21 Ekim 2017 Cumartesi

BEHAİ EFENDİ


Otuz ikinci Osmanlı şeyhülislâmı. Asıl adı Mehmed’dir. Şeyhülislâm Hoca Sa’deddîn Efendi’nin torunu ve Rumeli kazaskeri Abdülazîz Efendi’nin oğludur. Nesebi, Yavuz Sultan Selîm Han döneminin tanınmış şahsiyetlerinden Hasan Can’a ulaşmaktadır. Azîzzâde veya Behâî Efendi diye meşhur olmuştur. 1595 senesinde İstanbul’da doğdu.
Çocukluğundan îtibâren ilim öğrenmeye başlayan Behâî Efendi, zamanının âlimlerinden aklî ve naklî ilimleri tahsil etti. Şeyhülislâm Abdürrahîm Efendi’den ilim öğrendi. Kısa müddet içinde şöhreti her tarafa yayıldı. Yüksek fazîleti ve şöhreti, Rumeli kazaskeri Molla Muhammed bin Abdülganî Efendi’ye ulaştığı zaman, insanların mübalağa ettiğini zannetti. Behâî Efendi ile karşılaşıp, ilmî sohbette bulunmak istedi. Görüşüp sohbette bulunduktan sonra, anlatılanların da üzerinde yüksek dereceye sâhib olduğunu gördü ve üstünlüğünü kabul etti.
1617 senesinde babası ile beraber Mekke-i mükerremeye gidip hac farizasını yerine getirdi. Dönüşünde amcası şeyhülislâm Es’ad Efendi’den de ilim öğrenip, yanında mülâzım yâni stajyer olarak görev yaptı. Amcası ile birlikte Türkçe şiirler yazmaya başladı. Yazdığı şiirini, şeyhülislâm Yahyâ Efendi’ye takdîm ederek, bir mahlas (şâirin şiirde kullandığı isim) istedi. Yahyâ Efendi, Arif-i billah Şeyh Behâeddîn Nakşîbend’in soyundan olduğu için “Behâî” mahlasını uygun gördü.
Behâî Efendi, İstanbul’da bâzı medreselerde müderrislik yaptıktan sonra, Şehzâde Medresesi müderrisliğine tâyin edildi. Bu vazifesi esnasında yazdığı bir kasîdeyi sultan dördüncü Murâd Han’a takdîm etti. Sultân’in iltifatına kavuşup 1630 yılında Selanik kâdılığına tâyin edildi. Sonra bu vazîfeden alındı ve 1633 senesinde Haleb kâdılığına getirildi. Çıkarılan bâzı asılsız iddialar üzerine görevden alınarak 1634’de Kıbrıs’ta mecburî ikâmete tâbi tutuldu. Bir sene sonra İstanbul’a dönen Behâî Efendi; 1638’de Şam, 1644’de Edirne, 1645’de İstanbul kâdılıklarına tâyin edildi. 1646’da Anadolu kâdıaskerliğine getirildikten bir ay sonra Rumeli kâdıaskerliğine yükseltildi.
Behâî Efendi, 1649’da Abdürrahîm Efendi’nin yerine şeyhülislâmlık makamına getirildi. Bir sene dokuz ay on beş gün bu yüksek makamda kaldıktan sonra, tütünün haram olmadığına dâir fetva vermesi üzerine 1651’de bu vazîfeden alındı ise de 1653 senesinde tekrar şeyhülislâmlığa getirildi. Bu vazifesi esnasında, boğmaca hastalığına yakalanarak 1654 senesinde İstanbul’da vefât etti. Cenazesi Fâtih Câmii’ne bitişik konağının yakınında bir yere gömüldü. İkinci şeyhülislâmlık müddeti bir sene dört ay on yedi gündür. Toplam şeyhülislâmlık müddeti ise, üç sene iki ay iki gündür.
Behâî Efendi aynı zamanda devrinin önemli şairlerindendir. Onun tâkib ettiği ve seviyesine ulaşmaya çalıştığı çağının dîvân şiirinde tanınmış şâirlerden şeyhülislâm Yahyâ ile Bâkî’nin te’sirinde kalmıştır. Dîvân şiiri geleneği içinde çok az şiir yazan Behâî Efendi, küçük bir Dîvân bırakmıştır. Behâî Efendi şairlik şöhretini gazelleri ile kazanmıştır. Kırkdan fazla olan gazellerinde konu ve tema olarak yer yer Allahü teâlânın aşkı ve sevgisi, O’ndan ayrılığın acılığı, O’na duyulan yakıcı özlemi de işlemiştir. Böyle olmasına rağmen münâcât ve na’t gibi şiirlere yer vermemiştir. Gerek duygu, hayal dolgunluğu ve etkinliği, gerekse ifâde düzgünlüğü ve söyleyiş güzelliği açısından, dîvân şiiri geleneğinde bu tarzın en güzel örnekleri arasında yer alır. Özellikle bunların;
Dağıttın hâb-ı nâz-i yâri ey fer-yâd n’eylersin
Edüp fitneyle dünyâyı harâb-âdâd n’eylersin
Dünyâyı, harâb etti o mestâne bakışlar
Ol çeşm süzüşler o gazalâne bakışlar.
Geh bana geh ol hançer-i bürrâna bakarsın,
Maksûdun eğer cân ise câna ne bakarsın,
gibi matla yâni başlangıç beytli olanları, baştan sona kadar aynı akışı, güzelliği ve olgunluğu devam ettiren, dîvân şiirinde benzeri az bulunan şiirlerdir. Zâten onda muzdarib ve hicranlı söyleyişler yanında şûh bir zevk hissedilir.
Behâî Efendi’nin dili, Farsçanın etkisindedir. Kelime hazînesindeki Arabca ve Farsça oranında ise, devrinin genel görünümünün dışında fazla bir şey yoktur. Behâî Efendi, özellikle kendi devrinin şâirleri arasında oldukça takdir ve rağbet görmüş bir şâirdir. Zamanının; Nailî, Neşâtî, Nâbî, Nahîfî, Nazîm gibi değerli şâirleri onun hakkında kasîdeler söyledikleri gibi, şairliğini övmüşler ve şiirlerine nazîreler yazmışlardır.
Şeyhülislâm Behâî Efendi’nin şeyhülislâmlığı sırasında verdiği fetvaların toplandığı basılmamış olan bir eseri ile şiirlerinin toplandığı bir Dîvânı ve ayrıca Arabça ve Farsça bâzı eserlere yazdığı tâlîkâtı vardır.
Behâî Efendi, yüksek ilim, keskin zekâ ve kuvvetli hafızaya sâhib idi. Olayları çabuk kavrardı. Halîm, selîm, zerâfet sahibi bir zât idi. Kâdılığı ve şeyhülislâmlığı esnasında, adaletle hükmetmiş, doğruluktan ayrılmamış, hak ve hakîkati söylemekten çekinmemişdi. Tütün içmenin mübâh olduğuna dâir; “Bir şey, özellikle zevki okşayan şeyler, haramlığına kesin ve açık delîl olmadıkça mubahtır. Çünkü, mübahlık eşyânın aslında var olan bir vasıftır” şeklinde verdiği fetvasından dolayı, zamanındaki bâzı kimseler ona cephe almışlardı. Kâtib Çelebi onun hakkında; “Merhum, yumuşak tabiatlı, zekî ve doğru düşünen bir kimse idi. Abdürrahîm Efendi, merhumdan sonra onun gibi şeyhülislâm gelmedi” diyerek üstünlüğünden bahsetmiştir.
Dîvan’ından:
Ey rahmeti çok olan Hüdâ-yı müteâl,
Mücrimlere ettiğinde îsâl-inevâl
Dil suhtegân-ı dûzâh-ı hicranın,
Bir Cennete irgür ki adı visâl
(Açıklaması: Ey rahmeti ve bağışlaması bol olan yüce Rabbim! Günahkârlara bağışta bulunduğunda, senin rızândan uzak olmuş, Cehennem’den yana gönlü yanıkları, adı “kavuşma” olan bir Cennet’e ulaştır.)
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) İslâm Alimleri Ansiklopedisi; cild-16, sh. 40
 2) Hulâsat-ül-eser; cild-4, sh. 2
 3) Cihânnümâ; sh. 21
 4) Devhat-ül-meşâyıh; sh. 57
 5) Mîzân-ül-hak; sh. 43
 6) Sicilli Osmânî; cild-2, sh. 28
 7) Kâmûs-ül-a’lâm; cild-2, sh. 1415
 8) İslâm Meşhurları Ansiklopedisi; cild-1, sh. 464
 9) Osmanlı Târihi (Uzunçarşılı) cild-3, kısım-2, sh. 468
10) Türk Klasikleri; cild-5, sh. 168
11) Şeyhülislâm Behâî Hayâtı ve Eserleri (S.N.Ergun, İstanbul-1933)
12) Şeyhülislâm Behâî Efendi’nin Dîvân’ından Seçmeler. (H. Tolasa, İstanbul-1979)
13) İlmiye Sâlnâmesi

14 Ekim 2017 Cumartesi

ÇİFTLİK


Zirâat yapılan ve farklı şekillerde işletilen muayyen büyüklükteki toprak parçaları. Osmanlı Devleti’nin son zamanlarında toprak hukukunda kullanılan bir ıstılah olup, dört çeşittir:
1- Reâyâ Çiftliği: Osmanlı Devleti’nde mirî topraklar, bir takım parçalara bölünür, peşin kira demek olan tapu bedeli karşılığında işleyecek kimselere verilirdi. Böylece ırsî ve devamlı olan bir kira mukavelesi (sözleşmesi) yapılarak, çiftçi bu toprağı işlemekle mükellef olurdu. İşletmediği takdirde toprak elinden alınıp, başkasına verilebildiği gibi, çiftçiye bâzan toprağın boş bırakılmasından doğan zararları ödeme mâhiyetinde resmi veyalevendlik akçesi adı verilen bir tazminat da ödetilirdi, Reâyâ çiftliklerinin sahası verimine göre muhtelif mikdârlarda olmaktaydı.
2- Hassa Çiftliği: Osmanlıların bilhassa ilk devirlerinde sipâhî tımarlarında doğrudan doğruya sipahiler tarafında işletilen ve kılıç yeri denilen çiftlikler ve çayırlardır. Ayrıca hassa olarak bağ, bahçe ve değirmen kayıtlarına darastlanmaktadır. Sipahiler, bizzat, kendisi ve ailesi toprak işleri ile uğraşmak istemedikleri takdirde kiraya vermekte serbest idiler. Bu şekilde kira ve kiraya veriş, örf ve âdetlere göre ayarlanan bir nev’î ortakçılık idi. Bununla beraber böyle çiftlikler, sipahinin mülkü değildi. Fakat satabilirdi. Kendi zamanı içinde muteber olan bu satış akdini sonra gelen sipâhî feshedebilirdi. Bu çiftlikler mîrî topraklardan farklı bir hukukî statüye sâhipdi. Diğer çiftlikler gibi, büyük bir kolaylıkla, devletin diğer topraklar; arasında kaybolmuş veya husûsî mülkler şeklinde şahıslara mâledilerek, son devrin büyük çiftliklerinden bâzılarının teşekkülüne sebeb olmuştur.
3- Askerî Çiftlikler: Askerî maksadlı çiftliklerdir. Tımarlı sipahilerden ayrı olarak, çiftçi askere verilen topraklar olup, bunlar, bu çiftliklere âid vergilerden muaf olup, aralarında nöbetleşe sefere giderlerdi. Bu bakımdan teşkilatlandırılmışlardı. Yaya, atlı ve yörüklerin ellerinde bulunan çiftlikler böyle çiftliklerdendir.
4- Büyük Ziraî Çiftlikler: Osmanlı Devleti’nin son zamanlarında zengin kimselerin sâhib oldukları çiftliklerdir. Çiftlik sahibi ortağa verdikleri bu çiftliklerden gelen mahsûlü ortakçılarıyla paylaşırlardı.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Türkiye’de Toprak Meselesi (Ö.L. Barkan, İstanbul-1982); sh. 789
 2) Osmanlı Târih Deyimleri; cild-1 sh. 364
 3) Türkiye’nin İktisadî ve İctimâî Târihi, (Mustafa Akdağ); cild-2, sh. 275
 4) Kânunlar (Ö. L. Barkan); sh. 24, 235
 5) Toprak Hukuku, Arazi Kânunları ve Kânun Açıklamaları (Hâdiye Tuncer, Ankara-1962); sh. 60

13 Ekim 2017 Cuma

ABDÜLVEHHAB-I ŞARANİ


Osmanlılar zamanında Mısır’da yetişen ulemâ ve evliyânın en büyüklerinden. İmâm-ı Şa’rânî ve Kutb-i Şa’rânî lakabıyla meşhur olup, Aliyy-ül-Havvâs’ın talebesidir. Nesebi; Abdülvehhâb bin Ahmed bin Ali bin Ahmed bin Muhammed bin Zerka bin Mûsâ bin Sultan Ahmed Tilmsânî Ensâri’dir. Mısır’ın Kalkaşend kasabasında, 1493 (H. 898)’de doğdu. Nesebi, silsile hâlinde Peygamber efendimize ulaşır. Dedesi, Tilmsân sultânı idi. Abdülvehhâb-ı Şa’rânî, Şafiî mezhebi fıkıh âlimidir. Hadîs-i şerifler üzerinde çok çalışarak, hadîs âlimi, aynı zamanda Aliyy-ül-Havvâs hazretlerinden tasavvufu öğrenerek, büyük velîlerden oldu. Pek çok kerâmetleri görüldü. Üç yüzden ziyâde eser yazdı. Zamanının kutbu olduğu bildirildi. 1565 (H. 973)’de Mısır’da vefât etti. Zahirî ve bâtını ilimlerde çok yüksek derecelere ulaştı. Kendisinden önceki İslâm âlimlerinin yazdıkları kıymetli kitapların hepsini okudu. Bunlardan bâzısını defalarca okuduğu gibi bir kısmını da ezberledi.
Abdülvehhâb’ı, babası küçük yaşında ilim tahsiline verdi. Henüz yedi yaşında Kur’ân-ı kerîmi ezberledi. Sekiz yaşında geceleri teheccüd namazlarını hiç terk etmez oldu. Bir işe başlayınca, en ince ayrıntılarına kadar iner ve eksiksiz yapardı. Çalışkanlığı ve anlayışı ile hocalarının kısa zamanda gönüllerini fethederdi. Hocalarından okuduğu kitapları kolayca ezberlerdi. Genç yaşında, hadîs ve fıkıh ilimlerinde üstâd oldu. Tasavvuf yolunda çalışarak, pek çok velînin feyz ve teveccühlerine kavuştu. Bunlardan en başta geleni Aliyy-ül-Havvâs hazretleridir. Ayrıca; Muhammed Mağribî, Muhammed bin Anân, Ebü’l-Abbâs Gamrî, Nûreddîn Hasenî, Şeyhülislâm Zekeriyyâ el-Ensârî, Ali Darîr, Ali bin Cemâl, Abdülkâdir bin Anân, Muhammed Adil, Muhammed bin Dâvûd, Muhammed Servî, Nûreddîn Mürsâfî, Tâcüddîn Zâkir ve Efdalüddîn gibi âlimler, feyz alıp sohbetleriyle şereflendiği hocalarıdır. Bunun yanında pek çok evliyânın teveccüh, feyz ve bereketlerine de kavuşan Abdülvehhâb-ı Şa’rânî hazretleri, binlerce talebe yetiştirdi. Etraftan akınlar hâlinde gelen talebeler medreseyi doldurur, onun eşsiz bir derya olan bilgilerinden istifâdeye çalışırlardı. Talebelerine zahirî ve bâtınî ilimleri öğretirdi.
Abdülvehhâb-ı Şa’rânî hazretleri Mîzân-ül-kübrâ adlı kitabında şöyle buyuruyor:
“Din kardeşim, iyi düşün! Resûlullah efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem, Kur’ân-ı kerîmde icmâlen yâni kısa ve kapalı olarak bildirilenleri açıklamasaydı, Kur’ân-ı kerîm kapalı kalırdı. Resûlullah’ın vârisleri olan mezheb imâmlarımız (rahmetullahi aleyhim) hadîs-i şeriflerde mücmel olarak bildirilenleri açıklamasalardı, sünnet-i nebeviyye kapalı kalırdı. Böylece, her asırda gelen âlimler, Resûlullah’a tâbi olarak mücmel olanı açıklamışlardır. Allahü teâlâ, Nahl sûresinin kırk dördüncü âyetinde meâlen; “İnsanlara indirdiğimi onlara beyân edersin” buyurdu. Beyân etmek, Allahü teâlâdan gelen âyetleri, başka kelimlerle ve başka suretle anlatmak demektir. Ümmetin âlimleri de, âyetleri beyân edebilselerdi ve kapalı olanları açıklayabilselerdi ve Kur’ân-ı kerîmden ahkâm çıkarabilselerdi, Allahü teâlâ, Peygamberine; “Sana vahy olunanları tebliğ et!” derdi. Beyân etmesini emretmezdi Çok sayıda ve pek kıymetli kitaplar yazan Abdülvehhâb-ı Şa’rânî’nin eserlerinden bâzıları şunlardır:
1- Mîzân-ül-kübrâ, 2- Envâr-ül-kudsiyye, 3- Tabakât-ül-kübrâ, 4-Ahlâk-uz-zekiyye vel ulüm-ül-ledünniyye, 5- İrşâd-ül-mugfelîn, 6-Bahr-ul-mevrûd, 7- Tenbîh-ül-agbiyâ, 8- Cevahir ve dürer, 9-Cevher-ül-masûn ves-sırr-ül-merkum, 10- Hukuku ihvet-ü-islâm,11- Dürer-ül-Gavvâs fî fetâvâ Seyyidî Aliy-ül-Havvâs, 12- Sirâc-ül-münîr, 13- Feth-ul-mubîn, 14- Feth-ul-vehhâb, 15- Ferâ-id-ül-kalâid, 16- Kibrit-ül-ahmer, 17- Keşf-ül-gumme, 18- Letâif-ül-minen vel-ahlâk, 19- Levâhık-ul-envâr-il-kudsiyye, 20- Meâsır vel-mefâhir fî ulemâ-i karn-il-âşir, 21- Meşârık-ul-envâr-il-kudsiyye,22- El-Yevâkit vel-cevâhir.

MISIR’IN SAHİBİ!..

Emir Muhammed Defterdâr anlatır: “Her gece yatsı namazından sonra, arkadaşlarla bir yerde toplanır, sohbet ederdik. Âlimlerin ilminden, velîlerin kerâmetlerinden anlatırdık. Bir gün yine böyle toplanmıştık. Sohbet ânında söz, hâlen hayâtta olan İmâm-ı Şa’rânî’ye geldi. Onun büyüklüğünü anlayamayan bâzıları, aleyhinde dedikodu etmeye başladılar. Ben de, onlarla birlikte, aleyhinde konuştum. O gece rüyamda, kalabalık bir ordunun Mısır’a bir iç karışıklığı düzeltmek için geldiğini gördüm. Ordu kumandanı, Mısır’ın Bâbünnasr denilen kapısında durdu ve; “Mısır’ın sahibi ile görüşüp, Mısır’ın anahtarını vermedikçe içeri girmeyiz” dedi. “Mısır’ın sahibi kimdir?” dediler. O da; “Abdülvehhâb-ı Şa’rânî’dir” dedi. Kumandan, adamlarından birini gönderdi, İmâm-ı Şa’rânî’yi evinde bulamadılar. Oğlu Abdurrahmân’a durumu anlattılar. Abdurrahmân, babasının müsâde edeceğini söyleyerek anahtarı verdi. Rüyadan uyandığımda, yaptığım hatâyı anladım. Demek ki, bu zamanda Mısır’ın hakîki sultânı Abdülvehhâb-ı Şa’rânî idi. Sabah olduğunda, İmâm-ı Şa’rânî hazretlerine gidip, talebesi olmakla şereflenmek istediğimi bildirince; “Talebe olmanız için ille anahtar mı vermek lâzımdır?” buyurarak, gece rüyada gördüklerimi bildiğini işaret etti. Onun bu kerâmetini görünce, kendisine daha ziyâde bağlandım.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Mu’cem-ül-müellifîn; cild-6 sh. 218
 2) Şezerât-üz-zeheb; cild-8, sh. 372, 374
 3) Esmâ-ül-müellifîn; cild-1, sh. 641, 642
 4) Câmiu kerâmât-il-evliyâ; cild-2, sh. 134
 5) El-A’lâm; cild-4, sh. 180
 6) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye
 7) Fâideli Bilgiler
 8) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; cild-13, sh. 191-209

ABDÜLMECİT HAN


Babası.................... : Mahmûd Han-II
Annesi.................... : Bezm-i âlem Sultan
Doğumu.................. : 25 Nisan 1823
Vefâtı..................... : 25 Haziran 1861
Tahta Geçişi............ : 1 Temmuz 1839
Saltanat Müddeti..... : 21 sene
Halîfelik Sırası......... : 96
Osmanlı sultanlarının otuz birincisi ve İslâm halîfelerinin doksan altıncısı. Sultan İkinci Mahmûd Han’ın oğlu olup, 25 Nisan 1823 târihinde Bezm-i âlem Vâlide Sultan’dan doğdu. Mükemmel bir tahsîl gördü ve iyi derecede Fransızca öğrendi. Avrupa’da yayınlanan neşriyatı yakından tâkib eden Abdulmecîd Han yenilik tarafdârıydı. Babasının 1 Temmuz 1839’da vefâtı üzerine tahta çıktı.
Genç yaşta pâdişâh olan Abdulmecîd Han’ın devlet idaresinde yeterli tecrübesi yoktu. Buna karşılık babasının başlattığı ıslâhat hareketlerini devam ettireceğini îlân etti. Fakat bu sırada devlet ileri gelenleri arasındaki rekabet ve kıskançlık son safhada idi. Sultan İkinci Mahmûd Han’ın cenaze merasimi sırasında Meclis-i vâlâ-yı ahkâm-ı adliyye reîsi Koca Hüsrev Paşa, sadrâzam Mehmed Emin Rauf Paşa’dan 2 Temmuz 1839’da mühr-i hümâyûnu zorla alıp, kendini sadrâzam îlân ettirdi. Bu sırada Osmanlı, Mısır ile muhârebe hâlinde idi. Bu sebeble sultan Abdulmecîd Han mes’eleyi kurcalamadı ve Hüsrev Paşa’nın sadrâzamlığını kabul etti. Sultan Abdulmecîd Han Mısır mes’elesini hâlletmek istediğinden. Mısır vâlisi Mehmed Ali Paşa’ya Köse Akif Efendi’yi göndererek af ettiğini bildirdi ve ordu ve donanmaya harekâtı kesme emri verdi. Bu esnada Nizib bozgunu haberi İstanbul’a gelmişti. Çanakkale boğazı açıklarında bulunan Osmanlı donanmasının kaptanı Âhmed Fevzi Paşa, rakibi olan Hüsrev Paşa’nın sadrâzam olmasından çekinerek, emrindeki donanmayı Mısır’a götürüp Mehmed Ali Paşa’ya teslim etti. Bu yüzden kaptân-ı derya Ahmed Fevzi Paşa hâin ve firârî lakaplarıyla tanındı. Kısa bir süre sonra da Nizip’te Osmanlı ordusu kumandanı Hâfız Mehmed Paşa’nın, Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın kuvvetleri karşısında büyük bir bozguna uğradığı haberi geldi. Böylece ordusuz ve donanmaşız kalan Osmanlı Devleti karşısında cesaret alan Mısır vâlisi, Sultan ile anlaşmaya yanaşmadı.
Sultan Abdülmecîd Han, devleti bu zor durumdan kurtarmak için çâreler aradı. Avrupa’dan yeni dönen Mustafa Reşîd Paşa’nın telkinleri ile Avrupa’nın yardımını sağlamak için Gülhâne Hatt-ı Hümâyûnu adı ile meşhur olan tanzîmât fermanının yayınlanmasını kabul etti. Mustafa Reşîd Paşa’nın 3 Kasım 1839 günü, Gülhâne meydanında bizzat Sultân’ın da hazır bulunduğu bir topluluk önünde okuduğu hatt-ı hümâyûn ile Tanzîmât-ı Hayriyye îlân edildi. Böylece on altı yaşındaki genç ve tecrübesiz hakan, İngiliz elçisinin te’siri ve teklifi ile mason Reşîd Paşa’nın hazırladığı Gülhâne Hatt-ı Hümâyûnu’nu îlân etmekle koca Osmanlı Devleti’nin yıkılma ve yok olma devrine bir kapı açmış ve bu hatâsı devlete ve millete çok pahalıya mâl olmuştur. Böylece tanzîmât ile Avrupa’nın üstünlüğü kabul edilmiş oldu. Sultan üçüncü Selîm ve İkinci Mahmûd hanların yenilik teşebbüslerinde Osmanlı geleneklerinin ve İslâm’a bağlılığının devamı için bâzı gayretler sarfedilmesine karşılık, bu ferman ile girişilen yeniliklerde Avrupa’yı her hususta model almak esas ve bu durum da memlekette her alanda görülen ikiliğe sebeb oldu. Bâzı iç ve dış hâdiseler neticesinde îlân edilen tanzîmât fermânı Avrupalılara yaranmayı ve onların desteğini sağlamayı gaye edinmişti. Ancak ne onlara yaranılabildi, ne de destekleri sağlanabildi (Bkz. Tanzîmât).
Tanzîmât fermanının yayınlanmasından sonra Mısır’a karşı İngiltere’nin ön ayak olması ile, Mehmed Ali Paşa’yı tutan Fransa dışarıda bırakılarak, Osmanlı, İngiltere, Rusya, Prusya ve Avusturya devletleri Londra’da bir araya geldi ve 15 Temmuz 1840’da Londra andlaşması imzalandı. Buna göre, anlaşmaya imza koyan devletler Mehmed Ali Paşa’ya onar günlük iki ültimatom vereceklerdi. Mısır vâlisi ilk on gün içinde Osmanlı donanmasını İstanbul’a yollayacak, Girid, Adana, Suriye, Lübnan, Hicaz’ı boşaltacak, oğullarına intikâl suretiyle Mısır, Sûdan ve kayd-ı hayât şartıyla Filistin, Mehmed Ali Paşa’ya Osmanlı Devleti’nin vâlisi olarak verilecekti. Buna uymadığı takdirde ikinci on gün içinde Filistin alınacak, sâdece Mısır-Sûdan verilecek, buna da riâyet etmezse Mısır da ondan alınacaktı. Andlaşmayı imzalayan dört devlet bu iş için gerekti askeri, pâdişâhın emrine vereceklerdi. Ültimatomlar, hâriciye müsteşarı Sâdık Bey vasıtasıyla, Mısır vâlisine bildirildi. Mehmed Ali Paşa bu ültimatomları kabul etmediğini bildirdi.
Hâriciye nâzırı durumu derhâl diğer devletlere bildirerek, gereğinin yapılmasını istedi. Rusya ile Prusya Londra andlaşmasının şartlarına uymayarak asker göndermedi. İngiltere ve Avusturya, Bâb-ı âlînin taleb ettiği askeri ve filoları yolladı. Osmanlı kuvvetleri ile birleşen müttefik kuvvetler, 1840 senesi Eylül ayında Beyrut’a çıktı. Mehmed Ali Paşa’nın oğlu İbrâhim Paşa, Beyrut yakınlarında kesin şekilde mağlûb edildi. Suriye ve Filistin halkına kötü davrandığı için, halk, İbrâhim Paşa aleyhine ve Osmanlı lehine ayaklandı. Osmanlı askeri 16 Ekim 1840 günü Trablusşam’a, 4 Kasım 1840 günü Akka’ya, 13 Kasım 1840 günü Haleb’e, 29 Aralık 1840 günü Şam’a girdi. İbrâhim Paşa, Mısır’a kaçıp canını zor kurtardı. İki yüz bin kişilik ordusundan sâdece altmış bin kişisi kurtulabildi. Osmanlı ordusu Mısır topraklarına girdiği sırada, İngilizler Osmanlı Devleti’ne oyun oynadı. Londra andlaşmasına göre Mehmed Ali Paşa’nın Mısır’dan çıkarılması gerekiyordu. 27 Kasım 1840 günü Mısır ile İngiltere arasında yapılan anlaşma ile, Mehmed Ali Paşa, ikinci ültimatomun şartlarına uyacağını bildirince, İngiltere Bâb-ı âlî’den Mısır ile Sudan’ın ırsî olarak Mehmed Ali’ye bırakılmasını istedi. Bundan maksadları, ileride Mısır’ı yalnız bırakıp, işgal etmekti. Bunun üzerine Reşîd Paşa, sultan Abdülmecîd’e 24 Mayıs 1841 günü Mısır fermanını yayınlattı. Bu ferman, 1914 senesine kadar Mısır’ın bir çeşit anayasası olarak kalmıştır. Fermana göre, artık Mısır, Osmanlı pâdişâhı tarafından tâyin edilen Kavalalı hânedânı mensuplarınca idare edilecekti. Mehmed Ali Paşa, fermanın bir fıkrasına göre herhangi bir hükme aykırı davranış hâlinde, Mısır’ın Kavalalı sülâlesinden alınacağını bildiği için fermana aynen uydu. Böylece, Osmanlı Devleti’ni senelerdir uğraştıran, zayıf düşmesine yol açan Mısır mes’elesi, İngilizlerin arzu ettiği şekilde hâlledildi. Sultan Abdülmecîd Han, 1842’de Mehmed Ali Paşa’ya vezirliğin üstünde sadâret payesi verdi. Bu paye ondan sonra gelen vâlilere de verildi. Mısır vâlisi protokolde, hânedân üyeleri, sadrâzam ve şeyhülislâmdan sonra, devletin üçüncü büyük görevlisi olarak yer aldı.
Mısır mes’elesi hâlledildikten sonra, 13 Temmuz 1841’de Osmanlı, İngiltere, Rusya, Fransa, Avusturya ve Prusya devletleri Londra’da tekrar bir araya gelerek Boğazlar andlaşması imzalandı. 1833’de Ruslarla imzalanan Hünkâr iskelesi andlaşmasının hükümlerini ortadan kaldıran bu andlaşmaya göre, Karadeniz’de sahili bulunan Rusya ve Osmanlı devletlerinden başka hiçbir devlet, bu denizde donanma bulunduramıyacaktı. Hiç bir harp gemisi boğazlardan geçip Marmara’ya giremiyecekti. Harp hâlinde boğazlardan geçecek yabancı devletlere âit harp gemilerini Osmanlı Devleti tâyin edecekti. Böylece Rus donanması Karadeniz’de habsolunmuş oluyordu. Rusya’nın böyle bir andlaşmaya imza koymasının başlıca sebebi, İngiltere’nin dostluğunu kazanarak sulh yolu ile Osmanlı topraklarını bölüşmekti. Fakat İngiltere, Fransa’yı Ortadoğu’da etkisiz hâle getirip, Mısır mes’elesi ile Osmanlı Devleti üzerinde bir çeşit ekonomik, siyâsî ve kültürel vesayet kurmak ve elde ettiği imtiyazlı durumu paylaşmak istemediğinden, Rusya ile beraber hareket etmek istemiyordu. Ayrıca Hindistan ve Hind yolu için tehlike gördüğü Osmanlı Devleti’ni Rusya ile meşgul ederek Hindistan’da ve Ortadoğuda istediğini yapıyordu.
Mısır mes’elesinde yenilgiye uğrayan Fransa, Lübnan’a musallat oldu. Burada bulunan katolik mârûnî kabîlesini, Lübnan’daki haçlılar devri Fransız hâkimiyetinin hâtırası saydığından, kendisini Suriye sahillerinin vârisi kabul ediyordu. Kışkırtmaları sonunda 1843’de Lübnan’da mârûnîler ile dürzîler arasında çarpışmalar başladı. İki kabîle arasındaki çarpışmalar şiddetli bir şekilde devam ederken, 1845 senesinde Osmanlı hükûmeti bâzı tedbirler atarak Fransız kışkırtmalarını önlemeye çalıştı. Lübnan dağlarında birisi mârûnîlere, diğeri de dürzîlere âit otonom iki kaza kuruldu ve bunlar Sayda vâlisine bağlandı.
Tahta geçişinin ilk senelerini iç ve dış olaylar ile uğraşmakla geçiren sultan Abdülmecîd, devleti kısmen huzura kavuşturdu. Islâhat işleri ve iç mes’eleler ile uğraşmak imkânını buldu. 24 Haziran 1844 târihinde halka yakın olmak, beldeleri bizzat görmek için seyâhata çıktı ve deniz yoluyla İzmit, Mudanya, Bursa, Gelibolu ve Çanakkale’ye gitti. Daha sonra Limni, Midilli ve Sakız adalarındaki kaleleri ziyaret etti. 1846 senesi Nisan ayı ortalarında devlet işlerini yerinde incelemek üzere karayolu ile Tuna kıyılarına gitti. Silistre’den Varna’ya geçti ve deniz yoluyla İstanbul’a döndü. Aynı senenin Temmuz ayında İstanbul’a gelen Mısır vâlisi Mehmed Ali Paşa’nın özel ziyaretini kabul etti.
1848 senesinde Avrupa’da başlayan ihtilâller sırasında Fransa’da meşrûtiyet yıkılarak cumhuriyet îlân edildi. Bu sırada Avusturya’da Macarlar, Rusya’da ise Lehler bağımsızlık için ayaklandılar. İsyanı Avusturya ve Rusya çok kanlı bir şekilde bastırdı. Bu durum, Fransız ve İngiliz kamuoyunda Rusya, aleyhine büyük bir tepkinin çıkmasına sebeb oldu. Macar ve Leh milliyetçilerinin liderleri Osmanlı topraklarına girerek hükûmetten sığınma hakkı istediler. Sultan Abdülmecîd Han, kendisine sığınan müttecîleri, Rusya ve Avusturya’nın savaş tehdidlerine rağmen geri vermedi. Sultân’ın bu hareketi Osmanlı Devleti’nin itibârını çok arttırdı. Rusya ve Avusturya’ya karşı Fransız ve İngiliz ortak desteğini sağladı. Avusturya ve Rusya’da bastırılan isyânlar Osmanlı Devleti’nde memleketeyn (Eflak-Boğdan) denen iki Romen prensliğine de sıçradı. Halk isyân ederek prenslerini tahttan indirdiler. Osmanlı ordusu Romanya’ya girdi. Keçecizâde Fuâd Efendi, olağanüstü hâl müfettişi olarak Bükreş’e gönderildi ve sert tedbirler alındı. Bu durum karşısında Rus ordusu Moldavya’yı işgal etti. 1849 senesinde iki devlet Baltalimanı andlaşması ile işgal ettikleri topraklardan çekildiler. Böylece iki devlet arasındaki anlaşmazlık geçici bir neticeye bağlanmış oldu.
Bir süre sonra Osmanlı Devleti ile Rusya arasında hiristiyanlârın mukaddes yerleri mes’elesi yüzünden savaş kaçınılmaz oldu. İngiltere’yi yeniden kendi tarafına çekmek isteyen Rus çarı birinci Nikola, bu devlet ile Osmanlı toprakları hakkında görüşmeye karar verdi. 9 Ocak 1853’de Sen-Petersburg’un kışlık sarayında verilen bir baloda İngiliz elçisine, Osmanlı Devleti’nin topraklarını paylaşmayı teklif etti. Ancak bu teklif İngiltere tarafından red edilince, Çar “hasta adam” olarak vasıflandırdığı Osmanlı Devleti hakkında tek başına tedbirler almaya kalkıştı. Bunun için 1853 senesi başlarında prens Mençikof’u elçi olarak İstanbul’a gönderdi. Ortodokslar tarafından büyük merasimle karşılanan Mençikof, İstanbul’u te’sir altında bırakacak şekilde hareket etti. Fransa’nın Kudüs’te daha önceleri kazandığı dînî imtiyazları Ortodokslar lehine çevirmek isteyen Mençikof, mukaddes yerlerin bakımı ile Ortodoks tebeanın himayesinin Rusya’ya verilmesini istemekdeydi. İngilizler ise, Hindistan’da yapacakları ihtilâl sebebiyle Osmanlı Devleti’ni Ruslarla meşgul etmek istiyorlardı. Bu sebeble İstanbul’daki İngiliz büyükelçisi olan Stratford Redeliffe, Bâb-ı âlî’ye, muhtemel bir Rus savaşında destek vâdederek, Rus tekliflerinin asla kabul edilmemesini gizlice teklif etti. Böylece mes’elenin diplomatik yoldan halledilmesinin önüne geçti. Bir buçuk ay içinde hiç bir netîce alamayan Mençikof Rusya’ya geri döndü. Böylece iki devlet arasında münâsebetler tamamen kesildi. Rusya harb îlân etmeden, Eflak ve Boğdan’ı işgal etti. Bunun üzerine Mustafa Reşîd Paşa’nın ikna etmesiyle sultan Abdülmecîd Han 4 Ekim 1853’de Rusya’ya karşı harb îlân etti. Böylece 1856 senesi Mart’ında bitecek olan Kırım harbi başladı.
Tuna boyundaki Osmanlı kuvvetleri serdâr-ı ekrem müşir Ömer Paşa’nın kumandasında, Rus orduları ise, prens Gorçakof’un kumandasında idi. Kafkasya’da müşir Abdülkerîm Nâdir Paşa, Rus ordularına karşı gerekli tertibatı aldı. Savaş Tuna cephesinde, Ömer Paşa’nın ustaca idaresi neticesinde Osmanlılar lehine gelişirken, Kafkas cephesinde aynı başarı sağlanamadı. Aynı senenin Kasım ayında Rusya, Sinop’ta bulunan on iki parçalık Osmanlı donanmasını batırdı. Bunun üzerine İngiltere, Rusya ile diplomatik münâsebetlerini kesti. Rus çarının Kudüs’te katoliklere karşı Ortodoksları ayaklandırdığını ileri sürerek, Rusların Akdeniz’e inmesini istemeyen Fransa’yı da yanına alıp, 1854 Mart’ında Rusya’ya resmen savaş îlân etti. İki devlet, Osmanlı Devleti’nin yanında yer aldı. Müttefik ordu, Eylül 1854’de Kırım’a çıkartma yaptı. Alma meydan muhârebesini kazanan müttefikler, Sivastopol’u kuşattılar. Kırım cephesindeki Rus askerlerinin başında prens Mençikof bulunuyordu. Müttefikler Ekim ayı sonlarında Balaklava, Kasım başında ise, İnkerman meydan muhârebelerini kazanarak Ruslara ağır kayıplar verdirdiler. Mençikof üzüntüsünden öldü. Bir çok zaferler kazanan müttefikler. Eylül ayında Sivastopol’u savunan en önemli istihkâm olan Molakof tabyasını ele geçirince, prens Gorçakof, Sivastopol’u boşaltmak mecburiyetinde kaldı. Nihayet, 1855 senesi Eylül ayında Sivastopol müttefiklerin eline geçti.
Tek ümidleri olan Kafkas cephesinde üstünlüğü elde tutan Rus ordusu, 1855 senesi Temmuz ayında Kars’ı kuşattı. Karslılar dört buçuk ay kahramanca şehirlerini müdâfâ ettiler. Açlık sebebiyle şehri düşmana teslim etmek mecburiyetinde kaldılar. Harp fiilen bitti ise de Rusya sulhe yanaşmadı. Ancak Avusturya’nın ültimatomu üzerine sulhu kabûl etti. 1856 Şubat ayında Viyana protokolü ile sulhun ana hatları kabul edildi ve savaş sona erdi. Savaşa askerî güçleriyle yardım eden İngiltere ve Fransa, bu yardımlarına karşılık, Osmanlı Devleti’nden Tanzîmât fermanını te’yid eden ve onu tamamlayan Islâhat fermanının 1856’da yayınlanmasını istediler. Devrin sadrâzamı olan Alî Paşa ile Fransız ve İngiliz elçilerinin ortaklaşa hazırladıkları yeni ferman, Paris konferansından önce îlân edildi. Osmanlı Devleti’nin iç ve dış siyâsetinde yabancı müdâhalesine her zaman açık kapı bırakan bu ferman, Osmanlı toplumu ve ekonomisini Avrupa ekonomisinin nüfuz sahası içine sokarak, bağımlı hâle getirdi. Bu ferman sayesinde çeşitli mezheblere bağlı hıristiyan tebeaya büyük bir iktisadî gelişme imkânı sağlandı. Gayr-i müslimlere Rusların harb öncesi teklif ettiği haklardan daha fazlası verildi. Bu ferman Osmanlı’nın hıristiyanlara verdiği büyük bir tâvizdi (Bkz. Islâhat Fermanı). Islâhat fermanının îlânından bir müddet sonra, 25 Şubat’ta Paris konferansı başladı ve otuz dört gün sonra muahede imza edildi. Bu andlaşmaya göre, Rusya, Eflak ve Boğdan’dan çekildiği gibi, bu iki prenslik üzerinde himaye haklarından da vazgeçecekti. Ayrıca Kars’ı Osmanlı Devleti’ne iade edip, Besarabya’yı da Boğdan’a terk edecekti. Buna karşılık müttefik kuvvetler de Kırım’ı boşaltıp, Rusya’ya teslim edecekti. Andlaşmanın en önemli maddesi, Karadeniz’in askerden arınmış tarafsız bir hâle getirilmesiydi. Bu târihten itibaren Rusya ve Osmanlı Devleti Karadeniz’de tersane ve donanma bulundurmayacaktı. Rusya harp gemilerini Baltık denizine nakledecekti. Andlaşma Islâhat fermanı ile îlân edilen maddelere de yer vererek, Osmanlı Devleti’nin toprak bütünlüğünü garanti altına aldı.
Sultan Abdülmecîd, yayınladığı fermanlara sâdık kalarak, tebea arasında eşitliği ve birliği sağlamaya çalıştı. Ancak Avrupa’da yayılan milliyetçilik cereyanı ve îlân edilen Islâhat fermanı ile dînî, iktisadî ve millî haklara kavuşan azınlıkların ayrıca Avrupa devletleri tarafından tahrik edilmeleri, bu birliğin kurulmasını imkânsız hâle getirdi. Bir süre sonra Paris andlaşmasıyla Eflak ve Boğdan birleştirilerek Romanya’nın esâsını teşkil edecek olan müstakil bir prenslik hâline geldi (1858). Aynı senenin Kasım ayında Osmanlı Devleti Grakovo kazasını Karadağ’a bırakmak mecburiyetinde kaldı.
1859 senesi Eylül ayında Sultân’a ve bâzı devlet adamlarına karşı bir suikast teşebbüsünde bulunuldu ise de, tasavvur hâlinde iken yapılan ihbar üzerine sûikastçiler yakalanıp, Kuleli kışlasında mahkeme edildi. Bu yüzden de Kuleli vak’ası diye anıldı (Bkz. Kuleli vak’ası).
1860 Mayıs’ında Lübnan’da dürzîler ile mârünîler arasındaki mücâdele yeniden başladı. Mârûnîleri Fransızlar, dürzîleri ise İngilizler destekledi. Ayaklanma Şam’a da sıçradı. Bölgeye, gönderilen hâriciye nâzırı Fuâd Paşa, Avrupalılara yaranmak için sert tedbirler aldı. Bir çok Türk subay ve idareciyi, olaylarda ihmâli olduğu gerekçesiyle ağır cezalara çarptırdı. Lübnan, Avrupa devletlerinin görüşü alınarak, gayr-i müslim bir mutasarrıfın idaresinde imtiyazlı bir sancak hâline getirildi (1861). Bu hâdiselere Reşîd ve yetiştirmeleri sebeb olmuşlardı. Bunların ve dış düşmanların, memleketi parçalamak, İslâmiyet’i yıkmak için yaptıkları imha hareketlerine çok üzülen sultan Abdülmecîd, babası gibi tüberküloza yakalandı. Henüz otuz dokuz yaşında ve en verimli çağında iken 25 Haziran 1861’de Ihlamur köşkünde vefât etti. Atası Yavuz Sultan Selîm Han’ın türbesinin yanına defnedildi. Türbesinin yüksekliğinin Yavuz Sultan Selîm türbesinden aşağı olmasını vasiyyet etmişti. Vasiyyetine göre yapılan türbesinde oğulları Burhâneddîn Efendi (1848-1876), Muhammed Abdüssamed Efendi (1852-1854) ve Osman Safiyyüddîn Efendi de vardır.
Sultan Abdülmecîd Han’ın dönemi ıslâhat hareketleri yönünden büyük önem taşır. Sultan, iç ve dış gailelere rağmen devrin şartlarına göre devlete bir düzen vermek için çalıştı. Osmanlı pâdişâhlarının tâbi olduğu bâzı gelenek ve usûllerde yenilik yaptı. Halkın durumunu yerinde tedkîk etmek için İstanbul’da ve ülkenin çeşitti yerlerine seyahatler düzenledi. Arasıra Bâb-ı âlî’ye giderek Meclis-i vükelâ toplantılarına katıldı. Kışlaları, elbise anbarlarını ve tersaneyi teftiş etti. Askerî ve rüşdiye okullarının imtihanlarında ve medreselerde düzenlenen icazet merasimlerinde bulunarak, öğretmen ve öğrencileri teşvik edici konuşmalar yaptı.
Abdülmecîd Han, diplomatlarla olan temas ve münâsebetlerinde, eski sultanların tâkib ettikleri yoldan ayrıldı. 1853 senesine kadar yabancı sefirler, Sultan ile siyâsî konular üzerinde görüşemezlerdi. Kırım harbi başlamazdan önce ve savaş sırasında sultan Abdülmecîd Han, yabancı sefirlerin mülakat taleblerini kabul etti. Sefirler, Bâb-ı âlinin arzı ile, gün, saat ve yer tâyin ederek huzura girerlerdi. Osmanlı sultanları krallık hânedânlarına mensup kimselerin yaptıkları ziyaretlere iâde-i ziyarette bulunmazlardı. Sultan Abdülmecîd bu geleneği bozarak prens Napolyon’un ziyaretini, Fransız elçiliğine giderek iade etmişti. Bu ziyaretten çok memnun olan Prens, Sultân’ı Fransa’ya davet etti. Yine sultan Abdülmecîd devrine kadar Osmanlı sultanları sâdece nişan vermişler, kendileri almamışlardı. Abdülmecîd Han, Fransa İmparatorunun gönderdiği Legion d’honneur nişanını kabul etti.
Sultan Abdülmecîd Han, babasının kurduğu başvekillikten vazgeçerek, sadrâzamlık makamını yeniden kurdu. Yirmi seneden fazla süren, pâdişâhlığı sırasında yirmi iki defa sadrâzam değiştirdi. Tanzîmâtın îlânına kadar, Osmanlı hükûmeti Avrupa devletlerinin müdâhalesinden uzak kalmıştı. Tanzîmâttan sonra yabancı devletlerin, hükûmet üzerindeki te’sirleri arttı. Kırım, harbi sırasında Fransa ve İngiltere’nin İstanbul sefirleri, Sultân’la görüşmek ve fikirlerini kabul ettirmek hususunda çetin bir mücâdeleye girdiler. Osmahlı devlet adamları, İngiliz ve Fransız siyâsetine tarafdâr olmak üzere İki kısma ayrılmıştı. Mustafa Reşîd Paşa İngiliz, Ali, Kıbrıslı Mehmed ve serasker Rızâ paşalar Fransız, Fuâd Paşa da İngiliz ve Fransızların her İkisini de idare etmek tarafdârı idiler. Sultan, Fransız ve İngiliz elçilerinin yaptığı istekler üzerine devletin çıkarlarını korumak için bu iki grubtan birini sadârete getirirdi.
Sultan Abdülmecîd Han, devletin idarî yapısında da bâzı değişiklikler yaptı. Sadrâzamların, serdâr-ı ekrem ünvânıyla sefere çıkmaları usûlüne son verildi. Seraskerliğin derecesi, sadrâzam ve şeyhülislâmın seviyesine getirildi. İstanbul ve eyâletlerin asayişini sağlamak üzere 1845 senesinde Zabtiye müşirliği kuruldu. Sultan İkinci Mahmûd Han devrinde kurulan meclis ve nezâretlerin sayısı arttırıldı. Dîvân-ı hümâyûn önemini kaybetti. 1853’de kurulan Meclis-i âlî-i tanzîmâta, kânun yapma yetkisi verildi. Meclis-i dâr-ı şûrâ-yı askerî genişletilerek; zât işleri, levazım işleri ve mâliye işleri olmak üzere, üç bölüme ayrıldı. Eğitim işlerini teşkilâtlandırmak, yürütmek ve kontrol etmek üzere 1845’de Meclis-i maârif-i umûmiye kuruldu. 1856 senesinde Maârif nezâreti kurulması üzerine, Meclis-i maârif bu nezârete devredildi. 1846 senesinde bir başkan, iki sekreter ve on bir üyeden müteşekkil, devletin mâlî işleri hakkında inceleme yapmak ve gerekli tekliflerde bulunmak üzere Meclis-i mâliye kuruldu. Islâhat işlerini düzenlemek ve kontrol etmek vazîfesi 1854’de Meclis-i âlî-i tanzîmâta verildi. 1855 senesinde devletin en yüksek istişare meclisi olarak Meclis-i âlî-i umûmî kuruldu. Ayrıca kaptân-ı deryaya bağlı Meclis-i bahriye, zirâat nezâretine bağlı Meclis-i zirâat ve Meclis-i maâdin, zaptiye müşirine bağlı Meclis-i zaptiye gibi meclisler de kurulmuştu.
Osmanlı taşra teşkîlâtı, Avrupa devletlerinde uygulanan mülkî idare örnek alınarak, değiştirildi. Eyâlet vâlilerinin yanında mahallî meclisler kuruldu ve bu meclislerde müslüman olmayanlar da temsil edilmeye başlandı. Adlî teşkilâtta değişiklikler yapılarak, daha önce bulunan şer’î mahkeme, cemâat ve konsolosluk mahkemelerinin yanında nizamiye mahkemeleri kuruldu. 1840’da ceza, 1850’de ticâret ve 1857’de arazî kânunları çıkarıldı. 1857 senesinde belediye teşkilâtı kuruldu.
Eğitim alanında da önemli değişiklikler yapıldı. 1843 senesinde sultan Abdülmecîd Han, Bâb-ı âlî’de sadrâzam ve vükelâya hitaben; “Sadrâzama ve bütün vükelâya, halkımın refah ve saadetini te’min için lâzım gelen tedbirleri tam bir birlik içinde düşünmenizi ve müzâkere etmenizi emrediyorum. Bunun gerçekleşmesi din ve dünyâ işlerinde cahilliğin kaldırılmasına bağlı olduğundan, ulûm ve fünûn ve sanâyî öğretimine mahsus mekteblerin kurulmasını ön plânda tutacak işlerden sayıyorum” diyerek; eğitimin önemini belirtti. Sultân’ın bu istekleri üzerine, Meclis-i maârif-i umûmiye, eğitim çalışmalarının prensiplerini açıklayan bir kânun hazırladı. Bu kânunda ilk öğretim mecburî ve ilk ve orta öğretim parasız oldu. 1845’den sonra harb okulları önce üçe ayrıldı, daha sonra Harb akademisi açıldı. İlk ve ortaöğretimin işlerini yürütmek için 1847’de Mekâtib-i umûmiyye nezâreti kuruldu. Öğretmen yetiştirmek üzere kurulan Dârülmuallim, 1847’de Fâtih semtinde eğitime başladı ve okulun müdürlüğüne Ahmed Cevdet Paşa getirildi. Devletin başlıca gelir kaynağı olan zirâatı geliştirmek ve zirâat bilgileri vermek için 1847de Yeşilköy yakınlarında ilk defa zirâat mektebi ile 1859’da Orman mektebi açıldı. 1849’da rüşdiyeler ile darülfünûn arasında eğitim yapacak olan dârülmaârif yâni lise eğitime başladı. 1850’de Meclis-i maârif-i umûmiyye tarafından Encümen-i dâniş kuruldu. Bu akademi, Türk dili üzerine çalışacak, halkın eğitimi için faydalı eserleri te’lif ve tercüme edecekti. Bu akademi tarafından Ahmed Cevdet Paşa’ya bir Türk târihi yazma vazifesi verildi. 1860 senesinde döşenen telgraf hatlarında çalışmak üzere eleman yetiştirmek için telgraf mektebi kuruldu. 1843 senesinde Londra gazetelerine muhabirlik yapan W. Churchill isimli bir İngiliz tarafından ilk özel gazete Cerîde-i havadis adıyla çıkarılmaya başlandı. Churchill’e, gazete çıkarması için hükûmet tarafından yardım edildi.
Abdülmecîd Han devrinde mâliyede de yenilikler yapıldı. İltizâm usûiü kaldırılarak, vergilerin devlet adına toplanması için eyâlet ve sancaklara geniş yetkili muhassıl ünvânı ile me’murlar gönderildi. Muhassıllar, doğrudan doğruya mâliye nezâretine bağlı idiler. Hazırlık yapılmadan kaldırılan iltizâm usûlü, bâzı karışıklıklara ve devlet gelirlerinin düşmesine sebeb oldu. Bunun üzerine 1840’da ilk olarak kâğıt para basıldı ve tekrar İltizâm usûlüne dönüldü. 1844 senesinde ilk bütçe yapıldı. Tanzîmâtçı nâzırların yaptığı hatâlar yüzünden Osmanlı mâliyesi çok zor durumda kaldı. 1850 senesinde Reşîd Paşa, Avrupa devletlerinden borç alınması cihetine giderek, Londra bankası ile anlaştı ve 260 milyon kuruşluk bir borçlanma mukavelesi imzaladı. Sultan bunu kabul etmeyince, hâriciye nâzırı Alî ve mâliye nâzırı Fuâd paşalar Sultân’ı borçlanma hususunda ikna etmeğe çalıştılar. Sultan bunlara; “Ben bu devleti selefimden nasıl buldum ise halefime öyle vereceğim. Eğer bu borçlanmadan vazgeçilmezse saltanattan feragat ederim” diyerek borçlanmayı önledi. Sonu baştan hesaplanmayan bu teşebbüs, devlete yirmi iki milyon kuruşa mâi oldu. Bu durum devletin mâlî durumunun biraz daha kötüleşmesine yol açtı. 1853’de başlayan Kırım harbi mâlî durumu dahada kötüleştirdi. Bunun üzerine, sultan Abdülmecîd, toplanan vükelâya karşı hitaben; “Yabancı ülkelere borçlanmamak için çok çalıştım. Lâkin durum bizi borç almaya mecbur bıraktı. Borçların ödenmesi, gelirin çoğalması ile mümkündür. Bu da her devlette olduğu gibi kumpanyalar teşkil ederek, demir yolları yapmakla olur. Fakat gelir arttı diye masrafı da arttırmamalıdır” dedikten sonra dış borç alınmasına izin verdi. 1854 senesinde ilk defa borç alındı, bunu 1855’de ikinci, 1858’de üçüncü ve 1860’da dördüncüsü tâkib etti. Bu borçlara karşı devletin önemli gelir kaynakları ipotek edildi.
Sultan Abdülmecîd devrinde bir çok îmâr faaliyetleri de yapılmıştır. 1844’de bugün Galata köprüsü olarak bilinen Mecîdiye köprüsünü, 1848’de Beşiktaş’la Ortaköy arasında Küçük Mecîdiye Câmii ve Ortaköy iskelesi yanında Büyük Mecîdiye Câmii’ni, 1859’da Maçka ile Nişantaşı arasındaki Teşvîkiye Câmii’ni yaptırdı. 1851’de Şirket-i hayriyye denilen boğaziçi vapurları işletilmeye başlandı. 1860’da İzmir-Turgutlu arasında demiryolu yapıldı. 1853’de başlayan Kırım harbi sırasında ilk telgraf hattı, İstanbul-Varna-Kırım hattı olarak döşendi (9 Eylül 1655). Bu hattın bir kısmı denizaltından gidiyordu. Kırım’dan İstanbul’a gönderilen ilk haber Malakof zaferinden sonra, Sivastopol’ün zaptı haberi idi. Osmanlı Devleti’nde telgraf hatları hızla geliştirilerek, 1870 senesine kadar yaklaşık 36.000 kilometrelik bir hat döşendi. Dünyâ devletleri arasında beşinci sıraya ulaştı. Bugünkü Beykoz kasrı (1854) ve Küçüksu kasrı (1856), Dolmabahçe Sarayı (1856), sultan Abdülmecîd’in saltanatı zamanında yaptırılmıştır. Ayrıca İstanbul’un bir çok yerinde çeşmeler yaptırıp, eski eserleri tamir ettirmiştir. Annesi Bezm-i âlem Vâlide Sultan, 1845’de Yenibahçe’de Gurebâ hastahânesi, Dolmabahce’de Vâlide Câmii, Bakırcılar’da Bâyezîd kulesi önünde büyük sultanî lisesini ve bir çok mescid ve çeşme yaptırmıştır.
Abdülmecîd Han’ın on yedisi erkek, yirmi dördü kız olmak üzere kırk bir çocuğu dünyâya gelmiştir. Kardeşi Abdülazîz’den sonra oğullarından beşinci Murâd Han, İkinci Abdülhamîd Han, beşinci Mehmed Reşâd ve altıncı Mehmed Vahdeddîn Han pâdişâh olmuşlardır.

Sultan Abdülmecîd Han Devri Kronolojisi

2 Temmuz 1839
Koca Hüsrev Mehmed Paşanın sadrâzamlığı.
3 Temmuz 1839
Kaptân-ı derya Giridli (hâin) Ahmed Paşa’nın donanmayı Mısır’a kaçırıp Kavalalı’ya teslim etmesi.
3 Kasım 1839
Tanzîmât fermanının îlânı.
8 Haziran 1840
Mehmed Emin Rauf Paşa’nın sadrâzamlığı.
24 Mayıs 1841
Suriye ve Akka’dan çıkarılan Mehmed Ali Paşa’ya Mısır vâliliğinin tekrar verilmesi.
13 Temmuz 1841
Boğazlar mukavelesi.
21 Eylül 1842
İkinci Abdülhamîd Han’ın doğumu.
6 Eylül 1843
Yeni asker alma usûlünün îlânı.
29 Nisan 1846
Pâdişâh’ın Varna seyahati.
28 Eylül 1846
Mustafa Reşîd Paşa’nın ilk sadrâzamlığı
1847...................
Maârifi Umûmiye Nezâreti’nin (Millî Eğitim Bakanlığı’nın) kuruluşu.
28 Nisan 1848
Mustafa Reşîd Paşa’nın azli ve İbrâhim Sârim Paşa’nın sadrâzamlığı.
12 Ağustos 1848
Mustafa Reşîd Paşa’nın ikinci sadrâzamlığı.
1 Mayıs 1849
Memleketeyn mes’elesi hakkında Balta limanı andlaşmasının imzalanması.
18 Temmuz 1851
Encümen-i dâniş’in açılışı.
5 Ağustos 1852
Mehmed Emin Paşa’nın ilk sadrâzamlığı.
28 Şubat 1853
Rusların Kudüs mes’elesini ortaya atmaları (Makâmât-ı mubâreke Mes’elesi).
25 Aralık 1849
Mülteciler mes’elesinin hâlli.
3 Temmuz 1853
Rus ordularının Osmanlı hâkimiyetinde bulunan Bosna-Hersek’e girmesi.
4 Ekim 1853
Rusya’ya karşı savaş îlân edilmesi.
27 Ekim 1853
Osmanlı ordusunun Kalafat’ı alması.
5 Kasım 1853
Osmanlıların Olteniça (Oltenizza) zaferi.
5 Ocak 1854
Osmanlıların Çatana zaferi.
12 Mart 1854
Rusya’ya karşı Osmanlı-İngiliz-Fransız ittifakı.
1 Nisan 1854
Yunan çetecilerine karşı Keçecizâde Fuâd Paşa’nın Narda zaferi.
17 Nisan 1854
Kalafat zaferi.
25 Haziran 1854
Silistre önlerinde perişan olan Rus ordusunun kuşatmayı kaldırıp kaçması.
8 Temmuz 1854
Yerköyü (Giurgiewo) zaferi.
20 Eylül 1854
Osmanlıların Alma zaferi.
5 Kasım 1854
İnkerman zaferi
23 Kasım 1854
Mustafa Reşîd Paşa’nın dördüncü sadârazamlığı.
3 Şubat 1855
Türk-İngiliz askerî andlaşması.
17 Şubat 1855
Ömer Paşa’nın Gözleve zaferi.
24 Mayıs 1855
Kerç boğazına asker çıkarılması.
9 Eylül 1855
Sivastopol şehrinin müttefikler (Osmanlı-İngiliz-Fransız) tarafından işgali. İlk telgraf hattının işlemeye başlaması.
29 Eylül 1855
Kars’ı kuşatıp genel hücuma geçen Rus ordusunun bozulması.
17 Ekim 1855
Kuburun (Kinboura) zaferi.
6 Kasım 1855
Ömer Paşa’nın İngur zaferi.
1 Şubat 1856
Viyana protokolünün imzalanması.
18 Şubat 1856
Islâhat Hatt-ı Hümâyûnu’nun îlânı.
30 Mart 1856
Kırım savaşını sonuçlandıran Paris mukavelesinin imzalanması.
7 Ocak 1858
Mustafa Reşîd Paşa’nın ölümü.
11 Ocak 1858
Âlî Paşa’nın üçüncü sadrâzamlığı.
8 Kasım 1858
Osmanlı Karadağ hudut protokolünün imzası.
24 Nisan 1859
Süveyş Kanalı hafriyatına başlanması.
14 Eylül 1859
Pâdişâh’a suikast teşebbüsü, Kuleli vak’ası.
9 Haziran 1861
Müstakil sancak hâline getirilen Cebel-i Lübnan’ın yeni teşkilâtına dâir Beyoğlu protokolünün imzası.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Seyâhatnâme-i Hümâyûn (Abdülmecîd Han’ın Rumeli Seyahati, İstanbul-1261)
 2) Tezâkir (Ahmed Cevdet Paşa)
 3) Ma’rûzât (Ahmed Cevdet Paşa); sh. 4
 4) Târih-i Lütfi (Ahmed Lütfi, İstanbul-1303)
 5) Vesâik-i Târihiyye ve Siyâsiyye Tetebbuâtı
 6) Mesâil-i Mühimme-i Siyâsiye (Ali Fuâd Türkgeldi, Ankara-1987)
 7) Îzahlı Osmanlı Târihi Kronolojisi; cild, sh. 121
 8) Büyük Türkiye Târihi; cild-7, sh. 23
 9) Osmanlı İmparatorluğu Târihi; cild-12, sh. 12
10) Târih Musâhebeleri (Abdurrahmân Şeref)
11) Târihi Siyâsî Devlet-i Aliyye-i Osmâniyye (Kâmil Paşa, İstanbul-1327); cild-3, sh. 180
12) Nafiz, İstanbul-1328); sh. 215
13) Eshâb-ı Kiram; sh. 305
14) Rehber Ansiklopedisi; cild-1, sh. 37
15) Kâmûs-ül-a’lâm; cild-4, sh. 3109
16) Şark Mes’elesi (Raif Karadağ, İstanbul-1971); sh. 89

ABDÜLKERİM NADİR PAŞA


Son devir Osmanlı serdâr-ı ekremlerinden. 1807’de Rumeli’nin Zağra’ya bağlı Çırpan kasabasında doğdu. Babası kale yamaklarından Ahmed Ağa’dır. Halk arasında memleketine nisbetle Çırpanlı Abdi Paşa diye meşhur olan Abdülkerîm Paşa, genç yaşta İstanbul’a gelip Asâkir-i Mensûre-i Muhammediye ordusuna girdi. Eğitimini tamamladıktan sonra Harbiye Mektebi’nin ilk açılış yıllarında Maçka kışlasında kurulan mekteb taburuna teğmen tâyin edildi.
1835 senesinde askerî alanda yetişmek üzere Viyana’ya gönderildi ve beş sene kaldıktan sonra miralay rütbesi ile İstanbul’a dönerek erkân-ı harbiye reisliğine tâyin edildi. O zamanlar Avrupa’da eğitim ve tahsil görenlere fazla îtibâr edildiğinden, tanzîmâtçıların himayesine mazhar oldu ve kısa zamanda yüksek rütbelere kavuştu. 1846 senesinde feriklik rütbesi ile Dâr-ı şûrâ-yı askerî âzâlığına, bir sene sonra da Mekâtib-i askeriye nezâretine getirildi. 1847 senesinde de devletin mevcûd beş ordusuna ilâve olarak kurulan ve merkezi Bağdâd’da bulunan altıncı orduya müşir rütbesi ile komutan tâyin edildi. Daha sonra Bağdâd, Diyarbekir ve Erzurum vâliliklerinde bulundu.
Abdülkerîm Paşayı himaye edenlerin önde gelenlerinden olan Alî Paşa 1851 senesinde sadrâzam olunca, Diyarbekir vâlisi olan Abdülkerîm Paşa’yı birinci ordu komutanlığına getirdi. 1853’de Osmanlı-Rus savaşı başladığında Anadolu ordusu komutanı idi. Ordusu ile Gümrü’ye kadar ilerledi ise de, geri çekilince azledilerek önce Selanik, sonra da Rumeli vâliliğine getirildi. Vâliliği srrasında bizzat askerin başında eşkıya takibine çıkarak asayişi sağlamak için büyük gayret gösterdi.
1876 senesinde İstanbul’a çağrılan Abdülkerîm Paşa, önce Meclis-i âlî üyeliğine, sonra bahriye nâzırlığına tâyin edildi. Dört ay sonra da Derviş Paşa’nın yerine serasker oldu. Mahmûd Nedîm Paşa hükûmetinin düşmesi ile sadârete gelen Mütercim Rüştî Paşa hükûmetinde yerini Hüseyin Avni Paşa’ya bıraktı. Kendisi ise tekrar serdâr-ı ekremliğe tâyin edildi ve ortaya çıkan Bulgar isyânını bastırmak üzere Rumeli’ye gönderildi. Bulgar isyânını bastırdı. Ancak Rusya’nın müdâhalesi ve Sırbistan’ın da ayaklanması Osmanlı Devleti’ni zor durumda bıraktı. Sırp isyânını bastırmakla vazifelendirildi ve Sırpları mağlûb etti. Ancak bir yabancı devletin müdâhalesinin olabileceğini düşünen İstanbul hükûmeti, buna meydan bırakmayıp serdâr-ı ekrem Abdülkerîm Paşa’ya derhâl Belgrad üzerine yürümesi ve Sırpları barışa zorlaması konusunda emir verdi. Yaptığı muhârebeler neticesinde Sırp kuvvetlerinin büyük kısmının toplandığı ve en çok güvendikleri Alesinatz mevkiini ele geçirince şöhreti bir kat daha arttı.
İkinci Abdülhamîd Han’ın ilk zamanlarında çıkan 1877 Osmanlı-Rus harbinin başında, Rumeli’de serdâr-ı ekrem olarak Abdülkerîm Nâdir Paşa bulunuyordu. Düşmanın Tuna’yı kolaylıkla geçip Türklerin buna engel olamayışı bütün dünyâyı şaşırttı. Nâdir Paşa’nın bu başarısızlığı, îzâhı kabil olmayan ve askerlik bakımından savunulmayacak bir husustu. Bu sebebten Abdülhamîd Han, serdâr-ı ekremi; dîvân-ı harbe sevk etti. Bunun, üzerine önce Midilli ve daha sonra da Rodos’da mecburî ikâmete tâbi tutuldu. 1883 senesinde Rodos’ta vefât etti.
Savaşı, Abdülhamîd Han’ın Yıldız’dan idare ettiği için kaybettiğini ileri süren eski bir iddiâ, Türk Târih Kurumu tarafından yayınlanan vesikalarla tamamen çürütülmüştür. Saraydaki seraskerlik kurmayları, bâzı müşirlerin zararlı davranışlarını kısmen olsun önliyebilmek için bâzan müdâhale etmişler ve pâdişâh nâmına emir vermişlerdir.
Abdülkerîm Paşa, namuslu ve tam mânâsı ile askerdi. Devrinde askerliğe âit bilgisi ile tanınmıştı. Fakat bu şöhreti nisbetinde başarı gösteremedi. Davranışları ağır ve pek keskin olmayan zekâya sahipti. Meclislerde hiç konuşmadan saatlerce otururdu. Okuldan ve alaydan yetişme subayların aralarındaki farkı; “öncekilerin gözü var ayağı yok, ikincilerin ayağı var gözü yok” şeklinde anlatması meşhurdur. Abdülkerîm Paşa, Alî ve Fuâd paşaların takdirlerini kazanmış, Hüseyin Avni Paşa’ya da bağlanmıştı. Mizaçları, düşünceleri, devlete bağlılıkları tamamen farklı olan iki paşanın anlaşmaları, o günün şartlarının karışıklığı bakımından oldukça dikkat çeker.

RUS KONSOLOSUNA CEVAP

Abdülkerîm Nâdir Paşa, vatanperverdi. Şu hâdise onun bu husustahi titizliğini göstermek bakımından önemlidir. Rumeli’de ordu komutanı iken, Sofya’da bütün konsolosları yemeğe davet etmişti, Rus konsolosu o günlerde, Bulgarları Osmanlı Devleti aleyhine kışkırtıyordu. Konsolos, bu suçuna rağmen şımarık ve azgın bir hâlde yemek sofrasına gelince, Paşa; “Biz Türklerde iki söz vardır: Misafire ikrâm edilir. Buyur otur. İkinci söz de misafir umduğunu değil bulduğunu yer derler. Bir daha fesâd çıkarma. Vallahi sana yemek yerine elimle bir dayak atarım ki, buradan ölün çıkar” dedi. Sonra hizmet edenlere dönerek; “Bugün ikrâm edin. Belki aklı başına gelir” diye emretti. Bu hâdiseden bir süre sonra Rumeli’deki karışıklıkları görüşmek için sadrâzam Mahmûd Nedim Paşa’nın başkanlığında Meclis-i hass-ı vükelâ toplandı. Rus tarafdârlığından dolayı halkın Nedimof dediği sadrâzam, Rus sefiri İgnatiyefin telkinleri ile, Rumeli’de huzurun ancak Bulgarlara kilise ve mektep serbestliği tanımak suretiyle olacağını savunuyordu. Ortodoks kilisesinin ne zamandan beri komitacılarla dolu olduğunu bilen Abdülkerîm Nâdir Paşa, dayanamıyarak; “A be Paşa, bunları bilerek mi söylersiniz? Biz Sofya’da Rus sefirini dövmeye kalkmıştık. Dayağı asıl hak edenler, dayağın sevabına fetva verecek yerlerde otururlar da haberimiz yok. Vah zavallı memleketim vah...” diyerek toplantıyı derhâl terk etti ve Meclis-i hass-ı vükelâ âzâlığından istifa etti.
Böylesine vatanperver olan Abdülkerîm Paşa, Doksanüç harbinde eğer Rusların ağır hareketlerinden faydalanarak Türk birliklerini Tuna kıyılarına toplayıp, Rusların Tuna’yı geçmelerini önlemiş olsaydı, devletin ve harbin kaderi üzerinde muhakkak etkisi olurdu.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Kâmûs-ül-a’lâm; cild-4, sh. 3090
 2) Târih Musâhebeleri (Abdurrahmân Şeref, İstanbul-1340); sh. 240
 3) Abdülhamîd’in Hâtıra Defteri (Neşr. İsmet Bozdağ, İstanbul-1982); sh. 93
 4) Mir’ât-ı hakikat (Mahmûd Celâleddîn Paşa, Neşr. İsmet Miroğlu, İstanbul-1983); sh. 295
 5) Mir’ât-ı Mekteb-i Harbiye (M. Es’ad, İstanbul-1310); sh. 11
 6) Sicilli Osmânî; cild-3, sh. 358
 7) Târih-i Lütfi; cild-8, sh. 80