13 Kasım 2020 Cuma

CELALZADELER


Osmanlı âlimlerinden ve devlet adamlarından iki meşhur zât. Sultan birinci Selîm ve Kânûnî Sultan Süleymân Han’ın çağdaşı meşhur âlimlerden Tosyalı Kâdı Celâl’in oğullarıdır. Bunlar Mustafa Çelebi ile Salih Çelebi’lerdir. Babalarına izafeten Celâlzâdeler diye tanınmışlardır.

Celâlzâde Mustafa Çelebi

1491 (H. 896)’da Tosya’da doğdu. 1567 (H. 975)’de vefât etti. Medrese tahsiline Tosya’da başladı. Bir müddet tahsîl gördükten sonra İstanbul’a gidip Sahn-ı semân medresesi dânişmendliğine kadar yükseldi. Hat san’atında dîvânî yazıyı çok güzel yazması ve mahareti sebebiyle sadrâzam Pîrî Mehmed Paşa ve Nişancı Seydi Bey’in himâyesi neticesinde medreseden ayrılarak devlet idaresinde vazîfe aldı. Yavuz Sultan Selim Han’ın iltifatına mazhâr oldu. Genç yaşta devlet hizmetine girip, 1516’da dîvân-ı hümâyûn kâtibliğine tâyin edildi. Çalışkanlığı, vazifesine bağlılığı, bilhassa sır saklaması sebebiyle pâdişâhın da îtimâdını kazandı. Dîvâna âid işlerde ve muamelelerde gayet iyi yetişti. Yavuz Sultan Selîm Han devlet erkânından gizli bâzı yerlere göndereceği emirleri Mustafa Çelebi’ye yazdırırdı. Pâdişâh şöyle yaz diye emrettiği zaman; Mustafa Çelebi itaat ve edeb göstermekle beraber, dîvân yazışmaları usûlüne ve derece teşrifatına uygun düşmeyen mütâlaaları yazmakta tereddüd ederek, samîmi îzâhlarıyla Pâdişâh’ı ikna ederdi. Dîvân muamelâtında yetişmesinde hâmisi nişancı Seydi Bey’in emeği çoktur.
Celâlzâde Mustafa Çelebi, daha sonra öteden beri kendisini seven ve himaye eden sadrâzam Pîrî Mehmed Paşa’nın tezkirecisi (özel kalem müdürü) oldu ve sadrâzamlığı müddetince bu vazîfede kaldı. Mühim işlerin doğru olup olmadığını yerli yerince araştırırdı. Pîrî Mehmed Paşa emekli olunca; 1523’de Enderûn’dan has-odabaşı İbrâhim Bey, Rumeli beylerbeyiliği vazifesini de üzerine alarak sadrâzamlığa getirildi. Celâlzâde Mustafa Çelebi bu sadrâzamın da tezkerecisi oldu ve başarılı hizmetlerde bulundu.
Yavuz Sultan Selîm Han’ın Mısır’ı fethinden bir müddet sonra, Mısır’da Çerkes beyleri, halkı isyâna teşvik etmişti. Çerkes-Kölemen sultasının yeniden kurulmak istendiği ve halka adaletsizlik yapıldığı, halkın şikâyetçi olduğu bildiriliyordu. Pâdişâh durumun mahallinde incelenmesi için sadrâzam İbrâhim Paşa’yı 1524’de Mısır’a gönderdi. Celâlzâde Mustafa Çelebi de tezkereci sıfatıyla sadrâzamla birlikte, Mısır’a gitti. Kalabalık bir hey’etle ve beş yüz kadar yeniçeri ile Kâhire’ye ulaşan sadrâzam, orada durumu İnceledi. Memlûk sultanlarından Kayıtbay ve Kansu Gavri ile Mısır’ın ilk Osmanlı beylerbeyi Hayır Bey’in tatbik ettikleri kânunları inceledi. Sonra hazîneyi ve halkın menfâatlerini koruyacak âdil bir kânun tertib ettirdi. Bu yeni kânunun hazırlanmasında Celâlzâde Mustafa Çelebi’nin büyük hizmeti oldu. On bir ay sonra Osmanlı sadrâzamı ve hey’eti İstanbul’a döndü. Celâlzâde Mustafa Çelebi; Mısır’daki hizmet ve gösterdiği liyâkati sebebiyle, reîs-ül-küttâblık vazîfesine terfî ettirildi. On sene bu vazifede hizmet etti. Ayrıca yapılan seferlere katıldı.
Kânûnî Sultan Süleymân Han’ın Irakeyn seferinde Tebriz’den Bağdâd’a dönüldüğünde, 1554’de Nişancı Seydi Bey vefât etti. Bu zâtın yerine Celâlzâde Mustafa Çelebi nişancılığa tâyin edildi. Osmanlı devlet idaresinde nişancı, dîvân-ı hümâyûn toplantılarında önemli bir yer tutardı. Husûsî müzâkereler de Osmanlı Devleti’nin eski ve yeni kânunlarını nişancı gayet iyi bilirdi. Ayrıca şer’î ve örfî (hukukî) kânunların arasını te’lif etmek kudret ve selâhiyetine hâiz olması sebebiyle, bu hususlar hakkında fikir ve mütâlâalarından istifâde edilen, devlet kânunlarına âid hükümleri yazan, vezirler ile devlet büyüklerine (adamlarına) verilen menşur ve berâtları bizzat tahrîr (yazarak) veya müsveddelerini tedkîk ederek pâdişâhın ismini hâvi tuğrayı çekmek yetkisine hâiz idi.
Celâlzâde de nişancılıkta aranan devlet adamlığı vasıflarını üzerinde taşıyan bir devlet adamı idi. Bu vazifede 23 sene kaldı. Hizmetleri sayesinde devlet kânunlarında müracaat edilen önemli bir mercî oldu. Kendisini yetiştiren Seydi Bey’den daha fazla şöhret buldu. Devlet idaresine dâir bütün kânunlar elinden geçti ve onun tedbirleriyle hâllolundu. Kanunnâmedeki tâbir üzerine bihakkın Müftî-i kânun olup, Koca Nişancı diye meşhur oldu. En karışık mes’elelerin halli için onun mütâlâası alınırdı. Meşhur Tâcizâde Cafer Çelebi’den sonra Celâlzâde gibi bir nişancı gelmemiş ve yaptığı kânunlar, tahrîrât (yazışmalar), ahkâm ve menşûrlardaki yazış tarzı, kendisinden sonra yarım asırdan ziyâde nümûne olmuştur. Celâlzâde’nin yüksek vukuf ve mesâisine mükâfat olarak, nişancılık hasları, o târihe kadar hiç bir nişancıya verilmeyen 300.000 akçeye çıkarılmıştır.
Celâlzâde Mustafa Çelebi, 1557 senesine kadar nişancılık makamında kaldı. Yaşı yetmişe ulaşmıştı. O târihte vezîriâzam Dâmâd Rüstem Paşa’nın tavsiye ve ısrarı üzerine görevinden istifa etti ve Müteferrika başılık rütbesi verildi. Yerine değerli bir zât olan Eğri Abdizâde Mudurnulu Mehmed Bey tâyin edildi. Kânûnî Sultan Süleymân Han, Celâlzâde’nin kıymet, ehliyetini ve uzun yıllar devam eden hizmetini takdir ettiğinden, vezîriâzam Rüstem Paşa’ya rağmen, o târihe kadar emsali görülmemiş bir mükâfatla taltif etti. Nişancılığında aldığı haslar ile emekli yaptı.
Celâlzâde Mustafa Çelebi, Kânûnî Sultan Süleymân Han’ın son seferinde müteferrika olması dolayısıyle, maiyyetinde de bulundu. Zigetvar muhasarası esnasında Nişancı Eğri Abdizâde Mehmed Bey vefât ettiğinden, 1566’da Celâlzâde ikinci defa nişancı tâyin edildi. Fakat, ihtiyarlığını ileri sürerek kabul etmek istemedi. Ancak emir üzerine kabule mecbur oldu. Bu sırada sultan Süleymân Han vefât etmişti. Fakat vefât haberi pek gizli tutulduğundan hâriçten duyulmamıştı. Celâlzâde, Pâdişâh’ın vefâtından haberdâr olmadığı için, nişancılık hil’atı giymek için otağ-ı hümâyûna girdiği vakit, hayatta zannettiği kadirşinas Pâdişâh’ının öldüğünü anlayınca, kendisini tutamayarak ağlamaya başlamıştı. Fakat vezîriâzam Sokullu Mehmed Paşa’nın ikâzı üzerine kendisini toplamış ve me’mûriyet hil’atini giydikten sonra, otağ-ı hümâyûndan dışarı çıkmıştı. Onun bu hil’atini görenler, Pâdişâh’ın sıhhatte olduğu zannı ile şüphelerini giderdiler.
Mustafa Çelebi, ordu ile beraber İstanbul’a döndü. Sultan İkinci Selîm Han zamanında on üç ay kadar nişancılıkta bulundu ve 1567’de 75 ilâ 80 yaşları arasında vefât etti. Eyyûb Sultan Nişancası’nda yaptırdığı câminin bahçesine ve kendisinden evvel vefât eden kardeşi Salih Çelebi’nin yakınına defnedildi.
Celâlzâde Mustafa Çelebi’nin; devletin kânun ve nizamlarına vukufu, yeni kânunlar tanzim ve tedvîni, bir de ilmî faaliyeti ve ilmî şahsiyeti yönünden iki cephesi vardır. Mustafa Çelebi, Türkçe inşâdaki (yazmadaki) kudret ve mehâretinden başka, Arabça ve Farsça’da da kalem sahibi, âlim ve şâir bir zât idi. Kaleme almış olduğu berât veya menşûrlardaki inşâ (yazma) san’atı kudreti, zamanına göre pek kuvvetlidir ve münşeatı senelerce nümûne olarak kallanılmıştır. Bilhassa Safevî hükümdarı Şah Tahmasb’a yazılan nâme-i hümâyûn ve pâdişâhın emriyle bilhassa vezîriâzam İbrâhim Paşa için kaleme aldığı seraskerlik menşuru, kuvvetli kalem sahibi olduğunun en parlak nümûnelerindendir.
Celâlzâde Mustafa Çelebi, uzun süren devlet hizmetleri esnasında eser yazmaya fırsat bulamadı. On sene süren emeklilik hayâtı boyunca da kitap te’lifi ve tercümeler yaptı. Eyyûb Sultan Nişancı mahallesindeki konağında; âlimler, şâirler ve edipler ile ilmî ve edebî sohbetler yaptı. Eserleri şunlardır: 1- Tabakât-ül-memâlik ve derecât-ül-mesâlik: Hicrî 962 senesine kadar olan olayları anlatan bir târih kitabı olup, sonra gelen tarihçilerin hemen hepsine kaynak olmuştur. Kânûnî devrindeki ordu, devlet teşkilâtı, vilâyet ve sancaklardan, İstanbul’daki muhtelif te’sislerden, ilmî ve içtimaî müesseselerden de bahseder. Dili süslü bir nesirdir. 2- Mohaç-nâme, 3- Rodos fetihnamesi, 4- Fetihnâme-i Karaboğdan (Gazâvât-ı Sultân Süleymân), 5- Selîmnâme, 6- Mevâhib-il-hallâk fî merâtib-il-ahlâk, 7- Delâil-i Nübüvvet-i Ahmedî, 8-Hediyyet-ül-mü’minîn, 9- Cevâhir-ül-ahbâr fî hasâilil-ahyâr, 10-Kanunnâme, 11- Târih-i kâle-i İstanbul ve ma’bed-i Ayasofya. Ayrıca Münşeat ve Dîvânçe’si de vardır. Şiirlerinde Nişânî mahlasını kullanmıştır. Çok cömert ve üstün ahlâk sahibi idi. Eyyûb Nişancasında bir câmi ve o civarda bir halvetiyye tekkesi ve hamam yaptırmıştır.

Celâlzâde Salih Çelebi

Osmanlı âlimi ve devlet adamı olarak Celâlzâde adıyla meşhur bir zât da; Celâlzâde Mustafa Çelebi’nin kardeşi Celâlzâde Salih Çelebi’dir. İsmi, Molla Salih bin Kâdı Celâl-er-Rûmî’dir. Babasının kâdılığı sırasında 1493 (H. 899)’de Volşitrin’de doğdu. 1565 (H. 973) yılında vefât etti. Eyyûb Sultan’da kardeşinin yaptırdığı câminin bahçesinde ve kardeşinin yanında medfûndur.
Celâlzâde Salih Çelebi, medrese tahsilini tamamladıktan sonra İstanbul’da büyük Osmanlı âlimi İbn-i Kemâl Paşazâde’den ders aldı. Meşhur hattat Şeyh Hamdullah’dan hat san’atını öğrendi. Yazısı çok güzel idi. Hocası İbn-i Kemâl Paşazâde’nin bâzı eserlerini müsveddeden temize çekti. 1520 senesinde Kânûnî Sultan Süleymân Han tahta çıktığı sıralarda Hâce-i Sultanî yani Pâdişâh’ın hocası Hayreddîn Efendi’ye mülâzım (asistan) olup, Edirne’de Serâciye Medresesi’ne tâyin edildi. Bu vazifesi sırasında, Kânûnî Sultan Süleymân Han’ın Belgrad, Rodos ve Budin seferlerini yazarak sultâna takdîm etti.
1524 senesinde İstanbul’daki Murâd Paşa Medresesi’ne müderris olarak tâyin edildi. Uzun süre bu medresede müderrislik yaptıktan sonra, Dîvânyolu’ndaki Haldun Ali Paşa Medresesi, 1536’da ise Sahn-ı semân müderrisliğine tâyin edildi. Burada sultan Süleymân Han’ın emriyle, Fîrûz Şâh hikâyesini kısa zamanda, 8 cild hâlinde, Farsça’dan Türkçeye çevirdi. Değişik medreselerde hizmet ettikten sonra, 1544’de Haleb kâdılığına tâyin edildi.
Elli beş günlük bir hizmetten sonra, Mısır beylerbeyi Haldun Dâvûd Paşa’nın durumunu ve Mısır Evkafını tahkîk ve teftiş için Mısır’a gönderildi. Vazifesini bitirince tekrar Haleb kâdısı olması İstenmiş ise de, kabul etmemiştir. Neticede İstanbul-Sultan Bâyezîd Medresesi müderrisliğine getirilmiştir. Ancak vazîfeye başlamadan, Şam kâdılığına tâyin edildi. Bir sene sonra da Mısır kâdısı oldu. 1550 senesinde emekliye ayrıldı.
Salih Çelebi emekliye ayrıldıktan sonra, Eyyûb Sultan’da biraderi Mustafa Çelebi’nin konağının yanında aldığı evinde yaşamaya başladı. Ziyaretine gelenlerle ve talebeleriyle sohbet ederek ilmî mütâlâalarda bulunup tatlı bir ömür sürdü ve eser te’lifi ile uğraştı. Kânûnî Sultan Süleymân Han’ın şehzâdesi Bâyezîd’in emriyle, Cemâleddîn Mehmed Avfî’nin, Büyük Selçuklu Devleti’nin vezîri Nizâm-ül-mülk adına Farsça yazdığı Cevâmi’ul-hikâyât ve levâmî-ür-rivâyât adındaki, târih ve ahlâkla ilgili eserini Türkçe’ye çevirdi. Bu eseri çok beğenen şehzâde Bâyezîd’in; “Muradı ve meramı ne ise arzetsin!” diye haber göndermesi üzerine, Celâlzâde Salih Çelebi, talebeleriyle bir arada bulunmak ve eser telifine devam etmek arzusu ile Eyyûb Sultan Medresesi müderrisliğine tâyin edilmesini istedi. Dileği kabul edilerek, tekrar müderrisliğe tâyin edildi. Bu görevde üç sene kaldı. Gözlerine perde indiğinden, 1561 senesi Safer ayında afvını istirham ederek emekliye ayrıldı.
Salih Çelebi, yüksek din ilimlerine vâkıf bir zât olup, bilhassa fıkıh ilminde mütehassıs idi. Nesir ve nazım vadisinde kudretli bir kaleme sahipti. Ahlâkı, fazîleti, dürüstlüğü ve hakşinaslığı ile tanınıp, zamanının âlimleri arasında mevki sahibi oldu. Te’lif ve tercüme olmak üzere kıymetli eserler yazdı.
Salih Çelebi, Mısır kâdılığı esnasında, annesi tarafından verilen bir câriye ile evlenerek, bundan İshak adında bir oğlu oldu. Bu çocuğun on yaşlarında vefât etmesi, Celâlzâdeyi çok müteessir etmiş ve bu üzüntüsü sebebiyle, manzum bir Leylâ ve Mecnûn hikâyesi yazmıştır.
Salih Çelebi; yumuşak huylu, temiz kalbli, vefâkâr ve biraderi Mustafa Çelebi gibi çok cömert idi. Gerek kâdılığı, gerekse emekliliği zamanlarında fakirlere, akrabasına ve civarındaki muhtaçlara yedirir, içirir, elbise ve para vermek suretiyle yardım ederdi. Sanki fakirler babası gibiydi. Her gece sofrasında dostları ve talebelerinden misafirler bulunurdu.
Tezkire sahibi Âşık Çelebi, Salih Çelebi’nin mu’îdi (asistanı) Çorlulu Hatmî Çelebi vâsıtasiyle Celâlzâde ile görüşmüş ve yüksek fazîleti hakkında medh ve senada bulunmuştur. Salih Çelebi, Salih ve Salâhî mahlasıyla şiirler yazmıştır. Bir Dîvânı vardır. Nesri şiirinden üstündür. Nesirlerinde açık ve sâde bir dil kullanmıştır.
Eserleri: 1- Belgrad Fetihnamesi, 2- Rodos Fetihnamesi, 3- Târih-i Budin, 4- Târih-i Sultan Süleymân, 5- Fîrûz Şâh menâkıbı tercümesi, 6- Târih-i Mısır, 7- Kitâb-ül-muhtasar fî ahvâl-il-beşer,8- Cevâmi-ul-hikâyât ve levâmi-ur-rivâyât, 9- Leylâ ve Mecnûn Manzumesi, 10- Dürer-i nesâyih, 11- Miftâh şerhi haşiyesi, 12-Mevâkıb şerhi haşiyesi, 13- Vikâye şerhi haşiyesi, 14- Islâh-ul-îzâh haşiyesi, 15- Tagyîr-üt-tenkîh adlı esere tâ’likâtı, 16- Münşeat, 17-Dîvân.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; cild-13, sh. 350, 363
 2) Osmanlı Müellifleri; cild-3, sh. 37, 279
 3) Şakâyık-ı nu’mâniyye Zeyli (Atâî); sh. 48, 113
 4) Tezkire-i Latîfî; sh. 218, 336
 5) Târih-i Peçevî; cild-1, sh. 743
 6) Tuhfe-i Hattâtîn; sh. 229
 7) Tezkiret-üş-Şuarâ (Hasan Çelebi); cild-1, sh. 548

CELALİLER


Anadoluda; siyâsî, askerî, idarî iktisadî, sosyal ve İran desteğindeki şiî propagandacılar tarafından çıkarılan isyânlar.
Osmanlı Devleti’nin kuruluş ve yükselişinde tarîkâtler, şeyhler, velîler ve dervişler birinci derecede rol oynamıştır. Osman Gâzi ve haleflerinin etrafı din adamları, Türkmenler ve evliyâ ile dolmuş, daha ilk günlerde Osmanlı akınları gazâ mâhiyetini almış ve bir gâzîler devleti kurulmuştu. Böylece Türkistan’da başlayan, Selçuklular, Danişmendliler devrinde gelişen ve genişleyen gâzîlik an’aneleri, daha büyük bir hayatiyetle canlanmıştı. Osmanlılar ve gazâ yapan Türkmenler artık her tarafta âlimlere medrese, şeyhlere zaviye ve imâret inşâ ediyor, ilim ve tasavvuf tam bir kaynaşma hâline gelmiş bulunuyordu. Bu sebebledir ki, Selçuklu sultanları için gâzilik ünvânı nadiren kullanıldığı hâlde, ilk devir Osmanlı sultan ve beyleri hep gâzi sıfatı ile anılıyordu.
1447’de merkezi Erdebil’de bulunan Şeyh Safiyyüddîn tarikatinin başına geçen Cüneyd, dedelerinin ve Safiyyüddîn’nin doğru yolundan ayrılarak şiîlik propagandasına başlamış, kısa zamanda etrafına pek çok kimse toplamıştı. Karakoyunlu hükümdarı Cihân Şah, bundan huzursuz olduğu için Erdebil’den uzaklaştırmak zorunda kalmıştı. Nihayet Anadolu’ya gelen Şeyh Cüneyd, dedelerinin nüfuzundan istifâde ile Türkmen boyları arasına sığındı. Buralarda yetiştirdiği sapık mürîdlerini İran ve Anadolu’daki Safevîyye ve hurûfî îtikâdlı Bektaşî hangâh ve zaviyelerine göndermeye başladı ve tarîkat fertleri arasına râfizîlik fikirlerini sokmakta başarılı oldu.
1502’de tarikatın başında bulunan Şâh İsmail, çoğu Anadolu’dan gelmiş yedi bin kişilik kuvvetiyle Nahcıvan savaşında dayısının oğlu Akkoyunlu Elvend Mirza’yı yenerek Azerbaycan’ı aldı ve Safevî Devleti’ni kurmaya muvaffak oldu. 1503’de Irak ve Fars bölgelerini idare eden Akkoyunlu Murad Bey’i, 1507’de Dulkadiroğlu Alâüddevle Bozkurt Bey’i ve 1510’da da Özbek Han’ını yenmeye muvaffak olan Şâh İsmail, bundan sonra Trabzon-Rum İmparatoru’nun anne tarafından akrabalığını ileri sürerek, bu topraklar üzerinde hak iddia etmeye başladı. Ayrıca Anadolu’ya gönderdiği halîfeleri sayesinde, Osmanlı ülkesinde karışıklıklar çıkarmaktan geri kalmadı.
Nitekim Osmanlı târihlerinde, Şeytan Kulu denilen Şah Kulu Baba Tekeli adında bir şiî, etrafına topladığı adamlarla Antalya ve Kütahya çevresinde büyük bir isyân başlattı. Üzerine gönderilen kuvvetleri bozguna uğrattı. Sivas civarındaki Kızılkaya geçidinde sadrâzam Ali Paşa ile giriştiği çarpışmada öldürüldü. Fakat bu savaşta Ali Paşa da şehîd düştü. 1512’de ise, Anadolu’da yeni bir şiî hareketi başgösterdi. Osmanlı ülkesinde şehzâdeler arasındaki saltanat mücâdelesinden yeterince faydalanmaya bakan Şâh İsmail, Nûr Ali Halîfe’yi Anadolu’ya gönderdi. Nûr Ali, Koyunhisar’a geldiği vakit etrafına civardaki kızılbaşlardan yirmi bin kişi topladı. Faik Paşa kumandasında üzerlerine gönderilen kuvvetleri yenen bu kızılbaşlar, Tokat’ı zaptederek Şâh İsmâil adına hutbe okuttular. Osmanlılar için gittikçe korkunç bir hâl alan ve tamâmiyle Safevîlere dayanan Anadolu kızılbaşlarının ortaya çıkardıkları bu buhran, ancak Yavuz Sultan Selîm Han zamanında hâlledilebildi.
Yavuz Sultan Selîm Han, 1514’de İran şahı İsmâil Safevîyi Çaldıran’da mağlûb ederek bozuk inanışlarının yayılmasını önledi. Bu bozgundan sonra Anadolu’nun çeşitli mıntıkalarına dağılan hurûfîler, 1519’da mehdîlik iddiasıyla ortaya çıkan Bozoklu Şeyh Celâl adında bir sapığın etrafında toplanarak, Turhal’da yeni bir isyân çıkardılar. Ankara üzerine doğru yürüdükleri sırada, Maraş vâlisi Şahsuvaroğlu Ali Bey’in âni bir baskınıyla bozguna uğradılar. Bozoklu Şeyh Celâl, bozgun sonrasında kaçmak istedi ise de yakalanıp öldürüldükten sonra kesikbaşı İstanbul’a gönderildi. Yavuz Sultan Selîm Han’a büyük endişe veren bu hareketi bastıran Şahsuvaroğlu Ali Bey, başarısından dolayı mükâfatlandırıldı. Osmanlı tarihçileri, bu hâdiseden sonra, Anadolu’daki ayaklanmalara Bozoklu Celâl adlı sapığın adına izafeten, Celâlîlik; ayaklananlara da Celâli demişlerdir.
Celâli hareketleri, bu târihten sonra Kânûnî Sultan Süleymân Han’ın son senelerine kadar bâzı münferit vak’alardan ibaret kaldı. Ancak on yedinci yüzyıldan itibaren bilhassa devletin savaş hâlinde bulunduğu dönemlerde, bu isyânlar dışarıdan -İran’dan- yapılan teşviklerle artarak devam etti. Nitekim on altıncı yüzyılın sonlarında başlayan Osmanlı-İran ve Avusturya savaşlarının uzun sürmesi, Anadolu’daki eşkıya zümresinin kuvvetlenmesine fırsat verdi. Bunlar arasında en tehlikelisi bilhassa huzursuzluğu gerçek bir ihtilâl hâlinde teşkilâtlandıran Karayazıcı Abdülhalîm idi. Karayazıcı’nın çevresinde, şekavetleri, sebebiyle dirlikleri kesilen tımar ve zeamet sahibi Sipâhî subaylarıyla hükümete küskün, muhteris devlet adamı da bulunuyordu. Bu durum on altıncı yüzyılın sonlarından îtibâren isyânların dînî olduğu kadar, siyâsî, askerî, idarî ve ekonomik olarak arttığını da göstermektedir.
Haçova meydan savaşının sonunda vezîriâzam Cağalazâde Sinân Paşa’nın, muhârebeden kaçan kapıkulu halkıyla tımarlı sipahilerin dirliklerini kesmesi, ele geçenleri öldürüp mallarını müsadere etmeye başlaması üzerine, kurtulanlar Karayazıcı’nın emri altına girdiler. Karayazıcı, emri altında bulunanları, tıpkı Osmanlı pâdişâhlarının kapıkulu teşkilâtına benzer bir surette tertib ettirdikten sonra, Sivas’tan Urfa’ya kadar uzanan sahada, halka zulmetmeye başladı. Bu arada Urfa’yı zabt ile hükümdarlığını îlân edip; (Hâlim Şâh Muzaffer Bâda) ibaresini ihtiva eden tuğralı fermanları, etrafa gönderdi. Üzerine gönderilen Sinânpaşaoğlu Mehmed Paşa ile Hacı İbrâhim Paşa kuvvetlerini bozdu. Bu başarılarından sonra Karayazıcı’nın etrafında otuz bin kişi toplandı.
Vaziyetin gittikçe tehlikeli bir hâl aldığını gören İstanbul hükümeti, Bağdâd vâlisi Vezir Sokulluzâde Hasan Paşa’yı Anadolu serdârlığına tâyin etti. Sokulluzâde ile Elbistan taraflarında sabahtan ikindi ezanına kadar yaptığı muhârebede mağlûb olan Karayazıcı, Samsun taraflarına çekildi. Sokulluzâde, Karayazıcı’yı tâkib etmekle beraber, kışın gelmesinden dolayı askerlerine izin verdi; kendisi de Tokat’a kışlağa çekildi. Celâlîlerin başı olan ve başında Anadolu’nun her tarafından binlerce sekban, sipâhî zorbası ve beylerin kapularını terkeden âsî kapıağalarını toplayan bu meşhur isyâncı şef, o kış Canik dağlarında öldü.
Sokulluzâde Hasan Paşa, Karayazıcı’nın ölümü sebebiyle Celâlî gailesi bitti diyerek işi gevşetince, yerine geçen kardeşi Deli Hasan, biraderinin maiyyetindeki sergerdelerden kethüda Şahverdi, Yularkaptı, Tavil Ahmed gibi şahıslarla Sokulluzâde Hasan Paşa’yı Tokat’ta muhasara etti. Kuşatma sırasında Hasan Paşa 20 Nisan 1620 sabahı kale burçlarında dolaşırken Celâlîlerden birinin attığı kurşunla vuruldu. Bunun üzerine dîvân, Diyarbakır beylerbeyi Hüsrev Paşa’yı, vezâret rütbesiyle Celâlîler üzerine serdâr olarak gönderdi. Ayrıca üçüncü vezir Hâfız Ahmed Paşa’yı da mühim bir kuvvetle Tokat üzerine yolladı. Fakat Hâfız Ahmed Paşa da, Deli Hasan kuvvetleri ile başa çıkamayarak Tokat kalesine kapandı.
Kazandığı başarıları Deli Hasan’ın cesaretini daha da artırdı, saflarına katılanlar fazlalaştı. Sonunda Ankara üzerinden Anadolu beylerbeyliğinin merkezi Kütahya üzerine yürüyerek şehri yaktı ve Afyon Karahisar taraflarına çekildi.
Avusturya muhârebelerinin devamı sebebiyle Osmanlı hükümeti Anadolu’daki isyânlara bakamadığı gibi, âsîler üzerine de yeterli kuvvet gönderemedi. Böylece şımaran âsîlerin zulümlerini daha da artırmaları; bir kısım halkın işlerini, çift ve çubuğunu bırakarak şehirlerdeki mühim kalelere göç etmesine ve uzun zaman oralarda kalmasına yol açtı. Asîlerin elinden kaçarak İstanbul’a gelen bir kısım Anadolu şehir ve köylüsü de, dîvânda perişan vaziyetlerini dile getirdi. Bu durumda hükümet, Anadolu vaziyetine bakamıyacağını düşünerek Deli Hasan işini sulh yoluyla halletmeyi uygun buldu. Nitekim Yemişçi Hasan Paşa’nın sadâreti zamanında, Deli Hasan’a Bosna beylerbeyliği ve maiyyetindeki elebaşılara sancak beyliği ve kapıkulu süvariliği verilerek soygun ve zulümleri önlendi. Deli Hasan, 12 Nisan 1603’de Gelibolu üzerinden Rumeli’ye geçerek, Macaristan serdârı Lala Mehmed Paşa’nın maiyyetine katıldı.
Deli Hasan Paşa’nın devlet hizmetini kabul ederek Rumeli tarafına geçirilmesiyle Anadolu’daki Celâlî hareketleri sona ermedi. Zîrâ Deli Hasan’ın devlet hizmetine girmesine muhalif olan Tavil Ahmed ve Saçlı gibi celâlîler, faaliyet hâlinde idiler. Âsîlerin üzerine, Anadolu’nun muhafazası için me’mur edilen Nâsûh Paşa ile Anadolu beylerbeyi Gezdehân Ali Paşa gönderildi. Fakat her iki Paşa da, Tavil Ahmed tarafından Bolvadin köprüsünde mağlûb edildi.
Hâdiselerin seyrine son derece üzülen sultan birinci Ahmed Han, devlet erkânının karşı çıkmasına rağmen, celâlîler üzerine bizzat çıkmaya karar verdiği sırada, annesi öldü. Devlet ileri gelenlerinin bu ölüm münâsebetiyle pâdişâhın fikrinden vazgeçeceği düşünceleri doğru çıkmadı. Sultan Ahmed Han, şiddetli geçen kışa rağmen, annesinin ölümünün yedinci günü Bursa’ya hareket etti (Aralık 1605). Pâdişâh, Bursa’ya geldiğinde, Üveys Paşa oğlu Mehmed Paşa’nın göndermiş olduğu mektup geldi. Paşa mektubunda yirmi bin kadar asker topladığını, kendisine serdârlık tevcih edildiği takdirde celâlîleri temizliyeceğini bildiriyordu. Bunun üzerine toplanan dîvân tarafından Üveys Paşa oğlu Mehmed Paşa’ya vezâret payesi tevcih edilerek, seraskerlik verildi. Pâdişâh da Bursa’da on gün kaldıktan sonra payitahta döndü. Fakat Mehmed Paşa da celâlîler karşısında başarılı olamadı.
Bu sırada; Ankara, Kırşehir, Kayseri, Niğde, Aksaray, Konya, Hamit ve Kütahya sancaklarında celâli zulmü bütün şiddetiyle devam ediyordu. Soğuk kış günlerinde köyleri basan celâlîler, çoluk-çocuk, kadın-kız demeden herkese görülmedik zulümler yapıyorlardı. Ayrıca küçük oğlan çocuklarını kaçırarak, yüksek fiyatla tekrar ailelerine satıyor, yâhud da, yanlarında alıkoyarak Celâlîliğe alıştırıyorlardı. Halk, merkeze gönderdiği arzlarda faaliyet hâlindeki celâli liderlerinin adlarını saydıktan sonra, çocuklarının ve yağmalanan mallarının alınmaması hâlinde, toptan göç edeceklerini bildiriyordu.
Artık Anadolu Celâli eşkıyalarının hareket sahası hâline gelmişti. Bir âsî ortadan kaldırılsa yerine bir kaç tanesi birden çıkıyordu. Nitekim bu yeni çıkan celâlî gruplarından Kalenderoğlu ile Kara Saîd, Saruhan’ı yağma ve tahrib ediyorlardı. Kınalı, Bursa havâlisinde dehşet saçıyordu. Muslu Çavuş, Silifke’yi altüst etmekte idi. Cemşid, Konya’dan Adana’ya giden boğazları tutmuştu. Fakat bunların en tehlikelisi Halep ve Lübnan civarındaki Canboladoğlu Ali Paşa isyânı idi.
Canboladoğlu Ali Paşa, hükümetin güç vaziyetini fırsat biterek Şam Trablus’unu zabtetti. Daha sonra Humus ve etrafını ele geçirerek istiklâlini ilân etti. Askerini Osmanlı ordusu gibi tertîb ettiren Canboladoğlu’nun on altı bine yakın yaya kuvveti ve sekiz bin süvarisi mevcuttu. Ayrıca adına hutbe okutup para bastırdı. Hattâ başta Toskana hükümeti olmak üzere, diğer yabancı devletlerle münâsebet kurmaya başladı.
Canboladoğlu’nun faaliyetleri sonucu Lübnan ve Kuzey Suriye’nin de Celâli ihtilâline katıldığı aylarda, Osmanlı Devleti’nde sadârete getirilen Kuyucu Murâd Paşa, Zitvatoruk muahedesini imzalayarak, yıllardır devam eden Osmanlı-Avusturya harbine son verdi.
Kuyucu Murâd Paşa, Pâyitâht’a geldiğinde sultan birinci Ahmed ile görüştü. Babası sultan üçüncü Ahmed Han’ın, Celâlî isyânları yüzünden üzüntü içinde öldüğünü bilen genç Pâdişâh, sadrâzamı tam bir selâhiyetle Anadolu işlerine me’mur etti. Karaman beylerbeyi iken 1585’de İran seferinde atı sürçüp bir çukura düşmekle İranlılara esir düşen ve bu târihten sonra Kuyucu lakabıyla anılan vezîriâzam Murâd Paşa, Anadolu’daki durumu iyice gözden geçirdikten sonra, bunlardan öncelikle, istiklâlini îlân eden Canboladoğlu üzerine yürüdü. İstanbul’la bağlantısını te’min için yolu üzerindeki Kalenderoğlu’na güleryüz gösterip Ankara sancakbeyliğini veren Murâd Paşa, âsîlerin bir kısmını da affetti.
Konya’ya geldiği zaman başta reisleri Saraçoğlu Ahmed Bey olduğu hâlde, bir kısım celâlîyi temizleyen Murâd Paşa, İskenderun’a yakın Belan boğazından Oruç ovasına inince, Maraş beylerbeyi kırk bin kişiyle kendisine ilhak etti. Osmanlı ordusunda Rumeli beylerbeyi yaşı 80’e yaklaşmış Kanije kahramanı vezir Tiryâki Hasan Paşa da bulunuyordu. Canboladoğlu kuvvetleri de gelerek Osmanlı ordusu karşısında harp nizâmı almıştı. Canboladoğlu ile dürzî lideri Maanoğlu Fahreddîn, Murâd Paşa’nın şiddetinden çekinerek anlaşma teklif ettiler ise de reddedildi. Şiddetli geçen muhârebe sonunda 26.000 celâlî kılıçtan geçirildi. Maanoğlu Fahreddîn ile bütün dürzî kabileleri kaçtılar. Canboladoğlu ise kaçabilen bir kaç bin adamıyla Haleb’e geldi ise de bir gün kalabildi. Âsîlerin zulümlerinden bıkan Halep halkı, üzerlerine saldırarak bin kadar şakîyi öldürdü. Canboladoğlu güç hâl ile İstanbul’a gelip pâdişâha iltica etti. Pâdişâh da kendisini affederek Tameşvar beylerbeyliğine tâyin etti. Bir sene kadar orada bulunan Canboladoğlu, bilâhere halka zulme başlayınca askerler kendisini öldürmeye teşebbüs ettiler. Bunun üzerine Belgrad muhafızı Kâdızâde Ali Paşa’nın yanına kaçan Canboladoğlu, burada hapsedildi ve bir müddet sonra vezîriâzam Murâd Paşa’nın emriyle îdâm olundu.
Canboladoğlu kuvvetlerini dağıtan Murâd Paşa, kışı Halep’te geçirdi. Cağalazâde Mahmûd Paşa kumandasında sevkettiği kuvvetle Bağdâd’ı, Taviloğlu Mustafa’nın elinden aldı ve şakilerin en tehlikelilerinden olan Kalenderoğlu üzerine yürüdü.
Murâd Paşa, Canboladoğlu üzerine yürürken, Kalenderoğlu’nu etkisiz kılmak için Ankara sancakbeyliği ile görevlendirmişti. Ancak Kalenderoğlu Ankara önlerine geldiği zaman, zulmünden çekinen şehir halkı ve kâdı Vildanzâde Ahmed Efendi’nin muhalefetiyle karşılaştı. Bu durum üzerine kaleyi muhasara altına alan Kalenderoğlu bir müddet sonra Kastamonu sancakbeyi Tekeli Mehmed Paşa’nın üzerine geldiğini duyunca, Bursa taraflarına çekildi ve Bursa’ya kolayca girerek, kendisini sancakbeyi îlân etti. Üzerine gelen Nakkaş Hasan Paşa ve daha sonra da Mîmâr Dalgıç Ahmed Paşa kuvvetlerini mağlûb etti. Mîmâr Sinân’ın en değerli talebesi olan Ahmed Paşa, Kalenderoğlu’na yenildiği Manyas meydan muhârebesinde aldığı yarayla şehîd oldu. Murâd Paşa’nın, Haleb’de Celâlîlere aman vermemesinden korkan Kalenderoğlu akıbetini sezerek şiddet hareketlerini artırmıştı.
Veziriazam Kuyucu Murâd Paşa, Kalenderoğlu’nun Bursa gibi önemli bir şehre hâkim olmasından çekinerek, Yûsuf Paşa’yı Üsküdar muhafızlığına getirdi ve dikkatli olmasını emretti. Kendisi de, Bursa’yı sür’atle terkederek Konya civarına gelmekte olan Kalenderoğlu’nun önünü kesmek üzere harekete geçti. Haleb-Maraş yolunu sekiz günde alan Kuyucu Murâd Paşa, celâlîleri, Maraş’ın kuzeybatısında Göksün yakınlarındaki Abesçayır’da yakalandı. 1608 yılında iki taraf arasında şiddetli bir muhârebe vuku buldu. Murâd Paşa’nın, kazdırdığı hendeklere gizlediği yeniçerileri, harbin en mühim ânında birden bire meydana çıkarıp hücuma geçirmesi, savaşı lehine çevirdi. Bozguna uğrayan Kalenderoğlu ve kuvvetleri kaçmaya başladılar. Kaçanlar tâkib edilerek büyük kısmı imha edildi. Kalenderoğlu, Bayburt yakınlarında biraz daha mukavemet gösterdikten sonra, tamamen bozulup İran taraflarına çekildi.
Kalenderoğlu’nun takibine kuvvet gönderdikten sonra, Sivas’a gelen Murâd Paşa, Tavil Ahmed’in kardeşi Meymûn’un, Kalenderoğlu’na iltihak etmek üzere altı bin eşkıya ile Tokat ve Karahisâr-ı Şarkî yoluyla Erzurum’a gittiğini haber aldı. Derhâl ordudan ayırdığı seçkin on beş bin askerin başına geçen Murâd Paşa, ağırlıksız olarak yanına yalnız bir haftalık erzak almak suretiyle harekete geçti. Bu sırada doksan yaşında bulunan Murâd Paşa, altı gün altı gece tâkib ederek on iki konakta alınacak yolu yedi konakta alarak Meymûn’un kuvvetlerine yetişti. Murâd Paşa’nın bu kadar sür’atle kendilerine yetişeceğini tahmin edemiyen şakiler, eşyalarını hayvanlarına yükletirken, bir baskınla kısmen imha edildiler. Kaçabilenlerden pek azı, Kalenderoğlu gibi selâmeti İran’a kaçmakta buldu.
Kuyucu Murâd Paşa Bayburt’a geldiği zaman, celâli olmayan fakat on beş bin kişilik maiyyetleriyle reâyaya (halka) fenalıkları dokunan ve Murâd Hanlılar adıyla anılan üç kardeşi ile Beyşehirli Emir Şâhi denilen beyi ortadan kaldırdı. Gayesi; Anadolu’yu iyice temizliyerek bir daha olmıyacak şekilde ayaklanmaları önlemekti.
Murâd Paşa bundan sonra 3 ay 16 günde yolda âsâyiş tedbirleri alarak Karahisâr-ı Şarkî’den İstanbul’a geldi (18 Aralık 1608). İstanbul’a girerken ordunun önünde, mağlûb Celâlî zorbabaşılarının kalın yazılarla yazılmış isimleri olan 400 bayrak gidiyordu.
Sultan birinci Ahmed Han, vezîriâzam Kuyucu Murâd Paşa’nın bu muvaffakiyetlerinden son derece memnun kalarak, kendisine iki hil’at ve bir murassa sorguç ihsân eyledi.
15 Haziran 1609’da veziri âzam Kuyucu Murâd Paşa, İran seferi bahanesiyle Üsküdar’a geçerek otağını kurdu. Hakikatte ise bu sefer, sultan birinci Ahmed Han’la gizlice aralarında plânladıkları üzere, Anadolu’da hâlâ mevcut bâzı eşkıya reislerini imha etmek içindi. Çünkü Murâd Paşa, Canboladoğlu ve Kalenderoğlu gibi büyük celâlîlerle uğraşmak isterken, mıntıka mıntıka faaliyette bulunan diğer bir kısım celâlîlere güler yüz gösterip onları birer vazife ile oyalamıştı. Bunlardan, Aydın ve Saruhan taraflarında Üveys Paşa kethüdası Yusuf Paşa ile İçel’de sancak verdiği Muslu Çavuş en önemlileri idi.
Murâd Paşa, Üsküdar’a geçtikten sonra, Muslu Çavuş ve Yûsuf Paşa’ya çeşitli vâdlerde bulunarak okşayıcı mektuplar gönderdi ve onları İran seferine katılmaları için orduya davet etti. Bunlardan Yûsuf Paşa’nın orduya iltihak etmek üzere Üsküdar’a geldiğinde; Muslu Çavuşun ise, Karaman beylerbeyi Zülfikar Paşa’nın kuvvetlerine mülâki olduğunda başları kesildi. Bu suretle son iki eşkıvâ reisini de ortadan kaldırdıktan sonra, Murâd Paşa, Üsküdar’dan İstanbul’a geçti. Sultan birinci Ahmed Han onu, Anadolu’yu yeni baştan fethedip kendisine hediye eden bir serdâr olarak takdir edip büyük ihsânlarda bulundu.
On üç, on dört sene devam eden celâlî şakâveti dolayısıyla; Suriye, Irak ve Anadolu adetâ elden çıkmış denecek bir vaziyete girmişti. Asayiş kalmamış, ticâret durmuş ve iktisadî durum çok fenâlaşmıştı. Nitekim tarihçi Hammer, Avusturya savaşının devlete celâli fetreti derecesinde insan ve para kaybettirmediğini yazmaktadır. Ayrıca celâlîlerin, Safevîler tarafından teşvik görmesi ve içlerine şiî unsurların katılması mes’eleyi daha da ciddîleştiriyordu.
Murâd Paşa, yalnız celâlîleri değil, onlarla uzak ve yakından temasları olan ve yataklık edenleri öldürttü. Târihlerin kayıtlarına göre, Kuyucu Murâd Paşa’nın üç sene devam eden temizleme faaliyeti neticesinde; Canboladoğlu, Kalenderoğlu ve Meymûn kuvvetlerinden kırk bin ve bunlardan başka üçer beşer bin kişilik kuvvetlerle şekavet (eşkıyalık) yapan kırk sekiz çeteci kuvvetlerinden yirmi beş bin kişi öldürülmüştür ki, toplamı altmış beş bindir.
Murâd Paşa; gayretli, dindar, üstün komutanlık, idarecilik, diplomatlık ve devletin çıkarlarını her şeyden üstün tutan bir şahsiyete sahipti. Tecrübeli, samîmi ve ileri görüşlü olduğundan, icrâatlarında tavizsiz hareket ederdi. Tarikat ehli olup, her hafta Kur’ân-ı kerîmi hatmeder, insanlara zulüm etmeyi hiç sevmezdi. Ancak devlet ve millet düşmanlarına karşı çok şiddetli davranır hiç fırsat vermezdi. Bu davranışı sayesindedir ki, Anadolu’yu temizliyerek tehlikeli vaziyetin önünü almaya muvaffak oldu (Bkz. Kuyucu Murâd Paşa).
Daha sonraki yıllarda Anadolu’da buna benzer kaynaşmalar ve isyânlar oldu ise de hiçbir zaman Kuyucu Murâd Paşa’dan önceki genişliğe ulaşmadı.
Genç Osman’ın yeniçeriler tarafından öldürülmesinden sonra, Erzurum vâlisi Abaza Mehmed Paşa, 1622’den 1628’e kadar yeniçerilere karşı intikam hissiyle hareket edip, çok kan dökülmesine sebeb oldu. Ancak sadrâzam Hüsrev Paşa tedbirli siyâseti ile kendisini isyândan vazgeçirdi. 1628’de sultan dördüncü Murâd Han’ın huzurunda af dileyen Abaza Mehmed Paşa, daha sonra Bosna beylerbeyliğine tâyin edildi.
Sultan dördüncü Mehmed Han (1648-1687) zamanında, 1664’de sadrâzamlığa getirilen Köprülü Mehmed Paşa’ya ve yeniçerilere karşı, sipâhî zorbaları Abaza Hasan Paşa’nın etrafında toplanarak isyân ettiler. Bu isyâncılar, pâdişâhtan Köprülü’nün idamını istiyorlardı. Âsîler üzerine serasker tâyin olunan Murtaza Paşa, Afyonkarahisar civarında Abaza’nın kurduğu pusuya düşerek mağlûb oldu. Ancak kuvvetlerini toparlamaya muvaffak olan Murtaza Paşa, Haleb’i vermek vadiyle Abaza’yı kendi tarafına çekti. Köşkünde verdiği bir ziyafet esnasında da başta Abaza Hasan Paşa olmak üzere, 30-40 kadar ileri gelen isyânkâr elebaşısını katlettirdi.
İkinci Viyana kuşatması (1683) sırasında Anadolu’da Akkaş, Kara Mahmûd, Yâdigâroğlu, Bölükbaşı ve Yeğen Osman gibi celâlîler, Sivas ve Bolu çevresinde faaliyete geçtilerse de, zamanında ve yerinde alınan tedbirler sayesinde, başarılı olamadılar.
1519’da başlayıp belirli aralıklarla yıllarca süren ve bilhassa 1596-1610 yılları arasında Anadolu’yu baştanbaşa saran celâli isyânlarının Osmanlı Devleti için neticeleri şunlardır:
1- Celâlîlerin faaliyet yıllarında, köylü halk, kasaba ve şehirlere kaçtığından, tarlalar ekilmez oldu. Ticâretin de durması ile Anadolu’da büyük bir kıtlık başgösterdi ve gıda maddelerinin fiyatlarında büyük artışlar görüldü.
Şehir ve kasabaları seyrek olan Orta Anadolu, celâlî olaylarının en fazla tahribata uğrattığı bir bölge oldu. Bu sebeple Ankara, Amasya, Tokat, Sivas, Kayseri ve Kırşehir gibi yörelerde geliri tamamen toprağa dayalı tımarlı sipahilerin geçim durumu çok kötüleşti. Bu sebeble Osmanlı ordusunun temelini teşkil eden ve tımarlı sipâhîliğe dayanan askerî teşkilât bozulmaya yüz tuttu.
Evvelce hazînenin zengin mukâtaaları bulunan; Diyarbakır, Mardin, Rakka, Birecik yöresi sancaklarında pek çok köylerin harâb ve adetâ nüfûssuz kalmaları yüzünden devlet gelirlerinde önemli düşüşler oldu.
4- Celâlî isyânlarının yıkıcı faaliyetleri, 1603’den sonra şehirlere de sıçradı. Nitekim bu sıralarda Ankara’dan başlıyarak, Afyon, Kütahya, Isparta, Kastamonu, Amasya, Tokat, Malatya, Harput, Maraş, Karahisâr-ı Şarkî ve daha pek çok şehir ve kasaba büyük felâketler yaşadı. Bunların pek çoğunda evler, hanlar, dükkânlar hattâ câmi ve medreseler, celâlîlerin çıkardıkları yangınlarda harâb oldular.
5- 1606’da vezîriâzamlığa getirilen değerli vezir Kuyucu Murâd Paşa, İran üzerine yürüyeceği hâlde celâlî isyânlarının bir kangren hâlini alması yüzünden dört yıl boyunca bunlarla uğraştı. Bunu fırsat bilen İran şahı birinci Abbâs, bir taraftan celâlîlere destek sağlarken, diğer yandan Osmanlı hâkimiyeti altındaki Şirvan, Şemahi ve Gence kalelerini ele geçirdi. Bilâhere Kuyucu Murâd Paşa 1610 yılında çıktığı İran seferinde bu kaleleri geri aldı.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Fezleke (Kâtip Çelebi); cild-1, sh. 22, 29, 290, 291, 324, 404
 2) Künhül-Ahbâr (Mustafa Âli, Nuru Osmaniye, No: 3407, sh. 209
 3) Müneccimbaşı Târihi; cild-3, sh. 485, 601, 605.
 4) Osmanlı Târihi (İ. H. Uzunçarşılı); cild-3, sh. 99, 111
 5) Nâimâ Târihi; cild-1, sh. 165, 421, cild-2, sh. 3, 6, 7, 46, 47
 6) Peçevî Târihi; cild-1, sh. 120,121, 252, 270, 311
 7) Osmanlı Devleti Târihi (Hammer); cild-8, sh. 87, 88
 8) Rehber Ansiklopedisi; cild-3, sh. 196, 197
 9) Tabakâtü’l-Memâlik (Celâlzâde) Hekim Ali Paşa Kitaplığı, Nr. 779, sh. 37, 282
10) Neşri Târihi (TTK yayını), cild-1, sh. 246
11) Sultan İkinci Bâyezîd’in Siyâsî Hayâtı (S. Tansel)
12) Osmanlı-İran Siyâsî Münâsebetleri (B. Kütükoğlu)
13) Tâc-üt-Tevârih (Hoca Sâdeddîn); cild-2, sh. 126-127
14) Eshâb-ı kiram

CARİYE


Harbde esir alınıp İslâm memleketine getirilen kadın köle. Gâziler arasında taksim edildikten sonra sahibinin mülkü olur. Ev işlerinde çalıştırılırlar. Bugün İslâmî mânâda câriye yoktur.
Köleliğin ve câriyeliğin târihi eski çağlara kadar uzanır. Târih boyunca köleler ve câriyeler bir yekûn teşkil eder. Harb esiri kölelerin yanı sıra, komşu kabîlelerden kaçırılan, babaları veya diğer yakınları tarafından köle olarak satılan çocuklar ve borçlarına karşılık köle yapılanlar da çoktur.
İslâmiyet geldiği sırada kölelik Arabistan’da en katı şekliyle devam ediyor, cemiyetin en köklü müesseselerinden birini meydana getiriyordu. Ayrıca her millet karşısındakini güçsüz duruma düşürüp kendisini güçlü hâle getirmek gayretinde idi. Bu bakımdan müslümanlar da, düşmana silâhı ile mukabele etmek zorunda idiler. Aksi takdirde kendi varlığını tehlikeye atmış olurdu. Bu sebeplerden, İslâmiyet harbde düşmandan esir almaya müsâade etti. Fakat köleliği eşine rastlanmayacak şekilde ıslâh etti, Sâdece İslâmiyet’i ortadan kaldırmak isteyenlerle ve müslümanlara hayat hakkı tanımayanlarla yapılan muhârebeden sonra ele geçirilen gayr-i müslimlerin erkeklerini köle, kadınlarını câriye yapmaya, hizmetçi olarak kullanmaya izin verdi. Harb esiri olmayan birini alıp satmaya izin vermedi. Hattâ bâzı günâhlara keffâret için köle âzâdını şart koştuğu gibi, Allah rızâsı için köle âzâd etmeyi tavsiye ederek köle ve câriyeler gin hürriyete kavuşma yollarını da getirdi (Bkz. Köle).
Ayrıca, âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîfterde köle ve câriyelere insanî bir şekilde muamele edilmesi emredildi. Kur’ân-ı kerîmde Nisa sûresi otuz altıncı âyet-i kerîmesinde meâlen; “Allah’a ibâdet edin, O’na hiç bir şeyi eş tutmayın. Anaya, babaya (söz ve iş ile), akrabaya (sıla-i rahim ile), yetimlere (gönüllerini almak ile), yoksullara (sadaka vermek ile),yakın (akraba) komşuya(şefkat ve merhamet ite), uzak(akraba olmayan) komşuya(onların iyiliğini istemek, zararı gidermek ile),yanınızdaki arkadaşlara (haklarına riâyet etmek ve sevgi ile), yolda kalmışa(doyurmak ve ikrâmda bulunmak ite), sağ ellerinizin mâlik olduğu kimselere (köle ve câriyelerinize, onları giydirmek ve yumuşak muamele ile) iyilik edin. Allah kendini beğenen ve dâima böbürlenen kimseyi sevmez”buyurmaktadır. Hadîs-i şeriflerde ise; “Sizden hiç biriniz, sakın memlûklüne (kölesine) kölem, câriyem diye seslenmesin. Yiğidim, oğlum, kızım desin. Onlar da size efendim, desin...” ve “Âdem”in (aleyhisselâm) nesli olarak köleler de sizin kardeşlerinizdir. Onları sizin hizmetinizde bulunduran Allahü teâlâdır. Unutmayınız ki, Allah sizi onların hizmetinde bulundurabilirdi. Öyleyse, onlara iyi davranın. Şunu unutmayınız ki, Allahü teâlânın sizin üzerinizde sâhib olduğu hak ve kudret, sizin köleler üzerine sâhib olduğunuzdan daha fazladır”buyrulmaktadır.
Efendinin, köle ve câriyesini terbiye edebilme yetkisi olduğu hâlde, Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem yetmiş defa da olsa kölenin kusurlarının affedilmesini tavsiye buyurmuşlardı. Mutlaka cezalandırılması icâbederse, aşırılığa gidilmesine izin verilmezdi. Bu sebeble İslâm devletlerinde kölelere yapılan muameleyi ve haklarına riâyet edilip, edilmediğini kontrol eden muhtesib adında me’murlar vardı. Kölenin nafakasını, efendisi te’min etmekle mükellefti.
Köle kadın olan câriye, hür müslüman kadınlara göre farklı statüye sâhibdi. Hür kadınlar yüzlerinden, ellerinden başka her yerlerini tamamen örttükleri hâlde; câriyelerin, başlarını, saç, boyun, kol ve bacaklarını örtmeleri lâzım değildi.
Câriyelerin evlilikleri de hür kadınlarınkinden farklı idi. Çünkü İslâm hukukunda evlilik iki yolla olmaktaydı. Birisi, hür müslüman kadınlarla nikahla ve diğeri câriyelerle teserrî (odalık edinme) yoluyla olup, ona mâlik olmaya bağlı idi. Nikâh hür kadından faydalanmayı mübâh kıldığı gibi, câriyeye mâlik olması da efendinin ondan faydalanmasını mübâh kılmaktadır. Ayrıca nikâh yapsa bile bu nikâh hükümsüzdür, yâni mehrin vâcib olması, talâkın vukuu, mîrâscı olmak gibi nikâhın netîcesi olan hususlar meydana gelmez. Fakat efendi, câriyesini âzâd ettikten (serbest bıraktıktan) sonra evlenirse, nikâh lâzımdır. Çünkü âzâd etmekle câriyesi üzerinde mülkiyeti kalmamıştır.
İslâm memleketlerine satılmak üzere yabancılar tarafından getirilen câriyelerin durumu kesin bilinmediğinden, aslen hür yâhud âzâdlı olmaları muhtemeldi. Bu sebeble fıkıh âlimleri hür olması muhtemel bir câriye ile zinaya düşmemek için ihtiyaten nikâh yapmasının evlâ olduğunu bildirmişlerdir. Buna, nikâh-ı tenezzühî (şüpheli durumdan arınma nikâhı) denir. Böyle bir nikâhla câriye âzâd edilmiş olmaz, efendinin vefâtından sonra câriye terekeden mîrâs alamazdı.
Efendisinden çocuğu olan câriyeye Ümm-i veled (çocuk anası) denirdi. Çocuk hür olup, efendi ile arasında normal bir neseb bağı kurulurdu. Böyle bir câriye de, diğer câriyelerdeki gibi artık tasarrufta bulunulamaz, satılamaz ve hîbe edilemezdi. Efendinin vefâtından sonra doğrudan hürre(hür) olurdu.
Efendi, câriyesini hür veya köle ile de evlendirebilirdi. Hür câriyeye satın alma yoluyla mâlik olmadığı, köle de mâlik olma hakkına sâhib olmadığı için, câriyenin bunlarla evliliği nikâhla olurdu. Câriyenin bunlardan doğan çocuğu kendisine tâbi olarak köle olur ve bu köleliğin ikinci kaynağını teşkîl ederdi. Efendisinden olan çocuğu burada istisna teşkil eder. Câriye, başkasiyle evlendiğinde, efendisi ondan faydalanamaz. Fakat yine efendisine hizmet ederdi.
Hizmet sahaları umumiyetle ev işleri olan câriyeler; zenginlerin, devlet ileri gelenlerinin saraylarında ve pâdişâhların haremlerinde fazlaca bulunurlardı. Bilhassa pâdişâhın evi demek olan harem, cihân sultânına lâyık bir şekilde teşkilâtlı olup, pek çok bölümleri vardı. Bu sebeble çok sayıda kadın hizmetçiye ihtiyâç oluyor, bu hizmetler, hareme alınan câriyeler tarafından görülüyordu. Dolayısıyla haremde yüzlerce câriye bulunuyordu.
Hareme ilk gelen câriyeler; ebeler ve vazifeli kadınlar tarafından muayene edilirler, hastalıklı olanlar alınmazdı. Kabul edilenler, haremin muaşeret usûllerini, kabiliyetlerine göre dikiş, nakış ve diğer ev işlerini öğrenmeleri için kalfa denen câriyenin emrine verilirlerdi. Bununla beraber onlara; İslâmiyet, terbiye, nezâket, büyüklere hürmet gibi umûmî ahlâk kaideleri öğretilir, bunlara uymalarına bilhassa dikkat edilirdi. Meselâ sultan Mehmed Reşâd, hareme hoca olarak tâyin edilen Safiye Ünüvar’a tebliğ ettirdiği; “Namaz kılmayanlara, oruç tutmayanlara verdiğim ekmek ve tuzu haram ediyorum. Bu irâdem hoca hanım tarafından talebelerine söylensin” şeklindeki irâde buna en güzel bir misâldir.
Harem, iyi bir eğitim ve öğretim yeri olduğundan, eski saraylılar, acemilere; “Sarayda terbiye olmayan, hiç bir yerde terbiye öğrenemez, burası terbiye mektebidir” derlerdi. Hareme âid doğru hâtıralar okunduğunda, câriyelerin edeb ve nezâket numunesi, Osmanlı kadınları olarak yetiştikleri görülür. Devşirilen hıristiyan erkek çocukları orduda ve Enderûn mektebinde yetiştirilerek, devletin askerî ve idarî üst kademelerinde yükselme imkânı elde ettikleri gibi, hareme alınan câriyeler de zekâ ve kabiliyetlerine göre yükselirlerdi. Kalfaların yanında acemilik devresini bitirenler, kabiliyetli iseler, daha sonra kalfalık ve ustalık derecelerine yükselirlerdi.
Pâdişâha zevce olabilecek vasıfları hâiz olanlar hazînedâr tarafından husûsî olarak yetiştirilirdi. Pâdişâhdan çocuğu olan, kadın efendi sınıfına dâhil olurdu. Umumiyetle sanıldığı gibi, pâdişâh haremde bulunan bütün câriyelerle ilişkide bulunmazdı. Bir çok yerli ve yabancı yazar bu durumu başka türlü anlatmışlar, pâdişâhları haremde bulunan yüzlerce câriye ile düşüp kalkmakla itham etmişler, bu hususta pek çok hayalî şeyler uydurmuşlardır. Böyle bir durum insan tabiatına, tıbba ve akla da uygun değildir. Bunların hiç birisinin doğru olmadığı arşiv vesikalarından anlaşılmaktadır.
Câriyelerin hemen tamama yakın kısmı, haremde pâdişâhın annesinin (valide sultanın), hanımlarının (kadın efendinin), kızlarının (sultanların), şehzâdelerin dâirelerinde, harem hastanesinde, kilerde, çamaşır ve temizlik işleri gibi umûmî ve husûsî hizmetlerde bulunurlardı. Bu sebeble bâzan haremdeki câriyelerin sayısının beş yüzü ve bini geçtiği olurdu.
Bu hizmetlerine karşılık câriyelerin yiyecek ve giyecekleri sağlandığı gibi, kendilerine kıdemliklerine ve yaptıkları işe göre muayyen bir ücret de verilir, bayram ve düğünlerde pek çok ikrâm yapılırdı.
Dokuz hizmet yılını dolduran câriyelere istedikleri takdirde, âzâdnâme, ıtıknâme denilen hürriyetine kavuşma kâğıdı verilirdi. Fakat bir çokları âzâdnâme istemezler, sarayda kalmayı tercih ederlerdi. Haremden ayrılan câriyelere elmas yüzüğü ve küpesi, altın saat ve gümüş kabları, bir çift kaşık, ev eşyası ve diğer ihtiyâçları verilirdi. Evlenecek olanlara daha fazla şeyler ikrâm edilirdi. Ayrıca sonradan düşkün hâle gelmemeleri için bâzı gelir getirici şeyler de onlara tahsis edilirdi. Pâdişâhlar, âzâd edilince de onları gözettiklerinden, muhtâc duruma düşürmezlerdi. Hattâ pâdişâhın bâzı câriyeleri kendi kızı gibi, devlet erkânı veya onların oğulları ile evlendirdiği de olurdu.
Câriyeler hakkındaki bu insanî muamele devlet ileri gelenlerin ve diğer müslüman zenginlerin evlerinde de mevcûd idi. Onlar da yanlarından ayrılan câriyeye, kızları gibi hattâ onlardan daha fazla yardımda bulunurlar, evlenenlerin kocalarına iş bulurlar, mes’ûd yaşamalarını te’min ederlerdi, ihtiyarladıklarında o evde söz sahibi de olurlar; fakat hadlerini bilirler, itibârlarına zarar verecek bir harekette bulunmazlar, aldıkları terbiye îcâbı, dâima edeblerini muhafaza ederlerdi.
Görüldüğü gibi Osmanlılarda köle ve câriyelerin durumu gayet iyi idi. Bu sebeble bâzı milletler Osmanlı kölesi olmak isterlerdi. Meselâ Rusların, bir Osmanlı konağında fevkalâde şartlarda yaşıyacaklarını bildiklerinden, Osmanlıların eline düşüp köle ve câriye olarak satılmak en büyük arzularıydı (İngiltere’nin İstanbul Büyükelçisi Harberneu’nun Walshingham Dukasına yazdığı 28.11.1584 tarihli mektup. A.N.Kurat, Türk-İngiliz münâsebetleri sh. 99).
Yine Kanunî devrinde İstanbul’u ziyaret eden seyyah (gezgin) Belon da; “Osmanlılarda esirlere iyi bakılmakta, efendileri tarafından çok sevilmekde, eşit muamele yapılmaktaydı. Lüzumunda esir, kâdıya gidip, hakkını arayabilir ve derhal gerekli işlemler yapılırdı” demektedir.
Köle ve câriyeler Osmanlı ülkesinde böyle müreffeh mes’ûd bir hayat yaşarlarken, hattâ pâdişâhın hanım efendisi, pâdişâh annesi bile olabilirlerken, Avrupa’da esirler, sertler (toprak ile birlikte alınıp satılan köleler), hizmetkârlar, hattâ asil aileden olmayanlar çok kötü şartlar altında yaşıyorlardı. Bunlara hakaret etmek, dayak atmak, asiller sınıfı için âdet ve normal bir hak idi. Asillerden başkasının yaşamasının bir ehemmiyeti yoktu. Elisabeth Bathory altı yüz elli genç kızı hizmetçi olarak kullanmış, sonra da hepsini işkencelerle öldürtmüştü. Bu cinayeti duyulunca Alman İmparatorluk adaleti onu yalnız dört yıl hapisle cezalandırmıştı.
On sekizinci asırda Osmanlı bahriye mektebinde (Mühendishâne-i bahr-i hümâyûn) senelerce muallimlik yapan Avrupalı Baron de Tott da; “İtiraf etmeliyiz ki, kölelerine (ve câriyelerine) kötü davrananlar Avrupalılardır. Osmanlılar ve diğer doğulular (müslümanlar) köle ve câriye almak için para biriktirirler, biz ise, para biriktirmek için onları satın alırız” demek suretiyle Avrupalıların esirlerini toprakta çalıştırmak, bâzan da fuhuş yaptırmak suretiyle para kazandıklarını îmâ eder. Osmanlılarda ise böyle bir durumla asla karşılaşılmaz.
Aynı asırda Rusya’da Kont Rumiantsof’un, topraklarında çalışan esirlere tatbik ettiği cezalardan birisi, efendisi uyurken odasına giren esirin (köle veya câriye) beş bin deynekle cezâlandırılmasıydı.
Köle ve câriyelerin Osmanlılarda ve diğer İslâm devletlerinde, hürriyetlerine kavuşuncaya kadar ne ölçüde ileri ve insanî bir hayat seviyesine sâhib olduklarinı anlamak için bilhassa daha yakın zamana kadar Amerikan cemiyetinde bulunan erkek ve kadın kölelerin yaşayışları ile karşılaştırmak kâfîdir.
Kadın ve erkek kölelere insanlığa yakışmayan muameleler sebebiyle zaman zaman dünyâ devletleri, köleliğin kaldırılması hususunda faaliyetlerde bulundu. Nihayet 1956 senesinde Birleşmiş Milletlere bağlı bir komisyonun teşebbüsüyle toplanan konferansta, köleliğin, köle ticâretinin ve köleliğe benzer tatbikatların kaldırılmasını şart koşan anlaşma kabul edildi.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Redd-ül-muhtâr; cild-3, sh. 2
 2) Târih-üt-temeddün-il-İslâmî; cild-5, sh. 39
 3) Tâm İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; sh. 563
 4) Rehber Ansiklopedisi; cild-10, sh. 268
 5) İslâm Târihi Ansiklopedisi; cild-7, sh. 73
 6) Büyük Türkiye Târihi; cild-11, sh. 312
 7) Ni’met-ül-islâm; cild-2, sh. 11
 8) Türk İngiliz Münâsebetleri; sh. 99
 9) Osmanlı Devletinin Saray Teşkilâtı; sh. 114, 146
10) Hurşit Paşanın Saray Hâtıraları (Hayat Târih Mecmuası, sene-1965, sayı-5, sh. 60

CAMİ


Müslümanların ibâdet etmek için toplandıkları yer. Lügatte, toplayan, toplayıcı mânâlarına gelen câmiye, İslâm’ın ilk devirlerinde; secde edilen, İbâdet yapılan yer anlamına; mescid denilirdi. Sonraları câmi denmiştir. Bugün mahalle aralarındaki küçük ibadethânelere mescid, büyüklerine câmi, daha büyüklerine ulu câmi denilmektedir. Sultanların ve hânedânlarına mensûb olanların yaptırdıkları câmilere ise, selâtin câmileri denir. İmâmın namaz kıldırdığı yer olan mihrâb ile Cuma ve bayram günleri hutbe okuduğu minber, câminin mühim kısımlarındandır.
Abdestsiz girilmeyen câmilere, kıymetlerini ve şereflerini ifâde için, “Allah’ın evi” denir. Hadîs-i serîfde, yeryüzünün ilk ibâdet yeri ve en kıymetlisi olan Mekke-i mükerremede bulunan Kâbe-i muazzama için; “Allah’ın evi” buyrulmuştur. Burası müslümanların kıblesi olup, bütün mescidlerin, câmilerin yönü hep Kabe’yi gösterir.
Müslümanlar, Allahü teâlâya ibâdet edilen kıymetli yerler olması sebebiyle câmileri, şanlarına lâyık bir tarzda yapmayı en büyük gaye edinmişler, âhirette sonsuz mükâfatlara kavuşmaya vesîle bilmişler; en güzel şekilde yapılmaları için, bütün bilgi, tecrübe ve kabiliyetlerini sarfetmişlerdir. Bu sebeple asırlar boyunca yaptıkları pek zarif ve üstün san’at değerini hâiz câmilerle, İslâmî mimarînin şaheserlerini meydana getirmişlerdir.
İslâm’da ilk mescid hicret sırasında Mekke-i mükerreme ile Medîne-i münevvere arasındaki Kuba köyünde yapıldı. Daha sonra Medîne-i münevverede yapılan Mescid-i Nebevi ilk mühim mescid sayılır. Mescid-i Nebevî’nin plânının daha sonra yapılan câmi ve mescidlerin plânları üzerindeki te’siri büyüktür. Peygamber efendimiz burada müslümanlara İslâmiyet’i öğrettiği gibi, müslümanların mes’elelerini hallederdi. Peygamber efendimizin vefâtından sonra Eshâb-ı kiram da cihâd için gittikleri her yerde pek çok mescid ve câmi yaptırdılar.
İlk câmilerde şimdiki minareler yoktu. Ezan yüksekçe bir yere çıkılarak okunurdu. Hazret-i Muâviye zamanında (673) Basra’da Amr Câmii genişletilerek köşelerine ilk defa minare ilâve edildi.
Hulefâ-i râşidîn (radıyallahü anhüm) devrini müteakiben Emevîler devrinde çok sayıda câmi yapılmıştır. Bu devrede yapılan ve İslâm câmi mimarisine büyük ölçüde te’sir eden Şam Emeviyye Câmii’ni, 785 târihinde yapımına başlanan Endülüs’teki Kurtuba Câmii tâkib etmiştir.
Abbasîler devrinde dînî mîmârîyi Mezopotamya’da Samarra Ulu Câmi ve Ebû Dülef câmileri temsil eder. Bu câmiler, tuğla mimarisi ve sivri kemerlerin kullanılması, ile Emevî câmilerinden ayrılır. Mısır’da Bağımsız bir devlet kuran Türk asıllı İbn-i Tûlûn’un Kâhire’de yaptırdığı İbn-i Tûlûn Câmii (877-879) Abbasî mîmârisinin devamı durumundadır.
Abbâsîlerden sonra otorite, Mısır’daki Fâtımîlere geçince, Kâhire’de (970-72) yılları arasında meşhur el-Ezher Câmii yapıldı. Daha sonra büyük bir ilim merkezi hâline gelen Ezher Câmii plân bakımından Emeviyye Câmii’ne benzer.
On birinci yüzyılda Büyük Selçuklular Horasan ve İran’ı elde edip, İsfehan’ı başkent yapınca, burada yapılan Mescid-i Cuma, Büyük Selçuklu san’atının büyük hususiyetlerini kendisinde toplamıştır.
1071 yılında Malazgird zaferi ile müslüman Türklere Anadolu kapılarının açılmasına vesîle olan Selçuklular, Türkistan’ın ünlü mîmârlarını da birikte getirdiler. Böylece Anadolu’da ön Asya Türk mimarisinden farklı bir san’at ortaya çıkmıştır.
Konya Alâaddîn Câmii’nde olduğu gibi, bu sırada yapılan câmiler sütunlu ve düz damla örtülüdür. Bilâhere Kayseri Ulu Câmii’nde görüldüğü gibi, câmi tavanlarının tonoz ve kubbelerle örtülmesi gibi başka tarzlar ortaya çıkmıştır.
Selçukluların on ikinci yüzyıl sonlarında zayıflayarak İlhanlıların hâkimiyetine girmesi üzerine, Anadolu’daki beylikler bağımsız birer hükümet kurdular. Karaman ve civarında Karamanoğulları, Kütahya’da Germiyanoğulları, Manisa ve havâlisinde Saruhanoğulları ve Kuzeybatı Anadolu’da Osmanoğulları bunların başlıcalarıdır.
Selçuklu san’atı ile Osmanlı san’atı arasında geçiş devri teşkîl eden beylikler devrinde, câmilerin önüne yâni giriş kısmına eklenen son cemâat mahalli, Birgi Ulu Câmii ile Selçuk Bey câmilerinde olduğu gibi, cephelerin mermer levhalarla kaplanması en mühim hususiyet olarak görülür. Beyliklerin meydana getirdikleri eserleri üç tipte ele almak gerekir. Birincisi; Sivas, Konya, Afyon gibi şehirlerde görülen çok sütunlu, düz çatılı ve Selçuklularda fazlaca kullanılan ulu câmi tipi. Zamanla düz ahşap çatının üzerine tonoz ve daha sonra her dört ayak üzerine bir tonoz kullanılmaya başlanmıştır. Van ve Manisa Ulu câmileri böyledir. Osmanlılar devrinde Bursa Ulu Câmi bu tipin en gelişmiş şekli olup, dört sıra hâlinde yirmi kubbe ile örtülmüştür.
İkinci tip, tek kubbeli câmilerdir. Bu câmiler, merkezî kubbenin yanlardan kubbeler veya tonozlarla genişletilmiş olan Osmanlı câmilerine geçiş tarzını teşkîl eder. İznik’de 1334’de yapılan Hacı Özbek Câmii, yine burada 1391 tarihli Yeşil Câmi ilk yapılan tek kubbeli câmilerdendir.
Üçüncü tarz; Bursa’da gelişen ve daha çok salâtîn câmilerinde kullanılan T plân şemasıdır. Selçuklu medreselerinde görülen bu tip, Bursa’da İkinci Murâd Câmii, Edirne’de Muradiye, Hamzâ Bey ve Filibe câmilerinde en son şeklini almıştır.
On dördüncü yüzyıldan itibaren büyük bir plân gelişmesi gösteren Osmanlı devri câmilerinde, ulu câmi şeması eski önemini kaybetmiş, Karahanlılar câmi mîmârisinde ortaya çıkıp, Selçuklu mîmârîsinde esas motif olarak benimsenen ve mekân birliğini te’min eden tek kubbeli câmiler, ana mîmârîyi teşkîl etmiştir.
Daha sonra, Selçuklu medrese plânlarına bağlı olarak, ters T plân şeması ortaya çıkmıştır. Bunlardan ilki bir son cemâat mahallinden sonra eksen üzerinde peşpeşe kubbeli iki salon ve birinci salonun iki yanında yine kubbeli odalar bulunan Osmanlı Devleti’nin çeşitli yerlerinde örneklerine rastlanan Bursa’daki Orhan Câmii’dir. Bu plân Bursa’da Yıldırım Bâyezîd Câmii’nde en mükemmel şekliyle görülür. Ters T plânı ile yapılan diğer mühim câmilerden; Bursa’da Yeşil Câmi, Amasya’da Bâyezîd Paşa Câmii, Edirne’de Gâzi Mihal Paşa Câmii bu tarzın farklılıklar gösteren belli başlı örneklerindendir.
1453’de Osmanlı mîmârisinde bâzı değişiklikler olmuş, buna klâsik Osmanlı üslûbu denmiştir. İstanbul’da yapılan Atik Ali Paşa Câmii’nde görüldüğü gibi, Bursa tipi ters T plânının değişik bir şekli olan klâsik üslûbda câminin orta bölümünün mihraba yakın kısmı, yarım bir kubbe ile örtülüdür. Edirne’de 1488 yılında Mîmâr Hayreddîn tarafından yapılan İkinci Bâyezîd Câmii, klâsik üslûbu hazırlayan câmilerinden olup, dört duvar örten tek kubbeden meydâna gelmektedir. Yanlarda ise, alçak kubbeli kanatlar bulunmaktadır. İstanbul’daki Sultan Selîm Câmii’nde de durum aynıdır. Yine Mîmâr Hayreddîn’in İstanbul’da yaptığı İkinci Bâyezîd Câmii ile dış mîmârî özellikleri görülür.
Bu târihlerde, Bâlî Paşa Câmii (1504), Edirnekapı’da Mihrimâh Câmii’nde olduğu gibi, yanlara doğru tonozlarla genişletilmiş, bir kubbeli ve önünde son cemâat mahalli bulunan câmiler görülür.
1571’de yapılan Sokullu Mehmed Paşa Câmii ile 1583 tarihli Eski Vâlide (Üsküdar) câmilerinde görülen altı köşeli şekle göre sıralanmış altı paye (ayak) üzerinde tek kubbe ile örtülü bir başka câmi tarzı vardır. Rüstem Paşa Câmii ise, farklı olarak, bu tarzın sekiz pâyeli bir şeklidir.
1550-1557 yılları arasında Mîmâr Sinân’ın yaptığı Süleymâniye Câmii, klâsik üslûbun şaheseridir. Câmi ile avlu kısmından meydana gelen Süleymâniye’de, 53 metre yüksekliğindeki kubbe, dört kalın ayağa oturtulmuştur. Mermer mihrâb, mukarnaslarla zengin bir görünüş arz eder. Câminin mozaikli ve renkli pencereleri şaheserdir. Câmi önünde kubbeli revaklarla çevrili bir avlu olup, avlunun dört köşesinde birer minare vardır.
Orta kubbenin üç yarım kubbe ile desteklenmesiyle meydana gelen Üsküdar’da İskele Câmii de Mîmâr Sinân’ın eseridir. Yine onun 1544-1548 yılları arasında yaptığı Şehzâde Câmii’nde yarım kubbe sayısı dörde çıkmış, tam mânâsiyle merkezî plânlı bir câmi örneği vücûda gelmiştir. Bu tarz, câmi plânı en güzel şekliyle 1569-1575 Edirne Selîmiye Câmii’nde görülür. 31.50 m. çapında sekiz paye (ayak) üzerine Oturan kubbe, binanın bütününe hâkimdir.
Mîmâr Sinân, Tezkiret-ül-bünyân’ında Selimiye hakkında şöyle der: “Ayasofya kubbesi gibi kubbe, İslâm devletinde bina olunmamıştır diyen hıristiyanların mîmâr geçinenleri, müslümanlara galebemiz vardır” derlermiş. O kadar kubbe durdurmak bu hakîrin kalbinde büyük bir ukde olup, kalmış idi. Allahü teâlânın yardımı ile, sultan Selîm Han’ın sayesinde Selimiye’nin kubbesini Ayasofya kubbesinden, boyunu altı, derinliğini dört zrâ’ ziyâde (fazla) eyledim.”
Osmanlı mimarisinde câmi, Sinân ve ondan sonrakiler devrinde yapı san’atı, mevki seçme, şehirlerin imâr programı, dış güzellik bakımından en yüksek seviyeye ulaşmıştır. Bu câmilerde zerâfet ince bir zevk mahsûlü olup, mermer, tahta v.s. üzerine nakış suretiyle yapılan tezyinat, bediî ve tabiî değerlerin bir bütün olarak düşünüldüğünü gösterir.
1609-1616 târihlerinde mîmâr Mehmed Ağa tarafından yapılan Sultan Ahmed Câmii, altı zarif minaresi ve içindeki zengin çini süslemelerle dikkati çeker ve sonraki câmilere örnek olur. Aynı plân; Mîmâr Dâvûd Ağa’nın başlayıp, mîmâr Mustafa Ağa tarafından tamamlanan İstanbul Yeni Câmii’nde, yeniden yapılan Fâtih Câmii ve Ankara’da Çankırı Büyük Câmii’nde de uygulanmıştır.
Daha sonra muhtelif târihlerde de İstanbul’da yüksek san’at değerini hâiz câmiler yapıldı. Üçüncü Mustafa’nın 1759-1763 târihleri arasında yaptırdığı Lâleli Câmii, 1748-1755 yılları arasında yapılan Nuru Osmaniye Câmii, üçüncü Mustafa’nın Üsküdar’da yaptırdığı (1760) Ayazma Câmii, birinci Abdülhamîd’in Beylerbeyi Câmii, yine üçüncü Selîm’in Üsküdar’da yaptırdığı Selimiye Câmii bunların başlıcalarıdır. Tophane’deki Nusretiye Câmii, Dolmabahçe’deki Bezm-i Âlem Vâlide Sultan (1853) ve Ortaköy câmileri tek kubbeli olup, çok ince ve zarîf minareleri ile son cemâat mahalli üzerinde pâdişâha âid ufak yerler bulunurdu. Yine 1871’de İstanbul’da yapılan Vâlide Sultan Câmii, Yıldız’da İkinci Abdülhamîd Câmii ve Konya’daki Azîziye Câmii, Osmanlı’nın son zamanlarında yapılan zarîf câmilerdendir.
Bu câmilerin Osmanlı mimarisinde mühim yeri vardır. İslâm dünyâsının beyni durumunda olan İstanbul’u taht şehrine lâyık bir şekilde göz kamaştırıcı, dînî vecd ve heyecan merkezi hâline getirmek için, hiç bir şey esirgenmemiştir. Bütün dünyânın gözünde câmiler şehri olan İstanbul’da, minare ve kubbelerin olmadığı bir an farzedilse, İstanbul nâmına hiç bir şey kalmaz, şehir, silik ve üçüncü sınıf bir batı şehrinden farkı olmayan mâbedsiz bir şehir durumuna düşer. On dokuzuncu asrın başları için meşhur tarihçi Hammer, İstanbul’da 877 câmi ismi verir. Bunlardan on dokuz tanesi pâdişâhlar, anaları (valide sultanlar), şehzâdeler, sultan denilen pâdişâh kızlarının yaptırdıkları selâtîn câmilerdir. Vezir ve eşrâfdan olanların yaptırdıkları câmilerin minareleri tek olup, salâtîn câmileri gibi iki minaresi bulunmazdı. Salâtîn câmileri ile büyük câmiler; şehrin en güzel, en hâkim ve merkezî yerlerinde yapılır, etraflarında câmiyi, nisbeten günlük hayâtın gürültüsünden uzak tutan ve cemâatin sükûn içerisinde ibâdet edebilmesi için, ayrıca dış avluya yer verilirdi.
İstanbul’dan başka; Edirne, Bursa, Konya, Kahire, Şam, Manisa, Trabzon ile Rumeli şehirlerinin bâzısında pek çok salâtîn câmii yapılmıştır.
Osmanlı Devletinde bu câmilerin büyük bir gelire sâhib oldukları görülür ve bunlar vakfiyelerde belirtilir. Meselâ Kânûnî Sultan Süleymân’ın yazdırıp, tescil ettirdiği Süleymâniye vakfiyesine göre, Pâdişâh, Süleymâniye Câmii için; 221 köy, 30 mezra, 2 mahalle, 7 değirmen, 2 dalya, 2 iskele, 2 çiftlik, 5 köy mahsûlü, 2 ada, bir çayırlık ve bir hisse vakfetmiştir. Bu yerlerin bir kısmı bugün Bulgaristan, Yunanistan, Yugoslavya ve Suriye sınırları içerisinde kalmaktadır. Bu ülkelerin Osmanlı’dan ayrılmasiyle büyük yekûn tutan gelirler de kaybolmuş, ihtişamlı ve parlak günlerinden sonra câmiler gayet mahzun hâle gelmişlerdir.
Süleymâniye Câmii bu gelirlere sâhib olduğu zamanlarda; hatîb, vaiz, imâm, müezzin, muvakkit (vakitleri tesbit eden) ve her türlü görevli ve hizmetliden müteşekkil 280 kişilik bir kadroya sahipti. İmâmlar, vaizler, din ve fen bilgilerinde birinci sınıf âlimler (profesörler) olup, 24 müezzini vardı.
Ayrıca medrese vazîfesi gören bu câmilerde, ders-i âm denen devrin büyük âlimleri öğle ve ikindi namazlarından sonra da dersler vermişlerdir. Bu dersler herkese açık olurdu. Müderris kısaca dersi takrir ettikten sonra, sorulu cevaplı müzâkereler başlardı. Bu sebeple ders-i âmın çok bilgili ve zekî olması lâzımdı. Ve herkes ders-i âm olamazdı. Âlimlerden müteşekkil bir hey’et önünde ders-i âm-ı ruûs denilen imtihanı kazanması şarttı. İmtihanda başaranlar arasında bilgi ve kabiliyeti daha fazla olanlar, pâdişâhın huzurunda yapılan huzur derslerine katılmaya hak kazanırdı.
Ayrıca selâtîn câmilerinin yanıbaşında, devletin üniversiteleri olan medreseler kurulurdu. Buralarda dînî ilimlere paralel olarak, zamanın modern fen bilgileri okutulup öğretilirdi. Önceki İslâm devletlerinde olduğu gibi, Osmanlılar zamanında da câmi ve medreseler yanyana bulunuyorlardı.
Medreselerden başka, dârüşşifâlar (hastahâneler), imârethâneler, hamamlar ve diğer hayır müesseselerinin de bulunduğu câmi çevresi, birer kültür ve ictimâî (sosyal) yardım merkezleri durumundaydı.
Diğer büyük selâtîn câmilerinde de aynı durum vardı. Fâtih Câmii bunların en belli başlılarından idi.
Osmanlı Devleti gittiği her yerde kendisine has tarzda mîmârî ve san’at değeri yüksek olan câmiler yapmıştır. Bugün; Yugoslavya, Macaristan, Bulgaristan, Arnavutluk, Suriye, Mısır, Kuzey Afrika, Tunus, Libya ve Cezâyir’de onaltıncı yüzyılda yapılan câmilerle, İstanbul câmileri arasında büyük bir üslûb benzerliği vardır.
Osmanlıların hâkim olduğu her yerde, ilk bakışta görülebilen damgası; Osmanlı sitili, kurşun kaplı kubbeleri ve ince uzun minareleri ile, câmiler olmuştur. Onun için hıristiyan devletlerin ilk işleri, ele geçirdikleri müslüman memleketlerde, câmileri ortadan kaldırmak olmuştur.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Hadîkat-ül-cevâmî
 2) Rehber Ansiklopedisi; cild-3, sh. 177
 3) İslâm Târihi Ansiklopedisi; cild-7, sh. 189
 4) Edirne’de Osmanlı Devri Abideleri (O. Aslanapa, İstanbul-1949)
 5) Osmanlı Mimarîsi (E. H. Ayverdi-İstanbul-1973)
 6) İstanbul Câmileri (Tahsin Öz Ankara-1962)
 7) Osmanlı Mimarisinde II. Bâyezîd- Yavuz Selim Devri (İ. Aydın Yüksel-İstanbul-1983)
 8) Eminönü Câmileri (İstanbul-1987)
 9) Süleymâniye Câmii ve İmareti inşaatı; (Ö. L. Barkan, Ankara-1972)