İslâm dînini kabul etmeyen kimse. Allahü teâlânın insanları İslâm dînine davet etmesi için gönderdiği son peygamber Muhammed aleyhisselâmın getirdiklerine inanıp teslim olan ve yasak ettiklerinden sakınan kimselere müslim veya müslüman, bunlara inanmıyanlara da gayr-i müslim denir.
Gayr-i müslimler, ehl-i kitâb olanlar ve olmayanlar; ehl-i kitâb olanlarda ehl-i harb ve ehl-i ahd olmak üzere ikiye ayrılır. Ehl-i harb, müslümanlarla savaş hâlinde olan; ehl-i ahd ise, müslümanlarla anlaşma yapmış olan gayr-i müslimlerdir. Ehl-i ahd olanlar; zımmîler ve müste’minler olmak üzere ikiye ayrılır. Zımmî, İslâm memleketlerinde yaşayan gayr-i müslim vatandaşlardır. Müste’minler ise, İslâm ülkesine izin ile giren gayr-i müslimlerdir. Bunlara da sınırdan içeri girdikleri zaman zımmîler gibi muamele edilirdi.
İslâm ülkesinde, kendi dînî inanç ve ibâdetlerini yapmakta serbest olan ve huzur içinde yaşayan bunun için de cizye denilen vergi ödeyen zımmîler, devletin zimmeti altında idiler. Zimme; himaye, sahip çıkma, koruma mecburiyeti, emniyetini garanti etmek mânâlarına gelir. İslâm devleti, içerden ve dışardan gelecek her türlü tehlikeye karşı zımmîleri korumayı; can, mal, ırz ve namusları ile dînî hayatlarını, mâbedlerini emniyet altına almayı taahhüt ederdi. Zimme ile gayr-i müslimlerin hayâtı ve mülkî hakları devlet tarafından garanti altına alınmış ve zımmîler hür insanlar olarak kabul edilerek savaş esîri veya köle muamelesine tâbi tutulmamışlardır.
Gayr-i müslimler, aynı müslümanlar gibi bütün haklara sahip idiler. Onların da evlenme, çocuklarına vasî olma, vasî tâyin etme, nafaka, mîrâs, mal ve mülk edinme hakları vardı. Aile hukuku bakımından zımmî ve müste’minlerin kendi aralarındaki nikâh akidleri geçerli idi. Borçlar ve ticâret hukuku gibi dünyevî işler bakımından da zımmî ve müste’minler aynen müslümanlar gibiydiler. İslâm hukukunun cezaî hükümleri aynen gayr-i müslim tebea için de uygulanırdı. Dînî nitelikte olan aile hukukuyla ilgili dâvalarda ise, gayr-i müslimler isterlerse şer’î mahkemelere, isterlerse kendi cemâat mahkemelerine başvurmakta serbest idiler.
İslâm memleketlerinde, başka din mensuplarına da geniş hayat hakkı tanıyan İslâm hukukunun bu temel kaideleri, târih boyunca değişmeyerek varlığını Osmanlı Devleti’ne kadar sürdürmüştür. İslâm devletleri arasında mümtaz bir yeri olan Osmanlı Devleti diğer bütün konularda olduğu gibi, gayr-i müslimler mevzuunda, da İslâm hukukunun en hassas uygulayıcılarından olmuştur. Devletin temeli, Allahü teâlânın dînini yaşamak, yaymak ve rızâyı ilâhîyi kazanmak esâsı üzerine atılmıştı. Bütün gazâlar da bu maksadlarla yapılmıştır. Bu husus; Osman Gâzi’nin oğlu Orhan Gâzi’ye olan vasiyetinde; “Bizim mesleğimiz, Allah yoludur. Maksadımız, Allah’ın dînini yaymaktır. Yoksa, kuru kavga ve cihângîrlik dâvası değildir. Herkese ihsânda bulun” şeklinde açıkça görülmektedir.
Kurucusunun vasiyeti doğrultusunda hareket eden Osmanoğulları, feth ettikleri yerlerdeki gayr-i müslim halka İslâmiyet’in emrettiği şekilde yüksek adalet ve geniş bir müsamaha ile muamele ettiler. İnanç ve ibâdetlerinin îcâblarını yerine getirmelerine karışmadılar. Gayr-i müslimler, hıristiyan idarelerinin vatandaşı oldukları zamankinden daha rahat ve huzurlu yaşadılar. Onların bu müreffeh hayâtı henüz fethedilmeyen yerlerdeki hıristiyanlar üzerinde gayet müsbet te’sirler yaptı. Bunun içindir ki, bâzı fetihler, fazla mukavemetle karşılaşmadan kolaylıkla yapıldı. Âşık Paşazade Târihi’nde bu hususda anlatılan şu hâdise gayet dikkat çekicidir: “Bursa’yı emânla teslim etmelerine taaccüb eden Orhan Gâzi, Bursa tekfurunun veziri Saroz’a bunun sebeplerini sorunca, Saroz şu cevâbı verir: “Şehri size bir kaç sebepten teslim ettik:
Birincisi; bizim gerilememize karşılık, sizin devletiniz günden güne büyüdü. Bunun farkına vardık.
İkincisi; âlemde değişiklik eksik olmaz. Şimdi bu değişiklik bizde meydana geldi.
Üçüncüsü; baban, köylerimizi zaptetti. Bu köyler şimdi size itaat ediyorlar, bizi ise hiç hatırlarına bile getirmiyorlar. Bundan, şimdi onların öncekinden daha rahat ve huzurlu olduklarını, onun için bizi anmadıklarını öğrendik, biz de böyle rahatlığı arzu ettik. Dışardan ihtiyâcımız olan eşyayı te’min edemediğimiz için, hisar bize zindan oldu. Meğer hükümdar güçsüz olduğu zaman memleket çabuk harâb olurmuş.”
Osmanlı Devleti, adaletli ve müsamahalı idaresi ile hızla genişlerken, Bizans İmparatorluğu ve Avrupa devletleri bütünlüklerini ve iktidarlarını kaybetmişler, her türlü karışıklığın ve huzursuzluğun hüküm sürdüğü memleketler hâline gelmişlerdi.
Fâtih Sultan Mehmed Han İstanbul’u fethetmek için hazırlıklarına devam ederken, Bizans devlet ileri gelenleri Avrupa’dan yardım almak için çalışıyorlardı. Fakat uzun zamandan beri Anadolu’da ve Rumeli’de Türklerin iyi idarelerini, adaletlerini, verdikleri din hürriyetini tecrübe ile bildiklerinden, papazlar ve halk, İstanbul’da Lâtin şapkası yerine Osmanlı sarığı görmeyi tercih ediyordu. Çünkü, o günün Avrupa’sında hıristiyan mezhebleri arasında devamlı çekişmeler vardı. Birbirlerine karşı büyük zulümler yapıyorlardı. Din ve vicdan hürriyetine baskı bizzat devlet eliyle yürütülüyordu.
Çeşitli târihlerde Rusya, ermenilerin kiliselerini kapatmış, İngiltere’de katolikler ve Fransa’da protestanlar bütün medenî ve siyâsî haklarından mahrum edilmişti. İspanya’da engizisyon hâlâ devam ediyordu. Kilise, halkı soyuyordu. Bu duruma karşı çıkan genç papaz Martin Luther’in kurduğu mezhep, kendisinin dinsiz îlân edilmesine rağmen hızla Avrupa’da yayıldı. Böyle bir devirde, gayr-i müslimler Osmanlı idaresine adetâ muhtaç idiler. Rumlar, ermeniler, yahûdîler, bulgarlar, sırplar, nastûrîler, keldânîler ve süryânîlerden meydana gelen gayr-i müslimler, fetihlerden sonra Osmanlı hâkimiyetine kolayca uyum sağladılar. Asırlarca Osmanlı örf ve âdetiyle iç içe yaşadılar. Gayr-i müslim olmakla birlikte sâdık bir Osmanlı tebeası oldular.
Osmanlı Devleti, önceki Türk-İslâm devletlerinden aldığı idarî sistemi geliştirdi. Ele geçirdikleri ülkelerde kamu hukuku açısından muhtar sayılabilecek bir idare sistemi kurdular. Halka kendi kendilerini idare edebilmelerini, sağlayacak bâzı hakları tanıdılar. Fâtih devrinde, ticâretle meşgul olan Venedik ve Cenevizlilere ticarî, hukukî ve dînî kapitülasyon hakları verilirken, bir taraftan da Osmanlı tebeası olan gayr-i müslimlere geniş cemâat hakları tanındı. Fonksiyonunu yitirmek üzere bulunan ortodoks rum patrikliği İstanbul’un fethinden sonra ihya edildi. Patrikhâneye Bizans İmparatorluğu’ndan daha fazla dînî ve hukukî haklar verildi.
On beşinci asırda Avrupalıların gerçekleştirdikleri coğrafî keşiflerden sonra, ticâret yollarının başka taraflara çevrilmesinin, Yakın Doğu ticâretini menfî yönde etkilemesi üzerine, Osmanlı Devleti bâzı önemli tedbirler almak zorunda kaldı.
Osmanlılar, her cemâatin örf ve âdetlerine göre bir düzen kurmalarına imkân sağladı. Cemâatler her türlü dînî ve iç işlerini düzenlemede serbest bırakıldı. Her türlü din ve vicdan hürriyetine sahip kiliselerin siyâsetle uğraşmaları yasaktı. Devlet, dînî işlerine karışmadığı cemâatlerin dînî liderlerinin idarî vazifeleri bulunduğundan, bunların seçimine müdâhale ederdi. Bunun sayesinde dînî, ırkî, hukukî ve kültürel eşitlikler Osmanlı toplumunda her devirde mümkün oldu ve ehl-i kitâb olanlar asırlar boyunca Osmanlı Devleti’nde yaşama imkânı buldu. Kuruluştan itibaren din, dil, ırk ve renk farkı gözetilmeyip, asıl unsur olan Türklere diğer azınlık gruplar arasında Avrupa’daki senyörler gibi üstün bir mevkî verilmediğinden cihânşümul devlet olma teşebbüsleri Osmanlılara hâkim olmaya başladı.
Avrupa devletlerine arka arkaya verilen kapitülasyonlar ve buna bağlı olarak Osmanlı askerî gücünün giderek azalması neticesinde, batılı devletlerin Osmanlı topraklarına girdilerine mâni olunamadı. Batı yönetiminin Ortadoğu’ya ticarî, siyâsî, askerî ve kültürel alanlarda sarkmış olması, buralarda Osmanlı Devleti’nin gerçekleştirmeye çalıştıkları cihânşumûllük fikrini temelinden sarstı. On sekizinci asırdan itibaren gayr-i müslimlerin yaşayışlarında batı te’siri görülmeye başlandı. Bu asıra kadar Osmanlı yönetimini, İngiliz, Fransız ve Rusların tahrikleriyle bir hıristiyan devlet yönetimine tercîh eden gayr-i müslimler, hıristiyan devletlerin yönetimini istemeye başladılar.
Papalığın, Fransa ve Amerika’nın kurduğu misyoner teşkilâtları, Osmanlı topraklarından on sekizinci asırdan itibaren yoğun propoganda faaliyetlerinde bulundular. Ayrıca gayr-i müslim Osmanlı tebeası üzerinde Fransa, katoliklerin hâmiliğini iddia etti. Misyonerlerde öncülüğü Fransa yaptı. Bunların faaliyet sahalarından biri Lübnan olup, burada gayr-i müslim cemâatler birbirleri ile devamlı mücâdele halindeydiler. Osmanlı Devleti bu mücâdeleyi muhtariyet sistemi ile önlemişti. Fransız ve İtalyan misyonerler bölgeye batı te’sirinin girmesini te’min ettikleri gibi, Lübnan, Suriye ve Mısır’daki hıristiyan cemâatlerin eğitim kurumlarını destekleyerek, onların birer misyoner okulu olarak çalışmasını sağladılar. Bu okullar on dokuzuncu asırda aynı gayeli üniversitelere çevrildi. Misyonerlerin çalışmaları neticesinde milliyetçilik faaliyetleri gayr-i müslim tebea arasında hızla yayıldı. Fransa’nın, katoliklerin hâmiliğini yapması üzerine, Rusya da Ortodoksların hâmiliğini üstüne aldı. 1774 Küçük Kaynarca andlaşmasıyla Rusya’ya bâzı dînî imtiyazlar verildi. Gayr-i müslim tebea arasında başlayan bağımsızlık hareketleri neticesinde büyük bir trajedi yaşandı. Binlerce müslümanın katledilmesi üzerine büyük göçler başladı.
Batılı devletler, devletin dağılma tehlikesi ile karşı karşıya geldiği bu sıkıntılı dönemde, görünüşte müslümanlarla, gayr-i müslimlerin uyum ve karşılıklı anlayış ve birlik içerisinde yaşamaları, hakikatte gayr-i müslimlere bâzı haklar ve imkânlar sağlaması için tedbîrler almasını istediler. Osmanlı Devleti’ne baskıda bulunarak gayeleri gayr-i müslimleri öne sürerek haklar koparmak ve devletin fena zamanda parçalanmasını sağlamaktı. 1839 Tanzîmat fermanı bu baskı ve müdâhaleler neticesinde ortaya çıktı. Tanzîmat fermanının hazırlanmasında önemli rolü olan Fransa ve İngiltere gibi Avrupa devletleri, Tanzîmât ve onun tatbikinde de adetâ kendilerini vazifeli görüyorlardı (Bkz. Tanzîmât).
Tanzîmat fermanı, gayr-i müslimleri himaye eden devletlerin istekleri doğrultusunda hazırlandığı hâlde, cemâatler arasında özel hak ve imtiyazların birleştirilmesi, gayr-i müslimlerin hoşuna gitmedi. Bu fermanın getirdiği yeniliklerden memnun olmayanlar ayaklandılar. Devlet, Karadağ’da başlayıp, Bosna ve Hersek’de devam eden isyânları bastırmak için tedbir almak isteyince, Avrupa devletlerinin müdâhalesi ile karşılaştı. Bu durum asayişin te’minini zorlaştırdı. 1854’de Rus harbi devam ederken, yapılan Viyana kongresinin esâsını, gayr-i müslimlere verilecek haklar teşkil ediyordu. Çetin müzâkereler neticesinde ancak Fransa’nın tavsiyesi ile Osmanlı Devleti gayr-i müslim tebeadan bir kısım mühim vergilerin kaldırılması, askerî ve idâri vazifelere kabul edilmeleri gibi bâzı düzenlemelerde bulundu. Bu kongrenin neticesinde yayınlanan 1856 Islâhat fermanı, gayr-i müslimlerin millî bağımsızlık isteklerinin bir beyannâmesi oldu (Bkz. Islâhat Fermanı). Seçtikleri temsilciler sayesinde, din, eğitim, idare, mâlî ve sivil hayattaki hakları genişledi. Siyâsî ve sosyal pek çok hak elde ederek Osmanlı Devleti yönetimine karışacak hâle geldiler. Devlet olmakta tek eksikleri toprağa dayalı bağımsızlıklarının olmamasıydı. Bunu da İttihâd ve Terakkî cemiyetinin yanlış idareleri neticesinde kazanarak birer birer bağımsızlıklarını îlân ettiler. Osmanlı Devleti’nin kurmuş olduğu millet sistemi, ileri bir sistem olmasına rağmen, devletin iktisâdı yönden zayıflaması, Batı emperyalizminin yoğun faaliyetleri sonunda çıkarılan fermanlar ile bozularak, üç kıt’aya hükmetmiş olan devletin yıkılmasına sebeb oldu.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Büyük Türkiye Târihi
2) Mustafa Reşid Paşa ve Dönemi Semineri.
3) Târih Boyunca Türklerin Ermeni Toplumu ile İlişkileri Sempozyumu; sh. 141
4) Redd-ül-muhtâr; cild-3, sh. 282