 12.000 kişilik imdat kuvveti kaleye yaklaştığında, çalınan mehter sesini duyan düşman ordusu, muhasarayı kaldırıp firar etti.
Bu arada harekâta devam eden Özdemiroğlu Osman Paşa 11 Ekim’de Demirkapı’dan hareketle Bakü’ye, oradan da Şirvan’a girdi. Bölgeyi savunmak isteyen Safevî beylerbeyi Mehmed Han 15.000 askeriyle imha edildikten sonra kış mevsimi girdiğini bahane eden Kırım hanı Mehmed Giray, Osman Paşa’nın kalması için yaptığı bütün ısrara rağmen, kardeşi Gâzi Giray kumandasındaki küçük bir birliği Özdemiroğluna bırakarak geri döndü. Bu durumu fırsat bilerek Şirvan’ı ele geçirmek isteyen Safevîler, Selman Han kumandasında 18.000 kişilik bir kuvveti bölgeye gönderdiler ise de bu ordu Özdemiroğlu Paşa’nın elinde bulunan az bir kuvvetle gönderdiği Gâzi Giray tarafından imha edildi.
Bu dönemde büyük başarılarına rağmen şark cephesindeki ordunun büyük bir kısmının hareketsiz bir hâlde Erzurum’da bekletilmesi sebebiyle askeri azalan Özdemiroğlu Osman Paşa iyice bunalmıştı. Kırım Hanı Mehmed Giray’dan da ümidini kesen Özdemiroğlu Osman Paşa, doğrudan doğruya üçüncü Murâd Han’a nâme yazıp yardım istedi. Dîvândaki liyakatsiz adamların oyuncağı olarak İran cephesinde yıllardır atıl kaldığını, Kırım hanının kendisine yeteri kadar yardım etmediğini, büyük fırsatların kaçırıldığını, bu durum düzelmezse devletin şerefinin lekeleneceğini arzetti. Özdemiroğlu’nun bu arîzasına karşı çok hassas davranan üçüncü Murâd Han, bir taraftan Kırım hanı Mehmed Giray’ı tekrar sefere me’mûr etmekle beraber, bir taraftan da Sivas beylerbeyi Haydar Paşa ile Köstendil, Silistre ve Niğbolu sancakbeylerinin askerlerini toplayıp derhâl Kefe’ye gitmelerini emrettikten başka, İstanbul’dan da üç bin yeniçeri ile kethüda Sinân Ağa kumandasında silâhdâr bölüklerini, yola çıkardı ve 140.000 altın da para gönderdi. Kefe’de toplanan bu kuvvetler, Kefe beylerbeyi Cafer Paşa kumandasında hareket ederek 24 Kasım 1582’de Demirkapı’ya geldi. Osman Paşa, uzun zamandan beri beklediği taze kuvvete kavuştu.
28 Mart 1583’de Ferhad Paşa’nın şark serdârlığına tâyin edilip, 60.000 askerle yola çıktığını öğrenen Safevî Gence (Karabağ) vâlisi İmâmkulu Han, serdârın Erzurum’daki kuvvetlerle birleştikten sonra İran’a yürüyeceğini sezip, bu kuvvetler gelmeden Osman Paşa’ya büyük bir darbe vurmak istedi. 50.000 askerle yola çıkıp Şirvan ve Dağıstan’ı ayıran Samur ırmağının güney kıyısına kadar yaklaştı.
Bu arada İmamkulu Han, on bin kişilik bir kuvveti ayırarak Rüstem Han kumandasında öncü olarak ileri sürmüş ve bu kuvvetler Saburan şehri yakınlarındaki Niyâzâbâd ovasına gelmişti. Burada Osman Paşa’ya yardıma gelen Silistre sancakbeyi Yâkûb Bey’in komutasındaki Rumeli askeriyle karşılaştılar. Rumeli askeri, Osman Paşa’nın ihtiyatlı hareket etmeleri yolundaki emirlerine ve az sayıda olmalarına rağmen, derhâl taarruza geçti ise de sayıca fazla Safevî kuvvetleri karşısında bozuldu. Kurtulabilenlerin pek azı Demirkapı’ya ulaşabildi. Bu vaziyet üzerine düşmanı Demirkapı dışında karşılamak isteyen Özdemiroğlu Osman Paşa, hareketinden on bir gün sonra Bilasa ovasında düşmanla karşılaştı.
Osmanlı ordusunun harb nizâmında baş kumandan Özdemiroğlu Osman Paşa, yeniçeri ve silâhdâr bölükleriyle merkezde, Sivas beylerbeyi Haydar Paşa, Anadolu askeriyle sağ, Kefe beylerbeyi Cafer Paşa da, Rumeli ve Şirvan askeriyle sol cenanda bulunuyordu. Safevî ordusunda ise; merkezde İmamkulu Han, sağ cenahda Niyâzâbâd muhârebesini kazanan Rüstem Han, sol cenahda da bir süre önce Osmanlı Devleti’ne ihanet edip Safevîler tarafına geçen Şirvanşahlar sülâlesinden Ebû Bekir Mirza kumanda ediyordu. Ayrıca Safevîler tarafında, Osmanlılardan yüz çevirip karşı tarafa geçen bir takım Gürcü ve Dağıstan beyleri de vardı.
8 Mayıs’ta başlayan muhârebenin ilk günü bilhassa öncü kuvvetlerin müsâdemeleriyle geçtiği için netîcesiz kaldı. İkinci gün bütün şiddetiyle başlayan savaşta her iki taraf da akşama kadar canla başla harbettiği hâlde sonuç alamadı. Fakat gece meşaleler yakılarak savaşa devam edildi. Bu sebeple de bu savaş Meş’aleler savaşı diye meşhur oldu. Üçüncü gün, her iki taraf da yorgun, mecalsiz kaldığı için harb olmamış, fakat düşmanı şaşırtıp ric’at ettiği hissini vermek isteyen Özdemiroğlu Osman Paşa, ordunun ağırlıklarını geri naklettirdiği için Safevîler savaşı kazanacağı ümidine kapılmışlardı. Düşmana bu ümîdi verdikten sonra dördüncü gün sahte bir ric’at manevrasıyla işe başlayan Osman Paşa’nın bu ustaca harekâtına kapılarak Demirkapı yolunu kesmek için süvari kuvvetleri sevkeden düşman, birden bire şiddetli topçu ateşiyle karşılaştığı gibi, iki koldan da sarılmaya başlandı. Çok geç anladığı bu manevraya mâni olmak isteyen îmamkulu Han, bir aralık şiddetle Cafer Paşa kumandasındaki Osmanlı sol kanadına yüklenip duruma hâkim olmak istedi ise de, Osman Paşa yetiştirdiği takviye kuvvetleriyle buna imkân vermedi. Osmanlı askerinin kendisinden sayıca fazla olan düşmana karşı celâdetle savaşması, neticede Safevî ordusunun dağılıp kaçmasına yol açtı. İmamkulu Han son bir gayretle askerini toplamak istediyse de iyice gözü yılan kuvvetlerini toplamaya muvaffak olamayıp kendisi de kaçtı. Safevî ordugâhı zaptedildi. Fakat düşman tâkib edilmedi (11 Mayıs 1583).
Özdemiroğlu’nun bu büyük zaferiyle Şirvan tekrar ele geçirilip, Dağıstan ve Gürcistan fütûhatı korunmuş oldu. Asî Dağıstan ve Gürcü prensleri itaat altına alındı. O zamana kadar elde edilemeyen Kür ırmağı güneyinin fütûhatı kolaylaştı.
Bundan sonra yola çıkıp beşinci defa Şamahı’yı ele geçiren Özdemiroğlu Osman Paşa, buraya büyük bir kale yaptırdı. Çevresine hendek kazdırıp, Pirsagot çayının suyu ile doldurup, Amasya sancakbeyi Mehmed Bey’i paşa yaptı ve Şirvan beylerbeyiliğine tâyin etti, Buradan hareketle Bakü’ye gelen Osman Paşa, bir müddet kalıp petrol kuyularını ıslâh edip Demirkapı’ya döndü.
Beş seneden fazla bir zamandır Kafkas cephesinde bulunan ve üst üste kazandığı parlak zaferle Kafkasya’nın boydan boya fethini te’min ettikten başka, en ümitsiz zamanlarda bile bu fütûhatın muhafazasını üstlenen bu şanlı kumandan, Cafer Paşayı Dağıstan vâliliği kaymakamlığına bırakarak bir mikdâr askeriyle İstanbul’a gitmek üzere 21 Ekini 1583’de Demirkapı’dan hareketle Kefe’ye geldi.
Özdemiroğlu Osman Paşa buraya geldiğinde, üçüncü Murâd Han’ın Kırım hanı Mehmed Giray’ın hal’ edilmesini bildiren fermanını aldı. Çünkü Mehmed Giray, Kafkas harekâtı sırasında, pâdişâhın açık emrine rağmen Osman Paşa’ya gereken yardımı yapmamıştı. Bunu haber alan Mehmed Giray devlete alenen isyân edip, 50.000 kişilik kuvvetle Kefe’yi muhasara etti ise de kısa zamanda duruma hâkim olan Özdemiroğlu, Mehmed Giray’ı yakalayıp cezalandırdı. Yeni Kırım hanı İslâm Giray’a sükûn içinde bir ülke bırakarak İstanbul’a geldi.
İstanbul halkı tarafından büyük bir coşkuyla karşılanan Paşa, üçüncü Murâd Han tarafından kabul edilip, iltifatına mazhâr oldu. Murâd Han Yalı köşkünde kabul ettiği Paşa’ya dört saat boyunca Kafkas harplerini anlattırıp duâlarda bulundu.
Üçüncü Murâd Han, 25 Temmuz’da Siyavuş Paşa’yı azledip, Özdemiroğlu Osman Paşa’yı vezîriâzam yaptı. Dört aya yakın İstanbul’da kalıp devlet işleriyle uğraşan Paşa, Kırım’ın tekrar karışması sebebiyle, kendi isteğiyle serdâr tâyin edildi. Yerine Mesih Paşa’yı sadâret kaymakamı (vekili) bırakıp 2 Kasım’da karadan yola çıktı. Sinop’ta donanmaya binip Kırım’a gitmeyi düşünen Paşa, Kastamonu’ya geldiği sırada, Kırım’daki karışıklığın bastırıldığı haberini aldı. Kastamonu’da bulunduğu sırada, İstanbul’dan gelen bir hatt-ı hümâyûn ile doğu serdârlığına tâyin edildiğini öğrendi.
Bu ferman üzerine eyâletlere tamîm göndererek; on iki beylerbeyi ve yetmiş iki sancakbeyinin, askerleriyle birlikte Sivas’ta orduya iltihak etmeleri emrini verdi. Ayrıca sipâhî ve silâhdâr bölüklerinin 400 topla İstanbul’dan hareket edip orduya katılmalarını istedi. Ancak sıhhati bozulmuş, Habeşistan, Sudan ve Yemen’in çok sıcak ikliminde, Basra ve Lahsa’da çölde geçirdiği uzun yıllardan sonra, altı yıl Kafkasya’nın dondurucu ikliminde üşümüş, yorgun ve bîtap bir hâle gelerek hastalanmıştı. Bu sebeple ata binemiyor, taht-ı revanla yol alıyordu.
Özdemiroğlu Sivas’a gelince 200.000 askeri toplanmış buldu. Bu kadar kuvvetin iaşesinin de zorlukları olacağını düşünerek, 40.000 askeri geri gönderdi. 160.000 askerle yola çıkıp, 1 Ağustos’da Erzurum’a geldi. Burada, yıllar önce Kafkas harpleri sırasında maiyyetinde bulundukları sırada Safevîlere esir düşüp Alamut kalesine hapsedilen yakın dostları Gâzi Giray’la Dal Mehmed Bey’in kaçıp geldiklerini görünce çok sevindi. On gün Erzurum’da kalan Paşa, 7 Eylül’de Çaldıran ovasına geldi. Şâh’ın Tebriz’den kaçtığını duyunca çok üzüldü. Hastalığı da iyice artmıştı.
Tebriz yakınlarına gelen ordu, burada İran velîahdı Hamza Mirzâ’nın büyük bir ordusuyla karşılaştı. Fakat İran veliahdı Tebriz’i savunamayıp geri çekildi, Özdemiroğlu, Tebriz’in Osmanlılarca tekrar fethini gerçekleştirip Tebriz beylerbeyliğini kurdu. 25 Eylül’de şehre girip, 26 Eylül’de Ramazan bayramı tebriklerini kabul etti. 27’sinde şehirde Cuma namazı kılıp, 29”unda büyük bir kale inşâatına başladı. Bir ay sonra biten kaleye 8.000 asker yerleştirdi. Rahatsızlığı iyice artınca yanındaki tek vezir Cağalazâde Sinân Paşa’yı serdâr kaymakamı yapıp, Cafer Paşa’yı Tebriz beylerbeyliğine tâyin etti. Tebriz’de kalan askerin maaşını uzun zaman peşin olarak kendi hazînesinden ödeyip, şehirden çıktı. Ordu-yı hümâyûnunun başında 28 Ekim 1685 akşamı Şenb-i Gazan banliyösüne geldi. Hamza Mirza, Paşa’nın öldüğüne dâir yanlış bir istihbarat alıp gece baskın düzenlediyse de bozularak geri çekildi. Bu da Osman Paşa’nın duyduğu son zafer haberi oldu. 29 Ekim’i 30 Ekim’e bağlayan gece, gece yarısına doğru şehîd oldu.
Özdemiroğlu Osman Paşa, on altıncı asrın en büyük Osmanlı kumandanlarındandır. Daha sonraki asırlarda bu çapta bir asker gelmedi denilebilir. Şehîd olduğu zaman annesi, zevcesi ve kızı İstanbul’da hayattaydı. Vefâtı İstanbul’da büyük teessürle karşılandı. Nâşı, 30 yıllık atı Kaytas ters eğerlenerek üzerine kondu, vasiyyeti üzerine Diyarbakır’a götürüldü. Bütün Diyarbakırlıların katıldığı büyük bir cemâat tarafından cenaze namazı kılınıp önceden yaptırdığı türbesine defnedildi.

İKİ CİHÂNDA YÜZÜN AK OLSUN!..

Kafkasya’yı fethederken şiî Safevî ordularıyla yaptığı meydan muhârebeleri, savunma savaşları sonunda kazandığı muvaffakiyetleriyle dillere destan olan kahraman Osmanlı paşası Özdemiroğlu, İstanbul’a geldiğinde büyük bir coşkuyla karşılandı. Üçüncü Murâd Han bu kahramanı bizzat görüşmek üzere Yalı Köşkü’ne davet etti. Paşa, huzura girdiğinde Sultan, saray âdetlerini bozarak;
“Hoş geldin Osman, otur!” dedi.
Osman Paşa oturmadı. Ayakta durdu. Pâdişâh tekrar;
“Otur Osman!” dedi. Osman Paşa oturdu. Fakat haya edip tekrar ayağa kalktı. Murâd Han, dördüncü defa, oturmasını ve Kafkasya’daki muhârebelerini anlatmasını emredince, oturdu ve anlatmaya başladı. Kafkas harplerini anlatması dört saat sürdü. Osman Paşa, Urus Han’ı nasıl mağlûb ettiğini anlattığı sırada Sultan, heyecanlanıp sözünü keserek:
“Güzel hareket etmişsin Osman!” dedikten sonra üzerinde murassa bir iğne bulunan sorgucunu çıkarıp Osman Paşa’nın başına taktı.
Osman Paşa anlatmaya devam etti. Hamzâ Mirzâ’ya karşı kazandığı zaferi anlattığı sırada Sultan yine sözünü kesip;
“Bunların semeresini toplayacaksın!” diyerek belindeki murassa hançeri çıkarıp Osman Paşa’nın beline taktı. Osman Paşa, İmamkulu Han’ın Gence önündeki hezimetini anlatırken, Murâd Han, ilk önce verdiğinden daha kıymetli murassa bir iğne bulunan sorgucunu çıkarıp Paşa’nın başına taktı.
Nihayet Özdemiroğlu Osman Paşa, Kırım hânına karşı, Kefe’de bir kaç bin kişi ile nasıl mücâdele ettiğini ve hanın yakalanarak cezalandırılmasını anlatıp sözüne son verince, memnuniyetinden gözleri yaşaran Murâd Han, kendini tutamayıp ellerini açarak;
“İki cihânda yüzün ak olsun! Allahü teâlâ senden razı olsun! Her nereye gidersen muzafferiyet arkadaşın olsun! Cennet’te, nâmdaşın hazret-i Osman ile bir köşkte ve bir sofrada beraber bulun! Bu dünyâda uzun müddet şeref ve iktidar ile yaşa!” diyerek duâ etti.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Hadikat-ül-vüzerâ; sh. 38
2) Osmanlı Devleti Târihi (Hammer); cild-7, sh. 147
3) Osmanlı Târihi, (Uzunçarşılı); cild-3, kısım-1, sh. 55 v.d.
4) Osmanlı İmparatorluğu Târihi (Z. Danışman); cild-7, sh. 202, cild-8, sh. 57, 59, 89, 267
5) Îzahlı Osmanlı Târihi Kronolojisi (Danişınend); cild-3, sh. 13-99
6) Mufassal Osmanlı Târihi; cild-3, sh. 1316-1358, 1389
7) Büyük Türkiye Târihî; cild-4, sh. 269-277, 392-429
8) Târih-i Peçevî; cild-2, sh. 15, 32-93
9) Özdemiroğlu Osman Paşa (Ahmed Refik T.O.E.M)
10) Özdemiroğlu Osman Paşanın Dağıstan ve Şirvân Seferleri (Ebû Bekir bin Abdullah, Millet Kütüphânesi T.Y. No: 366)