13 Nisan 2017 Perşembe

HACI BAYRAM-I VELİ


Fâtih Sultan Mehmed Han’ın İstanbul’u fethedeceğini müjdeleyen büyük velî. İsmi, Nûmân bin Ahmed olup, lakabı Hacı Bayram’dır. 1352 (H. 753) târihinde Ankara’nın Çubuk çayı üzerindeki Zülfadl (Sol-fasol) köyünde doğdu. 1449 (H. 833) târihinde Ankara’da vefât etti. Türbesi, kendi ismiyle anılan Hacı Bayram Câmii’ne bitişik olup ziyaret mahallidir.
Bayram-ı Velî küçük yaşta ilim tahsîline başlayıp din ve fen ilimlerinde yetişti. Ankara’da Melike Hâtun’un yaptırdığı Kara Medrese’ye müderris oldu. İlmi ve talebe yetiştirmekteki mahareti ile kısa zamanda tanındı. Herkes tarafından sevilip hürmet gören kimse oldu.
Bir gün medreseye birisi gelerek; “İsmim Şücâ-i Karamânî’dir. Hocam Hamîdeddîn-i Velî’nin selâmı var. Sizi Kayseri’ye davet ediyor. Bu vazîfe ile huzurunuza geldim” dedi. O da, Hamîdeddîn ismini duyunca; “Baş üstüne, bu davete icabet lâzımdır. Hemen gidelim” diyerek müderrisliği bıraktı. Birlikte Kayseri’ye gittiler ve Hamîdeddîn-i Velî ile Kurban bayramında buluştular. O zaman Hamîdeddîn-i Velî; “İki bayramı birden kutluyoruz” buyurdu ve ona Bayram lakabını verdi. Talebeliğe kabul etti. Zahirî ve bâtını ilimlerde yüksek derecelere kavuşturdu.
Hacı Bayram-ı Velî, hocasının vefâtından sonra Ankara’ya gelerek doğduğu köye yerleşti. Yeniden talebe yetiştirmekle meşgul oldu. Sohbetleriyle hasta kalblere şifâ dağıttı. Talebelerini daha çok san’ata ve zirâaate sevkederdi. Kendisi de geçimini zirâatle sağlardı. Açtığı ilim ve irfan ocağına, devrinin meşhur âlimleri, hak âşıkları akın etti. Dâmâdı Eşrefoğlu Abdullah-ı Rûmî, Muhammed Üftâde, Şeyh Akbıyık, Göynüklü Uzun Selâhaddîn, Edirne ve Bursa ziyaretlerinde talebeliğe kabul ettiği Yazıcızâde Ahmed (Bîcân) ve Mehmed (Bîcân) kardeşler ile Fâtih Sultan Mehmed Han’ın hocası Akşemseddîn bunların en meşhurlarıdır.
Fâtih’in babası sultan İkinci Murâd Han, Hacı Bayram-ı Velî’yi Edirne’ye davet edip, ilim ve manevî derecesini anlayınca fevkalâde hürmet göstermiş, Eski Câmi’de vâz ettirmiş, tekrar Ankara’ya uğurlamıştır.
Hacı Bayram-ı Velî’ye sultan Murâd Han’ın verdiği fermanda, talebelerinin, ilim ile meşgul olmaları için, vergi ve askerlikten muaf tutulduğu bildiriliyordu. Bunu duyan pek çok kişi vergiden kurtulmak için, talebelik iddiasında bulunmaya başladı. Hattâ Ankara’nın mâlî ve askerî düzeni bozuldu. Bunun üzerine Sultan, Hacı Bayram-ı Velî’den talebelerinin listesini istemek zorunda kaldı.
Bunun üzerine o da Ankara’nın Kanlı gül mevkiinde bir çadır kurdurdu ve talebelerinin toplanmasını söyledi. Herkes akın akın geldi. Hacı Bayram-ı Velî onlara; “Bugün burada bana bağlı talebelerimi kurban etmem lâzım. Canını, malını bana feda eden gelsin girsin” dedi. Kendisi de keskin bir bıçakla kapısında beklemeye başladı. İki kişi girdi. O daha önce çadıra koydurduğu koyunu kesti. Kanlar çadırdan dışarı çıktı. Kanı gören herkes kaçtı. Sonra dışarı çıkarak; “Anladık ki, bu kadar talebemiz varmış, Bunlardan başka herkes vergİ vermek ve askerlik yapmak suretiyle devlete karşı olan borcunu ödemelidir” buyurdu.
Hacı Bayram-ı Velî, ömrünün sonuna kadar İslâmiyet’i yaymak için çalıştı. Vefâtından sonra Bayramiyye yolunu talebelerinden Akşemseddîn ve Bıçakçı Ömer Efendi devam ettirdiler.
Hacı Bayram-ı Velî hazretleri, Yûnus Emre tarzında şiirler söylemiştir.
Hacı Bayram-ı Velî (rahmetullahi aleyh) buyurdu ki:
“Hiddet ve kin, hakikatleri gören gözleri kör eder. Öfke, iyi düşünmeyi daraltır, yanıltır.”
“Ayıp ve kusurlarını gördüğünüz arkadaşlarınızın, komşularınızın sırlarını ifşa etmeyiniz. Çünkü bu sırlar, size emânettir. Emânete hıyanet ise, çirkin bir harekettir.”
“Nefsinizi dâima kontrol altında tutunuz. Ateşe sürüklenmemesi için onu kendi hâline bırakmayınız.”

FETHİ, SEN DE BEN DE GÖREMEYİZ!..

Şeyh Edebâlî ile Anadolu’da kökleşen ilim ve irfan ağacı, Hacı Bayram-ı Velî ile en olgun meyvelerini verdi. Hadîs-i şerif de İstanbul’u fethedeceği müjdelenen o güzel emîr’i kalb gözü ile görüp, onu ve yardımcısı Akşemseddîn’i ve benzeri büyükleri yetiştirdi. Kendisine; “Bâzı dervişlere kırk yıldır hizmet ettikleri hâlde hilâfet vermediniz. Hâlbuki bu, Akşemseddîn’e kısa zamanda nasîb oldu. Acaba hikmeti nedir?” diye sorduklarında; “Bu bir zeyrek köse imiş. Bizde ne gördü ve işitti ise, inandı, hikmetini sonra kendisi anladı. Hâlbuki kırk yıldan beri hizmet edenler, gördüklerinin ve işittiklerinin hemen hikmetini sorarlar” demiştir. Sultan İkinci Murâd Han kendisinden nasihat isteyince; İmâm-ı a’zam’ın, talebesi Ebû Yûsuf’a yaptığı uzun nasihati yaptı: “Tebean içinde herkesin yerini tanıyıp bil; ileri gelenlere ikrâmda bulun. İlim sahiplerine hürmet et. Yaşlılara saygı, gençlere sevgi göster. Halka yaklaş, fâsıklardan uzaklaş, iyilerle düşüp kalk. Kimseyi küçümseyip hafife alma. İnsanlığında kusur etme. Sırrını kimseye açma. İyice yakınlık peyda etmedikçe kimsenin arkadaşlığına güvenme. Cimri ve alçak kimselerle ahbablık kurma. Kötü olduğunu bildiğin hiç bir şeye ülfet etme. Bir şeye hemen muhalefet etme. Sana birşey sorulursa ona herkesin bildiği şekilde cevap ver. Seni ziyarete gelenlere faydalanmaları için ilimden bir şey öğret ve herkes öğrettiğin şeyi belleyip tatbik etsin. Onlara umûmî şeyleri öğret, ince mes’eleleri açma. Onlara îtimâd ver, ahbablık kur. Zîrâ dostluk, ilme devamı sağlar. Bâzan da onlara yemek ihram et. İhtiyaçlarını te’min et. Onların değer ve itibârlarını iyi tanı ve kusurlarını görme. Halka yumuşak muamele et. Müsamaha göster. Hiç bir şeye karşı bıkkınlık gösterme, onlardan biri imişsin gibi davran.”
Sultan Murâd Han, oğlu Fâtih için de duâ isteyince; “Onu hocasına bırakmak lâzım” diyerek, Akşemseddîn’in hâce-i sultânî (sultan hocası) olacağını işaret etmişti. Yine bir sohbet sırasında sultan İkinci Murâd Han, İstanbul’un fethinin kendisine nasîb olup olmayacağını sorunca, bu suâle de; “Hayır! O fethi sen de bende göremeyeceğiz. Bu, şu bizim köse ile şu mübarek şehzâdeye nasîb olsa gerektir” diye cevap vermiş; Akşemseddîn ile küçük Mehmed’i göstermiştir.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; sh. 1008
 2) Şakâyık-ı Nu’mâniyye Tercümesi; sh. 77
 3) Kâmûs-ül-a’lâm; cild-2, sh. 1429
 4) Tâc-üt-tevârih; cild-2, sh. 428
 5) Osmanlı Müellifleri; cild-1, sh. 56
 6) Nefehât-ül-üns; sh. 684
 7) Rehber Ansiklopedisi; cild-7, sh. 7
 8) Bedâyi-ül-vekâyî; vr. 190
 9) Menâkıb-ı Hacı Bayram-ı Velî
10) A. History of Ottoman Poetry; cild-1, sh. 299

GAZA VE GAZAVATNAME


İnsanların İslâmiyet’i işitmeleri, müslüman olmakla şereflenmeleri yâhud müslümanların; dînine, vatanına ve namusuna tecâvüz eden düşmanı def etmeleri için yapılan muhârebe. Gazâ lügatte, harb maksadıyla düşmana yönelmek, sefere çıkmak, gayr-i müslimlerle çarpışmak demektir. Gazâ kelimesi, Kur’ân-ı kerîmde geçmemekle birlikte, aynı anlama gelen “kıtal”ve “cihâd” kelimeleri ile sık sık tekrarlanmaktadır. Çoğulu gazâvâttır.Cihâd da aynı mânâdadır.
Gazâdan selâmetle çıkana gâzî ve mücâhid denir. Ölen şehîd olup yüksek derecelere kavuşur. Gâzi tâbiri şehîd lafzı gibi Peygamber efendimiz zamanından itibaren kullanılmaya başlanmıştır. Resûlullah efendimiz şehîd ve gâziliğin mânevi kıymetlerini bir çok hadîs-i şerîfleriyle ümmetine bildirmiştir.
İlk müslümanların hemen hepsi harbe gittiklerinden, bu ünvân hepsinde vardı. Sonraları İslâmiyet’in her yere yayılıp genişlemesiyle müslümanlardan bir kısmının gazâya gidip, diğerlerinin kalması neticesinde, gâzi ünvânı tahsîsen muhârebeye gidip dönenler için kullanıldı.
İslâmiyet’te gazâ; ülkeler fethetmek, başka memleketlere hâkimiyet kurmak, kuru kavga ve döğüş, memleketleri yıkmak, insanları öldürmek olmayıp; İslâm’a davetle, insanların ebedî saadete kavuşmalarına vesile olmak, İslâmiyet’i tanıtarak kendiliklerinden seve seve müslüman olmalarına çalışmak demektir. Peygamber efendimiz ve Eshâb-ı kiram (radıyallahü anhüm) ile sünnî olan İslâm devletleri meselâ Osmanlılar, hep böyle gazâ ve cihâd ettiler.
Kayı boyu, Anadolu’ya yerleşen diğer Türk boylarına nazaran, müslüman devletlerin ileri karakolu mesabesinde Bizans’a en yakın olanı ve onlarla en çok çarpışanı idi. Onun içindir ki, Ertuğrul Bey ile Osman Bey, din uğruna yaptıkları gazâları ve muvaffakiyetlerinden ötürü gâzi ünvânı ile anıldılar.
Gazâ yapabilmek için müslümanların kâfirlerde bulunan harb vâsıtalarının hepsini yapmaları ve kullanabilmeleri farz-ı kifâyedir. Ancak İslâm’da kuvvet hazırlamak, mümkün olduğu kadar mükemmel harb vâsıtaları yapmak, mutlaka harb yapmak maksadı ile değildir. Bilâkis, görünen ve görünmeyen, bilinen ve bilinmeyen düşmanların cesaret ve cür’etlerini kırıp, harb gibi bir tehlikenin meydana gelmesine mâni olmak, sulhun devamını sağlamaktır. İslâmiyet sulhu esas almıştır. Sulh içerisinde yaşamak mümkünse harbe gidilmez. Bu sebeble usûl-ü fıkıhta; harb etmek, bizatihi güzel görülmemiş, başka sebeble insanları İslâm’a davet etmek, müslümanlıkla şereflenmelerine vesile olduğu için güzel görülmüştür.
Gazâya; ya bedenle katılarak yâhud mal ile veya görüşü ile yardım ederek, yâhud yaralıların tedavisine bakarak veya ordunun yiyecek ve içeceklerini hazırlamak gibi elden gelen gayretler gösterilerek iştirak edilir. Orduya maddî yollarla yardım yapıldığı gibi, duâ ile de yardım edilir. Hattâ İmâm-ı Rabbani (rahmetullahi aleyh) şöyle buyurmaktadır: “Duâ ordusunun askerleri, gazâ ordusunun askerlerinden daha ehemmiyetlidir. Onların ruhu durumundadır. Bu sebeble Resûlullah efendimiz; askeri, ordusu olduğu hâlde, muhâcirlerin fakirlerini vesile ederek duâ buyururlardı.”
Gazâ, farz-ı kifâyedir. Müslümanların bir kısmı bu farzı yerine getirince diğerlerinden düşer, günahkâr olmazlar. Kimse yerine getirmezse, bütün müslümanlar günahkâr olur. Çocuğa, kadına, köleye, kör, topal, el ve ayağı kesilmiş kimseye gazâ yâni cihâd farz değildir. Düşman, bir İslâm beldesine hücum eder, umûmî seferberlik îlân edilirse, eli silâh tutan herkesin harbe iştirak etmesi farz-ı ayn olur.
Osmanlı pâdişâhları diğer İslâm sultanları gibi bizzat harbe iştirak etmişler, harp meydanında can (şehîd) vermişlerdir. Osmanlı sultanlarına gâzilik, fetvaya istinaden verilirdi. Osmanlı sultanlarından en son gâzi ünvânını alan sultan İkinci Abdülhamîd Han’a gâzilik tevcihine âid fetvayı şeyhülislâm Hayrullah Efendi vermiştir.
“Minnet Hudâya ki iki cihânda kılıp saîd
Nâm-ı şerifin eyledi hem gâzî hem şehîd.”
Arab edebiyatında gazâları ve gâzilerin kahramanlıklarını anlatan eserleremegâzi denildi. Türk edebiyatında ise, bu tür eserlere gazânâme veyagazâvâtnâme ismi verilmiştir. Gazânâmelerde, düşmanla yapılan tek bir muhârebe, gazâvâtnâmelerde ise daha fazla muhârebeye yer verilir. Gazâlarda fetih veya zafer söz konusu değildir. Gazâ yalnız muhârebeden ibarettir. Bir şehrin veya bir kalenin alınmasını anlatan eserlere fetihnâmedenir. Fetihleri ve düşmanın yenilmesi ile sona eren muhârebeleri anlatan gazânâmelere zafernâme denilir. Bunlar sonradan birbiri ile karıştırılmış, fetihname ve zafernâmelerin hepsine gazâvâtnâme; son devirlere âid muhârebeleri anlatan eserlere de zafernâme denilmiştir.
Edebî vasıfları da olan başlıca gazâvâtnâmeler şunlardır: Gazâvât-ı Sultan Murâd Han, Enîs-ül-Guzât, Gazâvât-ı Sultan Süleymân, Gazâvât-ı Hayreddîn Paşa, Gazâvât-ı Tiryâki Hasan Paşa, Gazâvâtnâme-i Halil Paşa, Gazâvât-ı Gâzi Hasan Paşa, Gazânâme-i Cezzâr Gâzi Ahmed Paşa.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Gazâvâtnâmeler (A. Sırrı Levent)
 2) Osmanlı Târih Deyimleri; cild-1, sh. 654
 3) İslâm Târihi Ansiklopedisi; cild-5, Sh. 134

GAYRİ MÜSLİM


İslâm dînini kabul etmeyen kimse. Allahü teâlânın insanları İslâm dînine davet etmesi için gönderdiği son peygamber Muhammed aleyhisselâmın getirdiklerine inanıp teslim olan ve yasak ettiklerinden sakınan kimselere müslim veya müslüman, bunlara inanmıyanlara da gayr-i müslim denir.
Gayr-i müslimler, ehl-i kitâb olanlar ve olmayanlar; ehl-i kitâb olanlarda ehl-i harb ve ehl-i ahd olmak üzere ikiye ayrılır. Ehl-i harb, müslümanlarla savaş hâlinde olan; ehl-i ahd ise, müslümanlarla anlaşma yapmış olan gayr-i müslimlerdir. Ehl-i ahd olanlar; zımmîler ve müste’minler olmak üzere ikiye ayrılır. Zımmî, İslâm memleketlerinde yaşayan gayr-i müslim vatandaşlardır. Müste’minler ise, İslâm ülkesine izin ile giren gayr-i müslimlerdir. Bunlara da sınırdan içeri girdikleri zaman zımmîler gibi muamele edilirdi.
İslâm ülkesinde, kendi dînî inanç ve ibâdetlerini yapmakta serbest olan ve huzur içinde yaşayan bunun için de cizye denilen vergi ödeyen zımmîler, devletin zimmeti altında idiler. Zimme; himaye, sahip çıkma, koruma mecburiyeti, emniyetini garanti etmek mânâlarına gelir. İslâm devleti, içerden ve dışardan gelecek her türlü tehlikeye karşı zımmîleri korumayı; can, mal, ırz ve namusları ile dînî hayatlarını, mâbedlerini emniyet altına almayı taahhüt ederdi. Zimme ile gayr-i müslimlerin hayâtı ve mülkî hakları devlet tarafından garanti altına alınmış ve zımmîler hür insanlar olarak kabul edilerek savaş esîri veya köle muamelesine tâbi tutulmamışlardır.
Gayr-i müslimler, aynı müslümanlar gibi bütün haklara sahip idiler. Onların da evlenme, çocuklarına vasî olma, vasî tâyin etme, nafaka, mîrâs, mal ve mülk edinme hakları vardı. Aile hukuku bakımından zımmî ve müste’minlerin kendi aralarındaki nikâh akidleri geçerli idi. Borçlar ve ticâret hukuku gibi dünyevî işler bakımından da zımmî ve müste’minler aynen müslümanlar gibiydiler. İslâm hukukunun cezaî hükümleri aynen gayr-i müslim tebea için de uygulanırdı. Dînî nitelikte olan aile hukukuyla ilgili dâvalarda ise, gayr-i müslimler isterlerse şer’î mahkemelere, isterlerse kendi cemâat mahkemelerine başvurmakta serbest idiler.
İslâm memleketlerinde, başka din mensuplarına da geniş hayat hakkı tanıyan İslâm hukukunun bu temel kaideleri, târih boyunca değişmeyerek varlığını Osmanlı Devleti’ne kadar sürdürmüştür. İslâm devletleri arasında mümtaz bir yeri olan Osmanlı Devleti diğer bütün konularda olduğu gibi, gayr-i müslimler mevzuunda, da İslâm hukukunun en hassas uygulayıcılarından olmuştur. Devletin temeli, Allahü teâlânın dînini yaşamak, yaymak ve rızâyı ilâhîyi kazanmak esâsı üzerine atılmıştı. Bütün gazâlar da bu maksadlarla yapılmıştır. Bu husus; Osman Gâzi’nin oğlu Orhan Gâzi’ye olan vasiyetinde; “Bizim mesleğimiz, Allah yoludur. Maksadımız, Allah’ın dînini yaymaktır. Yoksa, kuru kavga ve cihângîrlik dâvası değildir. Herkese ihsânda bulun” şeklinde açıkça görülmektedir.
Kurucusunun vasiyeti doğrultusunda hareket eden Osmanoğulları, feth ettikleri yerlerdeki gayr-i müslim halka İslâmiyet’in emrettiği şekilde yüksek adalet ve geniş bir müsamaha ile muamele ettiler. İnanç ve ibâdetlerinin îcâblarını yerine getirmelerine karışmadılar. Gayr-i müslimler, hıristiyan idarelerinin vatandaşı oldukları zamankinden daha rahat ve huzurlu yaşadılar. Onların bu müreffeh hayâtı henüz fethedilmeyen yerlerdeki hıristiyanlar üzerinde gayet müsbet te’sirler yaptı. Bunun içindir ki, bâzı fetihler, fazla mukavemetle karşılaşmadan kolaylıkla yapıldı. Âşık Paşazade Târihi’nde bu hususda anlatılan şu hâdise gayet dikkat çekicidir: “Bursa’yı emânla teslim etmelerine taaccüb eden Orhan Gâzi, Bursa tekfurunun veziri Saroz’a bunun sebeplerini sorunca, Saroz şu cevâbı verir: “Şehri size bir kaç sebepten teslim ettik:
Birincisi; bizim gerilememize karşılık, sizin devletiniz günden güne büyüdü. Bunun farkına vardık.
İkincisi; âlemde değişiklik eksik olmaz. Şimdi bu değişiklik bizde meydana geldi.
Üçüncüsü; baban, köylerimizi zaptetti. Bu köyler şimdi size itaat ediyorlar, bizi ise hiç hatırlarına bile getirmiyorlar. Bundan, şimdi onların öncekinden daha rahat ve huzurlu olduklarını, onun için bizi anmadıklarını öğrendik, biz de böyle rahatlığı arzu ettik. Dışardan ihtiyâcımız olan eşyayı te’min edemediğimiz için, hisar bize zindan oldu. Meğer hükümdar güçsüz olduğu zaman memleket çabuk harâb olurmuş.”
Osmanlı Devleti, adaletli ve müsamahalı idaresi ile hızla genişlerken, Bizans İmparatorluğu ve Avrupa devletleri bütünlüklerini ve iktidarlarını kaybetmişler, her türlü karışıklığın ve huzursuzluğun hüküm sürdüğü memleketler hâline gelmişlerdi.
Fâtih Sultan Mehmed Han İstanbul’u fethetmek için hazırlıklarına devam ederken, Bizans devlet ileri gelenleri Avrupa’dan yardım almak için çalışıyorlardı. Fakat uzun zamandan beri Anadolu’da ve Rumeli’de Türklerin iyi idarelerini, adaletlerini, verdikleri din hürriyetini tecrübe ile bildiklerinden, papazlar ve halk, İstanbul’da Lâtin şapkası yerine Osmanlı sarığı görmeyi tercih ediyordu. Çünkü, o günün Avrupa’sında hıristiyan mezhebleri arasında devamlı çekişmeler vardı. Birbirlerine karşı büyük zulümler yapıyorlardı. Din ve vicdan hürriyetine baskı bizzat devlet eliyle yürütülüyordu.
Çeşitli târihlerde Rusya, ermenilerin kiliselerini kapatmış, İngiltere’de katolikler ve Fransa’da protestanlar bütün medenî ve siyâsî haklarından mahrum edilmişti. İspanya’da engizisyon hâlâ devam ediyordu. Kilise, halkı soyuyordu. Bu duruma karşı çıkan genç papaz Martin Luther’in kurduğu mezhep, kendisinin dinsiz îlân edilmesine rağmen hızla Avrupa’da yayıldı. Böyle bir devirde, gayr-i müslimler Osmanlı idaresine adetâ muhtaç idiler. Rumlar, ermeniler, yahûdîler, bulgarlar, sırplar, nastûrîler, keldânîler ve süryânîlerden meydana gelen gayr-i müslimler, fetihlerden sonra Osmanlı hâkimiyetine kolayca uyum sağladılar. Asırlarca Osmanlı örf ve âdetiyle iç içe yaşadılar. Gayr-i müslim olmakla birlikte sâdık bir Osmanlı tebeası oldular.
Osmanlı Devleti, önceki Türk-İslâm devletlerinden aldığı idarî sistemi geliştirdi. Ele geçirdikleri ülkelerde kamu hukuku açısından muhtar sayılabilecek bir idare sistemi kurdular. Halka kendi kendilerini idare edebilmelerini, sağlayacak bâzı hakları tanıdılar. Fâtih devrinde, ticâretle meşgul olan Venedik ve Cenevizlilere ticarî, hukukî ve dînî kapitülasyon hakları verilirken, bir taraftan da Osmanlı tebeası olan gayr-i müslimlere geniş cemâat hakları tanındı. Fonksiyonunu yitirmek üzere bulunan ortodoks rum patrikliği İstanbul’un fethinden sonra ihya edildi. Patrikhâneye Bizans İmparatorluğu’ndan daha fazla dînî ve hukukî haklar verildi.
On beşinci asırda Avrupalıların gerçekleştirdikleri coğrafî keşiflerden sonra, ticâret yollarının başka taraflara çevrilmesinin, Yakın Doğu ticâretini menfî yönde etkilemesi üzerine, Osmanlı Devleti bâzı önemli tedbirler almak zorunda kaldı.
Osmanlılar, her cemâatin örf ve âdetlerine göre bir düzen kurmalarına imkân sağladı. Cemâatler her türlü dînî ve iç işlerini düzenlemede serbest bırakıldı. Her türlü din ve vicdan hürriyetine sahip kiliselerin siyâsetle uğraşmaları yasaktı. Devlet, dînî işlerine karışmadığı cemâatlerin dînî liderlerinin idarî vazifeleri bulunduğundan, bunların seçimine müdâhale ederdi. Bunun sayesinde dînî, ırkî, hukukî ve kültürel eşitlikler Osmanlı toplumunda her devirde mümkün oldu ve ehl-i kitâb olanlar asırlar boyunca Osmanlı Devleti’nde yaşama imkânı buldu. Kuruluştan itibaren din, dil, ırk ve renk farkı gözetilmeyip, asıl unsur olan Türklere diğer azınlık gruplar arasında Avrupa’daki senyörler gibi üstün bir mevkî verilmediğinden cihânşümul devlet olma teşebbüsleri Osmanlılara hâkim olmaya başladı.
Avrupa devletlerine arka arkaya verilen kapitülasyonlar ve buna bağlı olarak Osmanlı askerî gücünün giderek azalması neticesinde, batılı devletlerin Osmanlı topraklarına girdilerine mâni olunamadı. Batı yönetiminin Ortadoğu’ya ticarî, siyâsî, askerî ve kültürel alanlarda sarkmış olması, buralarda Osmanlı Devleti’nin gerçekleştirmeye çalıştıkları cihânşumûllük fikrini temelinden sarstı. On sekizinci asırdan itibaren gayr-i müslimlerin yaşayışlarında batı te’siri görülmeye başlandı. Bu asıra kadar Osmanlı yönetimini, İngiliz, Fransız ve Rusların tahrikleriyle bir hıristiyan devlet yönetimine tercîh eden gayr-i müslimler, hıristiyan devletlerin yönetimini istemeye başladılar.
Papalığın, Fransa ve Amerika’nın kurduğu misyoner teşkilâtları, Osmanlı topraklarından on sekizinci asırdan itibaren yoğun propoganda faaliyetlerinde bulundular. Ayrıca gayr-i müslim Osmanlı tebeası üzerinde Fransa, katoliklerin hâmiliğini iddia etti. Misyonerlerde öncülüğü Fransa yaptı. Bunların faaliyet sahalarından biri Lübnan olup, burada gayr-i müslim cemâatler birbirleri ile devamlı mücâdele halindeydiler. Osmanlı Devleti bu mücâdeleyi muhtariyet sistemi ile önlemişti. Fransız ve İtalyan misyonerler bölgeye batı te’sirinin girmesini te’min ettikleri gibi, Lübnan, Suriye ve Mısır’daki hıristiyan cemâatlerin eğitim kurumlarını destekleyerek, onların birer misyoner okulu olarak çalışmasını sağladılar. Bu okullar on dokuzuncu asırda aynı gayeli üniversitelere çevrildi. Misyonerlerin çalışmaları neticesinde milliyetçilik faaliyetleri gayr-i müslim tebea arasında hızla yayıldı. Fransa’nın, katoliklerin hâmiliğini yapması üzerine, Rusya da Ortodoksların hâmiliğini üstüne aldı. 1774 Küçük Kaynarca andlaşmasıyla Rusya’ya bâzı dînî imtiyazlar verildi. Gayr-i müslim tebea arasında başlayan bağımsızlık hareketleri neticesinde büyük bir trajedi yaşandı. Binlerce müslümanın katledilmesi üzerine büyük göçler başladı.
Batılı devletler, devletin dağılma tehlikesi ile karşı karşıya geldiği bu sıkıntılı dönemde, görünüşte müslümanlarla, gayr-i müslimlerin uyum ve karşılıklı anlayış ve birlik içerisinde yaşamaları, hakikatte gayr-i müslimlere bâzı haklar ve imkânlar sağlaması için tedbîrler almasını istediler. Osmanlı Devleti’ne baskıda bulunarak gayeleri gayr-i müslimleri öne sürerek haklar koparmak ve devletin fena zamanda parçalanmasını sağlamaktı. 1839 Tanzîmat fermanı bu baskı ve müdâhaleler neticesinde ortaya çıktı. Tanzîmat fermanının hazırlanmasında önemli rolü olan Fransa ve İngiltere gibi Avrupa devletleri, Tanzîmât ve onun tatbikinde de adetâ kendilerini vazifeli görüyorlardı (Bkz. Tanzîmât).
Tanzîmat fermanı, gayr-i müslimleri himaye eden devletlerin istekleri doğrultusunda hazırlandığı hâlde, cemâatler arasında özel hak ve imtiyazların birleştirilmesi, gayr-i müslimlerin hoşuna gitmedi. Bu fermanın getirdiği yeniliklerden memnun olmayanlar ayaklandılar. Devlet, Karadağ’da başlayıp, Bosna ve Hersek’de devam eden isyânları bastırmak için tedbir almak isteyince, Avrupa devletlerinin müdâhalesi ile karşılaştı. Bu durum asayişin te’minini zorlaştırdı. 1854’de Rus harbi devam ederken, yapılan Viyana kongresinin esâsını, gayr-i müslimlere verilecek haklar teşkil ediyordu. Çetin müzâkereler neticesinde ancak Fransa’nın tavsiyesi ile Osmanlı Devleti gayr-i müslim tebeadan bir kısım mühim vergilerin kaldırılması, askerî ve idâri vazifelere kabul edilmeleri gibi bâzı düzenlemelerde bulundu. Bu kongrenin neticesinde yayınlanan 1856 Islâhat fermanı, gayr-i müslimlerin millî bağımsızlık isteklerinin bir beyannâmesi oldu (Bkz. Islâhat Fermanı). Seçtikleri temsilciler sayesinde, din, eğitim, idare, mâlî ve sivil hayattaki hakları genişledi. Siyâsî ve sosyal pek çok hak elde ederek Osmanlı Devleti yönetimine karışacak hâle geldiler. Devlet olmakta tek eksikleri toprağa dayalı bağımsızlıklarının olmamasıydı. Bunu da İttihâd ve Terakkî cemiyetinin yanlış idareleri neticesinde kazanarak birer birer bağımsızlıklarını îlân ettiler. Osmanlı Devleti’nin kurmuş olduğu millet sistemi, ileri bir sistem olmasına rağmen, devletin iktisâdı yönden zayıflaması, Batı emperyalizminin yoğun faaliyetleri sonunda çıkarılan fermanlar ile bozularak, üç kıt’aya hükmetmiş olan devletin yıkılmasına sebeb oldu.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Büyük Türkiye Târihi
 2) Mustafa Reşid Paşa ve Dönemi Semineri.
 3) Târih Boyunca Türklerin Ermeni Toplumu ile İlişkileri Sempozyumu; sh. 141
 4) Redd-ül-muhtâr; cild-3, sh. 282

GANİMET


Harpte kâfirlerden zorla alınan mal. Lügatte, çalışıp yorulmadan elde edilen sey, düşmandan alınan mal mânâlarına gelir. Cem’i yâni çoğuluganâim ve megânim’dir. Ganîmet önceki ümmetlere helâl değildi. Bundan faydalanma sâdece Peygamber efendimiz ve ümmetine helâl kılındı. Nitekim Enfâl sûresi 69. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Şimdi elde ettiğiniz ganimetten helâl ve hoş olarak yiyin” buyrulmuştur. Peygamber efendimiz de; “Ganimetler bana helâl kılındı. Benden önce hiç kimseye helâl kılınmadı” buyurmuşlardır. İslâm’da ilk ganîmet, Bedr’den iki ay önce Abdullah bin Cahş komutasında Nahle seferine gönderilen seriyye (küçük askerî birlik) tarafından alınmıştır. Bu ganîmet, Bedr ganîmetleri ile birlikte taksim edilmiştir.
Resûlullah efendimiz, asr-ı seâdetlerinde harb ile elde edilen ganimeti beşe taksim eder, dördünü Gâzilere dağıtır, beşte birini ise Enfâl sûresi kırk birinci âyet-i kerîmesinde bildirildiği gibi tekrar beş hisseye bölerdi. Bir hisseyi kendilerinin ve ailelerinin ihtiyâçları için ayırır, artarsa harb vâsıtalarına ve müslümanların faydalarına olan yerlere sarfederdi. Bir hisseyi de kendilerine müşriklere karşı yardım etmiş olan fakir-zengin ayırmadan Benî Hâşim ve Benî Muttalib’in hepsine verirlerdi. Kalan üç hisseyi ise; yetimlere, fakir müslümanlara ve parasız kalan yolculara verirlerdi. Peygamber efendimiz âhireti teşriflerinden sonra, beşte bir hisse sâdece yetimlere, fakirlere ve parasız yolculara verildi. Benî Muttalib ve Benî Hâşim olanlar bu üç sınıfa dâhil iseler, öncelikle pay aldılar.
Peygamber efendimiz, ganîmet taksiminde önce kılıç, zırh ve at gibi bâzı şeyleri seçip alırdı. Bunlara safıyy denir. Bedr muhârebesinde Zülfikârisimli kılıcı safiyy olarak almışlardı. Muhârebe bittikten sonra, kâfirlerden zorla veya Resûlullah efendimiz döneminde olduğu gibi harp yapılmadan sulh yoluyla alınan mala da fey denir. Bu sebeble sulh yoluyla ve düşman devlet başkanlarının gönderdiği mallar da fey hükmünde îdi. Fey cinsinden mallar Haşr sûresi beşinci âyet-i kerîmesi hükmünce, Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellemin tasarrufunda idi. Dilerse kendilerine tahsis edip, ailesinin ihtiyâçlarına veya silâh, binek gibi harp vâsıtalarına, dilerse de amme menfaatine harcarlardı. Hazret-i Ömer şöyle buyurmuştur: “Benî Nâdir yahûdîlerinin malları fey olup, Resûlullah’a âid idi. Ondan ailesine bir senelik nafakasını alır, kalanını harb vâsıtalarına sarfederdi.”
Fedek arazisi sulh ile alındığı için, o da fey idi. Düşman tarafından hediye olarak gönderilen mallar da Resûlullah efendimiz için fey olup, O’nun tasarrufunda idi. Dilediği gibi harcardı.
Resûlullah efendimizin vefâtından sonra fey, halîfelerin tasarrufunda olarak sâdece müslümanların umûmî faydalarına olan yerlere harcandı. Resûlullah efendimizin yaptıkları gibi, kendisinin ve ailesinin masrafları için harcanmadı. Yine düşman tarafından gönderilen hediyeler de fey olup, Resûlullah efendimiz, hem kendileri için ve hem de müslümanların umûmî faydalarına harcayabildiği hâlde, halîfeler onu yalnız müslümanların umûmî menfaati olan yerlere sarfedebilirlerdi. Çünkü, düşmanın bu hediyeleri göndermesi sırf halîfeden çekindiği için değil, kendisi ile beraber tebeasının kuvvetinden korkmaları sebebiyle idi. Hâlbuki, Resûlullah efendimize gönderilen hediyeler, düşmanın yalnız O’ndan korkmaları sebebiyledir. Çünkü hadîs-i şerîfde; (Düşmanlarıma karşı) korku (verilmek sureti) ile yardım olundum” buyrulmuştur.
Harâc, cizye, harbîlerden alınan gümrük vergisi hep feydir. Çünkü bunlar, gayr-i müslimlerden harbsiz, sulh ile alınmıştır. Nitekim İmâm-ı Ebû Yûsuf (rahmetullahi aleyh) Kitâb-ul-harâc’ında; “Bize göre fey, harâcdır” buyurmuştur. Fey’in beşte bir ayrılmayıp hepsi beytülmâle konur (Bkz. Harâc).
Ganîmet, düşman ülkesinde taksim edilmez. İslâm ülkesine nakledildikten sonra, Gâzilerin hakkı olur. Fakat taksim edilmeden önce mülk olmaz. Askerin bu hakkını taksimden önce alması, kendilerine mal edinmeleri caiz değildir. Düşman ülkesi ele geçirilir ve İslâm memleketi olduğu takdirde ganîmet orada taksim edilebilir. Dâr-ül-harb’de ölen gâzi, ganimetten hisse alamaz. İslâm ülkesine nakledildikten sonra vefât ederse, payını vârisleri alırdı.
Gâziler, ihtiyaç hâlinde, dâr-ül-harbde (İslâm ülkesi olmayan yerde) iken, taksimden önce, ganimetteki silâh, binek ve giyeceklerden faydalanabilir. Hayvan yemi, insan yiyeceği, odun, yağ ve kokudan, ihtiyâç olsun olmasın istifâde ederlerdi.
Asker, taksimi ister ve devlet başkanı da fitne çıkmasından korkarsa veya askerin ihtiyâcı olursa, devlet başkanı ganîmeti düşman ülkesinde taksim edebilir.
Harbte alınan ganîmet üç çeşittir:
1- Muhârebede düşmanın esir alınan erkekleri: Bunlar müslüman olmazlarsa, devlet başkanı, zararlarını tamamen ortadan kaldırmak için onları ya öldürür, (Kadınlar ve çocukları öldüremez. Müslümanlara köle olarak taksim edilir) veya şerlerine mâni olmak ve müslümanların faydalanmaları için köle yapar, yâhud harâc ve cizye vermek üzere onları hür ve zımmî olarak bırakır. Bu hususlarda serbesttir. Esir edildikten sonra, müslüman olurlarsa yine köle kalırlar. Esir edilmeden önce, müslüman olurlarsa, hür olurlar. Kâfir esirler, ancak ihtiyâç varsa, mal ve müslüman esirler karşılığında bırakılabilir. İhtiyaç yoksa fidye ile bırakılmaları caiz değildir.
2- Muhârebe sırasında düşmandan alınan menkûl mallar: Beşte biri yerine verilmek üzere Beytülmâle konmak için ayrılır. Beşte dördü gâzilere dağıtılır. İmâm-ı a’zam ve İmâm-ı Züfer’e (rahmetullahi aleyhim) göre, piyadeye bir, süvariye iki; İmâmeyne göre (rahmetullahi aleyhim) süvariye üç hisse verilir.
3- Elde edilen arazi: Devlet reîsi şu üç husustan münâsib olanı yapmakta muhayyer olup serbesttir:
a) Beşte biri ayrıldıktan sonra, askere ve başka müslümanlara taksim edilip, her sene öşür alınır.
b) Düşman elinde bırakılıp, araziden harâc; kendilerinden cizye alınır.
c) Kimseye verilmez. Beytülmâlın olur. Böyle araziye mîrî toprak denir (Bkz. Toprak Hukuku).
Ganimetten başka bir de tenfîl ve radh vardır:
Tenfîl; devlet reisinin gâzileri harbe teşvik için ganîmet hissesinden fazla olarak mal vermesidir. Böyle verilen mala nefl denir. Meselâ, devlet reîsi, gâzilere; “Herkesin elde ettiği kendisinin olsun” diyerek, onları harbe teşvik eder. Peygamber efendimiz Bedr muhârebesinde; “Kim bir düşmanı öldürürse, salebi (elbisesi, silâhı, bineği, beraberinde bulunan malı, eşyası) onun olsun” buyurmuştur. Tenfîl, harb esnasında veya harbin başında yapılır. Düşman mağlûb olup, muhârebe bittikten veya ganimetin taksiminden sonra yapılması caiz değildir. Gâzinin bu şekilde harbde elde ettiği neflin beşte biri alınmaz.
Radh;harbe katılan kölelere, çocuklara, zımmîlere, delilere, bunamışlara, hastalara, yaralılara, tedâvî gören kadınlara, ganîmet malından beşte bir çıkarılmadan önce bir mikdar verilen mal. Mikdârı, gâzilerin payından az olur. Çünkü, cihâd sevabına kavuşan gâzi ile payları müsâvî tutulmaz. Ganîmet mevzuundaki bu hükümler, İslâm’ın ilk devirlerinde olduğu gibi, bilâhare teşekkül eden İslâm devletlerinde ve nihayet Osmanlılarda da aynen tatbîk edilmiştir.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Bedâyi-üs-sanâyi; cild-7, sh. 114
 2) Redd-ül-muhtâr; cild-3, sh. 315
 3) Feth-ul-kadîr; cild-5, sh. 215
 4) El-İhtiyâr; cild-4, sh. 126
 5) El-Ahkâm-us-Sultâniyye; sh. 131
 6) İslâm Târihi Ansiklopedisi; cild-5, sh. 23
 7) Rehber Ansiklopedisi; cild-6, sh. 126.
 8) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; sh. 286

GARB OCAKLARI


Osmanlı Devleti’nin şimâli (kuzey) Afrika’daki üç eyâleti; Tunus, Cezâyir ve Trablusgarb’a verilen ortak ad. Bunların muhtar bir idareleri vardı.
On altıncı yüzyılda Kuzey Afrika kıyılarında, batıdan Portekizlilerle İspanyolların, doğuda da Osmanlıların katıldıkları büyük bir nüfuz mücâdelesi vardı. Türkler ilk defa olarak 1516’da Oruç Reis komutasında, İspanyollara karşı üstünlük kurarak Cezâyir’e ayak bastılar. Cezâyir bir aralık Tunus beyinin eline geçmiş ise de, 1525’de Hızır (Barbaros) tarafından geri alınmıştı. Akdeniz’i İspanyol gemilerine dar eden Hızır Reis, 1533’de Kânûnî Sultan Süleymân Han’ın daveti üzerine İstanbul’a gelerek Osmanlı Devleti’nin hizmetine girdi. Büyük Türk denizcisi, Cezâyir beylerbeyi hil’atini giyerek kapdân-ı derya ünvânını aldı. Aynı yıl İstanbul tersanelerinde Barbaros Hayreddîn Paşa’ya verilmek üzere 61 parça gemi inşâ edildi. Böylece daha da güçlenen Barbaros, 1551’de Trablusgarb’ı 1574’de de Tunus’u ele geçirerek Osmanlı hâkimiyeti altına aldı.
Osmanlı Devleti’ne katılan diğer yerlerde olduğu gibi, bu üç Afrika ülkesinde de başlangıçta klâsik eyâlet teşkîlâtı kurularak, sâlyâneli birer beylerbeylik hâlinde doğrudan doğruya merkeze bağlanmışlardı. Sâlyâne yâni yıllıkla idare olunan eyâlet ve sancakların bütün varidatı kendi hazîne yetkilileri tarafından tahsil olunup, beylerbeyi ile sancakbeylerine ve kul (maaşlı asker) sınıfına hâsıl olan varidattan maaş verilir ve fazlası hazîneye gönderilirdi.

Cezâyir Ocağı

Barbaros Hayreddîn Paşa’nın Osmanlı Devleti hizmetine girmesiyle idaresinde bulunan Cezâyir, beylerbeylik olarak kendisine verilmişti. Şehrin muhafazası için de İstanbul’dan iki bin kadar yeniçeri gönderilerek Cezâyir ocağının temeli atıldı (1533). Bu mikdâr daha sonra yirmi bine kadar yükseltildi.
Bu kuvvetler Cezâyir’de Kasriyye denilen yedi kışlada bulunurlardı. Teşkilâtları yeniçerilerin bölük teşkilâtının aynı olup, bütün zabitlerinin üstünde en büyük zabit olarak yeniçeri ağası vardı. Cezâyir ocağında yeniçerilerden başka Türklerden müteşekkil süvârî bölükleri ile yerlilerden kurulu Mahazin adında başka bir atlı kuvveti de bulunuyordu. Cezâyir’de biri beylerbeyine ve diğeri yeniçeri ağasına âid olmak üzere Paşa ve Ağa dîvânları vardı. Kerrase denilen Paşa dîvânı; hazînedâr (defterdâr), vekilharç (gümrük emîni), emîr-i âhûr, beytülmâlci, azab ağası, kâdı ve yeniçeri ağasından müteşekkil idi. Paşa dîvânı eyâlet işlerine ve Ağa dîvânı da yeniçeri ocağı işlerine bakarlardı. Ancak Ağa dîvânı, 1618’den itibaren hükümet yâni beylerbeyine âid işlere karışmaya başlayınca, vâlilerin nüfuzu kırıldı. Çok kısa süren bu durumdan sonra reislerin 1671’de tekrar iktidarı almaları ile dayılık devri başladı. Nitekim ilk dayılar denizciler tarafından seçildiği hâlde, bir süre sonra yeniden kuvvet kazanan ocaklılar, seçimi kendileri yapmaya başladılar. Cezâyir’de on sekizinci yüzyılda vâlilerin hiç bir hüküm ve nüfuzları kalmadı. Dayının bir meclis tarafından seçilmesi usûlden ise de çok defa buna uyulmazdı. Dayının, vâli ve kendisini seçen meclisle iş görmesi îcâb ederken, dayılar mevkilerini sağlamlaştırdıktan sonra kaideye riâyet etmez oldular. Bu bölünme ve merkeze riayetsizlik on yedinci yüzyılda büyük ve küçük mühim bir yekûn tutan ve 1681’de Fransa’nın Akdeniz donanmasını mağlûb ederek yirmi dokuz gemisini zabtetmiş olan Cezâyir ocağı donanmasının güçten düşmesine sebebiyet verdi.
Nitkim on sekizinci asrın ilk yarısında Cezâyir donanması yirmi kadar gemiye sâhibti ve bu devirde evvelce yirmi bin olan Cezâyir yeniçerileri de beş bin hattâ iki bine kadar düştü. Bu durum, Cezâyir’in 1830 yılında Fransızlar tarafından işgal edilmesine kadar sürdü. Son dönemde artık beylerbeylik makamı tamamen kalkmış, ülke üzerindeki Osmanlı hâkimiyeti yeni seçilen dayıya hil’at ve ferman göndererek onun me’muriyetini tasdik etmekten ibaret kalmıştı. Böylece hukuken Osmanlı topraklarından sayılan ve Osmanlı Devleti’nin Akdeniz’de giriştiği deniz savaşlarına katılan Cezâyir’in dayıları, zaman zaman bağımsız bir devlet başkanı gibi hareket etmek, hattâ dış devletlerle ayrı ayrı andlaşmalar imzalamak imkânı bulmuşlardı.

Tunus Ocağı

Tunus 1534’de Barbaros Hayreddîn Paşa tarafından Benî Hafs hânedânının elinden alınarak Osmanlı ülkesine katıldı. Başlangıçta Cezâyir beylerbeyliğine bağlı olarak idare edilen Tunus, 1573 yılında doğrudan doğruya beylerbeylik yapıldı ve idaresi Haydar Paşa’ya verildi.
İnebahtı bozgununu müteâkib Tunus, haçlı donanması komutanı prens Donjuvan tarafından 1573’de işgal edildi. Ancak Yemen fâtihi meşhur Sinân Paşa ertesi sene donanma ile gelerek Tunus’u geri aldı ve şehrin muhafazası için de dört bin yeniçeri bıraktı. Tunus’un tekrar zaptından sonra daha güneyde ve sahile yakın olan Kayrevan hâkimi şeyh Abdüssamed, 1586’da Osmanlı Devleti’ne itaat ederek, kaleyi ve elindeki bütün toprakları Tunus beylerbeyine teslim etti.
Tunus’da beylerbeylik dönemi 1594’de yeniçerilerin ayaklanarak kendi bölükbaşılarından birini üç yıl için dayı seçmeleri sonucu son buldu. Başlangıçta seçimle işbaşına gelen dayılar bir müddet sonra Osmanlı hükümetinin denizcilerden birini veraset yoluyla dayı atamaya başlamasıyla babadan oğula geçer bir duruma geldi.
On yedinci asırda Tunus’un idaresi görünüşte beylerbeyi emrinde ise de,emîr-ül-evtan denilen Vatan sancakbeyinin yâni üç kişinin elinde idi. Bu üçlü kuvvetin nüfuz mücâdelesi Tunus’un idarî ve iktisadî gücüne önemli ölçüde darbe vurdu. Osmanlı pâdişâhları bunlara devamlı nasihat yollu fermanlar göndermiş ise de bunlara uyan çıkmamıştı. 1705 yılında Hüseyin bin Ali dayılık yönetimine son vererek idareyi tek elde topladı. Bu yeni durum Hüseynî sülâlesinin idare dönemi olarak Tunus’un 1881 yılında Fransız istilâsına kadar sürdü.

Trablusgarb Ocağı

Rodos 1522’de Osmanlılar tarafından fethedilince, kalede bulunan Sen Jan şövalyeleri buradan çıkarak Trablusgarb’a yerleşmişler ve burasını kendilerine üs yapmışlardı. 1551 yılında kapdân-ı derya Sinân Paşa ile Turgut Reis’in Trablusgarb’ı fethetmesine kadar sürdü.
Trablusgarb alındı, eyâlet olarak, Turgut Reis (Paşa) idaresine verildi. Turgut Paşa Malta muhasarasında şehîd düşünce, bir aralık Cezâyir’e bağlanan Trablusgarb, sonra tekrar ayrıldı. Ancak 1609’da dayılık usûlünün, diğer ocaklarda olduğu gibi, Trablusgarb’da kabulü, beylerbeylik sisteminin eski otoritesinin kaybına sebeb oldu. 1711 yılında Karamanlı Ahmed Bey, hem dayı hem de paşa olarak, Trablusgarb’ın idaresini eline geçirince, bölgede Karamanlı sülâlesinin hâkimiyet devri başladı. 1835’e kadar devam eden bu dönemde Trablusgarb, babadan oğula olarak hep Karamanlı ailesine geçmekle beraber, bir beyin ölümünden sonra yenisi, ulemânın ve halkının tasvîbi de alınmak suretiyle, askerler tarafından seçiliyor ve seçimin Osmanlı pâdişâhı tarafından tasdîk edilmesi gerekiyordu. On dokuzuncu yüzyıl başlarında aile arasında beylik çatışmaları kanlı bir safhaya girdiğinden, Osmanlı hükümeti 1835 yılında müdâhalede bulunarak Trablusgarb’ı tekrar, bir eyâlet olarak merkeze bağladı. Böylece kuvvetli bir idareye kavuşan Trablugarb’ın elden çıkması, Cezâyir ve Tunus kadar kolay olmadı. Ancak sultan İkinci Abdülhamîd Han’ın 1908’de tahttan indirilmesinden sonra, Osmanlı Delveti’nin içine düştüğü bunalımlı devreden istifâde ile İtalyanlar kaleyi işgal ettiler (1912).
Garb ocaklarının, 1580 yılına kadar bir mal defterdârı bulunuyordu. Cezâyir’in uzaklığı sebebiyle bu târihten sonra oraya ayrı bir defterdâr tâyin olunmuştu. Garb ocakları yıllıklı (sâlyâneli) eyâletlerden oldukları için her beylerbeylik masrafları çıktıktan sonra devlet hazînesine yirmi beş bin altın gönderiyordu.
Garb ocaklarından her birinin uhdesinde donanma mevcûddu. On yedinci yüzyıldan îtibâren yöneticilerinin çoğu ecnebî devletlerle andlaşmalar yapar ve mektuplaşırlardı. Bu üç eyâletten, en kuvvetli donanmaya sâhib olan Cezâyir eyâleti idi. Bunların geçimleri korsanlık ve muhârebeye dayandığından mükemmel donanmaları vardı. Cezâyir donanmasının faaliyeti yalnız Akdeniz’e münhasır değildi. Bunlar, Cebel-i târık (Sebte boğazını) aşarak Kanarya adaları, İngiltere, İrlanda, Flemenk, Danimarka ve hattâ İzlanda adasına kadar donanma akınlarını uzatmışlardı. Büyük Britanya adası civarındaki Lundy adasını zaptederek bir müddet oturan Cezâyirliler, daha sonra adayı İngiliz korsanlarına yüklü bir para mukabilinde satmışlardı.
Garb ocakları donanmaları Osmanlıların bütün Akdeniz muhârebelerinde Osmanlı donanmasıyla birlikte bulunmuşlardır. Lüzumu hâlinde bu üç ocağa ilkbaharda donanmaya katılmaları için pâdişâh tarafından ferman gönderilir, onlar da gemi reîsi olan ve dayı denilen başbuğları ve çeşitli kadırga ve kalyonlarıyla sefere katılırlardı.
Garb ocakları iki-üç senede bir pâdişâha hediyeler takdim ederler, buna mukabil tersaneden gemi levazımı, top, barut ve hattâ gemi tedârik ederlerdi. Bunların İstanbul’daki bütün işleri kapdan paşa vasıtasıyla görülürdü.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Osmanlı Târihi (Uzunçarşılı); cild-1. kısım-2, sh. 247
 2) Osmanlı Târihi Deyimleri; cild-1, sh. 646
 3) Rehber Ansiklopedisi; cild-6, sh. 128

6 Nisan 2017 Perşembe

ABDÜLKERİM NADİR PAŞA


Son devir Osmanlı serdâr-ı ekremlerinden. 1807’de Rumeli’nin Zağra’ya bağlı Çırpan kasabasında doğdu. Babası kale yamaklarından Ahmed Ağa’dır. Halk arasında memleketine nisbetle Çırpanlı Abdi Paşa diye meşhur olan Abdülkerîm Paşa, genç yaşta İstanbul’a gelip Asâkir-i Mensûre-i Muhammediye ordusuna girdi. Eğitimini tamamladıktan sonra Harbiye Mektebi’nin ilk açılış yıllarında Maçka kışlasında kurulan mekteb taburuna teğmen tâyin edildi.
1835 senesinde askerî alanda yetişmek üzere Viyana’ya gönderildi ve beş sene kaldıktan sonra miralay rütbesi ile İstanbul’a dönerek erkân-ı harbiye reisliğine tâyin edildi. O zamanlar Avrupa’da eğitim ve tahsil görenlere fazla îtibâr edildiğinden, tanzîmâtçıların himayesine mazhar oldu ve kısa zamanda yüksek rütbelere kavuştu. 1846 senesinde feriklik rütbesi ile Dâr-ı şûrâ-yı askerî âzâlığına, bir sene sonra da Mekâtib-i askeriye nezâretine getirildi. 1847 senesinde de devletin mevcûd beş ordusuna ilâve olarak kurulan ve merkezi Bağdâd’da bulunan altıncı orduya müşir rütbesi ile komutan tâyin edildi. Daha sonra Bağdâd, Diyarbekir ve Erzurum vâliliklerinde bulundu.
Abdülkerîm Paşayı himaye edenlerin önde gelenlerinden olan Alî Paşa 1851 senesinde sadrâzam olunca, Diyarbekir vâlisi olan Abdülkerîm Paşa’yı birinci ordu komutanlığına getirdi. 1853’de Osmanlı-Rus savaşı başladığında Anadolu ordusu komutanı idi. Ordusu ile Gümrü’ye kadar ilerledi ise de, geri çekilince azledilerek önce Selanik, sonra da Rumeli vâliliğine getirildi. Vâliliği srrasında bizzat askerin başında eşkıya takibine çıkarak asayişi sağlamak için büyük gayret gösterdi.
1876 senesinde İstanbul’a çağrılan Abdülkerîm Paşa, önce Meclis-i âlî üyeliğine, sonra bahriye nâzırlığına tâyin edildi. Dört ay sonra da Derviş Paşa’nın yerine serasker oldu. Mahmûd Nedîm Paşa hükûmetinin düşmesi ile sadârete gelen Mütercim Rüştî Paşa hükûmetinde yerini Hüseyin Avni Paşa’ya bıraktı. Kendisi ise tekrar serdâr-ı ekremliğe tâyin edildi ve ortaya çıkan Bulgar isyânını bastırmak üzere Rumeli’ye gönderildi. Bulgar isyânını bastırdı. Ancak Rusya’nın müdâhalesi ve Sırbistan’ın da ayaklanması Osmanlı Devleti’ni zor durumda bıraktı. Sırp isyânını bastırmakla vazifelendirildi ve Sırpları mağlûb etti. Ancak bir yabancı devletin müdâhalesinin olabileceğini düşünen İstanbul hükûmeti, buna meydan bırakmayıp serdâr-ı ekrem Abdülkerîm Paşa’ya derhâl Belgrad üzerine yürümesi ve Sırpları barışa zorlaması konusunda emir verdi. Yaptığı muhârebeler neticesinde Sırp kuvvetlerinin büyük kısmının toplandığı ve en çok güvendikleri Alesinatz mevkiini ele geçirince şöhreti bir kat daha arttı.
İkinci Abdülhamîd Han’ın ilk zamanlarında çıkan 1877 Osmanlı-Rus harbinin başında, Rumeli’de serdâr-ı ekrem olarak Abdülkerîm Nâdir Paşa bulunuyordu. Düşmanın Tuna’yı kolaylıkla geçip Türklerin buna engel olamayışı bütün dünyâyı şaşırttı. Nâdir Paşa’nın bu başarısızlığı, îzâhı kabil olmayan ve askerlik bakımından savunulmayacak bir husustu. Bu sebebten Abdülhamîd Han, serdâr-ı ekremi; dîvân-ı harbe sevk etti. Bunun, üzerine önce Midilli ve daha sonra da Rodos’da mecburî ikâmete tâbi tutuldu. 1883 senesinde Rodos’ta vefât etti.
Savaşı, Abdülhamîd Han’ın Yıldız’dan idare ettiği için kaybettiğini ileri süren eski bir iddiâ, Türk Târih Kurumu tarafından yayınlanan vesikalarla tamamen çürütülmüştür. Saraydaki seraskerlik kurmayları, bâzı müşirlerin zararlı davranışlarını kısmen olsun önliyebilmek için bâzan müdâhale etmişler ve pâdişâh nâmına emir vermişlerdir.
Abdülkerîm Paşa, namuslu ve tam mânâsı ile askerdi. Devrinde askerliğe âit bilgisi ile tanınmıştı. Fakat bu şöhreti nisbetinde başarı gösteremedi. Davranışları ağır ve pek keskin olmayan zekâya sahipti. Meclislerde hiç konuşmadan saatlerce otururdu. Okuldan ve alaydan yetişme subayların aralarındaki farkı; “öncekilerin gözü var ayağı yok, ikincilerin ayağı var gözü yok” şeklinde anlatması meşhurdur. Abdülkerîm Paşa, Alî ve Fuâd paşaların takdirlerini kazanmış, Hüseyin Avni Paşa’ya da bağlanmıştı. Mizaçları, düşünceleri, devlete bağlılıkları tamamen farklı olan iki paşanın anlaşmaları, o günün şartlarının karışıklığı bakımından oldukça dikkat çeker.

RUS KONSOLOSUNA CEVAP

Abdülkerîm Nâdir Paşa, vatanperverdi. Şu hâdise onun bu husustahi titizliğini göstermek bakımından önemlidir. Rumeli’de ordu komutanı iken, Sofya’da bütün konsolosları yemeğe davet etmişti, Rus konsolosu o günlerde, Bulgarları Osmanlı Devleti aleyhine kışkırtıyordu. Konsolos, bu suçuna rağmen şımarık ve azgın bir hâlde yemek sofrasına gelince, Paşa; “Biz Türklerde iki söz vardır: Misafire ikrâm edilir. Buyur otur. İkinci söz de misafir umduğunu değil bulduğunu yer derler. Bir daha fesâd çıkarma. Vallahi sana yemek yerine elimle bir dayak atarım ki, buradan ölün çıkar” dedi. Sonra hizmet edenlere dönerek; “Bugün ikrâm edin. Belki aklı başına gelir” diye emretti. Bu hâdiseden bir süre sonra Rumeli’deki karışıklıkları görüşmek için sadrâzam Mahmûd Nedim Paşa’nın başkanlığında Meclis-i hass-ı vükelâ toplandı. Rus tarafdârlığından dolayı halkın Nedimof dediği sadrâzam, Rus sefiri İgnatiyefin telkinleri ile, Rumeli’de huzurun ancak Bulgarlara kilise ve mektep serbestliği tanımak suretiyle olacağını savunuyordu. Ortodoks kilisesinin ne zamandan beri komitacılarla dolu olduğunu bilen Abdülkerîm Nâdir Paşa, dayanamıyarak; “A be Paşa, bunları bilerek mi söylersiniz? Biz Sofya’da Rus sefirini dövmeye kalkmıştık. Dayağı asıl hak edenler, dayağın sevabına fetva verecek yerlerde otururlar da haberimiz yok. Vah zavallı memleketim vah...” diyerek toplantıyı derhâl terk etti ve Meclis-i hass-ı vükelâ âzâlığından istifa etti.
Böylesine vatanperver olan Abdülkerîm Paşa, Doksanüç harbinde eğer Rusların ağır hareketlerinden faydalanarak Türk birliklerini Tuna kıyılarına toplayıp, Rusların Tuna’yı geçmelerini önlemiş olsaydı, devletin ve harbin kaderi üzerinde muhakkak etkisi olurdu.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Kâmûs-ül-a’lâm; cild-4, sh. 3090
 2) Târih Musâhebeleri (Abdurrahmân Şeref, İstanbul-1340); sh. 240
 3) Abdülhamîd’in Hâtıra Defteri (Neşr. İsmet Bozdağ, İstanbul-1982); sh. 93
 4) Mir’ât-ı hakikat (Mahmûd Celâleddîn Paşa, Neşr. İsmet Miroğlu, İstanbul-1983); sh. 295
 5) Mir’ât-ı Mekteb-i Harbiye (M. Es’ad, İstanbul-1310); sh. 11
 6) Sicilli Osmânî; cild-3, sh. 358
 7) Târih-i Lütfi; cild-8, sh. 80